BAŞÖRTÜM OLMADAN ASLA…

 

Yeni İlişkiler ve Yeni Söz’ler

 

İçinde bulunduğumuz AB tartışmalarını, yeni bir sözleşmeler döneminin başlangıcı olarak değerlendirmekten ziyade, farklı kültürlerin yüz yüze geldiği yeni bir ilişkiler durumu olarak değerlendirdiğimi ifade ederek söze başlayacağım. Bu düşüncemde, şüphesiz ki uluslararası sözleşmelerin pek çok kere insan hakları aleyhine işletilen sıcak güç dayatmalarını, işgali, katliamları ve işkenceyi engelleme kuvvetinin olmayışı etkilidir.

 

Bizler buradaki konuşmalarımızı henüz bitirmeden, başta Irak’ta yaşadığımız insanlık dışı katliamlar, tecavüzler ve Filistin’de hiç bitmeyen işgal ve işkenceler olmak üzere, savaş açlık yaygın hastalıklar ve kadınlarla çocuklar üzerinden olanca hızıyla devam eden cinsel taciz ve saldırılar kendilerine yeni devamlar arayıp bulacaklar da şüphesiz… Bazen, aslında çoğu kez, sözün, savaş ve işgaller karşısında giderek anlamını yitirdiğini de düşünüyorum.

 

Benim burada ifade etmek istediğim şey, cephe öngörülerinin dışında yepyeni bir dünyanın bizi beklediği gerçeği…

 

Bütün dünyada anti küresel ve anti kapitalist yeni ve genç bir kuşak hızlı bir muhalefet kuşağı oluşturuyor. İnternet haberleşmesinin de sağladığı enformatik imkanlarla artık özgürlükler konusunda çok duyarlı ve hareketli yeni bir nesil, haklar ve hürriyetler söz konusu olduğunda sadece kendi özel parantezleriyle konuşmuyorlar. Özgürlükler bahsi, sadece Müslümanlar veya azınlıklar veya üçüncü dünya veya zenciler için değil, hepimizin insan olma ve insan onuru adına mücadelesini vermemiz gereken hayati bir konudur… Küresel açlık ve küresel adaletsizliğin ezici ve kuşatıcı rolü, sözünü ettiğimiz küresel muhalefetin en önemli itici güçlerinden. Dünyanın yönetim kurulu gibi hareket eden G8 ülkelerinin, dünya nüfusunun % 14’ünü oluşturmalarına rağmen her yola başvurarak küresel zenginliğin dörtte üçünü kontrol etmeleri, çevreyi ve insanları hiçe sayarak bütün kıtaları bir ucuz işgücü ve pazar haline çevirmeleri, iletişim ve eğitim yoluyla her şeyin farkında olan genç kuşak insanlarda bir direniş ruhu oluşmasına neden oluyor doğal olarak. Yüz binin üzerinde insanın ölümüne sebep olan, halkın bütün değerlerini aşağılayan, binlerce yıllık tarihi yağmalatan, şehirleri yerle bir eden Irak işgalinin hala insanlıkla alay edercesine “Irak’ın Özgürlüğü” başlığıyla naklen yayınlanıyor olması insanların tahammül sınırlarını elbette zorluyor. Tüm bunlar, gençlerde derin bir “Batı değerleri” sorgulamasına sebep oluyor.

 

Bugün Avrupa, Yeni Avrupalı simalarla ,asırlardan beri tanımlaya geldiği ve site dışı görmeye özen gösterdiği “öteki” ve “yabancı” kavramlarıyla yeniden bir yüzleşme içine girmiştir… Başta da ifade ettiğim ve sözleşme ifadesine göre çok daha gerçekçi bulduğum bir ilişkiler düzeyi bu… Avrupa’nın altmışların sonunda sadece pazu gücü ve ekonomik hareketlilik olarak değerlendirdiği Avrupa’daki Türkiye göçmenleri üzerinden konuştuğumuzda bile durum değişen bir ilişkiler düzeyini işaret etmekte…

 

Sözgelimi yetmişlerde “işçi” olarak Almanya’ya gitmiş pek çok vatandaşımızın üçüncü kuşağı bugün sadece, bilek ve istihdam gücüyle değil, siyasi katılım, eğitim ve sanat talepleriyle de Avrupa için yeni bir ilişki talebiyle ortadalar… Keza 68’e kadar Türkiye üniversitelerinde bile görülmeyen başörtülü kızlar, ülkemizdeki yasaklamalardan dolayı Avrupa’nın yeni göçmenleri olarak ortadalar. Veya, bir zamanlar ülkelerini işgal ettiği ve sömürgeleştirdiği pek çok Kuzey Afrikalıyla yeni bir yüzleşme içine giren Fransa’nın durumu da öyle…

 

Artık Avrupa’dan hareket eden bir Haçlı seferinden değil, tersinden mağrip ve şark üzerinden Avrupa’ya bir hareketten söz ediyoruz. Üstelik sadece ekonomik sebepler ve sosyal refah beklentisi değil, eğitim, sanat ve demokratik imkanlar çerçevesinde de Avrupa bugün farklı kültürlerin talep üşüşmeleriyle karşı karşıyadır…

 

Avrupa’da Yeni Kadınlar, Sözleri ve Vatandaşlık Eleştirileri

 

Avrupa ülkelerinin tüm bu taleplere karşı geliştirmeye çalıştığı “avrupalı olmak” koşulu ise, her ne kadar entegrasyon şeklinde ifade ediliyorsa da çok kültürlülüğe karşı direnebilme konusunda bir zaman kazanmadan başka bir şey değildir. Zira mevcut Avrupa uygulamaları, bizlere, entegrasyondan ziyade asimilasyon izlenimi vermektedir. Fransa’da okuluna devam edebilmesi için başörtüsünü çıkarmaya zorlanan bu yüzden saçlarını kazıtan Cennet Doğanay örneğinde olduğu gibi, farklı kültürlerin “uyum sağlayamama” retoriğinden hareketle yapılan baskıların, evrensel hukuk beyannameleri veya örneğin AİHM’nin kayıtlı bulunduğu AİHS ile asla bağdaşmadığını anlayabilmek için bilgin olmak gerekmiyor. Bugün Fransa ve Fransız mahkemeleri bağlı ve kayıtlı bulundukları kanun ve uluslararası hukuk metinlerini de bir tarafa bırakarak, yeni göçmen ve işçileri ve onların çocuklarını “uyum sağlayamamak” gibi muğlak ve yoruma açık bir kavramla cezalandırıyorlar… Fakat göçmen işçiler için işletilebilen bu “desentegrasyon” savunması örneğin Fransa’nın kendi vatandaşları için söz konusu olduğunda durum daha da çetrefilleşiyor. Fransa, başlarını örtmeye karar veren kendi kızlarına karşı da entegre olamadılar savunmasını yapabilecek mi? Şüphesiz ki hayır! Demek ki maksat insanların Avrupalılık Kültürüne entegre olup olmadıkları değil, demek ki maksat Avrupa sitesi için belirlenmiş renk olan beyazın, Avrupa sitesi için belirlenmiş din olan Hıristiyanlıkın dışında hiçbir şeye hayat sürme hakkı tanımamakla ilintili… Hatta beyaz ve Hıristiyanken Avrupalı olabilenler, günün birinde İslam dinine inanır olduklarında derhal Avrupalı olmaktan tard edilebiliyorlar da… Tıpkı Lila ve Alma Levy kardeşlerde olduğu gibi.

 

Lila ve Alma Levy–Omari Tam da Fransa’nın sinir ucuna bastı

 

Aubervilliers’den Haber Yapan Economist Muhabiri

 

(23 Ekim 2003)

 

Peki ne oldu da iki kız kardeşin okullarına başörtüsüyle gelmesi Fransız toplumunu ikiye böldü? Bu konu inanç özgürlüğü çerçevesinde mi yoksa laikliğin korunması bağlamında mı ele alınmalı, diye yoğun bir tartışmaya neden oldu.

 

Levy kardeşlerin davasıyla Fransa’nın gerçek anlamda çok kültürlülük olgusuyla ilk kez karşılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Genç kadınlarda ve öğrenciler arasında başörtüsü olarak görünür olan bu durum, çok kültürlülüğe hazır olmayan, “öteki”ne sadece asimile etme düşüncesiyle yaklaşan muhafazakârları baskı ve sindirme için formül aramaya yöneltti. Genç kızlar kendi seçimleriyle örtünüyorlardı hatta bazen ailelerine rağmen bunu yapıyorlardı.Örneğin tartışmaların odağındaki Lila ve Alma’nın anneleri laik bir Cezayirli, babaları Musevi, büyükanneleri ise hristiyan… Bu yepyeni bir ilişki düzeyi ve Fransa’nın alışkın olduğu, beyaz-hristiyan ve Avrupalı sağlamasını bozan farklı bir atak…

 

Başörtüsünün devlet okullarında ve kamusal işyerlerinde yasaklanması için kanun çıkarılmasını destekleyenlerin isteği, yabancıların Avrupa’da yaşadıklarını asla unutmadan Fransız değerlerine kayıtsız şartsız uyum sağlamaları ve farklılıklarını, geldikleri yerlere ait değerleri, hatıraları içlerine gömmeleri.

 

Tartışmaları izlemek için Paris’e gelen BBC muhabiri Caroline Wyatt’la orta yaşlı bir işadamı olan Fransız arkadaşı Antonie, bir restoranın cam kenarında oturup insanları seyrederlerken önlerinden öpüşerek ve sarılmış halde iki genç erkek geçiyor. Arkadaşı birden ‘ne tiksindirici!’ deyince Caroline, ‘kim’ diyor, ‘şu adamlar mı?’ ‘Hayır canım’ diyor adam, ‘onların arkasından gelen şu iki kadın’. “Konuşarak yürüyen iki başörtülü kadını gösteriyordu arkadaşım” diyor Wyatt. “Nedir kötü olan?” dediğinde de, “başörtülü olmaları, Fransa buna izin vermemeli” cevabını aldığını söylüyor. Bunun Fransız değerlerini ve kültürünü reddetmek, kendi kimliklerini kaybetmeme hususunda fazla ısrarcı olmak anlamına geldiği üzerine uzun bir söylev çekmiş arkadaşı.

 

“Fransa’nın değerlerine uyma”yı nasıl anladığını şöyle açıklıyor Lila Economist’e: “Ben bir Fransız’ım. Burada doğdum. Fakat Fransız olmanın kriteri nedir? Katolik olmak mı? Eğer öyleyse biz Müslüman olduğumuza göre buraya ait değiliz demektir.”

 

Bugün gerek Fransa’da gerekse ülkemizde işletilen başörtü yasaklamalarının hiç bir hukuki ve sofistike gerekçesi yoktur. Fakat emperyalistlerin baskılarına gerekçe olarak uydurduğu “önleyici vuruş”, “muhtemel ve yakın tehlike” kavramları eşliğinde dikte ettirilen faşizan bir uygulamayla da karşı karşıyayız…Müslüman kadınlar ne yaptıklarından veya ne yapmadıklarından dolayı değil “öyle olduklarından” dolayı cezalandırılmaktadırlar…Bu açık bir ırkçılık, açık bir ayrımcılık ve dışlayıcı bir laiklik anlayışıdır… Maalesef, inanç özgürlüğü kavramı, açık ırkçılık, açık ayrımcılık ve açık dışlayıcı laiklik saldırılarıyla anlamını ve hayatiyetini yitirmekle karşı karşıyadır…

 

İnanç özgürlüğü bahsinin veya diğer insan haklarının, bazı insanları ilgilendirdiği ve bazılarını ise ilgilendirmediği düşüncesini belki pratik ve kolay, fakat evrensel hukuk kavramı ve teminatını zedeleyecek bir eksiklik olarak gördüğümü ifade etmeliyim. Tıpkı ırk ayrımcılığına karşı çıkarken zenci olmamız gerekmediği gibi…

 

Evrensel olduğu İnsan Hakları Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Beyannamesinde deklare edile “İnanç Özgürlüğü” kavramının etrafında gezinirken, aslında bu ifadenin yer yer, “din özgürlüğü”, “vicdan özgürlüğü” ve “düşünce özgürlüğü” gibi paralel kuşak özgürlüklerle açıklandığına da rastlamak, bende “haklar ve evrensellikleri” konusunda ciddi şüpheler uyandırdı…

 

“İnanç Özgürlüğü” bakışını ve uygulamalarını Fransa, Almanya, İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler üzerinden takip ettiğimizde de zaten evrensellikten ziyade, çarpıcı bir görecelik söz konusu…Fransa’nın şüpheci ve kısıtlayıcı, Almanya’nın idealistçi ve fakat daha Hıristiyanlığa yönelik, İngiltere’nin demokratik ve serbestlikçi, Hollanda’nınsa kamuoyu tepkilerine yönelik kurguladığı ve baktığı “inanç” meselesi, nihai kararları henüz verilmemiş karmaşık bir ilişkiler düzeyini resmediyor. Kendi içinde bir özgürlük olarak inanca dair yeknesak bir bakışı olmayan Avrupa’nın nazarında farklı kültürel, tarihi ve siyasi geçmişiyle Türkiye’yi sunmak ise bir o kadar sorunlu yeni bir ilişki düzeyi… Zira Türkiye’de vatandaşların inancını devlet düzenliyor. İnanç, devletin tarif ettiği ve izin verdiği ölçüde bizlere sunulan bir vatandaşlık görevi telakkisi olunca Avrupa’nın kendi iç tartışmalarına, Türkiye iç uygulaması vasıtasıyla, yeni bir kısıtlayıcı içtihad daha girmiş oluyor…

 

Sorun Avrupa’nın inanç dediğinde ne anlıyor olmasıyla da ilgili. Avrupa’nın din derken Hıristiyanlığı ve fakat Sezar’ın hakkının Sezar’a Tanrı’nın hakkınınsa göklere hapsedilmiş olarak Tanrı’ya ikram edildiği bir Hıristiyanlığı anladığı da bir başka gerçek. Avrupa’da kendine özgürlük bahşedilmiş din, zaten hayatta yaşama kabiliyetini neredeyse yitirmiş hayattan çekilmiş bir Hıristiyanlık… Oysa Avrupa ile ilişkiyi zorlayan İslam Dini hem müntesiplerinin genç, kalabalık ve dinamik yapısı itibariyle, hem de hayata dair yaşama talepleriyle, Avrupa’nın inanç olarak algıladığı Hıristiyanlıktan çok farklı…

 

Bu bağlamda ifade hürriyeti argümanıyla savunma geliştirmek belki daha anlamlı olacaktır. Zira dışta ifade edilemeyen özgürlükler gerçek anlamıyla özgürlük değildir… İfade hürriyeti bir kavşak özgürlük olarak yaşama ve düşünce hürriyetinin de, anlam ve içeriğini sağlar…

 

Bugün baskıcı uygulamalar ve önleyici vuruşlar aracılığıyla Avrupa’dan ve modern dünyadan uzaklaştırılacağı zannedilen İslam; günümüzün ve geleceğin dinidir…Dünyadaki bütün tartışmaların odağındaki İslam dinini, dışarıdan ve tanımlayıcı bakış açısıyla yorumlamak hiçbir meseleyi çözmeyecektir… Müslümanlar işgal, tecrit, işkence ve nükleer tehditle inançlarından vazgeçecek değiller…

 

Bu noktada hak ve hürriyetler söz konusu edildiğinde “ifade hürriyeti” kavramının anlam ve içerik olarak altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. İfade hürriyeti, muhafazakar devlet reflekslerine ve uluslaştırma projelerinin yoğunlaşmış dışlayıcı sınırlarına karşı aslında kadınlar olarak hepimiz için de önemli bir vurgu… Zira ifade kabiliyetinden yoksun, konuşturulamayan ve dışa vurulamayan şey’lerin, var olduğundan bahsetmenin de bir anlamı yok. Yaşama ve düşünme özgürlüğünden bahsedebilmemiz için öncelikle var olmak gerekiyor. Varlığımızın en büyük delili de halen “söz”…

 

Ben burada söz söylemesine ve dolayısıyla var olmasına izin verilmeyen kadın fotoğrafları üzerinden açılan yeni bir sayfaya dikkat çekmek istiyorum… Bu fotoğraf, Lili ve Alma Levy kardeşlerin fotoğrafıdır. Zira Fransa Devlet Başkanı başta olmak üzere pek çok Fransız aydının da ifade ettiğinin tersine, Fransa’da İslam dini sadece varoşlardaki yoksul ve çoğu kaçak göçmenlerin dini değildir. Bir dini ve müntesiplerini yoksulluk, eğitimsizlik ve göçmenlik üzerinden tanımlamak belki politikacılar nazarında kolaylık sağlayabilir.Ve fakat Lili ve Alma örneğinde olduğu gibi, gün gelir, hijyenik sitenizin içinden vatandaşlarınız da “yabancı” ve “tanımsız” muamelesi yaptığınız bir kimlikle kendilerini ifade etmeye karar verebilirler… İşte Lili ve Alma Levy davasını bir hukuk mücadelesi olmaktan çıkarıp modern zihin ve ulus inşası eleştirisi haline getiren süreç de tam burada başlıyor. Modern sonrası çağın en belirleyici ve beklide öngörülemeyen karmaşık yapısı itibariyle bilim dışı sayılabilecek bu eşiğine “ilişkiler” damgasını vuruyor. Başlattıkları ilişkiler ve genişlemelerle her kesim için huzursuzluk doğuracak bu yeni sayfa kadınlar aracılığıyla açılıyor… Dışlayıcı laiklik ve dışlayıcı milliyetçilik tavırlarıyla kendilerini muhkemleştireceğini düşünen uluslaştırma projeleri bu yeni kadın fotoğraflarıyla ciddi darbeler almaktadır ve almaya da devam edecektir…

 

Türkiye’de 1990’ların yarısından itibaren kuvvetle tartışmaya başladığımız “kamusal alan” kavramının kadınlar/ gövdeleri/ bedenleri/ giysileri üzerinden devam ediyor oluşu da yeterince manidar. “Cumhuriyetin ulusal kimlik idealine zarar verdikleri düşünülen etnik-dinsel kimliklerin özel alana sığamaması, görünürlük kazanmaya, konuşmaya ve siyasete katılım talebinde bulunmaya başlaması nedeniyle” kamusal alanı tartışmaya başladık. (Nigar Bulut Tuğsuz, Tezkire Dergisi 2004)

 

 Bir hukukçu olarak, günümüz Türkiye’sinde, kamusal alan kavramının hukuki bir kavram olmadığını ve fakat içinin siyasiler tarafından doldurulduğu değişken ve asla cezai ölçüt olamayacak bir mefhum olduğunu da biliyorum. Kamusal alanda görünür olmanın iki aracı olarak kabul edilen “kılık-kıyafet ve söz”ün en başta önemine binaen altını çizdiğim ifade hürriyetiyle ne kadar bitişik olduğu da aşikardır… Levy’ler, İntisar’lar, Leyla Şahinler ve yüzbinlerce örtülü çağımız kadınları için önemi de bununla alakalı zannederim: çünkü bu fotoğrafların hepsi söyleyecek sözü olan kadınlarla ilgili. Hem de sözünün bedelini kılık kıyafetleri üzerinden ödemek zorunda kalan kadınlar var bu fotoğraflarda…

 

 Profesör Arendt; “kamusal alan” kavramının, yurttaşların özgün kimliklerini dışa vurarak, konuşma ve ikna aracılığı ile etkileşime girdiği, kolektif müzakere yoluyla karar aldığı bir alenileşme alanına işaret ettiğini söyler. Arendt’in bir diğer vurgusu da “ortaklaşa sahip olduğumuz dünya” üzerinedir. “Dünyada birlikte yaşamak demek; özünde, bir masanın çevresinde oturmak ve masanın onun çevresinde oturanlar arasında olması gibi bir şey’ler dünyasının çevresinde oturmak ve dünyanın onun ortak sahipleri arasında olması demektir. Dünya, her ‘arada olan’ gibi, insanları aynı anda hem ayırır, hem de birbirine bağlar… Bu bağlamda farklı kimliklerin kamusal alandan kovulması demek, aynı zamanda siyasetsizlik anlamını da taşır.

 

Kaynak: Umran dergisi, 05/2005

.