BAŞÖRTÜSÜ: ÇÖZÜMLER, SORULAR, YENİ PERSPEKTİFLER

 

AİHM ve Başörtüsü

 

AB kapısında bulunuyoruz. Türkiye’nin tam üye olup olmayacağını bilmiyoruz. Öyle olmakla beraber hemen hemen her konuda herkes AB’ye büyük ümitler bağlamış durumda. Başörtüsü sorunuyla ilgili de AB’ye büyük ümit bağlayanların sayısı az değil. Aşırı iyimserliğe gerek yok. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. AİHM’in, 26 Haziran 2004’te başörtüsüyle ilgili açıkladığı kararına bakınca, AB’de neyle karşılaşacağımızı tahmin edebiliyoruz. AİHM’nin verdiği karar önemli ölçüde referans oldu ve bu kararın işaret ettiği çerçeve, üç aşağı beş yukarı Avrupa Birliği’nde de karşımıza çıkacaktır.

 

İkinci önemli husus, başörtüsü yasağı sadece kadınların değil, hepimizin sorunudur. Genel anlamda bir insanlık sorunudur, ama özel olarak Müslüman insanın sorunudur. Eğer yeterince bunun farkında olmasak, başörtüsü meselesinin kadın çerçevesinde yoğunlaştırılması zaman içinde bizi cinsiyetçiliğe götürme tehlikesini içinde taşır.

 

Kanaatime göre başörtüsü yasağıyla ilgili yaşadığımız bu tecrübe, sonunda bizi temel bir perspektif değişikliğine götürmeli. Buna bağlı olarak tutumumuzu da değiştirmemiz gerekir. Öne süreceğim fikirler birçok kimsenin hoşuna gitmeyebilir. Afaki bulunabilir, ama bunların artık dile getirilmesi ve üzerinde imal-i fikr edilmesi gerekir diye düşünüyorum.

 

Şu ana kadar elimizdeki kayıtlara göre okullardan atılan öğrenci sayısı 80 bin (bu, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın açıkladığı rakamdır, Zaman, 1 Ekim 2004), başörtüsü yüzünden işinden atılan öğretmen sayısı 5 bin. Bu çok yüksek bir rakam elbette. Haziran-2000’den itibaren üniversite ile ilişkisi kesilip de öğrenci affından yararlanacakların sayısı 677 bindir. Bunların doğrudan 270’nin başörtüsü mağduru olduğu iddia ediliyor (Hürriyet, 17 Şubat 2005). Ben kesin olarak bu sayının çok yüksek olduğunu, yüzbinlerle ifade edilebileceğini düşünüyorum. YÖK’ten da yapılan açıklamada ifade edildiği üzere, öğrencilerin büyük bir bölümünün “devamsızlık” dolayısıyla üniversite ile ilişkisi kesilmiştir. Bunlardan kız öğrencilerin yüzde 90’ı başörtüsü dolayısıyla okula gidemeyen ve “devamsızlık” adı altında okudukları bölümlerle ilişkisi kesilenlerdir. Ayrıca şunu unutmamalı: 1982’den bu yana sorunun devam ettiğini düşünürsek rakamın ne kadar yüksek olduğunu tahmin edebiliriz.

 

AİHM bu konuda bilgisiz değildi. Gerekli temel bilgileri topladı. Mahkemenin kararının sonuçta siyasi bir karar olduğunu anladık.

 

Şunun altını çizmekte fayda var: Konunun AİHM’e götürülmesi temel bir hataydı, tıpkı yıllarca Avrupa’ya ve bir “Batı Kulübü” olduğunu öne sürerek AB’ye karşı çıkan RP’lilerin partinin kapatılma davasını AİHM’e götürmeleri gibi. Yine de RP davası sonuçta siyasi nitelikliydi, ama başörtüsü AIHM’yi “dini bir vecibe”nin tanınmasında, dini bir vecibenin yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda yetkili merci kılması” açısından vahim bir hataydı. Kendi elimizle dinimize müdahale edilmesine fırsat ve verdik. Çünkü biraz sonra üzerinde duracağım gibi, dini vecibelerin tanımlanması hiçbir mahkemenin yetki alanında değildir.

 

Başörtüsü kesin, açık ve tartışmasız dini bir vecibedir. Aksini iddia edenlerin ne iyi niyetlerine, ne İslami nasslardan hüküm çıkarma ehliyetlerine güven duyulur, bunların ilahiyatçı olması veya yıllardan beri Müslüman çevrelerde tanınır olması veya kabul görmesi bu gerçeği değiştirmez.

 

AİHM açık bir şekilde çifte standart bir tutum takip etti, iki şapkası olduğunu göstermiş oldu. Yani Müslümanlar söz konusu olduğunda başka bir hukuk şapkasını; Avrupa’nın, Batı’nın kendi soydaşı, kendi dindaşı olduğunda farklı bir şapkayı başına geçiriyor. Hukukçularımızın, avukatlarımızın bu çifte standart konusunda dikkatli olmaları gerekirdi. AİHM’in zorla din değiştirme, dini hayata uygulanan baskılar, yaşama hakkının ihlali, Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili verdiği kararlar ortada. Müslümanlara sıra geldiğinde tarihi ön yargıları öne çıktı, İslamiyet’in ikinci bir kültür olduğu ve Türkiye’nin uyguladığı modernizasyon politikası bağlamında bu şekilde ele alınması gerektiği konseptine teyit verdi. Öne sürdüğü gerekçeler komikti. Mesela Türkiye’de “Müslüman çoğunluğun olması, Türkiye’de azınlık üzerinde baskı kurma tehdidi oluşturabilir”, dedi. Yani azınlık hakları için çoğunluğun haklarını feda etti.

 

Bu yetmiyormuş gibi “potansiyel bir tehdid”i esas aldı. Hukukta hiçbir şekilde olmaması gereken ve fiili bir baskı olmadığı halde musavver bir tehlike üzerinde karar bina etti. Kararda ilginç bir cümle var: “Başörtüsü örtenler örtmeyenler üzerinde baskı kurar.” Bu AİHM’in başını açanlardan yana tavır aldığını gösteriyor. Yani mahkemenin bizzat kendisi, taraf tutuyor, ayrımcılık yapıyor. Bu mantığa göre, başını açanların başörtülüler üzerinde baskı kurduklarını kaale almıyor. Halbuki bir mahkemenin önüne çıktığınız zaman, hakim ve mahkeme heyeti herhangi bir şekilde ayrımcılık yapamaz. Başka bir ifadeyle davacının veya davalının kılık kıyafetine bakamaz. Davanın bizzat kendisine bakması icap eder. Fakat AİHM -ki Avrupa’ da en üst hukuk merciidir-, din ve vicdan hürriyetini, ifade hürriyetini, kılık kıyafet seçme hürriyetini, eğitim ve öğretim görme hakkını, dinine göre yaşama hakkını görmezlikten geldi. Önce, Batı’da yüzyıllardır savunulan bir değerin aksine davrandı, yani erkekle kadın arasında ayırımcılık yaptı, arkasından kadınlar (başını örten ve açan kadınlar) arasında bu ayrımcılığı sürdürdü.

 

 Peki neden?

 

Mahkeme’nin kararı temel bir zihni uyanışa vesile olmalı. Biz Müslümanlar, ya saflıktan ya bilgisizlikten, dinimizin temel değerlerine rağmen modern dünyanın kültürünü tüketebileceğimizi düşünüyoruz. Mücadelesini verdiğimiz tek şey başörtüsü ve kılık kıyafetle sınırlı. Fakat artık ciddi bir yüzleşmeye, otokritiğe ihtiyacımız var.

 

Belli ki, AİHM ve Batı’nın tavrı “dini bir sebep”e dayanmaktadır. Görünmez dini sebep görünür seküler formlara bürünerek varlığını sürdürüyor. Avrupa insanı, ister liberal ister Hıristiyan olsun, dinimizi üç semavi dinden bir din olarak kabul etmiyor. Onun gözünde kültürünün temelinde Yahudilik ve Hıristiyanlık var. Bugünkü modern kültürün ortaya çıkışında İslam’ın herhangi bir katkı sağladığını kabul etmiyor. Abbasiler ve sonraki dönemlerde çalışma yapanlara, “postacılar, nakilciler” gözüyle bakıyor, Arapların ve Müslümanların ortaya çıkardığı zengin külliyatı Yunan felsefesine yazdıkları “büyük bir şerh” olarak görüyor. Onun için de Grek ve Roma’yı temel alıyor.

 

“İbrahimi dinleri” kabul etse dahi, Batı, bizi İsmail’in soyundan olduğumuz, İsmail Hacer’in çocuğu olduğu ve Hacer de cariye olduğu için ikinci sınıf insan kabul ediyor. Bu kolay kolay değişebilecek bir bakış açısı değildir. Bu kültürel genlere işlemiştir. Elbette Avrupa’ya karşı ırkçı bir tutum içinde olmayalım, nitekim bunun aksini düşünen ve savunanlar da var, ama çoğunluğun ve hakim-sivil toplumun bize nasıl baktığını ve bizim kendimizi nasıl idrak etmemiz gerektiğini iyi bilmemiz gerekiyor.

 

Dini Bir Vecibe

 

Başörtüsü konusunda bilmemiz gereken husus şu ki, başörtüsü demokratik bir konu, yani demokrasi yoluyla elde edilen, elde edilebilecek bir hak değildir. Dolayısıyla devletlerin müdahale alanına giremez. Başka bir ifadeyle yasama meclislerinin alanına giremez, meclisler bu konuda yasa yapamaz. Devletler bu konuda herhangi bir karar veremezler. Mahkemeler de bir karar veremezler. Çünkü bu dini bir vecibedir. Bir dine mensup olan insanlar kendilerini nasıl beyan ediyorlarsa, onları kendi beyanları ve konumlarıyla temel almak lazımdır. Bu bir inanç konusudur, başını örtenler dini inançlarının gereği olarak örtünüyorlar, dini bir vecibeyi yerine getirmeye çalışıyorlar. Bu dini vecibenin referansı, kaynağı dindir. Bütün dünya bunun bir vecibe olmadığını iddia etse dahi o yine kendi zatında, kendi hakikatinde, kendi özünde dini bir vecibedir. Vecibe olma özelliğini kıyamette kadar devam ettirecektir.

 

Bu din yeryüzünden kalkmadıkça, başörtüsü meselesi de yeryüzünden kalkmaz. Şu halde devletler ya diğer vecibeler gibi bu dini vecibenin yerine getirilmesi için gerekli düzenlemeler yapar veya engel olur. Tarih boyunca dini hayat üzerinde baskılar olmuştur, modern zamanlardaki yönetimler de bundan bağımsız değildir. Devletler, meclisler, mahkemeler, başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığına kendileri karar veremezler.

 

 Dini bir vecibe olarak örtünmenin şekli, vicdani bir kanaattir, içtihatla ilgili bir tercihtir; bunu fertler ve sivil cemaatler, gruplar tayin eder. Bu konuda da mahkemeler herhangi bir müdahalede bulunamaz. Yasama meclisleri yasa yapamazlar, yapmamalıdırlar. Çünkü eğer benim vicdani kanaatim dini vecibeyi yerine getirmek için çarşaf giymemi gerektiriyorsa, çarşaf giyerim. Ve hiç kimse beni çarşafımdan dolayı küçük düşüremez, aşağılayamaz, çarşafın “dine aykırı olduğu”nu iddia edemez. Ama bu memlekette Diyanet İşleri Başkanı bile “kara çarşaf” deyip, örtünme emrinin çarşafla yerine getirilebileceğine inanan insanları aşağılıyor, toplumun bir kesimine, müminlerin bir bölümüne hakaret edebiliyor. Başkan, şunu diyebilirdi: “Çarşaf tesettür vecibesinin yerine getirilmesinde amir bir hüküm değildir, başka şekilde bu vecibe yerine getirilebilir.” Bu cümle fıkhi bir değeri vardır ve doğrudur. Ama “kara çarşaf” dediğinde oryantalist bir dil kullanmanın ötesinde aslında suç işlemektedir. Çünkü toplumun bir kesimini tahkir ve tezyif etmektedir.

 

Toplumun bir kesiminin tahkir ve tezyif edilmesi bizde yaygın bir teamüldür. Size gazetelerden örnekler verebilirim. Almanya’da yaşayan bir hanım bizim bir köşe yazarımıza mektup yazıyor ve “Bazı kadınların hantal giyindiklerini, çevreden tepki çektiklerini”dedikten sonra şunları soruyor: “Giyimde çevrenin de tepkisini çekmeyecek şekilde tesettürlü olmamız mümkün değil mi? Mutlaka belli kimselerin benimsedikleri hoş karşılanmayan hantal giyme mecbur mu bütün hanımlar? (Ahmet Şahin, Avrupa’daki hanımların giyim sorunları, Zaman, 25 Ağustos 2004). Bu mektubu yazan hanımın tesettürlü olması, beş vakit namaz kılması önemlidir. “Hantal” diye tanımladığı kıyafet tepeden tırnağa olan dış elbisedir. Avrupa sokaklarında bunu giyenin Türkiye’den gelmiş Müslüman bir kadın olduğunu hemen belli ediyor. Ama bu hanıma göre bu kıyafet “çevrenin tepkisi”ne sebep oluyor. Tepki çektiği doğrudur, çünkü Avrupa tek kültür, tek tip insan merkezli bir dünya görüşüne sahiptir. Farklı din müntesiplerinin kendilerine özgü yaşama biçimlerine, kendilerini somut olarak toplyumsal hayatta ifade etmelerine ve buna göre temel bazı hak ve özgürlüklere sahip olmalarına kapalı bir demokrasiye sahiptir. Başka bir ifade ile siyasal çoğulculuk vardır, ama kültürel ve toplumsal çoğulculuk yoktur.

Burada önemli olan Müslüman hanımların da artık bu tür elbiselere artık hoşgörüyle bakmaması. Mesela çoğu “çarşaf” dendiğinde tüyleri diken diken olur. “Çarşaf” dendiğinde bedenini ve yüzünü estetize ederek modern hayata uyum sağlayan kadının aklına Afganların geleneksel kadın kıyafeti burka geliyor ve bundan utanıyor.Oysa çarşaf gibi burkayı İslam dışı ilan etmek de kimsenin hakkı ve yetkisi dahilinde değildir. Burkayı aşağılamak Afgan kadınının, kültürü, tarihi zevki, estetik beğenisi ve kişiliğiyle aşağılamaktır. Kimse fıkhi bakımdan burka giymek zorunda değildir elbette, ama hiç kimse burkayı İslam’a aykırı bir kıyafet ilan etmek veya aşağılamak durumunda da değildir.

 

O zaman şunu diyeceğiz: başörtüsü demokratik bir oylama konusu değildir, referandum konusu da değildir. Bazıları, çok dahiyane bir fikirmiş gibi “Hadi referanduma gidelim” diyor. Referanduma gidip toplumun yüzde 99’u “başörtüsü takılmalı” dese dahi bu şirk olur. Toplumun bu konuda karar verme yetkisi yoktur. Bu Allah’ın va’z ettiği bir hükümdür. Kadınların örtüneceğine Allah ve Resulü karar vermiş, imamlar icma etmiştir. Toplumun yüzde 51 veya yüzde 99’u başörtüsü takılmamalı da diyebilir. Biz Münzel Şeriat’ta, münzel hükümlerde ne zamandan beri toplumu, kamoyunu referans alıyoruz ki?

 

Çözüm: Siyaset

 

Bir başka önemli husus, hukuki yollarla, mahkemelere müracaat ederek de bu sorunu çözemeyiz. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hukuk verilidir, elimizde verilmiş, yapılmış bir hukuk vardır. Hukuk ve kanunlar onları yapanların dünya görüşünden, ideolojilerinden, sınıfsal çıkarlarından, sahip oldukları konum ve avantajlarla olan ilişkilerinden bağımsız değildirler. İnsanlar, yasa yaptıklarında bunlar belirleyici olur. Modern toplumlarda hukuk ideoloji bağımlıdır ve toplumu emredici modernizsyon politikları çerçevesinde değiştirmenin, dönüştürmenin etkili bir aracı olarak kullanılmaktadır. Elbette uygulayıcı durumunda olan hakimler belli bir hukuk çerçevesinde ellerindeki kanunlara göre karar verirler. Ayrıca hukukun, hakimlerin, yargı mensuplarının hangi farklı dünya görüşlerinden bakıp olaylar hakkında hüküm verdiklerini söylemeye gerek yok.

 

Bu durumda tek bir çözüm yolu kalıyor, o da siyasettir. Eğer bir çözüm peşinde olacaksak siyaset yolunu denemeliyiz.

 

AİHM karar verirken, tarihinde ilk defa bir şey yaptı. İlk defa Türkiye’nin hukuki mevzuatını referans gösterdi, bu mevzuata göre mevcut yasağa destek verdi, yani yasağı teyit etti. Başka bir ifadeyle başörtüsünü yasaklayan kararı onayladı. Bu mevcut iktidarı rahatlatan bir karar gibi görünse de, bir başka açıdan çözüm için bir yoldur da.

 

Sanki Türkiye’ye şunu demiş oldu: Eğer sen mevzuatını değiştirirsen ben de o mevzuata göre başörtüsünün serbest kalmasına onay verebilirim. Bu durumda söz konusu mevzuatın değişmesi gerekir. Eğer siyasi iktidar bu konuda kararlı ve samimiyse mevcut mevzuatı değiştirme cihetine gitme yolunu seçecektir. Usul ve en azından tutarlılık açısından AİHM aksini bir tutum içine giremez. Çünkü o zaman iktidar şunu deme hakkına sahip olur: “Arkadaş sen benim bu mevzuatımı niçin referans gösterdin? Ben işkenceyi yaptığımda mevcut mevzuat vardı, Güneydoğuda köy boşaltıldığında, gözaltında kayıplar olduğunda, haksız istimlak davalarında yine bu mevzuat söz konusuydu. Sen mevzuatı yargılıyorsun, beni tazminat vermeye mahkum ediyorsun, peki başörtüsü konusunda niçin bu mevzuatı kabul ediyorsun? Niçin işkence, köy boşaltma gibi başörtü konusunda da Türkiye’yi yargılamıyorsun?”

 

Başörtüsü sorunu basit yönetmelik değişiklikleriyle çözülemez. Bu açıkça anlaşılmıştır. Aynı şekilde iddia edildiği üzere toplumu ikna etmekle, bir konsensüs sağlamakla da çözülemez. İkna edilecek “toplum” kimlerden oluşuyor? Kamuoyu araştırmaları, toplumun yüzde 70’inin başörtüsü yasağına karşı olduğunu gösteriyor. En son Polmark Araştırma Şirketi’nin Ocak-2005 sonu itibariyle yaptırdığı araştırma bunu göstermektedir (Zaman, 10 Şubat 2005). Ama yine de yasak sürüyor.

 

Bir kesim var ki, “ben hiçbir şekilde bu başörtüsünün serbest kalmasına taraftar değilim,” diyor. Ben bu kesimi, bu sert çekirdeği nasıl ikna edeyim? Ve niçin ikna edeyim? Ben, dini bir vecibemi yerine getirmek istediğimde neden bir başkasını ikna etmek zorunda olayım? Eğer bu temel bir hakkımsa, temel bir özgürlüğümse devlet bunu güvence altına almak zorundadır. Toplumun yüzde 1’i vicdani kanaat olarak bir şeye inanıyorsa o yüzde 1’in hakkını siyasi iktidar güvence altın almak zorundadır. Yüzde 99 öyle düşünmüyor olabilir. Örneğin diyelim ki, Hindistan’dan ineğe tapan bir grup geldi bize. Bunlar ineğe tapıyorlar. Ama bizde toplumun tümü insanların ineğe tapınmalarına karşı. Pekiyi, biz Hinduları inançlarından, inançlarıyla ilgili ritüellerinden, ibadet şekillerinden yoksun bırakabilir miyiz? Onlar bizi bu konuda ikna etmek zorunda mıdır? Hindulara, ineğin kutsallığı konusunda bizi ikna etme mecburiyetini kim koyuyor? Öyle bir şey olabilir mi? Elbette olamaz.

 

Modern anayasalar yapılırken, halkın çoğunluğu ne derse desin, temel hak ve özgürlüklere ile azınlık haklarına aykırı anayasa yapılamaz. Bugün genel kabul gören ilke bu iken, neden halkın yüzde 70’i küçük bir azınlığı ikna etmek zorunda kalsın veya onunla mutabakata varmadıkça temel bir hakkını kulanamasın? Doğru olan şu ki, ne çoğunluk azınlığı haklarından mahrum etmeli ne azınlık çoğunluğu ikna etmek zorunda kalmalı.

 

Bu sorunun çözümünün tek bir yolu gözüküyor: Kapsamlı bir anaysa değişikliği. Kurumların görev ve yetkilerini yeniden tanımlayacak bir değişiklik. Madem ki yasa koyma yetkisi sadece meclise aittir, başka hiçbir kurum ve kuruluş meclisin önüne geçmemeli. Meclis, başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığına karar vermeyecek, çünkü bu meclisin yetkisi dahilinde bir karar değildir, laikliğe de aykırıdır. Meclis, bunu dini bir vecibe olarak kabul edenlerin dini vecibelerini hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce yerine getirebileceklerine ilişkin yasa çıkaracak. Ya kapsamlı bir anayasa değişikliği veya Anayasa Mahkemesi’nin geri çevirme yetkisi olmayan bir “Meclis kararı”!

 

Kamusal Alan, Hizmet Veren-Hizmet Alan Ayırımı

 

Bir husus da şudur: “Hizmet veren” ve “hizmet alan” ayırımı yapmak sorunu çözmeyecektir. Bu ayırım temelden yanlıştır. “Başörtülüler kamu hizmeti veren alanlarda istihdam edilmesinler, ama üniversitelerde okumalarına izin verilsin”, fikri çözüm değildir. Zaten Türkiye ve Tunus’tan başka dünyanın neresinde üniversitelerde başörtüsü yasağı var ki! Üniversite okuyan bir genç kızın hedefi iş ve hizmet piyasasına katılmak, meslek sahibi olmaktır. Siz ona “Oku, mesleki formasyon kazanmak için emek ve kaynak harca, bu işe yıllarını sarfet, ama başörtünden dolayı hizmet veren konumda olma” diyorsunuz. Bunun mantığı nedir? Başörtüsü emri sadece üniversitede okuyanlar için mi? Memurlar, çalışanlar neden eğer inanıyor ve istiyorsa bu temel dini vecibeyi yerine getirmesin? Neden iş ve din arasında bir çatışma içine atılsın?

 

Başörtüsü sorununa taraf olanlar toplumun kendisi ve küçük bir zümredir. Bazıları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyor.” Bugüne kadar yüz binlerce genç kız ve aile acı çekti, haksızlığa maruz kaldı. Bunun sonucu bu olmamalı, böyle bir çözüme asla rıza gösterilmemeli. Lise dahil bütün eğitim kademelerinde isteyen başını örtebilmeli ve liyakatine, formasyonuna göre kamuda veya özel sektörde iş bulabilmelidir. Çünkü bu dini vecibenin esası, büluğ çağına eren genç kızın dini bir vecibe olarak başını örtmesidir, bunun keyfi istisnası yoktur.

 

Mevcut iktidar elinde bulundurduğu çoğunlukla kapsamlı anayasa değişikliğini yapabilecek güç ve imkana sahipti. Partiden yapılan istifalarla bu çoğunluğu kaybetti. Şimdi diğer partileri (mesela DYP ve ANAP’ı) ikna ederek anayasa değişikliğine gidebilir. İktidar nasıl AB üyeliği sürecinde çok sayıda reform kararı alıp, gerektiğinde risk almaktan çekinmiyorsa, bu konuda da risk alabilmelidir. DYP böyle bir teşebbüse hazır olduğunu açıkça dile getirmektedir.

 

Son olarak değinmek istediğim husus şudur: Öyle anlaşılıyor ki, bu sıkıntı daha uzun süre devam edecek. Avrupa genelinde de yasaklar yaygınlaşabilir, hatta günün birinde Avrupa’da üniversiteler bile başörtülü öğrenci almak istemeyebilir. Mevcut iktidarın bu sorunu çözebileceğine ilişkin ümitler giderek zayıflıyor. Başbakan bu konuda “bir taahhütlerinin olmadığı”nı söylüyor. Kabul etmemiz lazım ki, bu yasak küresel bir konseptin bir parçası. Bu durumda bir çok konuda ve alanda olduğu gibi başörtüsü konusunda da bazı görüşlerimizi gözden geçirmemizde fayda var.

 

Yeni Sorular Yeni Perspektifler

 

Belki şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: Acaba her ne olursa olsun, biz bugünkü örgün eğitim kurumlarında okumak zorunda mıyız? İlim öğrenmenin, iyi bir Müslüman olmanın, toplumda fonksiyonel olmanın mümkün ve tek yolu bu mudur? Başka bir seçeneğimiz yok mudur? Kamusal hayata girmek, görev almak konusunda çok istekli olduğumuz belli. Kamusal hayattan ne anlıyoruz? Devletin kendi uhdesine ayırdığı ve iktidar seçkinlerinin, merkezdeki çekirdeğin imtiyazlarını korumak amacıyla düzenlediği ve denetlediği bir kamusal alan tanımını kabul ediyor muyuz? Biz böyle bir alana mı girmek istiyoruz? Orada merkezi çekirdeğin bir unsuru mu olmak istiyoruz?

 

Bu soruların cevapları üzerinde düşünmek zorundayız.

 

Kişisel gözlemlerimden hareketle şunu diyebilirim: Mevcut durumda modern toplumun üç alana, birbiriyle ilişkili, birbiriyle etkileşim halinde üç alana ayrılmakta olduğunu görüyoruz: “Özel Alan”, “Sivil Alan” ve “Siyasi Alan”. Kamusal alan ve kamusal alanın tanımı, ister Habermas’tan, ister Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in demeçlerinden hareket edelim, söz konusu olan, sivil hayatı da denetim ve gözetim altına almayı amaçlayan bir alan tanımıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Modern devlet kamusal alan üzerinden sivil alanı ve giderek özel hayatı da sıkı bir denetim altına almak istiyor.

 

Oysa bize özgü alanlarda var olabilirsek; kendimize ait sivil alanlar, inisiyatifler, özel dünyalar, oturma biçimleri, yeni yaşama biçimleri, varolma şekilleri geliştirebilirsek; yeni öğrenme tarzları geliştirebilirsek, belki de kamusal alanın kendi içinde bir dönüşüme uğramasına, sınırlarının daralmasına, kısılmasına ve toplumun, yani ümmetin devletin önüne geçmesine, üstüne çıkmasına imkan bulabiliriz. Tarihsel geleneğimizin ruhu budur. Bizim örgütlenme modelimiz aşağıdan yukarıya doğrudur, yani temelde sivildir ve geniş özgür alanların varlığını öngörür. Farklı modeller üzerinde düşünmekte yarar var. Bizim kendimize özgü varoluş alanlarımız olmalı, hiç kimse bizi kendi alanlarına çekmemeli. Osmanlıda, Emevilerde, Abbasilerde Müslüman kadın ne yapıyor idiyse onu yapmaya çalışalım. Geleneğimizden olduğu kadar, modern dünyanın imkan ve avantajlarından da istifade edelim.

 

Biz tek bir perspektife mecbur ve mahkum değiliz. Bir kapı kapanır, yüzlerce kapı açılır. Varoluşumuz, yaratılışımızın hikmeti İÜ. Hukuk fakültesinde okuyup avukat olmak, icra ve iflas işleriyle uğraşmak değildir. Mağduriyete uğradığımız bir gerçek. Ama ben bir Müslümanım. Müslüman olma bilinci tek başına ümmet olma gücünü verir: İbrahim aleyhisselam gibi güçlü ve evrensel bir bilince sahip olmalı. Dinin yaşanması yeni hayat alanlarının bulunmasıyla mümkündür. Bize ait olmayan biçimler bizim hayatımızın anlamı ve amacı olmamalı.

 

Bizi nereden çıkartmak istiyorsa oraya dönelim. Evi, vakfı, hayır faaliyetlerini, birlikte öğrenimi, sivil kursları, cemaat hayatını küçümsemeyelim. Bu alanda iyi örnekler var. Mesela başörtüsü yasağı dolayısıyla üniversiteyi bırakan Meryem Çetinel –ki özel bir üniversitede coğrafya okuyordu- hattat Yusuf Sezer’in kurslarına devam ederek icazet almayı başardı ve iyi bir hattat oldu. (Zaman, 8 Aralık 2003.)

 

Ancak bunu göze alan kızlarımızı işe almamakla, onlara destek çıkmamakla veya hoşlarına gitmeyecek tekliflerde bulunmakla cezalandırma yoluna gitmeyelim. Tam aksine tercih listesinin başında yer almayı hak ediyorlar. İş piyasasında, firmalarının,şirketlerinin vitrinlerini başı ve artık başka yerleri açık kızlar ve kadınlarla süsleyen dindarlara, muhafazakarlara, dinlerini birer bezirgan gibi kullandıklarını söylemekten çekinmeyelim.

 

 İslamcılık, İslami hareketler üzerine yüzlerce ve binlerce çalışma yapılıyor. Söz konusu çalışmalarda tarihsel durumların, çevresel faktörlerin etkisi araştırılır. Fakat araştırmacıların, sosyal bilimcilerin, oryantalistlerin, İslamologların bilmediği bir şey var: Bu hareketleri ortaya çıkaran çevresel faktörler değildir. Yani ekonomik sefalet, siyasi baskılar, eşitsizlikler etkileyici faktörlerdir. Asıl belirleyici faktör nedir, biliyor musunuz? Allah’ın bir çağrısına bizim verdiğimiz cevaptır? “Ey İman edenler, yeniden iman edin”!. Modern tarihte İslamcılık ve İslami hareketler bu çağrıya bir cevaptır. İmanımızı harekete geçirmeye çalışalım, ona tutunalım, düşünme perspektifimizi buna dayandıralım. Bu iman bize çok büyük imkan ve avantajlar, dönüştürücü enerjiler sağlayacaktır. Sonucun ne olacağını bilmiyoruz. Elimizde herhangi bir formül, bir model yok. Geleceği de planlamaya kalkışmayalım. Ama bu imanın muhalif ve dönüştürücü bir güç olduğunu, bize yeni hayat alanları keşfettirecek kadar bir enerji verdiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım. Bizi dirilten ve direncimizi arttırıp sürekli kılan imandır.

 

 

Kaynak: Umran dergisi, 05/2005

.