Batıl inançlara sahip bir fırka ve uydurulmuş bir 
            inanç sistemi.
            Hurûf, harf'in çoğuludur. Harf, Arapça'da 
            alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir. Söz manasına gelir.
            Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf ile ilgili 
            olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye inanan kişi 
            demektir.
            Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un 
            hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır (Luğatnâme, XI. s. 
            476; Hurûfîyân, s. 229). Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına 
            rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın oğlu 
            olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV. asrın 
            sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka anlaşılır.
            Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar 
            mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek, Allah'a 
            mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi kabul edilmiştir. Çok 
            eski çağlardan bu yana insanoğlu zaman zaman, gökte veya yeryüzünde 
            varlığı kabul edilen gizli kuvvetlerden istifade yollarını 
            araştırmıştır; çözemediği esrarlı hadiselerden önceleri korkmuş, 
            sonraları onlardan faydalanma yollarını aramıştır. Mevcudiyeti kabul 
            edilen bu kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir. Neticede 
            bu tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık şeklinde 
            ortaya çıkmıştır. Mısır'da Hz. Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve 
            tılsımla uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve Süryânîlerden ibaret 
            olan Babil halkının da bu ilimlerle uğraştığı ve eserler meydana 
            getirdikleri bilinmektedir (İbn Haldun, Mukaddime, III, 1).
            Hurûfiliğin bilinen ilk şekli, mutasavvıflar 
            tarafından yazılıp tasnif edilmemiş bir takım işaretlerden ibarettir 
            (Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s. 2). Havâs ile uğraşanlar bunları 
            kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır. Böylece bu 
            araştırmaların sonunda ortaya çıkan Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, 
            Vefk, Azâyim ve Nucûm İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır (Keşfû'z-Zunûn, 
            I. 650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399).
            Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, 
            Mısır'da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur. Hindûlara göre 
            sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır. Üç, yedi, on ve 
            kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder. 
            Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da 
            bundan meydana geldiğini ileri sürerler. Eşyanın aslı sayı olduğuna 
            binaen, sayının aslı da bir'dir. Bu bir, bir'e tatbik edilirse nokta 
            olur. Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da 
            cismi meydana getirir. Bundan da his, idrak ve akıl çıkar (Felsefe 
            Tarihi, s. 22-23) .
            Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır. Dört, 
            unsurlara işaret eder. İki, kadın demektir. Üç ile ikinin toplamı 
            olan beş, evlenmeyi gösterir. Üç ile üç'ün toplamı olan altı, her 
            şeyin altı cihetine işarettir. Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı 
            gösteren ilk sayıdır. Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu bir 
            rakamdır. Onda mükemmeldir. Üç ve yedi adına and içilir (Veled 
            İzhudak, Mesnevı Tercümesi, V., s. 366).
            Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla 
            açıklayarak eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde 
            kullanmışlardır. Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir tanrı 
            ismi ile tabiî güç mukâbilidir. Böylece sayı ve harf arasındaki 
            ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur. Meselâ, efsûn ve muskalarda, 
            harfler sayı değerlerine göre toplanır ve bu toplamın cinler âlemi 
            ile münasebeti olduğu kabul edilir .
            Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz. 
            Ahd-i Cedîd (Vahy-i Yuhanna, 1. Bâb, 8 ve XX. Bâb, 6)'da ilk harf "elif" 
            ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona 
            delâlet ettiği bildiriliyor. Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne 
            dayanan Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa 
            etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya 
            uğraşmaktır(Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s.24-25).
            İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere 
            sahip olduğu inancı oldukça eskidir (Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme, 
            XI. s. 476). Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki 
            harflere çeşitli anlamlar verilmiştir. İslâm uleması arasında hurûf 
            ile uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö. 922) ibn Nedim (ö. 
            987)'den sonra ibnü'l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406), 
            Abdurrahman-ı Bistâmî (ö. 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) 
            gelir.
            İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, 
            bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir. XlV. 
            asrın sonlarında İran'da Timur'un saltanatında (1370- 1405), tarikat 
            ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün 
            Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu kıyılarına 
            yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır.
            Eski devirlerden beri batını akidelerin kök 
            saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya 
            çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö. 
            743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını 
            kurmuştur. Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi bir 
            şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan 
            münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars 
            alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir. Allah'a 
            ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını 
            çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için 
            faydalanılan Ulûm-i garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un 
            esaslarını ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur.
            Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu 
            fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı 
            rüyâ tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır. Kurduğu Hurûfîlik 
            fırkası kısa bir zamanda iran'ın her tarafına yayılmıştır (Abdulbaki 
            Gölpınarlı, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s. 7).
            Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf 
            yerine Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır. Kur'ân-ı 
            Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi 
            fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif etmistir.
            Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani 
            akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak 
            Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda, Timur'un oğlu Mırân Şâh 
            (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir 
            (Dânişmandân-ı Azerbayean, s. 387; Hurûfîyân, s. 232).
            Hurûfî Akîdesi
            Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre, İslâm 
            mutasavvıflarının da belirttiği gibi, Allah gizli bir hazine (kenz-i 
            mahfî) olup; her şeyin hakikati, mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir 
            (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA, V/ l, s. 598). Gizli bir hazine olan 
            Allah'ın ilk tecellisi kelâm şeklinde görülen seslerden ibarettir. 
            Sesin (savt) kemâli kelâm, yani sözdür. Kelâm ise ancak insanlarda 
            zuhûr eder ve kendisini sesle gösterir. Kelâm bir takım unsurlar 
            halinde bazı şekiller alır. Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin 
            yirmi sekiz ve otuz iki harfidir. Söz ise harflerden meydana 
            gelmiştir. Ses canlılarda bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve 
            mevcuttur. Cansız bir maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun 
            cevheri olan ses ortaya çıkar. Bu, canlılarda irade ve istekle 
            meydana gelir. Nebâtatta yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt, 
            hayvanda kemâl ve insanoğlunda ise ekmel bir halde zâhir olur 
            (Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s. 30-31, 66).
            Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir deverân 
            hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine 
            inanırlar. Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve insanı temyîz 
            eden bir kelâmdır. Bu kelâmın unsurlarında da bir sayı değeri 
            vardır. Böylece bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi 
            insan yüzünde görmek mümkündür. insan yüzünde doğuştan yedi hat 
            vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç. insan bu yedi hat ile 
            doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana hatları) denir. Bunlar 
            hâl ve mahâl toplamı ondört eder. Yedi de "hutût-ı ebiye" (baba 
            hatları) vardır ki, bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ 
            ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki 
            (burun) kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki (enfaka) kılları. 
            Bunlar da hâl ve mahâl itibariyle on dört eder. Ana ve baba 
            hatlarının toplamı yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı 
            yirmisekiz harfe tekabül eder.
            Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört 
            unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi 
            ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir. Eğer saçı ortadan ikiye 
            bölersek, bu yedi hat sekiz olur. Dört unsur ile çarpımı otuziki 
            eder. Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları yedişerden 
            ondört eder. Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz; buna 
            Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir. 
            Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur. Bütün kâinât dokuz 
            felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört 
            unsuru ilave edersek otuziki çıkar. Otuzikinin dışında başka bir şey 
            mevcut olamaz (İstivâ-nâme, s. 6, 36, 48-49)
            Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin âyetler 
            (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve manası anlaşılamayan 
            yani çeşitli te'vile musâit âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir 
            âlimleriyle aksi görüştedirler. Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz 
            sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı kabul 
            edilmiştir. Bu harfler ondört adettir:
            (elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn 
            sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun)
            Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan ondört 
            harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler muhkemât sayarlar. 
            Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği gibi yazılırsa 
            onyedi olur. Bu harflerin imlâlarında: elif'de f, sad'da d ve nun'da 
            v harfleri bulunur. Bu üç harfin (f, d, v) ilâvesiyle hurûf-ı 
            muhkemât onyedi olur. Arap Alfabesindeki bu onyedi harfin dışında 
            kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın) onbir harfe 
            hurûf-ı müteşâbihât denir.
            Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört huruf-ı 
            mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth olunmuştur, 
            denir. insan yüzündeki ana hatlarının kendileri ve bulundukları yer 
            itibariyle toplam sayıları olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın 
            ondört eşitliği buna delil gösterilir.
            (he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin 
            faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın faziletidir" 
            (el-Maide, 5/54) beyânlarında olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de göçen 
            (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin Fazlullâh-i Hurûfi olduğu 
            ve insanın yüzünde de (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia 
            edilir.
            Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri 
            doğrultusunda izah ederler. Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac ve 
            zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve 
            otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır. Rakam fazla veya eksik 
            olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş vurulur 
            ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır.
            Bu fırkanın düşüncesinin esası, insana en yüce 
            mertebeyi vermektir. Mevcûdât, mutlak varlığın tezâhürüdür. Bu zuhûr 
            kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve anâsır âlemine gelmiş, 
            semâvâtla anâsırın birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar 
            meydana gelmiştir. Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir (hurûfîlik 
            Metinler Kataloğu, s. 19-20).
            İran'da XIV. asır sonlarında Esterâbâd 
            havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını 
            aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye 
            sıçradı. İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan Hurûfîler, 
            akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için bilhassa 
            Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır. Fazl'ın baş halifesi Ali 
            el-A'lâ (ö. 822/1419) Anadolu'ya gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde 
            inziva ederek Hurûfîliği yaymaya başlamıştır. Câvidân'daki bütün 
            illâhî teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin 
            isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur. 
            Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır" adı altında yayılmıştır 
            (Hoca İshak Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s.3-4). Yine bu fırkanın önde 
            gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö. 821/1418) gibi kudretli 
            bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu fırka 
            uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır. Nesimî'nin müridi şâir 
            Refiî (IX/XV. asır), Abdülmecid Ferişteoğlu (ö. 564/1459) ve Virânî 
            Baba (Xl/XVII. asır) gibi Hurûfiler bu akımı daima canlı 
            tutmuşlardır .
            Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı: 
            1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir. Ulemayı telâşa 
            düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö. 879/1474)'nın gayreti ve 
            Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö. 865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler 
            korkunç bir şekilde cezaya çarptırılmışlardır (Taşköpri-zâde, 
            Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc. Mecdı, s. 81-83). Bundan sonra Anadolu ve 
            Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye Bektaşî gibi 
            görünerek varlıklarını uzun süre muhafaza etmişlerdir .
            XIV. asrın ikinci yarısı sonlarında Hurûfîliğin 
            İran'da ortaya çıkmasıyla beraber, kısa bir müddet sonra bu fırkanın 
            esasını ve prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir. 
            Zaman zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla beraber 
            kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın muhtelif 
            kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır (Ali Ekber 
            Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s. 488).
            Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı nazariyesinin 
            esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin başında Fazlullâhî 
            Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı eseri gelmektedir. Bu, Hurûfîliğin ana 
            kaynak kitabıdır. Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme, 
            Nevm-nâme ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır. 
            Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Klyâmet-nâme ve 
            tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr 
            Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in Hacnâme, 
            Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme ve 
            Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve Ahiretnâme; 
            Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı; Misâlî'nin Dîvân'ı; 
            Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin Câvidân-nâme şerhleri; İskurt 
            Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si; Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi 
            eserleri Hurûfiliğin diğer kaynakları olarak sayabiliriz 
            (Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber 
            Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s. 488).
            Hüsamettin AKSU