27 Mayıs devrimi
Toktamış Ateş
Ne olduğu konusunda bir türlü
"consensus" sağlanamayan "Balyoz" harekâtı; sonrasında bambaşka
tartışmalar da gündeme getirdi.
(Bu arada bir kez daha vurgulayayım
ki; bu çalışma bence bir darbe planı idi. Ancak üst düzey kumandanların karşı çıkmasıyla
yaşama geçirilemedi. Silahlı Kuvvetlerimizin "kol
kırılır yen içinde" anlayışını beğenmeyebilirsiniz ama
tavırları böyle.)
Bu planın açığa çıkmasıyla
birlikte; Türkiye'de ordunun siyasal yaşama müdahaleleri tartışmaya açıldı. 1960
27 Mayıs Darbesi (ben "devrimi"
diyorum) başlangıç alınmak üzere; tüm ordu müdahaleleri aynı kefeye konularak en
sert biçimleriyle eleştirilmeye başlandı.
Bu eleştirmelerden; benim gibi
bu müdahaleleri birbirinden ayırarak değerlendirenler de nasiplerini aldı ve almaya
devam ediyor. "Benim darbem iyidir senin
darben kötüdür" diye düşündüğümüz ve davrandığımız
ileri sürülüyor.
Oysaki bu yaklaşım çok yanlış.
Kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim ki; eğer bir darbe işlemekte olan bir
demokrasiye ve demokratik yaşama karşı yapılıyorsa asla mazur görülemez ve en derin
nefretle kınamak gerekir. Ama eğer bir darbe, demokrasiyi ortadan kaldırmak ve (son günlerin
çok moda deyişiyle) "tek parti diktatörlüğüne"
gitmek isteyen bir siyasal kadroyu durdurmak için yapılıyorsa; bunu desteklemek
gerekir. Elbette "geçici kaydıyla"
geliyorlarsa ve bu konuda inandırıcı oluyorlarsa...
Türkiye'de; yıllardan beri "tek parti diktasına"
gidildiğinin işaretlerini ürkerek görenler ve bunu şiddetle eleştirenler (elbette
son günlerdeki tartışmalar dahil) Demokrat Parti'nin "tek parti diktasına" gitmek
isteyişini nasıl göremiyorlar hayretler içinde izliyorum. Demokrat Parti'nin biraz aşağıda
ele alacağım "sapık"
demokrasi anlayışını ve bunun nelere yol açabileceğini hiç düşünmeden Silahlı
Kuvvetler'i eleştiriyorlar. Ve gene bu sapık demokrasi anlayışının ortaya çıkarabileceği
"tek parti diktasını"
engellemek için 1961 Anayasası'na konulan "kısıtlayıcı
önlemeleri" değerlendiremiyorlar.
27 Mayıs Devrimi Yassıada
Mahkemeleri'nde; daha önce gerçekleştirdiği olumlu hareketleri müthiş gölgeledi.
Hele eline hiç kan bulaşmamış olan bir başbakan ve iki bakanı ipe göndermesi asla
affedilebilir bir şey değildi. Ancak yapılan bu fahiş hata ve hatta "vicdansızlık"; 27 Mayıs
Devrimi'nin haklılığını ortadan kaldırmamalı.
Demokrat Parti; kendi
sorumluluğunun bir sonucu olarak gerçekleşmeyen "çoğunluk sistemi" sayesinde;
gerek 1950 gerek 1954 ve gerekse 1957 milletvekili genel seçimlerinde; TBMM'de ezici çoğunluklar
kazandı. CHP seçimlerde uygulanacak çoğunluk sisteminin kendine yarayacağını düşünmüş
ve seçim yasasını değiştirmişti. Fakat sonunda iş ayaklarına dolaştı.
DP, TBMM'de ezici bir çoğunluğa
sahipti ama toplumda öyle ezici bir tabanı yoktu. Hele 1957 Milletvekili Genel Seçimleri'nde
oy oranı yüzde 50'nin altına düşmüştü. Zaten bana öyle geliyor ki; DP'nin "sistemi zorlaması" 1957
Milletvekili Genel Seçimleri'nin sonuçlarından doğan ürküntüyle hız kazandı.
Demokrat Parti'nin toplumsal
tabanı git gide zayıflarken; sert önlemleri git gide artmaya başladı. Bugün
toplumumuzda o günleri anımsayan ve değerlendiren insanların oranı yüzde 5 bile değildir.
Yarım yüzyıldan daha eski olayları günümüz gençleri ve orta yaşlıları; olayı
tek yönlü değerlendiren "muhafazakârların"
ve cumhuriyetimize ve ordumuza pek de sıcak bakmayan "entel-dantel" liberallerin
kalemlerinden okumakta ve değerlendirmekte. O günleri doğru anlatabilecek kimi "kalemler" de; günümüzde
öylesine "ordu gölgesine"
girdiler ki tüm inandırıcılıklarını yitirdiler.
O günlerde; saçma sapan
nedenlerle tutuklanan ve hapse atılan gazetecileri kimse anımsamıyor ve anımsatmıyor.
Ankara Cezaevi "Ankara Hilton"
diye isimlendirilirdi. Gene aynı dönemde; kimi gazetelerin birinci sayfalarında bazı sütunlar
beyaz çıkardı. Sakıncalı görüldükleri için "kazınmış" olurlardı.
"İspat hakkı"; yani yazılan bir haberin doğru
olduğunun ispat edilmesi yasaktı. Hiç utanmadan "bize ispat hakkı değil İsmail Hakkı gerek"
diye espriler yaparlardı. Demokrat Parti'nin ABD'nin dümen suyundaki dış
politikasından ve 6/7 Eylül gibi kepazeliklerinden hiç söz etmiyorum. TBMM'de dış
politikayı eleştirenlere söylenen tek şey "vatan
haini" oldukları idi. O günlerin Meclis zabıtlarına bir bakılsa
çok ilginç şeyler görülür.
27 Mayıs Devrimi'nin gerekçelerinin
başında; yargı yetkisini yasamaya veren ve CHP ve diğer muhalefet partilerinin
kapısına kilit vurmayı amaçlayan "Tahkikat
Komisyonu" gösterilir. Bence bu iş doğru değildir ve
abartılmaktadır.
Türkiye'yi 27 Mayıs'a götüren
asıl konu; DP'nin "sapık"
demokrasi anlayışıdır ve bu anlayış; Adnan Menderes'in bir DP TBMM Grubu'nda dile
getirdiği "sizler isterseniz hilafeti bile
geri getirebilirsiniz" ifadesiyle gün ışığına çıkmaktadır.
Sizler isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz çünkü "çoğunluksunuz..."
İşte bu anlayış "demokrasinin sonu"dur. Maalesef DP
ve Menderes'in de sonu oldu. Zira demokrasi; çoğunluğun canının istediği her şeyi
yaptığı bir yönetim değildir. Demokraside çoğunluğun yetkisi azınlığın yaşam
sınırlarında biter...
1961 Anayasası'nda getirilen
kısıtlamalar işte bu sapık anlayışı frenlemeye yönelikti. "Çoğunluk tahakkümünü"
engellemeyi hedeflemişti.
Aynen "27 Mayıs Devrimi" gibi...
“27 MAYIS BİR CİNAYETTİR”
Varlık, insan hayvan bitki ve
cansızlardır. Zaman, mekân, aylar ve günlerdir; yer ve göklerdir. Zaman mekânın içinde,
mekân da zamanın içindedir. İnsanın sebep olduğu olaylar ise hem zamanla hem de mekân
ile beraberdir. Yer ile gök, gece ile gündüz kuşatır insanı, yaptıkları iyilik ve
güzellikleri, kötülük ve zulümleri, eziyet ve işkenceleri… İnsan, zaman ve mekânın
dışına çıkamaz; şahitlik yapar bunlar, kameraya alır canileri, cinayetleri ve cellâtları…
Asanları, kesenleri ve kesilenleri… Her şey nöbetle olur bu dünyada, eden bulur,
kimsenin yanına kar kalmaz ettiği zulüm. Asan asılır, kesen de kesilir, kötülük
eden de bir gün ettiği kötülüğü görür bu dünyada. Bir de tekrar sorgulanır
öbür dünyada. O kadar ki, boynuzsuz koyun bile hakkını alır boynuzludan. Onun için
işkenceleri, haksızlıkları, kötülükleri, her türlü şenaatleri ve eziyetleri görenler,
sehpaları ve darağaçlarını görenler, kurşunlananlar ve bombalananlar, evet onlar, “zalimler için yaşasın cehennem!”
diyorlar. Doğru, doğru, hem de çok doğru, eğer cehennem olmasa asla dayanılmaz
bunlar.
Hayvanlar âlemine baktığımız zaman hiçbir
hayvanın hiçbir zaman kendi cinsi ile devamlı mücadele ettiği görülmez. Aynı tür
hayvanlar birbirine düşman olmazlar. Onlar hep başka tür ve cinslere karşı çıkarlar.
Fakat insan, insanın düşmanı yine insan, onun dostu da insan, düşmanı da insan…
İnsana gelmez bir şey ve kötülük, hayvandan, bitki ve cansızdan. İnsana bela ve
musibetler hep insandan gelir insandan. Çünkü insan, eksik ve noksan, onun bileşenidir
hata ile nisyan. Öyleyse iyi insanlar var, kötü insanlar var; adil kişiler var, zalim
kişiler var; çalışıp kazananlar var, çalıp çırpanlar var; adalet dağıtan hâkimler
var, bir de Danıştay’daki hâkimler var; bireyi toplumu yöneten gerçek idareciler
var, bir de bireyi ve toplumu ezen baskı yapan zorbalar ve despotlar var.
Yönetim sadece yöneticilere bırakılamayacak
kadar önemli, adalet de sadece hâkimlere ve savcılara bırakılamayacak kadar değerli
bir iştir. Onun için bizim dünyamızda herkes ama herkes yönetime elverir, omuz verir.
Azından denetim yapar ve kontrol eder. Adalet işleri de öyledir. Herkes şahitlik
yapar. Hâkimlere değil, hakemlere şikâyetini yapar. Zira bizim istediğimiz toplumda
devletin tayin ettiği hâkimler değil, hukuku bilen toplumun serbest hakemleri vardır.
Bir toplumda yöneten durumunda olanlar, eğer
halk tarafından denetim ve gözetim altında tutulmazsa o toplumda işler iyi gitmez.
Zira bir ülkede hakka ve hukuka çağıranlar var olduğu müddetçe, iyiliğe ve güzelliğe,
kanuna ve adalete davet edenler bulundukça o ülke çökmez. Bir toplumda adalet, tüm
vatandaşların omuz vermeleriyle, herkesin katkısıyla yaşayacak ortak bir değer ve
ortak bir haktır. Bunun için yüz milyon kişinin taşıyacağı bir yük, iki-üç bin
hâkim ve savcının omuzlarına yıkılırsa, o hâkimler ezilir, o savcılar yükün altında
kalırlar. Ezilen hâkim adalete değil, zulme çalışır ve cinayete hizmet eder. “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor”
diyen hâkim yükün altında ezilmiştir.
27 Mayıs devrimdir dediler, darbedir
dediler, ihtilaldir ve inkılâptır dediler. Aslında
27 Mayıs yıllardan 1960 tır, günlerden de cumadır. Cuma bir gündür. Gün ise bir
zamandır. Zaman darbe olur mu, ihtilal olur mu? Zamanın canı mı var, gücü mü var,
hareket eder mi zaman? Hâlbuki zaman insana karışmaz, onu alt-üst etmez, vurmaz ve kırmaz
zaman. Zaman darbeci olmaz, darbe vurmak demektir, darbeyi yapan insandır, askerdir. 27
Mayısta ihtilali yapan, inkılâbı yapan ordudur.
27 Mayıs’a devrim diyenler ve sadece
devrim demek isteyenler var. Bunların her halde göz mercekleri renkli veya beyin
merkezleri arızalı olup olayları farklı görüyor, farklı algılıyor ve değişik
değerlendiriyorlar. Çünkü devrim kelimesi, devirmek kökünden gelen bir kelimedir.
Bir şeyi yerinden alıp başka bir şey koyarsınız oraya, bir iktidarı, hükümeti alıp
onun yerine başka bir iktidarı korsunuz, ama sadece olan budur; işte buna devrim
derler. Ama 27 Mayısta yalnız bu mu oldu, kaldı ki sadece ve yalnız velev ki, böyle
olsa, bunu bile asla asla kabul etmeyiz. Neden derseniz, toplumdaki bir kesim ve kısmın,
kim ve ne olursa olsun, ortada bir gerekçe yok iken devlete ve milletin özgür
iradelerine, seçim ve tercihine dayanarak yönetime gelmiş bir iktidara ve parlamentoya
hayır demek, bir isyandır, bir başkaldırıdır. Bir evde hiç yoktan anne ve babaya
karşı gelinir mi, baş kaldırılır mı, böyle bir isyan olur mu? Onun için başlangıç
itibariyle 27 Mayıs, bir isyan, bir ayaklanma ve bir başkaldırı hareketidir. Netice
itibariyle de bir idam, bir öldürme ve bir cinayet hareketidir.
Hem bu hareket, öyle bir hareket ki,
milletin tankıyla, topuyla ve tüfeğiyle ve milletin alın terinin bir emaneti olan bu
alet ve edevatıyla yapılmış bir harekettir. Bu bir emanete riayet değil, emanete
hıyanet hareketidir. Dün millet, dipçik korkusundan hiçbir şey söyleyemedi ve
yapamadı, “sen benim emanetim olan tüfeği nerede kullandın” diye hesap sormadı ve
soramadı. Hâlbuki dün, bu tarihte asker tüfeğini sadece hükümete milletin seçip oy
verdiği Menderes’e, Zorluya ve Polatkan’a değil, aynı zamanda millete çevirmişti.
Çünkü bu iktidarın ve bu hükümetin arkasında millet vardı. Hükümeti ve
üyelerini delip geçen kurşunlar milleti kalbinden vurdular. Zira devletin sahibi de millettir; devlet ve
cumhuriyet kesinlikle ve asla şu kesim ve kesitin değil, şunların veya bunların
değil, tek bir birey dışarıda kalmamak üzere milletindir ve herkesindir. Onun için
millete düşman olanlar, devlete düşman olanlardır. Fakat şu kesinlikle bilinmelidir
ki, mazlumun ahı yerde kalmaz. Dün Giordano
Bruno’yu Capo dei Fiori meydanında diri diri yakanlar, onun oraya heykelini diktiler,
yanlış yaptık dediler, af dilediler ve özür dilediler.
Toplumu koruyup ayakta tutan hukuktur.
Hukuk insana mahsus olduğu gibi, insan da hukuka mahsustur. Onun için herkes ama herkes,
hukukun arkasında olmalı, hukuku koruyup kollamalıdır. Hukuku çiğneyenler çiğnenmelidir,
hukuk tanımazlara hukuk öğretilmelidir. Şimdi burada yüksek adalet divanı diye ad
takılan mahkemenin başkanı Salim Başol’u hatırlıyorum. “Ne yapalım sizi buraya
tıkan kuvvet böyle istiyor.”, dedi o. Bir de hukukun gereğini yerine getiren hukukçu-hâkim
Papinyanus’u hatırlıyorum. Bakın Salim Başol mahkeme salonunda kendine bir mazlumun
sorduğu soruya nasıl cevap veriyor. 1950–54 arasında çıkan kânunların hesabı
sorulurken Samet Ağaoğlu’nun; “Peki ama Reis Bey! O kânun lâyihasını bizimle
beraber imzalayan Fethi Çelikbaş arkadaşım neden burada bizimle beraber değil?”
diye sorunca; “Ne yapalım sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.”, dedi Başol Hâkim.
Şu hâkimin aczine bakın, şu zavallı hâkimin
kendi reyine ve kendi görüşüne değil, başkalarının daha doğrusu kuvvetin
isteğine tabi olduğu rezalete bir bakın, şu kepazeliğe bir bakın. Kuvvet, hak hukuk
olur mu? Hayvanlar kuvvetle, insanlar ise hukukla hareket edip yaşarlar. Kuvvetli hayvan
demek, hakkını alan ve haklı olan hayvan demektir. İşte bu sebeple eğer bir toplumda
kuvvetli olanlar haklı oluyorsa, o toplum insanlığını yitirmiş, hayvanlaşmış bir
toplum olmuş demektir. Onun için her birey hukukun sahibi olmalı ve hukuka sahip çıkmalıdır.
Fakat cahil bırakılmış bir halk hukukuna sahip çıkamaz, sürü haline sokulmuş bir
millet hakkını arayamaz, haklının yanında ise hiç duramaz. Evet, bu milleti hem
aldattılar ve hem de korkuttular. İyi insanlar birleşmedikçe, dürüst ve temiz
insanlar beraber olmadıkça zulüm kol gezer, zalimler de ensemizde böyle boza pişirirler.
Yaşasın Papinyanuslar, yaşasın
Papinyanus gibi hakkı tutan, hukuktan yana olan hukukçular ve hâkimler. Fakat kahrolsun
zalimler ve zulümden yana olan hâkimler. Hüseyin
Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, adlı eserinin 37–38. sayfalarında konu ile ilgili
olarak şunları yazıyor: "Büyük hukukçu,
imparator Septimus Severus'un teveccühünü kazanmış ve onun zamanında en yüksek
memuriyetlere kadar yükselmişti. İmparator Caracalla, kardeşi Geta'yı öldürterek,
tek başına hükümran olmak istiyordu. Bu hareketine, meşru bir şekil vermesini
Papinyanus'dan talep etmişti. Bu büyük hukukçu, böyle haksız bir hareketin hukuken
meşru gösterilmesine imkân olmadığını bildirerek, imparatorun bu talebini reddetti.
Fakat bunu hayatiyle ödeyen Papinianus, bir hukukçunun nasıl bir harekete sahip olması
lazım geldiğini, kendisinden sonra, bu meslekte çalışanların hepsine böylece anlatmış
ve öğretmiş oldu."
Adnan Menderes hakkında da son
zamanlarıyla ilgili olarak nete sorarsanız şu bilgiyi alırsınız: “Menderes, İmralı"ya vardığında bir odaya
alındı. Bir diyeceğin var mı diye soruldu. Dini telkin için hoca da diğer odada
bekliyordu. Menderes, hocayla yalnız konuşmak istese de bunun kanuna aykırı olduğu
bildirildi. Tövbe duası yapıldı. Menderes"in son sözleri “Hayata veda etmek
üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı
ve çocuklarımı şefkatle anıyorum…” oldu. Sözlerinin ardından Menderes, büro
kapısından çıkarıldı. Başını çevirerek fısıldarcasına “Hiç dargın
değilim” dedi. İmralı Cezaevi’nin bahçesine götürülürken yürüdüğü o 150
metrelik yol, en sevdiği şey olan yürüyüşten nefret ettirdi. Son arzusu sorulan
Menderes, “Şerefle yaşadığımın ve suçsuz olduğumun bilinmesidir” dedi. Sehpaya
çıkarıldığında “Vatan sağ olsun” diyen Menderes, altından sehpa çekilirken
“Allah” diye bağırdı.”
Evet, bizim görüşümüz de odur ki,
Menderes’in ülkeyi kalkındırmaktan başka bir suçu, onu ölüme götürecek bir
suçu asla yoktu. İç ile dış birleşerek onu katlettiler. “Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve
milletime ebedi saadetler dilerim”, diyecek kadar yüce olan bir insanı katlettiler.
“Hiç dargın değilim” diyen bir şahsiyeti katlettiler. “Vatan sağolsun” diyen
güzel bir insanı katlettiler. Eğer bu yazıyı bir muhakeme kabul ederseniz, bu
mahkemenin hâkimi de şu kararı veriyor ve şu hükmü herkese ve tüm dünyaya ilan
ediyor: “27 Mayıs bir cinayettir”
Ey 27 Mayıs şehitleri, sizlerin şehit
olduğunuza inanıyoruz. Şu anda sanki hep beraberiz ve Yüce Allah’ın, malik-ül
mülk olan, adil ve malik-i yevmiddin olan yüce Rabbın huzurundayız. Sizler için hep
dua ediyoruz. Allah’ın size bol bol rahmetler ihsan ettiğine inanıyor ve biz de
sizler için rahmet ve mağfiretler diliyoruz. Hepiniz Allah’a emanet olunuz. Biz de
sizlere gelinceye kadar rahat rahat uyuyunuz. Hakperest insanlar, her türlü ahval ve
şartlar altında hakkı söyler, hakkı tutar ve hakkı savunurlar.
"İnsana
sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hz.
Allah"
Ziya Paşa
Yorumlayan: Osman Eskicioğlu