. | VARLIK EŞLİ: YA MÜSBET YA DA MENFİ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Yaratılışa ve
varlık âlemine baktığımız zaman müthiş bir mucize ile insanı şaşırtan,
hayretten hayrete düşüren bir olayla karşı karşıya geliyoruz. Bu zaman ve bu mekân;
gece ile gündüz, yer ile gök; nereye baksak olağanüstü varlık ve insanüstü yaratık.
Hayvan, bitki, cansız varlıklar ve insan, bunların hepsine, hepsine bakıyoruz hayran,
hayran. Ne bu karşımızda duran, ne bu şekil, bu renk ve bu desen, sanatı nakış,
nakış işleyen ve geometrinin her çeşidini kullanan, dairesinden-küresinden,
küpünden karesinden, üçgen beşgen ve simetrisinden, dikinden ve yatayından, çeşit
çeşittir hep görünen ve müthiş bir tasarımdır ve dizayn örneğidir var olan.
Mesela aya bir bakarsın hilaldir, yarımaydır başka bir vakit ve dolunay olur diğer
bir zaman. Bak, tekrar, tekrar, yere bak ve göğe bak, görebilecek misin bir eksiklik ve
noksan. Bulamazsın tabi bir tek kusur… Yerküresinde, güney ve kuzey bulunur yani o,
çift kutupludur, onun yörüngesi bile daire değildir ve tek merkezli değil, çift
merkezlidir, elips şeklinde olduğundan. Çünkü her şeyi, ama her şeyi çift, çift
yaratmıştır yaratan, düşünsün ve akıl yürütsün diye insan[1]
Her şeyden önce
tek bir halik var, yaratan; ondan sonra gelir kâinat ve var olan. Allah bir ve tek,
ikincisi ise mahlûkat dersek, o, bu varlığı yarattı; hem de çift, çift yarattı
yaratan. Kâinatta canlı ve cansızları, insanda ruh ve bedeni, cansızlarda varlık ve
tesiri, canlılarda gaye ve iradeyi, ruhta doğruluk ve iyiliği, bedende fayda ve
ünsiyeti Allah’tır yerleştirip koyan. Zira Allah, mekânda zamanı var etmiş;
maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade
vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini, dinde sanat ile iyi ve güzelin yapılmasını,
iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini
gerçekleştirmiştir. İşte bu sebeple hamd
sadece O'na aittir. Hamd :
el-hamedetü, ateş alevinin yanarken çıkardığı sese verilen addır.[2]
Sonra bu kelime, bir kimsenin sıkıntısını gideren bir şahsa karşı söylediği
minnet duygularını ifade eden sözlere isim olmuştur. Hamd etmek demek, yapılan
iyiliklere karşı minnet duygularını ifade etmektir. Şükür (teşekkür) daha çok
maddi ve fiili olarak mukabele etmektir. Hamd ise yalnız manevi ve kavli olarak yapılan
bir karşılıktır. Allah’ın
varlığı çift, çift yarattığını bildiren bu ayeti yukarıda zikretmiştik. Bazı müfessirler
bunun hareket ve sükûn, gece ve gündüz, yer ve gök, sıcak ve soğuk, siyah ve beyaz,
hastalık ve sağlık, tatlı ve acı, sevap ve günah gibi zıt şeylere ve birbirinin
karşıtı olan şeylere bir işaret olduğunu söylemişlerdir. Bazı müfessirler de eşyanın
çeşitlere ayrılması şeklinde yorumlamışlardır ki, bunun da en azı iki çeşit
olur. Bu çeşitlilik de zaman, zaman değişik ifadelerle ve farklı tasniflerle
hatırlatılmak istenmiştir. Beyzavi de zaten bu ayeti sadece bu anlamı göstererek “Her cinsten iki çeşit” diye tefsir
etmiştir.[3]
Buna göre sevap ve günah denildiği gibi, aynı zamanda helal ve haram, müspet ve menfi
hareketler, olumlu ve olumsuz davranışlar da söz konusudur. Kuran-ı Kerim’de
insanın, zorluk-meşakkat içinde yaratıldığından, ona iki göz, bir dil ve iki dudak
verildiğinden ve ona iki yol gösterildiğinden bahsedilmektedir.[4]
Bir de onun önünde iki yol vardır; çünkü insan hayatının esası, dünyada
imtihandan ibarettir.[5]
Dünya bir imtihan alanı olup insan da burada imtihan edilmek üzere yaratılmıştır.
Bunun için insan, zıtların bir bileşkesi; zıt huyların, zıt sıfatların ve zıt
fiillerin bilişiminden meydana gelmiştir. Zira insan, adaletle zulmün, iyilikle
kötülüğün, doğru ile yanlışın, cömertlik ile cimriliğin, çalışkanlık ile
tembelliğin kavşak noktasında bulunmaktadır. İşte böylece insanın önünde gideceği
iki yol vardır. Abdullah İbn Mesud, İkrime, Mücahid ve Dahhak gibi büyük
müfessirlerin yorumuna göre bu iki yol, hidayet ve sapıklık yoludur, hayır ve şer
yoludur. İnsanoğlu dünyada hayatında bu iki yoldan birisini seçmek durumundadır. O
ya hidayeti ve hidayet yolunu seçer ve kurtulur, ya da sapıklık yolunu seçer ve
kaybeder. Diğer taraftan
insan bünyesinde irade içi ve irade dışı olmak üzere iki çeşit hareket ve
davranışlar da vardır. Aslında insan, bütün bu saydıklarımızın hepsini geniş
anlamda içinde toplamış olan din ile bilimin kesiştiği bir düzlemde yaşar. Bu
sebeple insanda hem din, hem de bilim vardır. Din ile bilim, her ne kadar farklı gibi görünseler
de bunlar esasta birbirini tamamlayan iki kaynak olup her ikisi de Allah tarafından
konulmuştur. Yani dini koyan Allah olduğu gibi, bilimi ve bilim kanun ve kurallarını
da eşyanın tabiatına koyup yerleştiren Allah’tır. Hayvan, bitki ve cansız
varlıklar insana göre farklı olup sanki bir nevi robot gibidirler ve bilim kanun ve
kurallarına tabi olurlar. Yani bu üç çeşit mahlûkta dinin varlığı söylenemez ve
onların meydana getirdiği hareket ve davranışlara dini olay niteliği verilemez. Burada konumuzla
ilgili şu iki ayeti zikretmekte fayda vardır. “Onlar, Allah'ın dininden başka bir
din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (hepsi) ister istemez O'na
teslim olmuştur, O'na döneceklerdir.”[6]
“Sonra, (Allah) duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek
veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler.”[7]
Buna göre yer ve göklerdeki varlıklar, Allah’ın koymuş olduğu kanunlara boyun
eğmişler, bu hayvan, bitki ve cansız varlıklar, yer ve gök, Allah’ın kendilerine yüklediği
görevleri yerine getirmektedirler. Ruh ve beden sahibi
olan insana gelince, o hem bilim kuralları ile çevrilip kuşatılmış ve hem de din
kuralları ile emredilmiş bir haldedir. Mesela insan vücudunun iç faaliyetleri kişinin
kendi iradesi dışında cereyan etmektedir. Bunu açacak olursak insanın solunum,
sindirim, dolaşım ve boşaltım sistemlerinin hep insan iradesinin dışında çalışmakta
olduklarını söyleyebiliriz. Onun için insanın acıkması, susaması, üşümesi ve
terlemesi gibi bedensel olaylar insanın istek ve arzusu ile değil, vücudun kendi
kendine yaptığı biyolojik olaylardır. İnsanın yemesi, içmesi, örtünüp giyinmesi,
evlenmesi, alıp satması ve oy kullanması gibi olaylar ise onun bizzat kendi iradesiyle
yapmış olduğu olaylardır. İşte insanın bu serbest irade ile özgür bir şekilde
işlemiş olduğu olaylar dinin içinde olan olaylardır. O sebeple insan, serbest irade
ile yapmış olduğu tüm hareket ve davranışlarından öbür dünyada hesap verecektir.
Bir de insanoğlunun
gerek düşüncede ve gerekse uygulamada olumlu ve müspet olması, yapıcı ve
destekleyici olması vardır. Yani olumlu olmak demek, kişinin istenilene uygun,
faydalı, yapıcı, lehte, pozitif ve müspet olmak demektir. Ancak bu ifadeler çok genel
açıklamalardır. Kişi nerede, nasıl ve ne kadar olumlu ve müspet olacak ve nerede
olmayacak, ancak olay ve meseleleri kendi kafasında ölçüp biçtikten sonra karar
verir. Mesela İslam kültüründe fal-i hayr adı verilen gelecek hakkında hayır ümit
etmek ve istihare denilen bir namaz ve dua vardır. İstihare Allah’tan
hayrın ve iyiliğin kolay kılınmasını istemektir ki, kişinin girişeceği işin
sonucu insanı kararsız ve ikircikli bıraktığı sırada “Rabbim! Şu yapmak
istediğim işin fiiliyata geçmesi veya terk edilmesi, işlenmesi ya da
bırakılmasından hangisi hakkımda hayırlı ise onu bana kolay kılmanı diliyorum”
demektir. İstihare namazı
ve duası Müslüman için genel olarak ve ruhi bakımdan bir dayanak olduğu için Hz.
Peygamber kehanet ve falcılığa karşı istihareye pek çok önem vermiştir. Hatta
sahabeden Cabir Hazretleri, Hz. Peygamber bize Kuran’dan bir sure öğretir gibi büyük,
küçük her işimizde bize istihare duasını öğretirdi diyerek istiharenin ne kadar
önemli olduğunu bildirmektedir.[8] [1] Zariyat 51/ 49 [2] Asım Efendi, Kamus, I, 1126 [3] Kadı Beyzavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, II, 466 [4] Beled 90/ 4, 8–10 [5] Mülk 67/ 2 [6] Ali İmran 3/ 83 [7] Fussılet 41/ 11 [8] Kamil Miras, Tecrid, VI, 544 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |