. | TARİHTEN DEĞİL TARİHE KARŞI SORUMLUYUZ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* İnsanlık, geçmişten geleceğe, maziden ve istikbale doğru
akıp giden bir ırmaktır. Tarih ise birey ve toplumların başlangıçtan sona doğru
uzayıp giden dünya-hayat yolunda bıraktıkları izlerdir. Irmak akar, tarih akar ve
insanlık akar. Nehir durmaz, denizlere, okyanuslara varıp kavuşur. Tarih de eğleşmez,
varacağı sona doğru akar gider ve buluşur. Nehrin yatağı, ırmağa şekil verir.
Tarih ise zaman ve mekân ile işlenip şekillenir. Irmak dağ ve tepe ile karşılaşır,
kıvrılır ve yol alır. Tarih de kavşak ve aşamalar ile kırılır, değişir ve
gelişir. Tarih bir mevsimdir, ona karşı gelinmez. Irmak dönemece
gelmeden çevrilmez. O sebeple insan tarihin akışı içinde kendisine bir yol çizer.
Toplumlar atalarından aldıkları mirası geliştirerek, çocuklarına-torunlarına
intikal ettirirler. Bu böyle bir devri daimdir; gelen gider. Bir nöbettir, toplumlar
arasında hep böyle devam eder. Tarih, nereden gelip ve nereye gittiğimizi bilmektir.
Zaman ve mekâna göre yerimizi tayin etmektir. Suyun nereden gelip ve nereye doğru
aktığını bilmeden yapılan baraj, boşuna emektir. Tarihi öğrenmeden ve bilmeden bir
şey yapılmaz. Tarih, gelip gidenlerin geçip göçenlerin izleridir. Tarihin izlerine
dayanmadan yaşanmaz. Tarih hayatın zeminidir; onsuz toplum olmaz, kitap yazılmaz ve
devlet kurulmaz. Tarih bir yoldur; yerdeki izler ise gelip geçenlerin kişilik
göstergesi mühürleridir. Tarihe mühür basanlar, damga vuranlar ya adil ya da zalim
olanlardır. Adalet, varlığı ve eşyayı var oluş amacına paralel olarak
kullanmaktır. Bu amaca dik ve ters düşenler ise varlığa zulmedenlerdir. Onun için
tarihe uymak olmaz, zulme tabi olunmaz. Tarihe ancak bakmak, okumak ve ondan ibret almak
gerekir “Onlar bir toplum idi; gelip geçtiler. Onların çalışıp
elde ettikleri kendilerinin, sizin çalışıp elde ettikleriniz ise sizindir. Siz
onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız” (Bakara 2/ 134) Onun için biz,
tarihten sorumlu değiliz; ama bugün yaptıklarımıza ve yapacaklarımıza göre tarihe
karşı sorumluyuz. Bir tarafta tarih yapanlar, diğer tarafta da tarih yazanlar
var. Tarih yapanlar zaman ve mekânı dikkate alanlardır. Toprağın hukukuna saygı gösterenler,
onun sırtındaki yüke omuz verirler ve mekânda var olana adalet uygularlar. Tarihte
adalet dağıtanların başında ise peygamberler gelir. Çünkü Cassas’ın dediği
gibi imametin en yüksek mertebesi, risalettir.[1] Yürütmeyi
üstlenenler, hukuk uygulayanlar ve adalet dağıtanlar, imamet ve risalet makamında
olduklarını bilmelidirler. Bir de toprak tanımaz ve varlık tanımazlar var. Bunlar ise
zaman ve mekâna erememiş, varlığı varlık amacında kullanamamış, eksi iz bırakan
ve tarihe menfi mühür basan zalimlerdir. Bunları görüp fark edemeyen, bu tarih
yapanları tasnif edemeyen kimseler, tarih yazamazlar. İnsanı tanımayan, bireyi ve
toplumu tanımayan tarih yazamaz. “Onlara Allah’ın indirdiği (kitaba, ahkâma) ve
Peygamber’e geliniz, denildiği zaman “bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeyler yeter”, diyorlar. Buna göre atalarına tabi olan ataistler ve robotlar, tarih
yazamazlar. “Peki, ya ataları bir şey
bilmez ve doğru yolu da bulmamış iseler de mi” (onlar, yine tarihe tabi olacaklar?)[2]
Gelecek geçmişle bilinir, ilerleme taş üzerine taş
koymakla olur. Biz geçmişte ne yapılmışsa ancak onları değerlendirerek
ilerleyebiliriz. Geriye dönemeyiz ve eskilerin eksilerini simdi düzeltemeyiz. Geçmiş
yaşanmaz, sadece eski geçmiş olaylar değerlendirilir ve böylece gelecek belirlenir.
Bundan dolayı, tarihe tavır almadan, olanı olduğu gibi kabul edip onu öğrenmeliyiz
ve değerlendirmeliyiz. Geçmişte yapılanlardan iyi olanları örnek alıp
geliştirmeli, kötü olanları da kabul etmeyip değiştirmeliyiz. Bunları yapanları suçlayarak
değil, kendimiz için faydalanmak için değerlendirmeliyiz. Belki o gün biz onların
yerinde olsaydık aynı şeyleri yapardık veya yapmazdık. Onun için biz, geçmişten
yola çıkarak gelecekte olacakları tahmin edip ona göre kendimize bir yol belirlemeye
çalışmalıyız. İnsan, ruh ve bedendir, birey ve toplumdur. Zaten tarihin
akışı da bu insan yapısına parelerdir. Zira insandaki fikir, his irade ve ünsiyet,
toplumda ilim, din, ekonomi ve siyaset kurumlarına dönüşmüştür. İşte insanlık
ele alınırken bu dört alandaki evrimler ile ele alınıp her birinde nereye doğru
gidildiği belirlenir ve kendimize de ona göre yön veririz. Ayrıca tüm insanlığın
medeniyetteki sıçrayışlarını değerlendirmeliyiz ve sonra da devletimizi ele alıp
halkımızın ve ülkemizin tarihini incelemeliyiz. Bir devletin vatandaşları kendi
devletlerini ülkesiyle ve milletiyle bütün kurum ve kuruluşlarıyla tanımalılar ve
ona göre hareket etmelidirler. Tarih sadece bir zaman ve mekân bileşkesi değil, fakat
aynı zamanda bir sosyal görüntü ve kalıntılar müzesidir. Tarihi bu yönüyle de tanır
ve biliriz. Hatta geçmişteki insanların ne yaptıklarını ve nasıl yasadıklarını
onların bıraktıkları eser ve kalıntılardan öğrenip biliyoruz. Bu kalıntılar,
onların sadece toprak üzerindeki bıraktıkları eser, harabe ve buluntulardan ibaret
değildir. Tarihin, insanların sosyal yapısına da bıraktığı bir takım katıntılar
da vardır. İnsanlar yiyecek toplama döneminden geliyorlar. Onlar geçimlerini ilk
önceleri meyve toplayarak sağladılar ve yaşadılar. Biz bile bugün meyve toplayamaya
devam ediyoruz. Hatta dünyada hala yabani meyve yiyerek yaşayan kabileler vardır. Demek
ki, tarihi bilmek demek bunları sadece tarih kitaplarında okumak demek değildir. Kendi
yasayışımızı tetkik eder ve bazı varsayımlar da koyarsak sosyal tarihimizi
bilebiliriz. Mesela hala ölülerimizi toprağa verip gömüyoruz, mezarlıklar yapıyoruz
ve cenaze namazı kılıyoruz. Çünkü atalarımız da böyle yaptılar. İşte bugünkü
adetlerimizin kökenine inersek, onların
gereksizlerini atar, iyi, doğru ve faydalı olanlarını daha da geliştirebiliriz. Onun için tarih aynı zamanda iyiyi kötüden, faydalıyı
zararlıdan, doğruyu yanlıştan ve güzeli çirkinden bir ayırma şuurudur. Bu
sebepledir ki, yaptığımız ibadetlerden tutun da her türlü hareket ve davranışlara,
insanlar arasındaki tüm muamelelere varıncaya kadar her çeşit eylemin anlam ve
faydasını, amaç ve sınırını bilmek gerekir. Bütün bunlardan sonra tarih yazımında objektiflik esası
nedir ve tarihi kaynakların bu esas karşısındaki durumu nasıldır, diye bir soru
soracak olursak, hemen bunun en zor bir şey olduğunu söylemeliyim. Bir defa objektif
denilince benin aklıma fotoğraf makinesi gelir. Çünkü fotoğraf makinesinde asla
eğrilik-büğrülük, yalan ve dolan yoktur. Ne ise odur ve bu alet olayı olduğu gibi gösterir.
Buna rağmen bu makine bile olayı sabitleyip dondurduğu için, mesela akan bir suyu
sabitleyip durduğu için hata etmiş olur. Tarihi olaylar da bir canlı gibi, koşan bir
at gibi hareket halinde olduğundan onun fotoğrafı çekilmez; o ancak kameraya alınabilir.
Aslında objektif diye fotoğraf makinesinde, ön tarafta bulunan ışık ışınlarının
geçmek zorunda olduğu mercek sistemine denir. Objektif olmak ise gerçeği olduğu gibi
yansıtmak, hissi olmamak ve duygusal davranmamak demektir. Her şeyden önce burada hemen söyleyelim ki, hiçbir
tarihçi yüzde yüz objektif olmadığı gibi yine hiçbir tarih kitabı da yüzde yüz
objektif olmaz. Çünkü mekân ve zaman farkı olan olayları anlamak çok zordur ve
hatta imkânsızdır. Eğer tarihi yapanlar yazmış olsalar, belki biraz objektiflik
olabilirler. Olayların mekân içinde 360 dereceden yönü ve zaman içinde de uzay
geometrisi açısından diğer olaylarla da küresel bir irtibatı vardır. O yüzden
olayların içinde yaşayan ve onları gören kimseler bile meseleye 360 dereceden yaklaşma
imkânına sahip değildirler. Diğer taraftan olayların bir de izafiliği söz
konusudur. Hatta bugün bile gördüğümüz ve bildiğimiz olayların gazetelerde
anlatımını okuduğumuz zaman bu doğru değil diyoruz. Hâlbuki tarihi bir olayın hem
bireysel ve de toplumsal boyutu da varır. Ayrıca her yazarın da bir perspektifi ve bir
bakış açısı bulunduğunu unutmamak gerekir. Aslında bizce her olay, kahramanlarına
ait ve onlara mahsus olan pozisyonlardır ve o sebeple de benzeri yoktur. Onun için tarih
tekerrür etmez ve bir defa daha yaşanmaz. Herakleitos’un dediği bir ırmakta iki kez
yıkanılmaz. İşte bundan dolayı gerçek tarihi bir olayı ve gerçek
tarihi bir bilgiyi araştıranlar, imkân nispetinde bir veya birkaç değil, birçok
kaynaklara bakmalıdırlar. Tarih yazacak kimsenin de kesinlikle hakperest olmasını
burada anmaya bile lüzum yoktur. Netice olarak şu son cümlemizi söylemek isteriz
ki,tarih yapmak da ve tarih yazmak da çok zor işlerdir. [1] El-Cassas Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâm-ül Kuran, Beyrut-T.Y. I, 68; Krş. Elmalılı, Hak Dini, I. 491 [2] Mide 5/ 104 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |