. | Kur'ânın İktisadî (ekonomik) Tefsiri
AL-İ İMRAN SURESİ A. İmran Suresi 3/ Ayet: 10 “Gerçekten
küfretmiş olanlara ne malları ve ne de evlatları Allah’a karşı hiçbir şeye fayda
vermez.” Bu ayete ekonomik açıdan
baktığımız zaman İslam düzenini ve ekonomisini kabul etmeyip karşı çıkan
kimselerin böyle bir toplumda artık güvenliklerinin kalmayıp ortadan kalktığını görüyoruz.
Bu kimselerin faydalanmak ve üzerlerine gelecek bir zararı savmak için biriktirmiş
oldukları malları[1]
kendilerine bir fayda vermeyecektir. Onların evlatları da aynı şekilde başlarına
gelecek bir belayı engel olmayıp kendilerine bir menfaat sağlayamayacaktır. Eğer
devlete karşı isyan ederlerse zaten bu ayaklananlar ya öldürülürler veya elleri ve
ayakları çaprazlamasına kesilir ya da yurt dışına sürgün edilirler.[2] Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Herkes toplum içersinde
olan bir düzene girmek zorundadır. 2- Hiçbir düzeni
kabul etmeyen anarşistlerin can ve mal güvenlikleri ortadan kalkar. 3- Düzenin dışına
çıkan kimselerin malları kendilerine verilmez ve akrabaları da onlara hiçbir yardımda
bulunamazlar. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 14 “Kadınlara, evlâtlara,
yığın, yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış atlara, küçükbaş
hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar
dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak yer Allah katındadır.” Ekonomik alanda
değerin ne olduğunu araştıranlar bunu çeşitli yönleriyle ele almışlardır.
Bunlardan birisi değerin sübjektif yönden incelenmiş olmasıdır. Buna göre bir
şeyin herhangi bir kimse bakımından sübjektif değeri o kimsenin o şeye sahip
olmanın önemi ile başka şeylere sahip olmanın önemini karşılaştırarak yaptığı
takdirdir.[3]
Bu değer takdiri ihtiyaç ve fayda ile yakından ilgilidir. Zaten sübjektif değer
marjinal faydaların, son birim yararının ölçülüp karşılaştırılması ile ortaya
çıkar.[4]
Alfred Marshall ve Karl Menger gibi iktisatçılar tarafından ortaya atılan marjinalizm
veya nihai fayda teorisi içerisinde değer ve fayda kavramları açıklanmaya çalışılmıştır.[5]
Değer kavramı bir bakıma arzuların etkisi
altındadır. Onun için seçme kararı sanki psikolojik değer yargısına dayanan bir
hareket tarzıdır. İşte bu ayet,
insanın kıymet verip değer biçerken onun kararına etki eden objektif ve sübjektif
unsurlardan ikincisinin varlığını ortaya koymaktadır. Zaten insanoğlunun sübjektif
davranarak bazı şeylere daha çok değer verdiği bir gerçektir. Tezyîn :
Süslemek, bezeyip donatmak demektir. Güzelliğini göstermek anlamına gelir. Güzelliğini
gösterip arayışlı olan kadına zâyin denir.[6]
Nâs[7] ve hubbun[8]
kelimeleri daha önce geçti. Şehvet : Nefsin
arzu ettiği şeye atılışıdır ki, gönül çekmek tabir olunur.[9] Birbirlerine yakın
manaları olan bu üç kelimenin burada bir araya gelmesi, kadın, evlat, para ve
malların insan için ne kadar değerli olduklarını açıkça göstermektedir. İnsan
bunlara karşı son derece sevgi duyar. Bu istekleri sevmek ve arkalarından gitmek kötülenmiş,
mutezile ekolü tarafından bazı görüşler ileri sürülmüş, bir kısım müfessirler
de bunları insana süslü ve güzel gösterenin şeytan olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları da burada insanın tabiatından söz edilmekte ve onun özündeki işin
hakikati açıklanmaktadır, yoksa onun hareket ve davranışları bildirilmemektedir[10]
diyerek bunlara cevap verirler. İşte bu ayette
insanın bazı şeylere karşı istek duyduğu bildirilmekte ve bu isteklerin arkasında
koşanlar suçlanmaktadır. Öyleyse bunlar ekonominin temek unsurları olarak ortaya çıkar.
Burada insana süslü gösterilen şeylerden bahsedilirken önce kadın ve çocuktan söz
edilmekte, sonra da eşyalar sayılmaktadır. Bunun için insanın peşinde koştukları
şeyleri insan ve eşya olmak üzere iki kısma ayırabiliriz. İnsanın gönlüne
kadın ve çocuk sevgisinin konulmasından maksat üreyip çoğalmak ve neslin devamını
sağlamaktır. Eğer bu sevgi olmasaydı, çoğalma olmaz, insan nesli kesilir ve sona
ererdi. Bu sevgi tabiat ve yaratılış ile ilgili bir husustur. Bu yüzden bu duygu
sadece insanlarda değil, bütün hayvanlarda da bulunur.[11] Erkekler yaratılış
gereği olarak daha çok kadınla ilişki kurmak isterler. Bu duygu da onları daha çok
çalışmaya ve üretip kanmaya sevk eder. Diğer taraftan bu sayede her kadın da bir
koca bulmuş olur. Hem böylece kurulan bir yuva ortamında kadınlar geçimlerini kolaylıkla
temin etmiş ve çocuk yetiştirerek topluma hizmet etmiş olurlar. Çok evlenmenin
yasaklandığı yerlerde ise bu duygu nikâh dışı ilişki ve fuhuş yoluyla tatmin
cihetine gidilir. Bir erkek için çok evlenmenin sınır İslam esaslarında dört kadın
olarak belirlenmiştir.[12] Anne ve babada
bulunan evlat sevgisi de insan doğasında bulunan fıtri bir duygudur. Bu duygu
insanlarda oğlan çocuğunu daha çok sevmekle kendisini gösterir. Herhalde bu yüzden
olacak ki, “Keşke ocağımı tüttürecek bir oğlum olsaydı”, “oğlan evladı
olmadığı için artık onun ocağı söndü” gibi cümleler halk arasında
dolaşmaktadır. Herhalde yine bu sebepten olacak ki, ayette de çocuk sevgisi denilmemiş
de “oğlan evlatların sevgisi”
buyrulmuştur. Kanâtîr : Bu
kantar kelimesinin çoğuludur. Kantar ise en büyük tartı aletidir. Bu çeşitli yer ve
zamanlarda farklı ağırlık ifade eder.[13]
Çok mala da kıntâr adı verilir.[14]
Bu ayette yığın,
yığın yapılmış yükler dolusu altın ve gümüşten bahsedilmektedir. Altın ile gümüş
para oldukları için insanlar arasında diğer madenlere göre daha çok sevilirler. Her
şey, ihtiyaç duyulan bütün mallar, para ile alınıp satılır. Onun için paraya
sahip olan her şeye sahip olur, demektir. Bir şeye sahip ve malik olmak insana güç
kazandırır. Onun için halk arasında para insanı konuşturur, derler. Satın alma gücü
ve mali güç de insanlara ihtiyaçlarını temin etmede yardımcı olur ve böylece o
kemal derecesine yükselir. Dolayısıyla bu durum herkes tarafından sevilip beğenilip
istenecek bir hal olur. İşte altın ve gümüş insanı bu hale getiren en iyi ve en mükemmel
bir vasıta olduğu için bizzat sevilen ve istenen bir madde olmuştur.[15]
Kuran’da altın gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara elim bir
azap bulunduğundan[16]
ve gümüşü para olarak kullandıklarından bahsedilmektedir.[17]
Kantar : Büyük
köprü veya yüksek apartman manasına gelir.[18]
O zaman ayetin manasını yığılmış altın ve gümüş paralar şeklinde değil de
altın yaldız ve gümüşle süslenmiş yapıları isterler diye anlamak mümkündür.
Zaten Kuran’da başka yerlerde altın surlardan (veya altın bileziklerden) de söz
edilmektedir.[19] Hayl : At
sürüsüne hayl denir.[20]
İnsanın kafasında tasarladığı şekil ve surete de hayâl adı verilir. Huyelâün de
kibirlenmek demektir. At yürürken hızlı veya çalımlı yürüdüğü için bu adı
almıştır.[21]Ayette
geçen bu “hayl” kelimesini otomobil, gemi, uçak ve her türlü binek ve taşıt
vasıtaları olarak düşünmek de mümkündür. Atlara çalımlı,
çalımlı yürüdükleri için kendilerine bu ad verildiğini düşünürken, zamanımızda
gösteriş yapmak için son model lüks arabalara sahip olma yarışı hatıra geliyor.
İyi ve kullanışlı olmaları yanında pahalı ve son model araba tercih edilir. Fakat gösterişe
düşkün bu kimselerin elinde bulunan bu araba başkalarında olmamalıdır. Ev
eşyaları için de durumun aynen böyle olduğunu söyleyebiliriz. Müsevveme kelimesi
salıverilmiş, orada burada dolaşan anlamına geldiği gibi, değerlenmiş,
kıymetlenmiş ve toplum tarafından rağbet edildiği için değeri artmış,
işaretlenmiş ve markalanmış manalarına da gelir.[22]
Bu, kişinin zengin olduğunu göstermesi için yaptığı faaliyetleri ve gösterdiği
gayretleri ifade eder. Tabi bu durum da insanları çalışıp üretme faaliyet yapıp
kazanmaya sürükler. Asıl ihtiyaçları karşılamakla birlikte çokluğu dolayısıyla
değeri düşen mallar da halka kalır ve böylece herkesin ihtiyacı da karşılanıp
giderilmiş olur. Çok nüfusa sahip
olmanın yanında geniş hayvan sürülerine sahip olmak da istenilen bir şeydir. Çöl
ve kırlardaki aileler değerlerini sahip oldukları sürülerin çokluğu ile ölçerler.
Ayette geçen enâm
kelimesi deve, sığır, koyun ve keçi manalarına gelir.[23]
Hars daha önce
geçtiği gibi[24]
ekin ve ekinlik anlamına gelir. Ekip dikmek ve toprak insan için çok önemlidir.
Bütün hayat, üretim vasıtalarından birisi olan toprak ve su ile sağlanır. İnsan
hayatında toprağın değerini bile mesela fizyokratlara göre toprağı ekip dikmek
demek olan ziraat hayatın kaynağı olarak en başta gelir.[25]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: İnsanlar, asli
ihtiyaçları dışında gösteriş yapmak için birtakım istek ve arzu peşinde de
koşarlar. 2- İnsanoğlunun
sevip peşinde koştuğu şeyler, insan (kadın ve evlat) ve eşya olmak üzere iki çeşittir. 3- İnsanın
isteyip arzu ettiği varlıklardan birisi kadındır. 4- İnsanın
isteklerinden birisi oğul ve evlatlardır. 5- İnsanın
isteklerinden birisi de paradır. 6- Para altın ve gümüştür.
7- İnsanın
isteklerinden birisi de köşktür. 8- İnsanın
isteklerinden birisi de binek vasıtalarıdır. 9- İnsanın ihtiyaç
kaynaklarından birisi de onun istek ve arzularıdır. 10- Köşk gibi
yapılarda gösteriş ve süs aranır. 11- Binek
vasıtalarında model ve pahalılık aranır. 12- İnsanın istek
ve arzu duyduğu şeylerden birisi de davar sürüleridir. 13- İnsanın istek
ve arzu duyduğu şeylerden birisi de toprak ve ziraattır. 14- İnsanın
eşyaya vermiş olduğu değer ve kıymet kendisini çalışıp üretmeye sevk eder ve
böylece ekonomik hayata hareket ve canlılık gelir. A. İmran Suresi
3/ Ayet: 14 “Bunlar dünya
hayatının metaıdır; sonuç güzelliği de Allah’ın yanındadır.” Ayette “Bunlar dünya metaıdır”, buyrulmaktadır.
Daha önce geçtiği üzere[26]
metâun kelimesi kendisinden faydalanılan bir
şeyin adıdır.[27]
Yukarıda kendilerinden bahsedilen kadın, çocuk, altın, gümüş, binek vasıtaları,
davarlar ve toprak dünya hayatında kendilerinden faydalanılacak vasıtalardır. Yani
bunlar kendilerinden faydalanılmak için yaratılmışlardır. İnsanın bunlara karşı
olan meyli, tabiidir, doğaldır ve Allah’ın verdiği bir duygudur.[28] Fahreddin Razi
Mefatih-ul Geyb adlı ölümsüz tefsirinde nimetlerden faydalanmanın dört şeklinden
bahsetmektedir.[29] 1- Allah’ın
verdiği maldan kişinin yalnız kendisinin faydalanması. (Böyle bir davranış
yerilmiştir.) 2- İhtiyacı
olduğu halde kişinin malını kullanmaması. (Böyle bir davranış da yerilmiştir). 3- Kişinin
malını ahiret için hiçbir fayda sağlamayacak bir şekilde, ancak mubah olan yerlerde
harcaması. (Bu davranış ne yerilmiş ve ne de övülmüştür.) 4- Kişinin
malını ahiret için fayda sağlayacak bir şekilde harcaması. (Böyle bir davranış
ise övülmüştür.) Ayetin bu bölümü
bize kadın, evlat, mal ve toprak sevgisinin insanda fıtri bir şey olduğunu gösterir.
Buna göre mesela mal sevgisinin yerilmesi Reşid Rızanın da tefsirinde ifade ettiği
gibi, yersiz bir davranış olur.[30]
İşte bu yüzden insanlar bu istek ve arzuların peşinde koşarak dünyada çalışıp
kazanacaklar, hem kendi hayatlarını ve hem de insan neslini, yaşayıp
yaşatacaklardır. Meşru yerden kazanarak ve kazandıklarını da yine meşru bir
şekilde israfa sapmadan gerçek ihtiyaçlara harcarlar. “Ulaşılacak
şeyin en güzel Allah’ın yanındadır.” Onun için dünyada insanoğluna verilmiş
olan mal ve mülk Allah’ın yanında bulunan nimetler ulaşıp kavuşmak için harcanmalıdır.
Allah tarafından verilen mallar yine Allah’a gidip ona ulaşmak için yolda giderken
kullanılmak üzere verilmiş olan bir faydalanma vasıtasından ibarettir.[31]
Bu malları kullanıp tüketirken yerli yerine kullanmayıp da israf, gösteriş ve
yaratılış gayesinin dışında sarf etmek gibi kural dışı muameleler fayda yerine
zarar getirirler. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- İnsanlarda
bulunan ihtiyaç ve bu ihtiyacı tatmin edip gidermek için mallara karşı duyduğu sevgi
ve arzu tabiidir ve doğaldır. 2- İhtiyaçları
giderip tatmin ederken bu mallardan ancak belli kaide ve kurallar dâhilinde ölçülü
olarak faydalanılır. 3- İnanmış
insanlar, tüketimde israftan ve gösterişten sakınırlar. 4- inanmış
insanlar, israf ve gösteriş yapmakta değil, iyilik yapmakta yarışırlar. 5- İnsanlara
verilmiş olan mal ve mülk, daha iyi ve daha güzel bir hayata kavuşmak için yolculuk
yaparken ihtiyaçlarını karşılamak üzere verilmiş bulunan bir faydalanma
vasıtasıdır. 6- İnsanoğlu daha
iyi ve daha güzel bir toplum düzenine kavuşmak için çalışmalıdır. 7- Kadın, çocuk,
altın, gümüş, binek vasıtaları, davarlar ve toprak, dünyada kendilerinden faydalanılacak
olan birer fayda araç ve vasıtalarıdır. A. İmran Suresi 2/ Ayet: 15 “De ki: Bundan
daha iyisini size haber vereyim mi? Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, Rab'lerinin
katında, altlarından ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları cennetler, tertemiz
eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını hakkiyle görür.” Dünya malları
hayırlı ve faydalı olan şeylerdir. Ancak burada ahiret mallarının daha hayırlı
olduğu haber verilmektedir. Fayda temin eden dünya malları saf fayda değil biraz
zararla karışık bir durumdadır. Fakat ahiret malları ise tüm olarak serapa faydadır
ve zarardan uzaktırlar. Dünya malları mahduttur; onların bir gün tükeneceğinde şüphe
yoktur. Ahiret malları ise böyle değildir; onlar devamlı olup ebedi kalacakları şüphesizdir.[32] Ayette vaat edilen
bu cennet dünyada da bir benzeri olup temsil edilebilir. Dünyadaki kadınlara
karşılık olarak cennetteki eşlerden bahsedilir. Bunlar ise yine dünyadakilerden farklıdırlar;
her türlü kadınlık hallerinden ve kötü işlerden uzaktırlar.[33]
Mallarını dünyada
lüks ve gösterişten uzak, birey ve tolum için faydalı olacak bir şekilde kullanıp
harcayan kimseler, toplum ve insanlar tarafından sevilip beğenilirler. Aslında refah ve
saadetin temel kaynağı bir arada yaşayan insanların birbirlerini sevmesidir. Ancak
Allah’ın rızasını kazanma denilince artık bu gerçek saadetin ve gerçek mutluluğun
ta kendisi olur. Toplum bireylerin hareket ve davranışlarını her zaman takip edip
denetlediği için iyi insanlar iyi, kötü insanlar da kötü olarak bilinirler. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Dünyada kadınlar,
çocuklar, apartmanlar, ulaşım vasıtaları yatlar, davar sürüleri ve tarlalar iyi ve
faydalı olan şeylerdir. 2- Altından
ırmaklar akan ve gösteriş yapmak yerine gerçek refahı sağlayan bahçeler, insanların
ideal huzur yerleridir. 3- İffetli,
tertemiz olan eşler, refah ve saadetin temel kaynakları arasında yerlerini alırlar. 4- Refahın diğer
bir kaynağı da toplumun sevgisi kazanabilmektir. 5- Yapılan
iyilikler için etraftan iltifat ve takdir bekleme yerine her şeyi bilen ve kuşatan
Allah’ın bilmesi ile yetinerek Allah’ın takdirini kazanmak en güzelidir, demek
gerekir. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 26 “De ki: «Ey
mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker
alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir.
Muhakkak ki, Sen her şeye kadirsin.” Bu ayet mülk yani
devlet idaresi, milk yani malların idaresi (yani mülkiyet) hakkında bir takım esaslar
getirmiş bulunmaktadır. Birey ile toplum ve
devlet arasındaki içtimai sözleşme besmelenin tefsirinde açıklanmıştır. Orada görüleceği
üzere birey bir toplum içersinde çalışıp iş yapmaktadır. Emeğin bir
karşılığı olan ücretini yine toplum sayesinde temin etmektedir. Bu ayette ise o
sözleşmenin daha geniş bir açıklaması yapılmaktadır. Kul : Söyle!
denilmekle bu sözleşmenin gerçekleştirilmesine başlanmıştır. Bu hitap icap ile
kabulün her ikisini de içerinse alır. Bu Allah’ın davet icabını bir nevi kabul
etmek sayılır. Burada birey Allah’ı
doğrudan doğruya muhatap tutarak, “Ey Allah’ım!”,
demektedir. Böylece bireyin mülkiyet konusundaki sözleşmesini kamu ile, toplum ile
yaptığı anlaşılmaktadır. Mülkiyet bir
şahsa bir şey üzerinde tasarruf etme, kullanma ve faydalanma haklarını veren hukuki
bir durumu ifade eder.[34]
Özel bir vasıfla tasarruf edilen şeye mülk denilir.[35]
Mülkiyet ise bireyin özel menfaati için mal ve mal sayılan şeyler üzerinde bağımsız
bir şekilde elde tutma ve tasarruf etme hak ve salahiyetine sahip olmaktır.[36] İslam’ın mülkiyet
anlayışı ile diğer sistemlerin mülkiyet anlayışı arasında büyük fark vardır.
Kapitalizm bireye sınırsız bir mülkiyet hakkı tanırken komünizm bu hakkı hiç tanımayıp
tamamen ortadan kaldırır. Bireyci sistemlerin mülkiyetten ne anladıklarını Roma
hukukundaki mülkiyet tarifinde bulmak mümkündür. “Plena
in re potestas” (Mülkiyet bireyin sahip olduğu şey üzerindeki mutlak kudret ve
hâkimiyetidir; sadece kullanma ve faydalanma salahiyeti değil, aynı zamanda istihlak,
devir ve ferağ ve hatta tahrip salahiyetidir.)[37]
Toplumcu sistemler ise mülkiyetin kaynağının sosyal sınıflar olduğunu iddia ederek
özel mülkiyeti yasaklamışlardır.[38] İslamiyet de mülkiyet
hakkını sistemlerin ifrat ve tefritinden uzak bir şekilde, aşırı uçlarından
çekerek bazı kayıtlarla birlikte tanır.[39]
İslam’da mülkiyet nazariyesi şu esaslara dayanır: 1- Bireyin ve
toplumun refah ve saadetini meşru yollarla temin etmeye çalışan özel mülkiyetin tanınıp
korunması esastır. 2- Hakiki mülkiyetin
yalnız Allah’a ait olması dolayısıyla manevi anlayışın varlığı. 3- İnsanların
eşit olmasının zaruretini kabul etmek. 4- Mülkiyette hakkı
sahibine vermekle insani bir anlayışın varlığı.[40] Bütün mallar
gerçekte Allah’ındır. Ancak insanlar için bu mallardan faydalanma hakkı vardır.
İnsanoğlunun mallardan faydalanması, onları kullanıp tasarruf ederek gelir elde
etmesi, tüketim ve diğer muamele yollarından biriyle gerçekleşir. Mesela toprağı
kullanma ekip dikme, yiyecek ve içecek maddelerini tüketme, yemek ve içmek ihtiyaçlarımızı
giderme, alış-verişlerde bulunma, vasiyet etme, hibe yapma, miras bırakma… gibi
tasarruflar insanın hakları arasındadır.[41]
İslamiyet özel
mülkiyeti kemaliyle tanır; fakat ona ahlaki ve ruhi kutsiyet vererek, onun az sayıda
kimselerin elinde toplanmasını önleyip engeller.[42]
Bir defa mülkiyetin meşru yollardan kazanılıp elde edilmesi şarttır. İslam
ekonomisinde mülkiyeti elde etmenin meşru yollarını şöyle sıralayabiliriz: a) Emek sarf edip
çalışmakla mülkiyet elde edilir. b) Toprağı ihya
etmekle mülkiyet elde edilir. Kişi ekilip dikilmeyen ve kullanılmayan toprakları ekip
dikime elverişli hale getirdiği zaman bu toprak onun olur. Çünkü Hz. Peygamber “Kim ölü bir toprağı ihya ederse o onun olur.”,
buyurmuşlardır.[43] c) İkta yoluyla mülkiyet
elde edilir. Hazineye ait boş arazilerin devlet başkanı tarafından halka
dağıtılmasına ikta denir.[44]
Zira Hz. Peygamber ikta usulü ile sahabelere toprak vermiştir.[45]
d) Savaşta ganimet
kazanmakla mülkiyet elde edilir.[46] e) Alış-veriş
yapıp mübadelede bulunmakla mülkiyet elde edilir.[47] f) Hediye alıp
vermek ve bağış kabul etmekle de mülkiyet elde edilir. Çünkü hadislerde bildirildiği
üzere Hz. Peygamber, hediye kabul eder ve hediyeye hediye ile karşılık verirdi.[48] g) Vasiyet yolu ile
mülkiyet elde edilir.[49] h) Miras mallarının
intikal etmesiyle de mülkiyet elde edilir.[50] Hısızlık, Gasp,
kumar, nüfuzu kötüye kullanmak, rüşvet… ve faiz gibi İslam’ın haram kılıp
yasakladığı yollar hiçbir zaman iktisap sebebi olamazlar ve mülkiyeti elde etmenin meşru
yoları değildirler.[51]
Mısır
âlimlerinden Şinnavi,[52]
mülkiyet hakkındaki düşüncelerini açıklarken özel mülkiyetin normal bir şey
olduğunu, zenginin ve fakirin de olacağını, bunun en doğal bir kanun olduğunu,
aslında buna karşı çıkanların tabiatın temel bir kanununa karşı çıktıklarını
ve bunların gerçekleşmesi mümkün olmayan bir işe girişmiş olacaklarını
belirttikten sonra mülkiyetin birisi olumlu, diğeri ise olumsuz olmak üzere iki türlü
görevi bulunduğu konusundaki görüşünü şöyle ifade etmektedir. Mülkiyetin olumlu
görevleri şunlardır. 1- Zekât Vergisi.
Nisabın üzerinde bir servete sahip olan bir kişinin yani zengin olan bir kimsenin her
yıl toplumda ihtiyaç olan yerlere harcanıp onların faydalanması için servetinden
belli bir miktarı ayırıp verme mecburiyeti vardır. 2- İnfak. Yani bu
kelime Allah yolunda mal ve para harcamak anlamana gelir ki, bu zekât vergisinden daha
geniş bir alana sahip olup sosyal hizmetleri ve topluma yapılan her türlü yardım ve
bağışları içersine alır. 3- Kişi bütün
emek, güç ve kabiliyetini, bir üretim vasıtası olması dolayısıyla malını ve
servetini, kendi ihtiyaçlarının meşru bir şekilde tatmininde ve milli gelirin
artmasında iş birliği yapmak üzere tasarruf edip kullanır. İslam ekonomisinde
malları hem birey ve hem de toplum açısından en verimli bir şekilde kullanmak
esastır. Kişi malını ve yerini verimsiz ve başıboş bırakırsa mesela tarlasını
ekip dikmeden arka arkaya üç yıl boş bırakırsa İslam hukukuna göre devletin bu
yeri onun elinden alıp istimlâk etmeye hak ve salahiyeti vardır. Devlet bu arazinin
rayiç bedelini, değerini sahibine ödeyerek yeri onun elinden alır.[53] Mülkiyetin olumsuz
görevleri de şunlardır: 1- Kişi, servetini
toplumun zararına olan yerlerde kullanmaktan kaçınacaktır. Mesela inhisarcılık
(tekel ve monopol gibi şeyler) topluma ve sosyal menfaatlere aykırı olduğu müddetçe
yasaktır. 2- Kişi, faiz ve
tefecilik gibi zararlı ve gayrimeşru muamelelerden sakınacaktır. 3- Kişi, ifrata
varan harcamalardan, kendine zarar getirecek hasislik, cimrilik ve pintilikten, topluma
zarar verecek istifçilikten kaçınacaktır. Devlet otoritesi birey ile toplum
arasındaki dengeyi sağlamak için karaborsa ve vurgunculuk gibi şeylere müdahale
edebilir. Fakat bu kanun ve hükümet müdahalesine kaçınılmaz bir durumlar dışında
başvurulmamalıdır.[54]
İslamiyet özel
mülkiyeti sadece kabul edip tanımakla kalmamış aynı zamanda onu koruyup kollama
hususunda da büyük bir titizlik göstermiştir. Hatta o kadar ki, İslam’ın özel
mülkiyeti koruma sadedinde koymuş olduğu şiddetli müeyyide çağdaş hukuk
sistemlerinin hepsinden daha sert ve daha kesindir. Gerçekten Maide Suresinin 5/ 38.
ayeti herhangi bir kimsenin özel mülkiyetindeki veya zilyedindeki (kira, ariyet ve
emanet gibi) bir malını veya eşyasını çalan ya da gasp eden kimsenin elinin kesileceği
hükmüne bağlamıştır. Böylece görülüyor ki, İslam ekonomisinde özel mülkiyet
var olduğu gibi, bu günkü hukuka nazaran bazı hırsız ruhlu kişilerin aklını daha
çabuk başına getirici bir müeyyide yaptırım ile de onu korumuş bulunmaktadır.[55] Mülk ve malik
kelimelerinin anlamları daha önce geçmişti. Mülk kuvvet ve kudret manasına olduğu
gibi, tasarrufu mümkün olan şeye de mülk denir. Binaenaleyh Allah, bütün kuvvet ve
kudretin sahibi olduğu için bütün yaratıklar üzerinde tasarrufta bulunması mümkün
olduğundan kendisine malik-ül mülk denilmiştir. Buradaki mülk, malları
da içersine aldığı gibi, bu kelime büyük makama, insanlar arasında sözü geçerli
olmaya, ilme, akla, vücut sağlığına ve güzel ahlaka da delalet eder.[56]
Öyleyse mülk dar anlamıyla insanları iare etmek yani siyasi iktidar demektir. Geniş
anlamda mülk ise insan, hayvan, bitki ve cansız eşya her şeyin idaresini ele alıp yönetmek
demektir. İşte bu anlamda mutlak mülkiyet sadece Allah’a mahsustur. Çünkü o
malik-ül mülktür ve mülkün sahibidir. O her şeyde istediği gibi tasarrufta bulunma
hak ve salahiyetine sahiptir. O her şeyi ve her istediğini istediği şekilde yapar ve
hiçbir kimse ona mani olamaz. Ayette kamu,
cemiyet ve toplum ile tevil ettiğimiz Allah, mâlik diye ism-i fail kalıbı ile ifade
edilmiştir. Onun için devletin mülkiyeti yani onun mülkün sahibi olduğu geçici değildir.
Devlet var olduğu ve yaşadığı müddetçe sahip ve maliktir. Bu sıfat-ı müşebbehe
olarak değil de böyle gelmesi, onun aynı zamanda fiilen malikiyetini ifade eder. Mülk
kelimesine peygamberlik, çok mal, siyasi iktidar ve idare anlamları verenler de vardır.
Ancak mülkü çekip alır ifadesinden peygamberliği de geri alır anlamı çıkacağından
bu görüş pek kabul görmemiş ve tenkit edilmiştir. Burada zahiri mana olarak ilk akla
gelen şey siyasi otorite ve iktidardır[57]
Bu siyasi otorite olursa yani insanları idare etmek anlaşılırsa hâkimiyet, malları
idare anlaşılırsa mülkiyet hatıra gelir. Burada mülk
kelimesi belirli olarak getirilmesiyle bir tek mamelek olduğu ortaya çıkar. Tabiatıyla
o da Allah’ın mülküdür. Aslında yeryüzündeki devletler Allah’ın bu mülkünü
tasarruf bakımından aralarında paylaşırlar. Bu sebeple yeryüzü esasen bütün
insanların ortak olarak mamelekidir. Buradaki harf-i tarif istiğrak için gelmiş
olabilir. O zaman bütün mülkün sahibinin devlet olduğu manası anlaşılır. Buna göre
bireylerin mülkiyeti altında bulunan bütün mallar aslında ammenin, kamunundur.
Bireyler onların idaresini, işletmesini emaneten üzerlerine almışlar, hiç zaman
mutlak mülkiyet bulunmadığı için, onları toplum adına kullanmaktadırlar. Allah mülkü
halife olarak var etmiş olduğu insanlar eliyle idare eder. Allah kâinatı bizzat
kendisi doğrudan doğruya değil de sebeplerle idare eder. İşte bu gibi devlet de bir
işi hiç zaman doğrudan doğruya bizzat kendisi yapmaz; onun adına hareket eden
bireyler aracılığı ile yapmış olur. Ayette “Mülkü dilediğine verirsin” buyrulmuş da
dilediğine temlik edersin denilmemiştir. Böylece bireylere verilen mülkiyet hakkının
mutlak mülkiyet olmadığı, onlara verilen şeyin sadece bir idareden ibaret olduğu,
mutlak mülkiyet ve malikliğin ise asıl sahibinde kaldığı anlaşılmaktadır. Burada
gerçek sahipten bireylere intikal eden şey yalnız mülkün idaresi yani devlet adına
malı idare edip kullanmaktır. Böylece bu mülkiyetin bir çeşit vekâlet-mülkiyeti
olduğunu söyleyebiliriz. Yine burada dilediğine
idare ettirirsin denilmeyip de “Mülkü dilediğine
verirsin” buyrulması ile bireylerin malları ancak bir mevzuat dâhilinde fakat
kendi görüşlerine göre idare edip yönetecekleri anlaşılabilir. Burada mülkün
verilmesi Allah’a izafe edilmiştir; yani mülkiyeti veren odur. Bu sebeple malların mübadelesi,
tedavül ve tüketimi hep şeriatın getirdiği kanun ve kurlar çerçevesinde ama tamamen
serbest bir düzen içerisinde cereyan eder. Bunun için bireyler, mülkiyetlerini yani
mal üzerindeki yönetim haklarını diledikleri şahıslara istedikleri şekilde
devredebilirler. Buna hükümetlerin müdahale etmesi ve bu hususlarda bir karar alması
yersizdir. Çünkü onların bu konularda bir hak ve salahiyetleri yoktur. Mal ve mülkün
elde edilmesi de onun elden çıkarılması da tamamen şeriatın gösterdiği bir düzen
içersinde olup buna asla müdahale edilemez. Kurulu düzen içersinde ekonomik alandaki
hareket ve davranışlar, mal ve mülkün bireyler arasında birinden diğerine intikalini
sağlar. Ayette mülkü verenin ve alanın Allah olduğu bildirilmekle bu konuda doğal
kanunların cereyan ettiği bildirilmiş olmaktadır. Mesela mülkün koruyucu
sebeplerinden olan adalet etmek, iyi idare ve itaat ettirici güç ve kudret gibi vasıf
ve özelliklerden uzak olan iktidarlar, düşmeğe ve koltuklarını kaybetmeye mahkûmdurlar.[58] Herkes kendi
mülkü üzerinde Allah’ın bir temsilcisi ve memuru durumunda olup mallarını onun
adına idare eden bir müdür konumundadır. Allah bu müdürlerin idare alanlarını
koymuş olduğu hukuki ve iktisadi kanunlarla genişletir ve daraltır. Buna göre dar
alana sahip olanların az, geniş alana sahip olanların ise daha çok salahiyetleri
bulunur. Başka bir ifade ile ekonomik kanunları çok iyi bilen ve uygulayan kimseler
zengin olurlar ve böylece müdürlük salahiyetlerini de genişletmiş olurlar. Fakat
kişilerin yetkileri elinden alınıp merkezden verilen emir ve talimatla yapılan
iktisadi hareket ve davranışlar ekonomik faydayı azaltır, milli geliri ve gelir yüzdesini
düşürür. İşte İslamiyet’in ortaya koymuş olduğu bu mülkiyet anlayışında bu
ekonomik esaslar bulunmaktadır. İslam ekonomisinde
devlet iktidarı da bir mülk sayılır. Devletin idaresi de bugün olduğu gibi hükümetlere
aittir. Ancak İslam’da hükümetler devletin sahipleri değil, onlar belirlenmiş ve
kendilerine verilmiş olan işleri Allah’ın görevli bir memuru olarak yerine
getirirken Allah adına hareket ettiğinin şuurunda olan yürütücü bir kuruluştur.
İktidar sorumluluğunu üstlenmek de aynı mülkiyette olduğu meşru yollarla olur.
Bunun için ortaya konmuş olan meşru yol ise bugünkü seçim sistemine benzer tarafları
bulunan biat usulüdür. Siyasi iktidarın
aynı zamanda bir velayet kurumu demek olduğunu Bakara suresinin 282. ayetinin tefsirinde
söylemiştik. İslam geleneğinde velayet görevinden azletmek yoktur. Ancak belli
dönemlerde bu velayet yenilenmesi yapılabilir. Bu velayet yenilenmesi biat usulü ile
gerçekleştirilir. Eğer biatte yeni bir başkana görev verilmiş ise böylece eski başkanın
vazifesine son verilmiş ve bu şekilde o artık azledilmiş olur. Ayette “Hayır senin elindedir”, buyrulmaktadır.
Burada hayr kelimesi belirli olarak geldiği için
buradan hem iktidarın ve hem de mülkün belirli şeyler olduğu anlaşılmaktadır.
Devlet aynı zamanda zilyet olduğundan mülkün idaresi de bireye devlet adına verilmiş
olduğu gibi, gelir-gider, alacak ve borçlardaki artıp eksilmeler ve artıp çoğalmalar
devlet adına olur ve onun hesabına yazılır. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Birey mensup
olduğu toplumla sanki genel bir sözleşme yapmış gibidir. 2- Birey bu mülkiyet
sözleşmesini yalnız toplumla yapar. 3- Mutlak mülkiyet,
kimseyi karıştırmadan mal üzerinde istenilen her şeyi yapabilme hakkıdır. 4- Devlet mutlak
maliktir, devamlı maliktir ve fiilen maliktir. 5- Bireylerin
sınırlı özel mülkiyet hakları vardır. 6- Bireylerin
mutlak mülkiyet hakları yoktur. Mutlak mülkiyet sadece Allah’a aittir. Devlet ise
niyabeten ve vekâleten mutlak mülkiyete sahiptir. 7- Mülkiyete konu
olan şeyler belli olan şeylerdir. 8- Yeryüzü tek
memlekettir. 9- Bir memleketin
ve devletin hudutları içersindeki bütün mülk devletindir. 10- Devlet mülkü
kendisi değil, bireyler aracılığı ile idare eder. 11- Bireyler mülkün
maliki değil, sadece idarecisidirler. 12- Bireyler mülkü
bir mevzuat dâhilinde devlet adına fakat kendi görüşlerine göre idare ederler.
Hükümetlerin bu konuda bir müdahale etme hak ve salahiyetleri yoktur. 13- Mülkiyet hakkı
tamamen ülkede cari olan İslam hukuk sistemine tabi olur. Mülkiyet konularında bireye
müdahale asla caiz değildir. 14- Kullanılmayan
ekilip biçilir olmayan terkedilmiş topraklar ihya edilmek, faydalı hale getirmek
suretiyle sahip ve malik olunur. 15- Özel
mülkiyetin sınırları hukuki ve ekonomik kanunlarla kendiliğinden daralıp genişler.
Yoksa kanun çıkararak bireylere verilen yetkilerle onların mülkiyet alanlarını
genişletmek olmadığı gibi, yine kanunla var olan bu yetkiler geri alınamaz ve
normal-doğal ve kişiye özel olan mülkiyet alanı daraltılamaz. 16- İktidar görevleri
de bir mevzuat (şeriat) düzeni içersinde verilip alınır. 17-İktidarlar da
konulmuş bir mevzuat-şeriat dâhilinde hareket ederler.
18- Seçim biat
şeklinde olup herkes başkanını kendisi seçer. 19- Bireyin
mülkiyetine tecavüz devlet mülkiyetine tecavüz demektir. Çünkü devlet bütün
mülkü korumakla görevlidir. 20- Mülkiyet,
bireyin özel menfaati için mal ve mal sayılan şeyler üzerinde bağımsız bir
şekilde elde tutma ve tasarruf etme hak ve salahiyetine sahip olmaktır. 21- İnsanın
mallardan faydalanması, kullanarak gelir elde etme, tüketme ve tasarrufta bulunma yollarından
biriyle gerçekleşir. 22- Mülkiyetin meşru
yollardan biriyle elde edilmesi gerekir. İslam hukukunda ve ekonomisinde mülkiyeti elde
etme yol ve yöntemleri belirlenmiştir. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 32 “De ki, Allah’a
ve Resule itaat ediniz.” Bu ve benzer
ayetlerde emir olarak itaat kelimesi dört
şekilde kullanılmaktadır. Bunlar, “Allah’a ve Resule itaat edin.”[59]
“Allah’a itaat edin ve Resule itaat edin.”[60]
“Allah’a ve Resulüne itaat edin.”[61]
“Allah’a ittika edin ve bana itaat edin.”[62]
“Resule itaat eden kimse Allah’a itaat etmiş olur.”[63],
şeklinde gelmiş olan ayetlerdir. Böylece Resul kelimesi kullanılmadan sadece Allah’a
itaat et veya edin şeklinde bir ayet yoktur. Bu dört emri kendi aralarında sıraya
koyacak olursak bunları arka arkaya şöyle koymak mümkündür. 1- Allah’a itaat
edin ve Resule itaat edin. 2- Allah’a ve
Resulüne itaat edin. 3- Allah’a ve
Resule itaat edin. 4- Resule itaat
edin. Bu eserin başından
beri[64]
Allah kelimesini dünya açısından ve ekonomik bakımdan kamu, amme, toplum ve devlet
olarak yorumladığımız okurlarımız tarafından bilinmektedir.[65]
Burada da karşımıza bir de Resul kelimesi çıkmaktadır. Resul ise Allahın (yani
kamunun, toplumun, devletin ve ammenin) bir elçisi ve kamunun işlerini yürüten
görevli bir kimsedir. Onun için resul kelimesini kamunun işlerini yürüten organ, yani
hükümet olarak düşünmek ve anlamak mümkündür. Devlete itaat demek, devlet
düzenine itaat demektir. Kamu düzeninin şekli, biçimi ve sınırları kitapla (Kuran
ahit ve sözleşmesiyle) çizilmiştir. Devlet başkanı da namaz kıldıran bir imam
durumunda olup imam nasıl konulmuş olan bir düzen içinde kıldırıyorsa devlet
başkanı da aynı o gibi mevzuata göre yöneterek, kumanda verip yürütecek ve uygulama
yaptıracaktır. Devlete itaat demek, devlet başkanı ve hükümetin mevzuata göre meşru
olan emirlerine uymak demektir. Nasıl imam yanıldığı zaman mesela ikinci rekâtın
sonunda oturacak yerde Allah’ü Ekber deyip ayağa kalktığında cemaat ona uymaz ve sübhanellah
diyerek ikazda ve uyarıda bulunuyorsa devlet ve hükümetin de yanlış ve gayri meşru
olan emirlerine itaat edilip uyulmaz ve bu emirlerin doğru olmadığı söylenip açıklanır.
İnsanlar ayette
belirtildiği üzere yeryüzünde Allah’ın halifesi oldukları için[66]
devlet de bir insanlar topluluğu demek olduğundan Allah kelimesini dünya açısından
kamu, amme, toplum ve devlet olarak anlamak ve yorumlamak doğaldır. Resul kelimesini de
hükümet ile tevil etmek buna benzer bir akıl yürütmedir. Burada bu konuyu biraz
açmamız gerekir. Hz. Peygamberin
tebliğ, fetva, kaza ve imamet olmak üzere dört çeşit sıfatı vardır.[67]
Burada şimdi onun bizi ilgilendiren sıfatı, imamet görevidir. Çünkü İslam
terminolojisinde, fıkıh ıstılahında idareciye “imam” adı verilir. İmamet veya
hilafet fıkıhçılara göre irade ve seçim ile olur.[68]
İşte bu sebeple biz Kuran-ı Kerim’de başkanlık ve idarecilik sıfatıyla
zikredilmiş bulunan resul kelimelerine ekonomik olarak dünya açısından hükümet
anlamı vermek istiyoruz. Ayette Allah’a ve
Resule itaat etmekten bahsedilmektedir. Burada Allah kelimesini kamu-devlet ve toplum ile
anlamlandırdığımız zaman Resul kelimesini de ne tevil edeceğimiz sorusu ortaya çıkmaktadır.
Bu Resulden maksat eğer Hz. Peygamberin kendi zatı ve şahsı ise bizim ona uymamız
nasıl gerçekleşir. Resul Allah’ın elçisi olduğuna göre burada dünya açısından
ekonomik olarak devletin yürütme organı yani hükümet şeklinde anlaşılıp
yorumlanması herhalde yanlış olmasa gerektir. Bu
konuda Mevdudi şöyle diyor: “Devlet ve hükümet işleri ise hakiki hâkimin (Allah’ın)
otoritesine istinat eden ve onun namına onun hükümlerini tatbikle mükellef bulunan “hilafet”
veya niyabet (yerine geçme) esasına dayanan bir idare tarzı ile yürütülecektir. Bu
vaziyete göre icra organının faaliyet sahası muayyen ölçüler dâhilinde ve belli
hudutlarla çerçevelenmiştir.”[69] Allah İbrahim
peygamber için “Ben seni insanlara imam (başkan, lider) yapacağım”, buyurmuştu.[70]
Bu ayetin tefsirinde dünyada insanlara imamet, başkanlık yapmanın en yüksek
mertebesinin risalet, peygamberlik olduğu söylenmektedir.[71]
İslam hukukunun
teşrii için kullanılan usul ve metotlarını yazan hukukçular[72]
hüküm ve mükellefiyetlerin zahiri-dış ve görünen sebeplerini açıklamışlardır.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi hükümler-yükümlülükler, aslında hep ayetlere
dayanır ve hadislere dayanır. Ancak bunlar dünyada meydana gelişi bakımından
zahiri-görünürdeki bir sebebe dayanır. Mesela namazın sebebi vaktin gelmesi, orucun
sebebi ramazan günleri veya ramazan ayının kendisi, haccın sebebi Kâbe’nin varlığı,
zekâtın sebebi ise nisabın üstünde bir mala sahip (yani zengin) olmaktır.
Özetleyecek olursak Allah’ı yeryüzünde fert, fert bütün toplum yani kamu-devlet
temsil eder.[73]
Resulü de hükümetler temsil eder. Allah Kitabı
resule göndermiş, resul de kendisi birtakım söz, fiil, hareket ve davranışlarda (sünnetlerde)
bulunmuştur. Allah’ı kamunun-devletin temsil ettiği gibi, toplumda bulunan bütün
âlimlerin hepsinin bir görüş üzerinde birleşip ittifak etmeleri icmaları meydana
getirir. Hükümetler işte bu icmaları uygularlar[74]
ve ayrıca tabii kendi içtihad ve görüşlerine göre hareket ederler. Bu ayetlerde Allah
ve Resulüne itaat emirleri kademe, kademe dile getirilmiştir. Öyleyse itaat edilecek
olan hususlarda da kademelerin bulunması gerekir. “Allah’a
ve resulüne itaat ediniz” demek, Kuran’a ve Resulün Kuran’ı tebliğine
uyunuz, demektir. Ki burada devlet ve hükümetin bu icmaları tebliğ etmekten başka bir
yetkisi yoktur. “Allah’a ve Resule itaat ediniz”,
denilmiştir. Buradan devlet ve hükümetin icmaları yorumlama yetkisi olduğu
anlaşılır. Böylece yapılan yoruma uyulup ona göre hareket edilir. “Allah’a itaat edin ve Resule itaat edin”,
buyrulmuştur. Buradan devlet ve hükümetin araştırmalar yaptırarak elde edilen sonuçlara
uyularak bunlar uygulamaya konulur. İcma edilen hususlar içtihatları ile birlikte
talimatname, karar ve yönetmelik olarak bildiriler halinde ilgililere sunulur. İlgililer
de bunlara uyup uygularlar. Son olarak da “Resule
itaat edin”, buyrulmuştur. Buna göre devlet ve hükümetin gerektiğinde durum ve
şartları nazar-ı itibara alarak hareket edip kanun çıkarma, emir verme ve kararlar
yayınlama yetkisi olduğu anlaşılır. Yalnız bu durum, içinde bulunan çağa ve
memlekete göre değişebilecek bir husustur. Ayrıca bu konuda karar verme yetkisinin
devlet başkanında bulunduğunu söylemeliyiz. Mesela Hz. Ömer’in mevcut olan
müellefe-i kulub kalem ve faslını bütçeden kaldırması gibi. Burada bu yetkinin
sadece devlet başkanına ait olduğunu tekrar etmeliyiz. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Vatandaşlar
devlet düzenine uyarlarlar. 2- Vatandaşlar
yetkili olduğu alanlarda devlet başkanının emir ve yorumlarına uyarlar. 3- İlgililer, her
türlü kuruluş ve işletmelerde ana sözleşmeye, tüzük ve yönetmeliklere uyarlar. 4- İlgililer
işletme müdürü ve kısım şefinin yetkili olduğu alanlarda, sözleşme hakkındaki
yorumlarına uyarlarlar. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 35 “Erkek kadın
gibi değildir…” Bu ayette erkek
cinsinin kadın cinsi gibi olmadığı bildirilmektedir. Buradaki lam-ı tarif harfini
cins anlamında alacak olursak böyle bir hüküm anlaşılır.[75]
Ancak bu lam-ı tarifin ahid için olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bu Alusi’nin
de dile getirdiği gibi ayetin zahirine ters düşer. Kadın erkeğe göre
biyolojik ve dolayısıyla psikolojik bakımdan farklı bir yapıya sahiptir. Bunların
yaratılışlarında biraz değişiklik vardır. Bunun için aralarında çalışma, iş
yapma, ibadet ve her türlü alanlarda hareket ve davranışlarında bir farklılık
bulunması doğaldır. Yani kadın ve erkek eşitliğini söylemek ve bunu sağlamaya çalışmak
insan doğasına aykırıdır. Çünkü bunlar ifade ettiğimiz gibi ayrı ve farklı
varlıklardır. Yalnız buradaki
ayrılık çalışma ve iş yapma alanındaki bir farklılıktır. Yoksa mesela tüketim
ve tüketime yönelik ihtiyaçlar bakımından erkekle kadın arsında bir ayrıcalık
yoktur. Hatta belki kadın erkeğe göre daha fazla bir ihtiyaç içersinde bulunur.
Üretim alanında da kadın ile erkeğin hak ve vazifeleri farklıdır. Mesela kadının
çalışma yeri, zamanı, alanı ve çeşidi farklı olur. Ücret, kredi ve hizmet karşılığı
tanınan haklarda kadın ile erkek arasında bir eşitlik yoktur. Burada şahitlik
kurumuna bir benzetme yapacak olursak bir kadın erkeğin çalıştığı yerde çalışabilir,
ancak onun yaptığı işin yarısını yapar ve böylece yarı ücret alır. Erkek ise
kadının çalıştığı her yerde çalışamaz. Bu konuda şöyle bir cümle
söyleyebiliriz. Kadın doğurma ve süt verme gibi erkeğin yapamadığı iki işi
yaparken erkeğin yaptığı her işi az da olsa yapabilir. Fakat erkek kadının
yaptığı bazı şeyleri yapamaz. Onun için erkek kadın gibi, kadın da erkek gibi
değildir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar 1- Erkeklerin çalıştığı
iş ve yerlerde kadınlar da çalışabilirler. Ancak kadınların yaptığı iş,
alacakları ücret ve kredi, erkeklerin aldığının yarısı kadar olur. 2- Sadece
kadınların çalışması gereken yerler de vardır. Buralarda erkekler çalışamaz. 3- Kadın erkek
eşitliği yoktur. Bunlar kendi yaratılış ve kabiliyetlerine göre bir işbölümüne,
hak ve vazifelere sahip olurlar. 4- Kadın ile erkek
arsında üretim bakımından bir fark bulunmakla beraber bunlar tüketim bakımından
eşittirler. Hatta kadın bu konuda erkeğe göre daha fazla bir ihtiyaç sahibi olabilir.
A. İmran Suresi 3/ Ayet: 37 “…Allah
dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır.”
Ayette “Allah dilediği kimseyi hesapsız olarak
rızıklandırır”, buyrulmaktadır. Bir devlet düzeni içersinde çalışan
kimselerden bazıları milli gelirden diğerlerine göre daha fazla pay almış
olabilirler. İktisap ve istimal şekli meşru olmak şartıyla bu hususta kimsenin bir
şey söylemeye hakkı yoktur. Çünkü toplum ve devlet düzeni sayesinde serbest rekabet
sistemi yardımıyla verim çok daha fazla artabilir. Bu farklılıkları meşru saymamak
devletin ve milli gelirin aleyhine olur. Böylece bunun sonucunda da herkesin daha çok
zarar etmesi gibi bir tehlike ortaya çıkar. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Toplumda
bireyler arasından eşit servet dağılımı yoktur. 2- Toplum içersinde
eşit gelir dağılımı düzenlemesi yoktur ve olamaz. 3- Azami serveti sınırlandırma
yoktur. 4- Azami ücret ve
geliri hudutlandırma yoktur. A.İmran Suresi 3/ Ayet: 73 “De ki, fadl
Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Fadl : Bu kelime
ziyade anlamına gelir ki, artmaya, artığa derler.[76]
Bu naks: yani eksiğin zıddıdır. Her hangi bir işletmede veya tüm devlet düzeni
içersinde hatta insanlık camiası çerçevesinde çalışanların hepsi üretime bir
şeyler katmaktadırlar. Bu sebeple herkesin ama herkesin bu yığına en azından
verdiği kadar alması onun en doğal bir hakkıdır. Mesela bir işçinin geçimini temin
edecek kadar gelirden pay alması kadar bir doğru ne olabilir. Fakat üretim o kadar değerli
bir şeydir ki, o hep artı değer getirir. Üretim toplu bir düzenin içersinde yapılmış
olmanın verdiği bir sebepten dolayı, üretim sonunda bu üretime harcanan girdilerden
çok daha fazla bir gelir elde edilir. Yani her kes yaptığı katkı kadar hissesini
aldıktan sonra geriye kalan bir artık ve fazlalık vardır. İşte bu artı değer,
toplum ve devlet düzeni halinde bulunma sayesinde kazanılmış olan bir fazlalıktır. Bu artık değer,
ancak toplumun varlığı ve bütünlüğü sebebiyle meydan geldiği için toplumun hakkı
olur. Artık bunun sahibi toplumdur. Ancak bu toplumda bir düzen içersinde üretime katılan
tüm üyeler arasında paylaştırılır. Bu gelir dağılımı içinde bulunduğu devlet
düzeni çerçevesinde gerçekleşir ve buna hükümetlerin bir müdahalesi olamaz.
Hükümetlerin bu üretimden alacakları hisse miktarı vergi olarak belirlenmiştir. Geri
kalan hisseler ise serbest pazarlıkla tespit edilir. İşte artık değerin
paylaşılması da böyle serbest pazarlık sistemi içersinde göre gerçekleşir. Buna göre
kira amortismanın karşılığı, kar zararın karşılığı, ücret de emeğin
karşılığı olarak alınır. Faiz ise hiçbir şeyin karşılığı olmadığı için
yasaktır. A.İmran Suresi 3/ Ayet: 75–76 “Kitap ehlinden
öylesi vardır ki, kendisine bir yük altın emanet etsen onu sana öder… Kim ahdini ve
emanetini yerine getirir, Allah’tan korkarsa, şüphe yok ki, Allah takva sahiplerini
sever.” Bu ayetler,
muamelelerde sözleşmelere uymanın zorunluluğu hususunda vatandaşlar arasında
herhangi bir fark olmadığını ifade eder. Ayetten
Çıkan ekonomik Esaslar: 1- Bütün insanlar
sözleşme yapma ehliyetine sahiptirler. Herkes, kime karşı olursa olsun, yaptığı sözleşmeye
uymak zorundadır. 3- Verdikleri sözü
ve ahitlerini yerine getirenler ve sözünün eri olan kimseler toplumda sevilip sayılan
kimselerdir. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 92 “Sevdiğiniz
şeylerden infak etmedikçe bire: iyiliğe eremezsiniz. Bunun la beraber her ne infak
ederseniz Allah onu bilir.” Bu ayet malı faydalı bir şekilde
harcama yapmadıkça iyi bir yaşayışa (refah ve saadete) asla ulaşılamayacağını
haber vermekle işe başlamıştır. Bu meselenin önemini gösterir. Onun için bu husus,
ihmal edilecek bir şey değildir. Bir mala en çok
kimin ihtiyacı varsa o malı o kimsenin tüketmesi en faydalı bir harcamadır. Bunun için
toplumdaki dar gelirlilere imkânlar sağlanarak tüketimdeki sosyal dengenin kurulmasına
çalışılması gerekir. Fakirler düşük kaliteli mal kullanırken zenginlerin ise
kaliteli ve iyi cins malları kullanması toplumda bir takım bunalım ve
huzursuzlukların çıkmasına sebep olur. İşte o zaman iyi bir hayata yani refah ve
saadete ulaşılmaz. İşte cümle başındaki “len” harfinin bu anlamı tekit
ettiğini söyleyebiliriz. Tenâlû : Neyl:
istediğine erişmek, elde etmek manasına gelir.[77]
İnsanın istediği şeye kavuşması, bu kelime ile ifade edilmektedir. Türkçemizde de
muradına nail oldu, denilir. İşte toplumun
muradına ermesi, iyi bir hayata kavuşması, huzur ve sükûnu elde etmesi için,
fakirlere malların en iyileri verilir. Böyle bir toplumda gösteriş kalkar, tamah yok
olur ve huzursuzluk da hiç kalmaz. Artık insanlar iyilikte yarış etmeye başlar ve zekât
yani vergi vermek için çalışırlar.[78]
Her yıl daha çok vergi ödemekle mutlu olurlar. Len tenâlû : Asla ulaşamayacaksınız
diye burada kelime nefi istikbal kalıbı ile getirilmiştir. Buna hiçbir zaman için ulaşılamayacaktır.
Hem bu kelime aynı zamanda çoğul olarak getirilmiştir. Bu da buradaki infakın sadece
bir hayır işi olmayıp bir toplum işi, bir toplum meselesi olduğunu ifade etmiş
olabilir. Bunun için öyle bir düzen kurulmalıdır ki, fakirler de en az zenginler
kadar refah imkânına sahip olmalıdırlar. Bu düzende zenginlerden vergi alınıp
fakirlere verilmesi ile fakirler zenginlerin üzerinde bir hay sağlanmış olur. Burada
emir kalıbı kullanılmamıştır. Bu sadece ekonomik kanunların uygulamasından doğan
bir sonuçlardır; bir haber olarak bildirilmektedir. El-Birru : Bahr,
denizin mukabili olan kara berr denir.Budan
tevessü yani bolluk manası alınarak birr kelimesi
bolluk, anlamında kullanılmaya başlandı.[79]
Birr kelimesinin cennet, takva, hayır ve büyük sevap anlamlarına geldiğini söyleyenler
de vardır.[80]
Kara parçalarına bu adın verilmesinin sebebi, iklimi ve toprağı müsait, her şeyi
çok ve bolluk bulunduğu içindir, diyebiliriz. Sevdiğiniz
mallardan harcamadıkça birre (iyiliğe ve refaha) eremezsiniz sözünü iki yönden düşünmek
mümkündür. Birisi verirken malların en iyisini vermezseniz, bir iyilik yapmış
olmasınız, demektir. Diğeri ise malların en iyisini harcamadıkça sosyal refaha kavuşamazsınız,
demek olur. Burada birr
kelimesi belirli olarak gelmiştir. Bu bilinen ve belli olan birre eremezsiniz demek olur.
Buradaki birr İslam’ın getirdiği huzur ve refahtır. Bu ise bellidir ve
belirtilmelidir. Yoksa burada başka düzenlerin kabul edip getirdiği bir refahtan söz
edilmemektedir. Mesela sadece zenginlerin hâkim olduğu veya işçilerin sözü geçtiği
sistemlerin kendisine göre bir yolu ve kendisine göre bir refah anlayışı vardır.
Bunların hedefleri, yolları ve elde ettikleri neticeleri ve refahları hep kendilerine
uygundur. Bunlara İslami yoldan gidilemez. İslam’ın refahına ve sosyal refahına ise
ancak İslami yolla varılır ki, bu da toplumun sahip olduğu malların en iyilerinden
infak etmesiyle gerçekleşir. Hattâ kelimesi
ilâ harfi gibi gaye için gelir. Yalnız hattâ, şartlarda son hedefi gösterir, fakat
oraya götürmez. Bunun için malın en iyisini harcamak insanı gayeye ulaştırmaz.
Gayeyi gerçekleştirmek için daha birçok zor işlerin yapılması gerekir. Hattâ kelimesinde tecezzi vardır. Bunun için iyi
malların hepsinin harcanması şart değildir. İyi kaliteli mallardan bir kısmının
verilmesi yeterli olur. Min Mâ : Min cer
harfi, başlamak, açıklamak, cinsi bildirmek ve miktarı bildirmek (tebîz) için gelir.[81]
Yani buna göre en çok hoşlandığınız nesnelerden harcayacaksınız, demek olur. Bu
zekât vergisini ve diğer yapılacak her türlü hayırların malın iyisinden
verilmesini gerektirir. Bu aynı zamanda hak sahiplerine haklarının nakden değil de
aynen verilmesini ifade eder. Eğer bu tebîz
için gelmiş ise o zaman iy malların vergisinin iy cins maldan, düşük kaliteli malların
da vergisinin yine düşük kaliteden verilmesini bildirmiş olur. Mâ : Bu kelime eşya
için kullanılır. Tekil ve çoğul olan bir harftir. Burada sevdiğiniz şeylerden
denilmekle bunun mal olduğu anlaşılmaktadır.[82]
Tuhıbbûne: Sevdiğiniz. Bu kelimenin anlamı
daha önce geçti.[83]
Bu kelime burada çoğul olarak geldiği için mâ harfi de çoğul olarak alınırsa
herkesim kendi hoşlandığı ve sevdiği anlamı çıkar. Eğer mâ kelimesini tekil
anlamında alırsak toplum olarak topluca sevilip beğenilen şey demek olur ki, böylece
bunu sosyal değer ve moda anlamına geldiğini anlamış oluruz. Ayetin sonunda “şeyden
neyi infak ederseniz Allah onu bilir”, buyrulmaktadır. Buna benzer bir ifade daha önce
“hayırdan neyi infak ederseniz, Allah onu bilir.”, şeklinde geçmişti.[84]
Oradaki “hayırdan” kelimesinin yerine burada “şeyden” kelimesi getirilmiştir. O
ayette hayra teşvik vardı, burada ise devlete verilecek vergilerin iyi kaliteden
olmasına teşvik vardır. Böylece mana infak ettiğiniz şeylerin, malların iyilerinden
olup olmadığını Allah bilir, demek olur. Bunu toplum, kamu
ve devlet açısından düşündüğümüz zaman vergisini iyi veren ve kaliteli mallarından
veren kimselerin vergilerinin defter ve kütüklerde kaydedilerek bilinmesi gerektiği
ortaya çıkar. Daha önce geçen
vergi ayetlerinde bildirildiği üzere mükellef mallarını ayırır. Vergi memuru da
bunlar arasından beğendiğini seçer. Bu usul bir bakıma hem mükellefi ve hem de
memuru memnun eder. Ancak mükellef buna rıza göstermezse verdiği mal kusurlu olmamak
şartıyla, ne tür olursa olsun alınır ve mutlaka malın iyisinden vereceksin diye
dayatılmaz. Yalnız böyle kimseler artık birr grubundan düşerler. Ayette birr
kelimesi belirli olarak gelmiştir. Adalet vasfında olduğu gibi bundan birr’in de
sosyal bir rütbe olduğunu anlayabiliriz. Birr vasfına sahip olan mükellefler toplumda
bilinir hale gelirler. “Allah bilir”,cümlesinin
bir başka manası da Allah yapılan infakın karşılığını verir, demektir. Yani
toplumda yapılan harcamalar ve malların iyilerinden yapılan infaklar toplum içersinde
değerlenir ve bunu yapanlar faydasını görür ve yaptıklarının karşılığını
alırlar, demektir. Milli gelir artınca bireyin geliri de artar. Böylece birey ektiğini
biçmiş ve verdiğinin karşılığını almış olur. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Bir toplumdaki
fakirlere malların iyisi verilmeyip onlar iyi yiyip iyi giymedikçe o toplumda refah ve
huzur temin etmek mümkün değildir. 2- Gerçek refah
yaygın olan refahtır. Eğer bir toplumda refah yaygın değilse orada huzur, refah ve
saadet sağlanamaz. 3- Zengin olma
yarışı huzursuzluğun kaynağı olur. 4- Gösteriş
yarışından kurtulmadıkça refah ve saadete ulaşılamaz. 5- Gerçekten iyi
bir insan olabilmek için, iyiliğe kavuşmak için, malların en iyisinden infak etmek
gerekir. 6- İyi düzenin
kurulması için malların en iyileri infak edilmelidir. 7- İyilik ve refah
bellidir, geçici zevklerden uzak olan ebedi bir huzurdur. 8- Malların en
iyisini harcamayanlar İslam’ın birr’ine (refah ve saadetine) asla ulaşamazlar. 9- Malların en
iyisinden harcamak ahlaki bir vecibe olup hukuki bir mükellefiyet değildir. 10- Sadece
malların iyilerinden harcamakla iş bitip refah ve huzur hemen elde edilemez. 11- Refah ve
saadete ermek için malların hepsini infak etmek gerekmez. Bir kısmını vermek yeterli
olur. 12- Hayır ve vergi
olarak verilen mallar sevilip beğenilen en iyi mallardan olmalıdır. 13- Her malın
vergisi, prensip olarak kendi cinsinden alınır. 14- Hayır ve vergi
olarak verilen mallar mükelleflerden ayni olarak toplanır ve hak sahiplerine yine ayni
olarak dağıtılır. 15- Vergi, toplumun
değer verdiği iyi kaliteli mallardan alınmalıdır. 16- Vergi
alınırken malı vergi memuru seçip alır. 17- Mallar
kalitelerine göre gruplara ayrılıp her grubun vergisi yine kendisinden alınınca, iyi
mallardan iyi vergi, düşük mallardan da o kaliteden vergi alınmış olur. 18- Toplumda infak
yapanlar yaptıkları harcamaların faydasını ve karşılığını görürler. (Milli
gelirin artması ile bireyin geliri de artmış olur.) 19- Birr vasfı
adalet sıfatında olduğu gibi toplumdaki bireyler için sosyal bir rütbe sayılır. 20- Mükellefler
hayır ve vergilerini en iyi mallarından vermeye zorlanmazlar. 21- Vergilerini en
iyi mallarından vermeyen mükelleflerin birr’lik vasıfları düşer. 22- Vergi memuru
vergisini verirken mükelleflerin mallarının iyiisni seçip seçmediğini deftere kayıt
eder. A. İmran 3/ Ayet:
104 “İçinizden
insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk
bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bu ayet, faydalı
olan şeyleri emredip zararlı olan şeyleri yasaklayan bir yaptırım, iktidar ve otorite
gücüne sahip bir topluluğun varlığından söz etmektedir. Minkum : Sizden.
Bu min harfine tebîz ve beyan olmak üzere iki türlü mana verenler olmuştur. Beyan
manası verdiğimiz zaman fert, fert bütün toplumun iyiliği buyurma ve kötülüğü
yasaklama ile görevli olduğu anlaşılır. Tebiz manası verdiğimiz zaman ise toplumdan
ancak bu işi yapabilecek kişilerin sorumlu olduğu ortaya çıkar.[85]
Bazı kaynaklarda
bu görevi kimin yapacağı açıkça belirtilmemiş[86]
bazı kaynaklarda ise[87]
bu konuda siyasi iktidarların görevli olduğu hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmüştür.[88] İyiliği buyurma
ve kötülüğü yasaklamanın hükmünün farz-ı kifaye olduğu hakkında İslam
âlimleri fikir birliği etmişlerdir.[89]
Böylece bu görev yerine getirilmediği zaman bütün halkın sorumlu olduğu
bildirilmiştir.[90] Eserlerinde hisbe (ihtisab) konusunu işleyen yazarlar[91]
Hz. Peygamber’den beri tarihte İslam devletleri tarafından uygulanan çarşı ve
pazarlarda yol ve mahalle aralarında şeriata aykırı olana hareket ve davranışları
yasaklamakla görevli olan Hisbe Teşkilatı’nı[92]
bu ayete dayandırırlar. Ümmet : İmam kökünden
gelen çoğul bir isimdir. İnsan gruplarının uyup arkasından gittikleri bir topluluk
demektir. Yani bir başkanın yanında sağlam bir birlikle toplanmış düzenli bir
biçimde faaliyet icra eden ve bu şekilde çeşitli insan sınıf ve grupları üzerinde
hâkim bulunan sosyal bir kurumdur.[93]
Öne düşen, muhtelif grupları toplayan, arkasından gidilip uyulan bir topluluk
demektir ki, hepsinin önünde de bir başkan bulunur.[94]
Böylece ümmet bir
başkanları bulunan topluluk demektir. Bu kelime ayrıca peygamberlerin tabileri, din,
millet ve zaman manalarına da gelir.[95] Bu hayra çağırma,
iyiliği buyurma ve kötülüğü yasaklama işi ister bütün toplumun, ister toplumdan
bir kısım insanların görevi olsun, ister hisbe teşkilatı manasında ister hükümet[96]
veya bir milleti idare eden millet meclisi[97]
manasında anlaşılsın, böylece bire güce ve otoriteye dayanma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
İşte bu otorite İslam’da seçimde (biattan) ve velayet hakkından doğmaktadır.
Çünkü biat velayet hakkını doğurur. Nitekim devletin kuruluşları velayet kelimesi
ile ifade edilir.[98]
Bu bakımdan bu ayetten vatandaşların birbirlerini uyarması şeklinde anlaşılacak bir
mana uygun değildir. Siyasi iktidarı
elinde tutan hükümet, bu görevini Hisbe Teşkilatında olduğu gibi bir kuruluş eliyle
yürütebilir. Zaten devletin teşri, icra, kaza, maliye ve murakabe (Hisbe veya emr-i bi’l-maruf
ve’n nehyü ani’l-münker) fonksiyonlarından her birini bir teşekkül ile yerine
getirir. Bu kuruluşların bütün gayesi iyiliği buyurmak ve kötülüğü yasaklamaktan
ibarettir. Bu bakımdan devlet başkanından en küçük memura ve sade vatandaşa kadar
herkes, murakabe-denetleme yapmakla görevlidir.[99]
Yukarda geçen “min” harfinin beyan manası böyle gerçekleşir. Tebiz anlamında
alındığında ise bu görevi, idarecilerin ve âlimlerin yerine getireceği
anlaşılır.[100]
Ayette “ve’l
tekün” (olsun, bulunsun) denilmekle esas olan iktidarın kurulması olduğuna işaret
edilmiştir. Herkes bir otorite olmaya kalkarsa ve iktidarın yapacağı işleri yapmaya
başlarsa anarşi doğar. Bir toplum ve bu toplumun bir başkanının bulunmasının yeter
sebebi de her halde bundan başka bir şey değildir.[101]
Bu ümmet kelimesinin belirsiz ve tekil olarak gelmesi de bu hizmetleri görecek iktidarın
tek olup iktidar otoritesinin bölünmeyeceğini gösterebilir. İşte bu murakabe
teşkilatı yani devlet insanları hayra çağırır. Da’vet, bir adamı yemeğe çağırmak
demektir.[102]
Bu görevin sözle yapılan kısmıdır. Bu kuvvet kullanarak zorla yaptırılmaz.
İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevi, ya elle, ya dille veya kalple yerine
getirilir.[103] Burada hayr kelimesi belirli ve tekil olarak getirilmiştir.
Hayra çağırmak, din ve dünya için hayırlı olan şeye çağırmak demektir.[104]
Bu belirli olarak geldiğine göre, belli olan, umum halk için bilinen bir şey demektir.
Bir şeyin faydalı olup olmaması icma ile gerçeklik kazanır. Mutlak hayır ancak icma
ile belli olandır.[105]
Öyle ise devletin, iyi ve faydalı olduğu icma ile sabit olmuş hususlara davet etme görevi
vardır. Bunun için hayırlı olup olmadığı belli olmayan şeylere davet edilmez. Böylece
iktidar kendi görüşlerini değil, icma ile sabit olmuş olan hususları halka duyurup
uyarmakla yetkili ve vazifelidir. Mesela serbest olarak gerçekleşmiş bir fiyat varsa bu
fiyatı ilan edip alıcı ve satıcılara bu fiyatı uygulamaya çağırabilir. Bunun
dışındaki fiyat tespiti, ticaret mallarının saklanmasına, bu malların saklanması
da fiyatların saklanmasına sebep olur. Fiyatların yükselmesi ise fakirlere zarar
verir.[106] “Onlar sözü
dinlerler sonra en güzeline uyarlar” ayetinin[107]
yardımı ile bu hayır kelimesi bize her şeyin en iyi ve en faydalısının esas
olduğunu gösterir. Onun için bir şeyin en iyisine davet edilir. Emir, bir üst
makamın alt makamdan bir şey yapmasını kesinlikle istemesidir. Böylece o, bu emri
yerine getirmediği zaman ona ceza vermekle tehdit etmiş olmasıdır.[108]
Eğer bir istek ve emir üst makamdan gelmiyor veya yapılmadığı zaman bir cezayı
gerektirmiyorsa o emir olmaz. İşte bunun için bireyler, birbirilerini sadece bir uyarıda
bulunup nasihat ve tavsiye ederek teklifte bulunabilirler. Emretme ve yasaklama yetkisi
ise sadece iktidarlara ait olan bir haktır Bunu ifade etmek üzere “ümmet” kelimesi tekil ve dişi olduğu halde
sıfatı olan kelimenin aralarında uygunluk sağlamak için “te’müru” şeklinde gelmesi gerekirken “ye’mürune” kalıbında getirilmiştir. Bu
da gösteriyor ki, hayra çağırma, emir verme ve yasaklama yetki ve görevi bireylere ve
birey yığınlarına ait değil, sadece teşkilatlanmış iktidarlara ait olan bir
haktır, diyebiliriz. Ma’rûf : Aklın
kabul edip şeriatın güzel gördüğü şeye denir.[109]
Bu Allah’a itaat demektir.[110]
Maruf aslında örften gelen ve bilinen anlamına olan bir kelimedir. Burada belirli
olarak gelmesi emredilen hususların icma ile bilinip tespit edilmesini ifade edebilir.
Bunun için her emrin, örf ve maruf olması gerekir, diyoruz. Fakat aynı zamanda her
maruf emredilmeyebilir.[111]
Münker : Bu da
maruf’un aksidir. Yani aklın kabul etmediği bir şeydir. Maruf’ta geçen hükümler
aynı bu münkerde de geçerlidir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar 1- Siyasi iktidar
kurallı ve düzenli bir teşkilattır. 2- Siyasi iktidar,
güç ve otoritesini seçimden (biattan) ve velayet hakkından alır. 3- İktidar kendisi
emreder. Seçmenler veya vatandaşlar da itaat edip uyarlar. 4- İktidar seçimle
(yani biatle) oluşur. 5- Herkes kendi
mensup olduğu toplum içersinden birisine biat eder. 6- Bireylerin
görevi, biat ederek iktidarı kurmaktır. İktidar olmadan hükümetlik olmaz ve
hükümetlik yapılamaz. 7- İktidarın
otoritesi bölünmez ve parçalanmaz. 8- İktidar
kurulduktan sonra iktidarın kaynağı ne olursa olsun, onu meşru tanıyıp onun meşru
olan emirlerine itaat etmek gerekir. 9- İktidar
hayırlı ve iyi olan şeylere davet eder. 10- Davet edilen
şeylere yaptırım anlamında bir zorlama yapılmaz. 11- İktidar
yalnız belli olan hayırlı şeylere davet edebilir. 12- İcma ile sabit
olan hususlar belli olan hayırlı şeylerdir. 13- İktidarlar
üzerinde ihtilaf bulunan konulara davet edemezler. 14- İktidarlar
fiyat koyamaz. Sadece serbest piyasa şartları ile arz-talep kanununun işlemesiyle
meydana gelmiş olan fiyatları ilan eder ve bunlara uymaya davet edebilir. 15- Bir şeyin en
iyisine davet edilir. 16- Bir şeyin en
iyisine davet edilirken buna karşı bir zorlama yapılmaz. 17- Bir şeyin en
iyisini yapmak için çalışılıp gayret gösterilir. 18- Emir verebilmek
için bir güç ve otoriteye sahip olmak gerekir. 19- Emirler bir
ceza ile teyit edilmelidirler. 20- Emir verme işi
yalnız iktidarlara ait olan bir hak ve salahiyettir. 21- İktidar
tarafından emredilen şeylerin icma ile sabit olmuş olması gerekir. 22- Emredilen
şeyler, halk tarafından da bilinmelidirler. 23- İktidarın
koyacağı yasaklar da icma ile tespit edilmiş olan hükümler olmalıdır. 24- İcma ile sabit
olmuş olan yasakların bilinmemesi bir mazeret teşkil etmez. 25- Devlet çarşı
ve pazarlarda yol ve umuma ait yerlerde meydana gelen kanuna aykırı davranışları
önleme doğru ve dürüst hareketlere yöneltme hakkındaki murakabe görevini bir teşkilat
eliyle yerine getirebilir. 26- Bütün
bireyler ve kamu görevlileri birbirine nasihat kabilinden iyilikle emredip kötülükten
yasaklarlar. A İmran Suresi 3/ Ayet: 110 “Siz beşeriyet için
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız
ve Allah’a iman edersiniz.” Bundan önceki
ayet, Müslümanların kendi içlerinde kurdukları iktidardan bahsetmişti. Şimdi bu
ayet ise Müslümanların Müslüman olmayan kimseler üzerinde kurdukları iktidardan söz
etmektedir. Buradaki hitap Hz. Peygamber’in ashabına olsa gerektir. Ancak hitap umumi
olduğu için bütün Müslümanları içersine alır.[112] Öyleyse Hz. Muhammed’in ümmeti, Müslümanların
dışındaki bütün insanlar için davet etmeye, emir ve yasaklarda bulunmaya, yani
iktidar olmaya vazifelidir. Neticede insanların hepsi Müslüman olmayabilir. Ancak
İslamiyet bu ayetin işaretine göre bütün dünyaya hâkim olacaktır. Buna göre
İslam ülkelerinde bulunan Müslüman olmayan zimmîlerin Müslümanların arasında
yaşadıkları gibi, dünyada bulunan diğer devletler de İslamiyet’in adalet
anlayışından yararlanabilirler. Bu ayet iyiliği
emredip kötülüğü yasakladıkları, yani adil oldukları için Müslümanların
hayırlı bir topluluk olduğunu bildirmektedir. Bir hüküm söylendikten sonra ona uygun
bir vasfın zikredilmesi bu vasfın o hükme illet olduğunu gösterir.[113]
Bunların hayırlı sayılmalarına en uygun vasıf, sözü geçen özellikleridir.[114] Burada
Müslümanların adil oldukları, iyi ve faydalı şeyleri buyurdukları, kendi çıkarları
için asla hak yoldan ayrılmayacakları ifade edilmektedir. Mesela Müslümanlar kendi
menfaatlerini gözeterek zararlı olduğu dünyaca bilinen tütün ve afyon gibi zararlı
şeyleri üretip satmamalıdırlar. Yine rakı ve şarap üretip dışarıya ihraç
etmemelidirler. Müslüman birey ve toplumlar kendilerini yabancılarla bir tutarlar.
Bunun için mesela devlet olarak kendi aralarında yasak olan faizi başka insan ve
toplumlar için de yasak kabul ederler. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Bütün
Müslümanlar dünyada adalet düzenini kurmakla görevlidirler. 2- Müslümanlar
bütün insanların doğru kabul ettikleri hususları herkese emrederler. 3- Müslümanlar
bütün insanların kötü gördükleri şeyleri de herkese yasak ederler. 4- Müslümanlar
kendileri için iyi görmedikleri şeyleri başkaları için de iyi görmezler. Mesela
zararlı olan şeyleri üretip satmazlar ve bunun ticaretini yapmazlar. 5- İslam devleti
devlet olarak yabancılarla faizli muameleler yapamaz. 6- İslam devleti,
dünya işlerinde Müslim gayri Müslim tebalarını ayırmaz, onlar arasında bir fark gözetmez.
A. İmran Suresi 3/
Ayet: 112 “ Onlar nerede
bulunurlarsa bulunsunlar zillet altında kalmaya mahkûmdurlar. Ancak Allah’tan bir ipe
ve insanlardan bir ipe yapışanlar müstesna…” Zillet : Hor ve
hakir olmak, boyun eğmek, başkalarının emrinde olmak demektir.[115]
Ayetteki zilletin cizye (gayri Müslimlerden alınan vergi) demek olduğunu söyleyenler
vardır. Bu tam bir idare ve mülkiyet kendisine itaat elden gerçek bir başkanın
olmayışı şeklinde de anlaşılmıştır. Ayrıca yalnız cizye manası değil, ölmek,
esir olmak, malları ganimet olmak gibi hallerle birlikte cizye vermek şeklinde de
anlayanlar olmuştur.[116] Buradaki zilletten
maksat herhalde siyasi bağımsızlığını elde edememe hali olsa gerektir. Nitekim
aynı kökten gelen zelûl kelimesi başkasına
baş eğmiş, boyun eğmiş, boyunduruk altına geçmiş insan ve hayvan demektir.[117]
Bu kelime Kuran’da başka bir yerde bu anlamda kullanılmıştır.[118] Ayette adı geçen
Allah’tan olan ip ile insanlardan olan ip ayrı, ayrı şeylerdir. Çünkü her ikisi de
belirsiz olarak gelmiştir. “Hablün min Allah” : Allah’tan bir ip. Bu ifadeye,
İslam, Allah’a ahid vermek, Allah’ın kitabı, Allah’ın zimmeti ve eman gibi
manalar vermişlerdir.[119]
Müfessirlerin verdikleri bu manalardan anlaşıldığına göre devlete yapılan biat,
yani bireylerin biat ile siyasi teşekkülleri meydana getirip siyasi iktidarı
kurmalarıdır, diyebiliriz. İnsanlardan olan
ip de yukarıda da söylediğimiz gibi, birinci ipten farklı bir şey olmalıdır. Bunun
da ahd, zimmet, eman, Müslümanların yolu ve insanların bazı işlerde birbirlerine
ihtiyaç duymaları gibi maişet ve geçim davasında bir ve ortak olmanın gerektirdiği
husus diye düşünenler bulunmaktadır.[120]
Biz bunu da bugünkü çeşitli esnaf ve sanatkârların kurdukları dernek ve çeşitli
meslek birlik ve odaları manasında anlayarak mesleki teşekküller demek istiyoruz. Özetleyecek
olursak herkesin iki ipe tutunması gerekiyor. Bu iplerden birisi Allaha, kamuya, topluma
ve devlete uzanır. Bu bir biat ipidir ki, kişi bu sayede toplumdaki istediği bir siyasi
teşekküle katılabilir. Diğeri ise kendisini insanlara bağlayan bir iptir. Bu halkla
kurulan bir meslek bağıdır ki, bu da iktisadi bir iştir. Böylece siyasi partiler,
insanların devlet ile irtibatlarını sağlayan iplerdir. Herkes bu kuruluşlardan
birisini seçip katılabilir. İşte insanlar ve toplumlar, siyasi ve ekonomik boyunduruk
altında esir olup ezilmekten ancak bu şekilde kurtulup bağımsızlığa ulaşabilirler.
Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Müslüman ve
zimmî herkes bir siyasi teşekküle katılır. 2- Müslüman ve
zimmî herkes bir mesleki teşekküle katılır. 3- Bir siyasi ve
mesleki teşekkül seçmek mecburi değil serbesttir. 4- Bir siyasi ve
mesleki teşekkül kurup meydana getirmek serbesttir. 5- Siyasi teşekküller,
birey ile devlet arasındaki sosyal münasebetleri sağlarlar. 6- Mesleki teşekküller
ise bireylerin halk ve toplum ile olan iş ve ekonomik münasebetlerini temin ederler. A. İmran Suresi 3/
Ayet: 114 “Onlar Allah’a
ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler, kötülükten nehiy ederler ve hayırlarda
yarış ederler.” Bu ayet ehl-i
kitaptan bilhassa Yahudilerden bahsetmektedir. Ancak bazı müfessirler Müslümanların
da bu mananın kapsamı içersinde düşünülebileceğini söylemişlerdir.[121]
Burada Müslüman
olmayanların dâhil oldukları kuruluşların özelliklerine işaret edilmektedir. Bundan
her siyasi teşekkülün bir şahsiyeti olduğu ortaya çıkmakta, hayra davet etme yerine
hayırda yarış yapma esası getirilmektedir. Bunun için herkes, bir şeyin daha iyisini
yapmaya çalışacak, mesela bir üretici ürettiği malını daha ucuza mal etmeye, bir tüccar
da malını daha pahalıya satmaya çalışacaktır. Bir malın en ucuz bir şekilde
üretilmesi, toplum için faydalı olduğu gibi, en çok ihtiyaç duyulan yerde ve en iyi
yerde kullanılıp tüketilmesi de o kadar iyi ve faydalı olur. Bunda da ölçü, en
ucuza mal etmek ve pahalıya satmak esasıdır. İslamiyet’te serbest teşebbüs ve
serbest tasarruf sistemi asıl olduğu için fiyatlardaki bu yarış hayırlarda yarış
demektir. Ancak hileli yarış, övülmüş değildir. Başkalarını geri bırakmakla
ileri gitmiş gibi görünme, bir yarış ve hayırlarda bir yarış olamaz. Bu ancak
olumsuz bir yarış olup gayrimeşru sayılır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Her siyasi ve
mesleki teşekkülün ayrı bir şahsiyeti vardır. 2- Siyasi ve
mesleki teşekküller hayırda (müspet çalışmada) yarış ederler. 3- Müspet yarış
yani daha iyisini yapma yarışı meşru bir davranıştır. 4- Menfi yarış
başkalarını geri bırakmakla yapılan yarış gayrimeşru bir davranıştır. 5- Malı en ucuza
mal etmeye çalışmak, hayırlı bir iştir. 6- Malı meşru
rekabet şartları içersinde en pahalıya satmaya çalışmak hayırlı bir iştir. 7- Hile ve
kandırma, malı gizleme (ihtikâr) ve başkalarını geri bırakma, menfi bir çalışma
olup gayri meşrudur. A. İmran Suresi 3/
Ayet: 130–133 “Ey iman etmiş olanlar, faizi kat, kat yemeyin…
Allah’a ve Resule itaat edin.” Bu ayetlerde geçen
kelimeler daha önce anlatıldığı için burada tekrar açıklamaya girmiyoruz. Yalnız
veresiye olan alış-verişler hakkında birkaç cümle söylemek yerinde olur. Veresiye alış-verişlerin
faiz ile yakından alakası vardır. Peşin fiyat ile veresiye fiyatı arsındaki farka,
satıcının muhasebe masrafı ve saire gibi bu alış-verişin veresiye olmasından
dolayı artan meşguliyetinin ücreti gibi giderleri için bu farka cevaz verenler vardır.[122]
Ancak böyle olmayıp da satıcının sermayesi alıcıda şu kadar kaldı diye mesela bin
liraya peşin olan mal, veresiye olarak 1500 lira olursa bu artma sadece zaman faktörü
ile meydana geldiği için faiz olacağında şüphe yoktur.[123]
Bakara suresinde
geçen ayetler[124]
faizin her türlüsünü, azını çoğunu, basitini ve bileşiğini yasaklamıştır.
Çünkü “Allah, ticareti helal faizi ise haram kıldı.”, sözünde faiz, mutlak bir
ifade olarak kullanılmıştır.[125]
Ayrıca orada “Sermayeniz sizindir”[126]
buyrulmakla anamalın dışında milyarda bir lira olsa da haram sayılmıştır. Burada
ise faizin kat, kat olanı yasaklanmaktadır. Faiz, nesîe faizi
ve fadl faizi olmak üzere iki kısma ayrılır. Nesie faizi zamanın geçmesine göre
artan faizdir. Fadl faizi ise zamanın geçmesi ile artmayan, bedele (veya sermayeye) ek
ve ilave olarak alınan fazlalık faizidir. Bugün basit faiz ve bileşik faiz adı
altında alınan faizler[127]
nesie faizi olurlar. Fadl faizine ise komisyon adı verilmektedir. Faizin haramlığı
ayet, hadis ve icma ile sabittir. Bakara suresindeki ayetlerde “Allah faizi haram kıldı” denilmekle fadl
faizi, bu ayette ise “faizi kat, kat yemeyin”, buyrulmakla da nesie faizi
yasaklanmış bulunmaktadır.[128] Diğer taraftan
nesie faizi kredi ve borç verme işlerinde cereyan eder. Arap yarımadasında meşhur
olan faiz kat, kat artan faiz idi ki, borç yılsonunda iki misli artardı. Mesela 100
liralık bir borç sene sonunda 200, ikinci yılın sonunda 400, üçüncü yılın
sonunda ise 800 lira olurdu.[129]
Fadl faizi ise daha çok ayni veya birbirine benzeyen nevideki malların mübadelesinde
meydana gelir. Mesela buğdayın buğdayla değiştirilmesinde alınan fazlalık böyle
bir faizdir. Bu çeşit bir faiz Hz. Peygamber’in hadisleriyle yasaklanmıştır.[130]
“Altının
altınla mübadelesi peşin olarak yapılmazsa faiz olur. Buğdayın buğdayla…
Hurmanın hurmayla… Arpanın arpayla mübadelesi peşin olarak yapılmazsa faiz olur.”[131]
“Altın ile altını, gümüş ile gümüşü, ancak birbirine eşit ve denk olarak
satın, altın ile gümüşü, gümüş ile altını ise dilediğiniz gibi satın.”[132]
Hz. Peygamber, “bir
satım akdinde iki satışı (Mesela bu elbiseyi sana peşin olarak 100 liraya, veresiye
olarak ise 200 liraya satıyorum gibi iki fiyatlı bir alış-verişi) yasaklamıştır.”[133]
“Selef ve bey’ (para peşin mal veresiye olan) bir satım akdinde iki şartın
bulunması, riziko taşımayan kar ve mevcud olmayan bir şeyin satılması helal
değildir.[134]
“Buğday ile arpayı dilediğiniz gibi satın.”[135]
“Altın para ile altın para, gümüş para ile gümüş para, aralarında hiçbir
fazlalık bulunmamak şartıyla, değiştirilir. Kimin bir gümüş paraya ihtiyacı
olursa onu altınla değiştirsin. Kimin de altına ihtiyacı olursa onu gümüş para ile
değiştirsin. Bu değiştirme de peşin olur.”[136] Bu hadislerde
görüldüğü gibi fadl faizi açıkça yasaklanmaktadır. Hatta serbest pazarlığa, hiçbir
baskı olmadan teşekkül edecek normal bir fiyatın doğmasına mani olacak bir veresiye
alış-verişini de yasaklamaktadır. Hz. Peygamber
bizzat kendisi veresiye alış-veriş yapmıştır. Onun bir Yahudi’den veresiye olarak
bir miktar yiyecek maddesi aldığı tarihen sabittir. Ancak bu veresiye alış-verişin
demir zırhını rehin bırakarak yaptığının gözden kaçırılmaması gerekir.[137]
Bu hadislerden şu hüküm ve esaslar çıkarılmıştır.[138] 1- Aynı nevi ve
kalitedeki mallar değiştirildiği zaman peşin olarak ve eşit miktarda mübadele
edilecektir. Veresiyenin söz konusu olduğu, mübadele edilen malların miktarında
farklılıklar bulunduğu ve mübadele mallarından birinin henüz ortada olmadığı gibi
hallerde muamele gayri meşru ve yasaktır. 2- Değişik
neviden olan mallar birbirinden farklı olarak değiştirilebilir. Mesela iki dolu buğday
ile bir dolu peynir mübadele edilebilir. Ancak teslim ve tesellümün hemen yerinde yapılması
gerekir. Teslim işi peşin olarak hemen yapılmamışsa mesela bugün yapılan buğday
teslimine karşılık yarın yapılacak arpa teslimi söz konusu ise bu halde muamele yine
faiz konusuna girer. 3- Aynı nevi bir
malın üstün kalitesi ile düşük kalitesi arasında yapılacak farklı bir
değiştirme de faize girer. Onun için değiştirilecek kaliteyi önce başka nevi bir
malla değiştirilmeli sonra da bu malla mübadele edilmelidir. 4- Para, altın, gümüş,
buğday, arpa, ekmek, yağ, tuz… ve peynir gibi malların aynı neviden olanları ile,
az veya daha çok bir miktar ile değiştirilmesi faiz olup yasaktır. Bu aynı neviden
bir mal değilse, az veya çok olarak farklı miktarda bulunmaları bir engel teşkil
etmez. Mübadele konusu şeyler ayrı, ayrı nevilerden ise karşılıklı miktarlar
farklı olabileceği gibi aynı da olabilir. Ancak bütün bu hallerde alış-verişin
veresiye (kredili) olmaması, teslim ve tesellümün hemen sözleme yerinde yapılması
gerekir. Bu anlatılan hüküm ve esaslara biz de katılıyoruz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Faiz bütün
Müslümanlara haramdır ve yasaktır. 2- Bütün
Müslümanlar birleşerek hep birlikte faiz ile mücadele etmelidirler. 3- Faiz milli gelir
artışını kemirip yok eder. 4- Faiz zamanla çoğalır
ve kat, kat olur. 5- Hz. Peygamber’in
faiz hakkında yapmış olduğu açıklamalara uyulmalıdır. 6- Faiz, hadl faizi
ve nesie faizi olmak üzere iki kısma ayrılır. 7-Veresiye fiyat
ile peşin fiyat arasındaki fark faizdir. 8- Veresiye
alış-verişler faizden uzak kalamazlar. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 134 “Onlar bolluk
devrinde de kıtlık devrinde de harcamada bulunurlar.” Bu ayet bize bolluk ve kıtlık, genişlik ve
darlık, zenginlik ve fakirlik dönemlerinde var-yok demeden harcama yapılmasının
ekonomik bakımdan faydalı olduğunu gösterir. Daha önce de
geçtiği üzere[139]
her türlü tüketim ve yatırım harcamalarına geniş anlamda infak adı verilir. Öyleyse bu kelime bir
toplumdaki bütün bütçe harcamalarını ifade edebilir. Serrâ : Bolluk
zamanı demektir. Bu kelime darrâ kelimesinin
mukabilidir.[140]
Darrâün kelimesi cana ve mala arız olan bir
eksiklik ve ziyan hakkında kullanılır.[141]
Suyun akarak aşındırıp zarar verdiği dere kıyılarına darîr adı verilir. Darîr aynı zamanda gözü gitmiş olan kimseden
kinaye bir sözdür. Darrâ’ün : Kıtlık
zamanı demektir. Razi bu iki kelimeye fakirlik ve zenginlik manalarını vermiştir.[142]
Bu iki kelimeye kolaylık ve zorluk, sevinç ve üzüntü, hayat ve ölüm diye mana
verenler de vardır.[143] Bu Serrâ ve darâ
kelimelerini Türkçeye genişlik ve darlık diye tercüme etmek mümkündür. Çünkü
kelimeler Türkçede de aynı anlamda kullanılırlar. Ayette genişlik ve darlık
zamanında infak etmekten bahsedilmektedir. Darlık zamanında olsun, genişlik zamanında
olsun, vergiler toplanacak ve gerek yerlere dağılacak ve her türlü yatırım ve tüketim
harcamaları yapılacaktır. Burada infak
kelimesinin çoğul kalıbında getirilmesinden şöyle bir neticeye varabiliriz. Toplumun
fakirlik ve zenginlik derecesi ne olursa olsun, mutlaka infak yapılmalıdır. Yalnız
darlık zamanında infak yapılacaktır diye bir şey yoktur. Bu kelime çoğul olarak
geldiği için toplumun genişliği ve toplumun darlığı diye anlamakta fayda vardır.
Yani infak kurumu sadece yokluğu kaldırmak için değil, ekonomik hareketi sağlayarak
mesela gelecekteki darlığı da ortadan kaldırmak üzere harcama yapmayı sağlar. Bunun
için yalnız darlık zamanında değil, bolluk zamanlarında da infak yapmak gerekir. Bu ayet bizi
fakirlik ve zenginliğin izafi bir şey olduğu sonucuna da götürür. Yani toplumun yarısı
fakir olurken diğer yarısı da zengin olacağı kesindir. Fakir olan kişiler muhtaç
olmasalar bile infak kurumu çalışacağı gibi, zenginlerin kendi ihtiyaçları olsa da
yine infak yapmak zorunda kalacaklardır. Bunun ekonomik yönden büyük faydası vardır.
Bu yönü
ile İslam ekonomisine harcama özelliğine sahip bir ekonomidir, dememiz herhalde mümkündür.
Çünkü bütçe harcamalarına ve yatırımlara verilen önem bunun açık bir delili
olarak görülmektedir. Mesela Hz. Peygamber Medine’ye hicret edip[144]
devleti kurduktan sonra bütçe harcamaları ile ilgili olan ayet geldi.[145]
Bütçenin uygulaması ve devlet çarkı bütün kurumlarıyla birlikte çalışıyor ve
artık her türlü tatbikat yapılıyordu. Aynı
uygulama devlet başkanlığına seçilen Hz. Ebu Bekir zamanında da devam etti. Böylece
toplanan vergiler hazinede bekletilmeden yerlerine harcanıyordu. Bu konuda şunu söyleyebilir
ki, Hz. Ebu Bekir vefat ettiği zaman Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf ile Osman b. Affan’ı
şahit tutarak onların huzurunda Hz. Ebu Bekir’in hazine olarak kullandıkları odayı
açtıklarında onu boş bulmuşlardı.[146]
Hazinede sadece bir dirhem kadar bir para vardı diyenler de vardır.[147]
Hazinede ister hiçbir şey bulunmasın ister bir dirhem bulunsun bu durum gösteriyor ki,
yıllık olarak elde edilen gelirler hemen olduğu gibi kendi yerlerine sarf ediliyordu. Bunun aha açık bir misalini Hz. Ömer
devrinde görüyoruz. Bir yıl gelirler pek çok oldu, birçok ganimetler elde edildi.
Harcamalar yapıldıktan sonra hazinede geriye birçok mal kalmıştı. Hz. Ömer bu
malları halka dağıtıp harcama yapılmaması ve ihtiyaç zamanına kadar bekletilmesi
konusunda sahabilerle istiarede bulundu. Sıra Hz. Ali’ye gelince o, ihtiyaç fazlası
artık malların da dağıtılıp harcanması hususunda bir hadis naklederek hazinedeki tüm
malların dağıtılıp harcanmasını istedi. Böylece gelir ve giderlerin, bütçe
uygulamasının yıllık olduğuna bir örnek verilmiş oldu.[148] İşte ayette de
belirtildiği üzere kıtlık devrinde olsun, bolluk devrinde olsun, harcamalar yerine
getirilmeli, yatırımlar gerçekleştirilmeli, her yıl tam denk bütçe uygulanmalı,
artırmalı bütçe uygulamasına gidilmemelidir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Bolluk ve
kıtlık söz konusu olmadan vergi aynı nispette devamlı olarak alınır. 2- Toplanılan
vergilerin tamamı halkın zenginliği ve fakirliği söz konusu olmaksızın harcanır. 3- Zenginlik ve
fakirlik izafidir. Bir toplumun mesela yarısı zengin olurken diğer yarısı da fakir
sayılır. 4- Zenginler
kendileri muhtaç olsalar bile mallarının vergilerini vereceklerdir. 5- Fakirler ihtiyaçları
olmasa bile zekâttan hisselerini almaya hakları vardır.
A. İmran Suresi 3/ Ayet: 140 “Biz bu günleri
insanlar arasında döndürüp dururuz.” Bu ayette ekonomik
ve sosyolojik olay ve oluşların biyolojik olaylarda olduğu gibi tabii-doğal kanunlara
uyduğu açıklanmaktadır. Zaman çarkı bazen Müslümanların lehine, bazen gayri Müslimlerin
lehine; bazen Müslümanların aleyhine, bazen da gayri Müslimlerin aleyhine işleyerek
devam edip gider. Devlet :
Zamanın bir halden diğer hale dönmesine; malın birisinin elinden diğer bir kişinin
eline geçmesine denir.[149]
Savaşta bir tarafın diğer tarafı yenerek mallarını ganimet olarak almaları da yine
devlet kelimesiyle ifade edilir. Yevm : Daha
önce geçtiği üzere[150]
gündüz, devir, çağ, zaman ve vakit manalarına gelir. Ayette zafer günleri, yardım
ve galip gelme devri, hayret verici olayların cereyan ettiği vakit ve zaman manalarında
kullanılmıştır.[151] Bu zaferin, bolluk ve zenginliğin insanlar arasında bir
taraftan diğer tarafa nöbetleşe olarak devam edip gittiğini bildirir. Ekonomik ve sosyal
olaylar ve oluşlar, aynı canlı varlıklarda olduğu gibi, doğma, gelişme, yaşama,
yarışma, çökme ve ölme, sonradan tekrar filizlenme gibi evreler tekrar eden biyolojik
bir yapıya sahiptirler.[152] İnsanlar kıtlık
ve yokluk içersinde bulundukları zaman kendilerinden güçlü ve üstün olan kimseleri
yenmek ve onları geçmek için, birleşerek fikri ve bedeni gayret gösterirler. Böylece
güç ve kuvvet sayesinde değil de ilim ve fenleri yardımı ile gerçekten kendilerinden
üstün olanları geçerler. Eskiden tahakkümü altında bulundukları ve taklit
ettikleri toplumları şimdi ise kendi hâkimiyetleri altına alır ve onlara kendi kültür
ve medeniyetlerini empoze etmeye başlarlar. Bu başarı,
topluma kendine güvenme duygusu verir. Böylece o, yeni şeyler aramaz ve kendisini
yenilemez olur. Korkusu gittiği için de çalışkanlığını kaybeder; rahat ve
rehavete dalar. Kendi refah ve mutluluğunu tatmin etmeye çalışır. Uğraşacakları düşmanları
da kalmayınca artık birbirleriyle uğraşmaya başlarlar. Birlik ve beraberlik yerine
ayrılıklar, bölünme ve parçalanmalar başlar. Bu esnada başka mahkûm milletler varlık
göstererek yenilikler yapar ve ilerleme hamle ve atılımları yapar ve bu şekilde eski
yapıyı ve oluşumu ortadan kaldırır. Artık hâkim millet olma sırası bunlara ve bu
tarafa gelmiştir. İşte bu devri daim tabiatın değişmez bir kanunudur.[153]
İslam terminolojisinde sünnetüllah denilen Allah’ın bu değişmez doğal
kanunu bütün insan toplumları için her zaman yürürlüktedir. Bu temel kanunda asla
bir şaşma olmaz.[154]
Çünkü ayetteki nâs: insanlar kelimesi âmm: genel olup tüm insanlığı içersine
almaktadır.[155]
Ayette Allah “Bunlar
günlerdir. Biz onları insanlar arasında döndürüp duruyoruz”, buyururken işte bu
ilahi sünneti, tabii kanunu bildirmiş oluyor. “Biz” deyince de bu değişik
gelişmenin tamamen doğal kanunlarla yürüdüğüne işaret edilmektedir. Müslümanların
bugünkü halleri zengin ve fakir olmaları, güçlü veya zayıf olmaları tamamen bu
ilahi sünnetüllah kanununun bir neticesidir. Yine bu kanunun işlemesi sonucu gelecek
yine İslam’ın olacaktır. Ancak bu İslam nimetine hangi ülkelerin ve kimlerin konacağı
belli değildir; bunu ancak çalışmalar tayin edecektir. Bu biyolojik ömür
kanunu ile gerek canlılarda ve gerekse insanlarda gelişme meydana gelir. Bu yeni gelen
nesil, toplum, düzen ve yapı artık eskisinden daha güçlü ve daha üstündür. İşte
bu anlattıklarımız Charles Darwin ve Jean-Baptiste de
Lamarc’ın ortaya koyduğu evrim kanunlarının doğru bir açıklamasıdır.
Gelecekte Kuran’a
dayanarak kurulacak olan İslam medeniyeti daha gelişmiş ve daha insani bir medeniyet
olacaktır. Ancak bu, Kuran’ın daha ileri ve daha gelişmiş bir toplumda
uygulanabilecek şekilde anlaşılması ile sağılacaktır. Bundan dolayı geçmişteki
uygulamalardan daha çok Kuran’ın gelecek için söyledikleri üzerinde durup araştırmalar
yapmak eşsiz önemi olan bir husustur. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Toplumun
ekonomik ve sosyolojik yapısı biyolojik yapıya benzer.
2-
Ekonomik kuruluşlar sınırlı bir ömre sahiptirler. Doğma, büyüme, yaşlanma,
çökme ve ölme kanunlarına tabi olurlar.
3-
Ekonomik hayatın bir evrimi ve seleksiyonu vardır.
4-
Ekonomideki serbest teşebbüs ve serbest rekabet sistemleri ekonomik evrim ve
seleksiyonun doğal bir sonucudur. 5- İslam
medeniyetleri de aynı tabii değişmez (sünnetüllah) kanunlarına tabidir. 6- İslam
medeniyetinin ve ekonomisinin bugünkü hali, yani iyi veya kötü durumu doğal
kanunların tabii bir sonucudur. 7- Gelecekte
üstün başarılı hâkim sistem İslam ekonomisinin getirdiği sistem olacaktır. A. İmran Suresi
3/ Ayet: 159 “Allah'ın
rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli
olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret
dile, iş hakkında onlara danış…” Bu ayetten sert
davranışların insanları dağıtıp kaçırttığı, bu sebeple yumuşak davranmanın
esas olduğu anlaşılmaktadır. Bu ve bundan
önceki ayetler, Uhud savaşı ile ilgili olarak gelmiştir. Savaş için Hz. Peygamber’in
yaptığı planın uygulanmaması yüzünden meydana gelen hezimetten sonra Hz. Muhammed
sahabilere Allah’ın verdiği ruh haleti ile yumuşak davrandı. Eğer böyle yapmayıp
katı yürekli ve haşin olsaydı, Sahabiler korkar ve yaptıklarından utanarak
dağılıp giderler ve neticede peygamber ve elçi olmaktan doğan asıl maksat gerçekleşmemiş
olurdu. İşte böyle bir şeyin olmaması için Hz. Peygamber’in onları hemen affedip
bağışlaması gerekiyordu. Nitekim o zaten böyle yaptı, onları affedip bağışladı.
Gönüllerini alması daha fazla ısınarak sevgi ve saygı ile bağlanmaları için iş
hakkında onlarla istişarede bulundu.[156] Ayette emr: iş
hakkında istişarede bulunması için Hz. Peygamber’e emir verilmiştir. Burada
istişare edilecek konu genel olup siyasi, içtimai, iktisadi, kültürel, iyi, kötü,
faydalı ve zararlı bütün dünya işlerini içersine alır.[157]
Bu husus İslam’da idarenin tahakküm ve zorbalıktan uzak olarak hoşgörü ve birliğe
dayandığını açıkça gösterir. Bu da ancak istişare yolu ile gerçekleştirilebilecek
bir iştir. İdarede hangi konudaki idare olursa olsun, istişarede bulunup müşavere
etmek vaciptir.[158] Linte : Yumuşak
davrandın. Koltuk yastığı
gibi yumuşak olan bir çeşit yastığa leyne
adı verilir.[159]
Yumuşak hurma ağacına da lîne denir.[160]
Böyle yumuşak ağaçlar rüzgâr nereden eserse o tarafa doğru eğilirler. Bu suretle
de kırılmaktan kurtulurlar. Minarelerin şiddetli rüzgâr ve fırtınalarda
yıkılmamaları, yine bu yumuşaklık ve esneklikten ileri gelir. Bütün otlar ve ağaçlar
bu yumuşaklıkları sayesinde sert fırtınalara mukavemet edip dayanırlar. Ayette “sen yumuşadın” buyrulmakta, böylece burada
başkanın temel vasıflarından birisi bildirilmektedir. Başkan dediğin yumuşak
başlı olacak, kızıp fevri hareketler yaparak etrafındaki insanları kırıp
dağıtmayacak ve onları darıltmayacaktır. Başkan yalnız
kendi toplumuna karşı yumuşak davranmalı, düşmanlarına karşı ise yumuşak
davranmamalıdır. Ayette bu anlamı ifade etmek için “lehum” (onlar için) ifadesi getirilmiştir,
diyebiliriz. Bu ayet bize aynı
zamanda başkanı azletme kurumunu da getirir. Herhangi bir toplum ve kurum biat yoluyla
başkanlarını seçip emirlerine itaat ederler. Eğer başkan doğru yoldan ayrılıp
bozgunculuğa başlarsa insanlar onun etrafından dağılıp bir başkasını başkan seçerek
ona itaat etmeye başlarlar. Böylece birinci başkan görevinden azledilmiş olur. Yine
ayetin manasına göre başkan kendi seçtiği kimselerle değil, kendisini seçen kişilerle
istişare etmek zorundadır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Her idarecinin
ve başkanın soğukkanlı ve yumuşak başlı olması gerekir. 2- Başkan dosta
karşı son derece yumuşak, düşmanlara karşı ise son derece sert davranır. 3- Her türlü
siyasi ve iktisadi olan idare ve kuruluşların başkanları işleri yürütürken etrafındakilere
değer vererek onlarla istişarede bulunur. Böyle davranmak idare edenler ile idare
edilenler arasında bir sevgi ve saygı meydana getirir. 4- İdare korku
esasına değil, sevgi ve saygı üzerine kurulmalıdır. 5- İdarede
istişare etmek bir vecibedir. 6- Başkan eğer
etrafındaki insanlara karşı sert ve katı davranırsa onları çevresinden dağıtıp
uzaklaştırmış olur. 7- Toplumda doğal
olarak ortaya çıkmış olan sosyal suçlar, başkan tarafından yok sayılıp
bağışlanmalıdır. 8- Başkanın
topluluğun dağılmasına sebep olmaması için topluca işlenen suçlarda takipsizlik
kararı alması gerekir. 9- İstişare etmek
toplumu dağılmaktan koruyan bir kurumdur. 10- Kitle halinde
işlenmiş bulunan suçların takip edilmeyip sonuçları ile birlikte kaldırılması ve
hiç işlenmemiş gibi kabul edilmesi gerekir. 11- Kitlelerin
işledikleri suçlar hakkında takipsizlik kararı almak başkana aittir. 12- Kaza-yargı
mercileri suçluları takip etme görevini başkan adına yürütürler. A. İmran 3/ Ayet: 163 “Bir peygamber için
ganimet malına ihanet etmek olur şey değildir.” Ğall : Aağaçların
aralığından suyun akmasına denir.[161]
Gizlice almak anlamına da gelir. İnsanların mallarına gizlice hıyanet etmeye, suyun
ağaç aralıklarından akmasına benzetilerek ğulûl
denilmiştir.[162]
Herhangi bir vakfın gelirine mesela bir bahçenin meyvelerine ve akarın kirasına da ğall adı verilir.[163]
Bu ayetin nüzul
sebebi hakkında birkaç görüş ileri sürülmüştür. Bunlardan en önemlisi ve aralarında
telifi mümkün olan görüş, bazı münafıkların Hz. Peygamber’in ganimet
mallarını dağıtmayıp kendisine ayırdığı hakkında dedi kodu çıkarmalarıdır.
Yani Hz. Peygamber elde edilen savaş gelirlerini hisse sahiplerine vermeyip devlete
ayırdı, diye bir şayia, yaygın söylenti çıkınca bir peygamberin böyle bir şey
yapamayacağını bildiren bu ayet gelmiştir.[164]
Öyleyse bu ayet
Hz. Peygamberin yani yönetimin yani hükümetlerin kendilerine düşen payı yani
vergileri artıramayacakları hakkında bir delil olabilir. Burada
özel olarak Hz. Peygamber’in zikredilmesi önemlidir. Alusi bu konuda şöyle
demektedir. Ganimet işlerini ayarlayan Hz. Peygamber olduğu halde ona bu konuda bir
değişiklik yapmak hak ve salahiyeti verilmemiştir. Öyleyse bu hak peygamberin dışında
bir imam veya emire (Devlet başkanı veya valiye) nasıl tanınabilir. Bu sebeple
İslamiyet hükümetlere vergi miktarlarını artırma salahiyeti vermediği gibi, vergi
alınmayan mallara yeniden vergi koyma hak ve yetkisi de tanımamıştır. Bu konuda Hz.
Peygamberimiz, “Meks yapan (vergi nispetini yükselten) cennete giremez”. “Aşir
(kırkta bir yerine onda bir vergi alan memur) ile karşılaşacak olursanız onu
öldürünüz”, buyurmuştur.[165]
Bu hadislerin açıklamasında
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, haksız yere bu vergiyi aldığından dolayı öldürülür,
der.[166]
Ebu Yala el-Ferra da bu konuda “Fazla vergi koymak, halkın hukukun zulüm, vergi
nispetini düşürmek de beytülmalin ( yani bütçenin) hukukuna zulümdür.”, diyerek
ekonomik bir açıklama getirmiştir.[167]
Vergi miktarını
artırmak ne kadar zararlı ise düşürmek de o nispette zararlıdır. İbn Haldun,
vergiler azalınca üretimin artacağını, memleketin mamur hale geleceğini, hükümetlerin
devamlı ve istikrarlı olacağını, mal ve para kanma yollarının çoğalacağını söylüyor.
İbn Haldun vergileri artırmanın, her sınıf halktan ve her çeşit maldan vergi
almanın devletin yıkılışa doğru gittiğinin bir işareti olduğunu iddia eder.[168]
Burada İbn Haldun’un dikkat çektiği vergi normal verginin üstünde alınan vergiler
olsa gerektir. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Hükümetlerin
yeni, yeni vergiler koymaya hak ve salahiyetleri yoktur. 2- Hükümetler
vergi nispetlerini artıramazlar. 3- Hükümetler
gizli mal kaçırmak olduğu ve bir çeşit vergi alma olduğu için karşılıksız para
basamazlar. 4-Hükümetler
standart malların kalitesini düşürme girişiminde bulunamazlar. 5- Yeni vergi
koymak ve vergi nispetlerini yükseltmek mükelleflere zulüm gerekli vergiyi almamak ve
vergi nispetlerini düşürmek de devlete ve bütçeye zulümdür. 6- Normal bir vergi
üretimin artmasına memleketin mamur hale gelmesine ve hükümetlerin devamlı ve
istikrarlı olmasına yardım eder. 7- Fazla vergi
devleti çökertir, iktisadi krizlere ve hükümet buhranlarına sebep olur. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 180 “Allah'ın bol
nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedir.” Daha önceleri de
açıkladığımız gibi İslam ekonomisi, cimrilik yapıp mal yığmaktan ziyade harcama
yapma esasına dayanan bir ekonomidir. Bunun için üretim tüketime eşit olmalıdır. Bu
ayete dikkatli bir şekilde baktığımız zaman bilhassa bu esas açıkça görülüyor.
Kendileri için faydalı olsun diye mallarını harcamayıp yığan kimselerin bu
davranışları aslında zarar getirir. Buhl : Cimrilik
yapmak. Rağıp cimriliği şöyle tarif eder: Buhl yani cimrilik hapsedilmesi uygun düşmeyen
emek sarf edilerek kazanılmış olan malların harcanmayıp elde tutulmasıdır.[169]
Razi ise cimriliği harcama yapılması gerekli olan şeyi (yani vacip bir işi) men
etmektir diye tarif eder.[170]
Böylece nafile sayılan tetavvu infakları yapmamak cimrilik değildir. Ancak bireyin
kendisi için infak etmesi, akrabalarına bakması yükümlü olduğu vergiyi vermesi Müslümanların
savunması ile alakalı olan mal ve malzeme gibi şeyleri vermesi gerekli olan harcamalar
arasında bulunur. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Üretilen malların
tüketilmesi ekonomik hayat için faydalı bir iştir. 2- Üretilen malların
harcanmayıp saklanması ekonomik sirkülasyon ve tedavülü yavaşlatıp durdurur. 3- Elde edilen
malların kullanılıp harcanmaması sahiplerine hiç yoktan düşman kazandırır. 4- Elde edilen,
üretilen malların harcanmaması sahiplerini tembelliğe sürükler. 5- Toplum
düzeninin varlığından faydalanarak kazanılmış bulunan malların harcanıp tüketilmesi
iyilik doğurur. 6- Cimrilik
hastalığı sahiplerinde ruhi sıkıntılar meydana getirdiği gibi toplumda da bazı
ekonomik ve sosyal aksaklıklara sebep olur. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 181 “Onlar, Allah
fakirdir, biz ise zenginiz, dediler.” Ayetteki
kelimelerin açıklaması daha önce geçti. Hz. Ebu Bekir,
Yahudilerin dershanelerinden birisine gitmişti. Yahudi âlimlerinden biri olan Fenhâs’ın
dindaşlarına konuşma yapıp açıklamalarda bulunduğunu gördü. Yanına yaklaştı ve
ona Müslüman olmasını gerektiren bazı sözler söyledi. Fenhâs buna cevap olarak
yeminle işe başladı. Vallahi dedi, Ey Ebu Bekir, bizim Allah’a ihtiyacımız yok.
(karz-ı hasen olarak Allah’a kim ödünç verecek?[171],
şeklindeki ayetleri kastederek) daha o, bize muhtaçtır. Biz ona onun bize yalvardığı
kadar yalvarmıyoruz. Her halde biz ondan daha zenginiz. O zengin olsa idi,
arkadaşınızın (Hz. Peygamber’i kastediyor) iddia ettiği gibi, bizden istikraza
tenezzül etmezdi. O bizi hem faizden men ediyor ve hem de bize faiz vaat ediyor. Eğer o
zengin olsaydı bize faiz vermezdi gibi bir takım lakırdılarda bulundu. Bunun üzerine
Hz. Ebu Bekir ona bir tokat attı. Fenhâs bunu şikâyet etmek üzere Hz. Peygamber’e
geldi. Hz. Peygamber, Ebu Bekir’e niçin tokatladın diye bir soru açtığında Ebu
Bekir, onun söylediği lafları anlattı. Fenhâs ise ben bunları söylemedim diyerek
inkâr etti. İşte bunun üzerine bu ayet geldi.[172] Bunları söyleyen
bir tek kişi olduğu halde “ellezîne kâlû” (söyleyen kimseler) diye çoğul
olarak getirilmesi bunu başkalarının da söylediğini ve bu inancı o cemaatin ve o
toplumun taşıdığını ortaya koymaktadır.[173]
Görülüyor ki,
ayet, faizi mubah sayan kimselerin fikrilerini dile getirdiği gibi, aynı zamanda bütün
malların kendilerinin olduğunu kabul eden ve devletin mallar üzerinde hiçbir yetkisi
bulunmadığını zanneden bireyci ve fertçi görüşün yanlışlarına ve
sapıklıklarına da işaret eder. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Kapitalistler bütün
malların kendilerinin ve yüzde yüz kendilerine ait olduğunu zannederler. 2- Kapitalistler
yaptıkları bir harcamadan dolayı devlete büyük bir yardım ve iane verdiklerini
zannederler.
3-
Kapitalistler devletin kendilerine muhtaç olduğunu sanırlar.
4-Kapitalistler
devleti ele geçirmek ve onu hâkimiyetleri altına almak isterler. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 186 “Andolsun
ki, mallarınız ve canlarınız hakkında imtihan olunacaksınız.” Buradaki hitap müminleredir.[174]
Müminler hem malları ve hem de canları yüzünden imtihana uğrayacak, mihnet ve
meşakkat yeri olan bu dünyada bir takım sıkıntılara maruz kalacaklardır. Bu
imtihandan maksat, iyi ile kötüyü, malını ve canını değişmez-doğal-ilahi
kanunlara göre kullananlar ile kullanmayanları ayırmaktır. Bu Allah’ın her millet için
uygulamış olduğu bir kanun ve bir sünnetüllahtır, doğal bir kanunun gereğidir.[175] İnsana ömrünü
nerede geçirdiğinden, ilmi ile ne amel ettiğinden, malını nereden kazanıp ve nereye
harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulacağı hadislerde
belirtilmektedir.[176]
Ancak Mallar ve canlar hakkında Allah’ın koyduğu kanunlara uyan kimselerin bu
imtihandan başarı ile çıkacakları ümit edilir. Bu mallar ve canlar
hakkında uğranılacak imtihanın şekli hususunda çeşitli görüşler vardır. Bunlar
arasında şiddete uğramak, fakir olmak, vergi vermek ve Allah için infak etmek gibi
olanlar mallardaki imtihanlardır. Savaşlarda ölmek ve öldürülmek, hastalanmak,
akrabaları kaybetmek, çekilen her türlü ruhi ve bedeni sıkıntılar ise canlardaki
imtihanlardır.[177] İmtihan
olunacaksınız diye çoğul
kalıbı ile gelmesi, her ne kadar kişi kendi malı ve canı yüzünden tek başına
imtihan olacak olsa da mali ve bedeni bela ve musibetlerin daha çok sosyal olduğunu göstermektedir.
Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Mal ve canın
uydukları aynı doğal kanunlar vardır. 2- Mallar ve canlar
birlikte gelişirler. 3- Mallar ve canlar
birbirinden ayrılmazlar. 4- Herkesin bir
cana sahip olması doğal bir hakkı olduğu gibi onun mallara da sahip olması en doğal
hakkıdır. 5- Mal, canın
yongasıdır. 6- Kişiler
canlarına ve mallarına sahip çıkmakla yükümlüdürler. 7- Can ve malları
korumak onları tabi oldukları doğal kanunlara göre kullanmak bir hak olduğu kadar
aynı zamanda bir vazifedir. 8- Can ve mal yerli
yerinde kullanılmalı; bunlar gayelerini gerçekleştirmek için harcanmalıdırlar. 9- Can ve mallar
onların yaratılış gayesinin dışında kullanılmamalıdırlar. 10- Can ve mallara
gelen sıkıntılar ve felaketler bela ve musibetler genel olarak topluca gelir 11- Can ve mallarda
cereyan eden kriz ve buhranlar bireysel olmaktan çok sosyaldirler. 12- Kurtuluş,
refah ve saadet için bireysel çırpınmalar yeterli değildir; içtimai hareket ve
davranışları, soysal olayların olması ve meydana gelmesi gerekir. 13- Toplumun bünyesine
arız olan biyolojik psikolojik ve ekonomik krizlerin çaresi, ancak birlikte arınıp
korunmakla atlatılabilir. A. İmran Suresi 3/ Ayet: 188 “… ve
yapmadıkları şeylerle övülmek istiyorlar.” Bu ayet yapmadıkları
şeyleri yapmış gibi görünerek övülmelerini isteyen münafıklar veya Yahudiler
hakkında gelmiştir. Bunun nüzul sebebi ne olursa olsun, aynı şeyi isteyenler kötülenmişlerdir.[178]
Ehl-i kitap hakkında olan bu ayet, aynı işi Müslümanların yapmasını da yasaklar. Rüşvet yolu ile
makam elde eden kimseler, müstahak olmadığı halde mevki kapmak için kendisini yüksek
gösterme çabasında olanlar, yaranmak için idarecilere ve üstlerine yardakçılık
yapanlar, yapmadıkları halde halka yapmış gibi görünen idareci ve siyasilerin
hareketleri hep bu ayetin kapsamı içersine girerler. Böyle bir toplumda çalışmadan
kazanma hissi revaç bulur; âlimlerin yerlerini cahiller, kabiliyetli kişilerin
yerlerini beceriksizler, şahsiyetli kimselerin yerlerini de sönük ve silik insanlar alır.
Hak ve adaletin hâkimiyetinden sonra zulüm ve fesat kol gezmeye başlar. Böylece toplum
yıkılış ve çöküşe doğru gider.[179]
Böyle toplumlar, Allah’ın değişme doğal kanununa-sünnetüllaha uyarak tarih
sahnesinden silinir. Artık bunlar yerlerini adil, iyi ve dürüst toplumlara-devletlere bırakırlar.[180]
Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar 1- Kişiler layık
olmadıkları makama getirilmemelidirler. 2- Herkes kendi
yaptığı şeyin karşılığını alır. O kişi ancak yaptığı ile değer kazanır. 3- İnsanlar çalışmadan
kazanmak, yapmadan neticeye ulaşmak isterler. 4- Emeksiz ve
karşılıksız kazançlarda hayır yoktur. Bu yol topluma iyilik getirmez. 5- Emeksiz yemek,
vermeden almak ve ekmeden biçmek olmaz. 6- Emek harcamadan
ve çalışmadan elde edilen şeyler bir işe yaramaz. 7- Yapmadıkları
halde insanlara yapmış hissini vermeye özenenlerin bu davranışları toplum düzeninin
bozulmasına sebep olur. A. İmran Suresi
3/ Ayet: 195 “Rableri onlara,
şöyle cevap verdi: Muhakkak ki, ben, sizden erkek veya dişi, hiçbir çalışanın çalışmasını
zayi etmem. Hep birbirinizdensiniz.” Bundan önceki
ayette çalışmadan kazanmak isteyen, yapmadan yapmış gibi görünerek övülmek
isteyen kimselerin buna hakları olmadıkları açıklanmıştı. Burada ise erkek olsun
kadın olsun, çalışanların çalışmaları, asla kayba uğramayacağından
bahsedilmektedir. Yaptıklarının karşılığını alma bakımından Kadın ile erkek
arasında bir fark yoktur.[181]
Yaptığının ücretini alma bakımından her ikisi de müsavidir. Çünkü ücret ve karşılık,
yapılan işe göredir. Çalışıp işleyen kadın veya erkek olabilir. Yine bir şey
değişmez. Çünkü kadın erkekten, erkek de kadındandır.[182]
Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1- Toplum içinde
çalışan hiçbir kimsenin çalışması kaybolmamalıdır. 2- Her çalışan
kişi çalıştığının karşılığını almalıdır. 3- Kadınlar ve
erkekler çalıştıklarının karşılığını eksiksiz ve tam olarak alırlar. 4- Kadın ve erkek
herkes, çalışma imkânı ve çalıştığının karşılığını alma bakımından
eşittir. 5- Herkes
yaptığı iş kadar bir karşılık alır. [1] Alusi, III, 93 [2] Maide 5/ 33 [3] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 167 [4] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 168 [5] Feridun Ergin, İktisat, s, 109–119 [6] Kamus, IV, 645 [7] Bakara 2/ 83 [8] Bakara 2/ 276 [9] Elmalılı, II, 1051 [10] Reşid Rıza, III, 239 [11] Razi, VII, 196 [12] Nisa 4/ 3 [13] Kamus, II, 645 [14] Beyzavi, II, 7 [15] Razi, VII, 197 [16] Tevbe 9/ 34 [17]
Kehf 18/ 19 [18]
Kamus, II, 645 [19]
Kehf 18/ 31; Hacc 22/ 23; Fatır 35/ 33 [20]
Kamus, III, 1288 [21]
Razi, VII, 197 [22]
Razi, VII, 197 [23]
Razi, VII, 197 [24]
Bakara 2/ 223 [25]
Sabahaddin Zaim, İktisadi Doktrinler, s, 28 [26] Bakara 2/ 26 [27] Kamus, III, 417 [28] Razi, III, 198 [29] Razi, III, 198 [30] Reşid Rıza, III, 246 [31] Razi, VII, 198; Elmalılı, II, 152 [32] Razi, VII, 199 [33] Razi, VII, 200 [34] M. Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 699 [35] İbn Abidin, IV, 3 [36] Elmalılı, I, 92 [37] Dr. H Lugra, 3 [38] Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 69 [39] Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s, 76 [40] Menna Kattan İslam’da Mülkiyet Nizamı, s, 21 [41] Abdülkadir Udeh, el-Malü ve’l Hükmü Fi’l-İslam, s, 40–49 [42] İhsanullah Han, İslamiyet ve Komünizm Birbirine Zıddır, s, 8 [43]
Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 111; Buhari, Hars, 15; Ebû Dâvud, İmara, 37; Tirmizî,
Ahkâm, 38; Malik, Muvatta, Akdıye, 26, 27; Darimi, Büyû', 65; Ebu Ubeyd Kasım b.
Sellam, Kitab-ül Emval, s, 402–412, No: 700–726 [44] İslam Ansiklopedisi, V/II, s, 950 [45] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, 386–402, No: 674–699 [46] Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7 [47] Bakara 2/ 275; Nisa 4/ 2 [48] Buhari, Hibe, 11; Ebu Davud, Büyu, 87, No: 3536; Tirmizi, Birr, 34, No: 1954 [49] Bakara 2/ 180 [50] Nisa 4/ 7 [51] Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s, 77 [52] İslam Mecmuası, V, s, 11, Ağustos–1962 [53]
Abdülkadir Udeh, el-Malü ve’l-Hukmü Fi’l-İslam, s, 50 [54]
Ebu’l Ula el-Mevdudi, İslam’da İktisat Nizamı, s, 39
[55]
Şakir Berki, İslam Mecmuası, III, sayı: 30, s, 181, Mart–1960 [56] Fatiha 1/ 3 ayetin tefsirine bak [57] Razi, VIII, 4–7; Reşid Rıza, III, 270 [58] Reşid Rıza, III, 271 [59] A. İmran 3/ 32, 132 [60] Nisa 4/ 59; Nur 24/ 54 [61] Enfal 8/ 1, 20 [62] Şuara 26/ 108 [63] Nisa 4/ 80 [64] Besmelenin tefsirine bakınız [65] Bak, Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasi Düşünce ve İrade, s, 179; Molla Hüsrev, Mirat, s, 312 [66] Bakara 2/ 30 [67] Ahmet Hamdi Akseki, Riyazü’s-Salihin Tercemesi, Mukaddime, I, 15–18 [68] Abdülkadir Udeh, İslam Şeraiti, s, 62 [69] Ebu’l-Ula el-Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 30 [70] Bakara 2/ 124 [71] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 79–80; Elmalılı, I, 491 [72] Pezdevi, IV, 1257; Molla Hüsrev, Mirat, s, 297; İbn Melek, Şerh-ul Menar, s, 203; Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, s, 270 [73] Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 33–34 [74] Razi, X, 146 [75] Alusi, III, 135 [76] Kamus, IV, 27 [77] Kamus IV, 129 [78] Müminun 23/ 4 [79] Kamus II, 151 [80] Razi, VII, 133 [81] İbn Hacib, Kafiye, s, 95 [82] Razi, VII, 134 [83] Bakara 2/ 276 [84] Bakara 2/ 273 [85] Razi, VIII, 166 [86] Mesela Razi gibi. [87] Reşid Rıza, IV, 27 [88] Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 182, 797 [89] Alusi, IV, 22 [90] Elmalılı, II, 1155 [91] Gazali, İhya, II, 306; Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 240; Ebu Yala el-Ferra, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 284; İbn Teymiye, el-Hisbe Fi’l-İslam; Hayreddin Karaman’ın da bu konuda Diyanet Dergisinde, Ekim–1972 tarihli sayısında bir araştırma yazısı yayınlanmıştır. [92] İbn Haldun, Mukaddime, I, 574; Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 44 [93] Elmalılı, I, 508 [94] Elmalılı, II, 1154 [95] Alusi, IV, 21 [96] Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 182, 797 [97] Reşid Rıza, IV, 46 [98] İbn Teymiye, el-Hisbe, s, 6 [99] İbn Teymiye, el-Hisbe, s, 6, 67; Reşid Rıza, IV, 28 [100] İbn Teymiye, el-Hisbe, s, 67 [101] Reşid Rıza, IV, 47 [102] Kamus IV, 954 [103] Razi, VIII, 166 [104] Beyzavi, II, 35 [105] Fahr-ul İslam Pezdevi, Keşf-u Pezdevi, III, 975 [106] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 673 [107] Zümer 39/ 18 [108] Molla Hüsrev Mirat, s, 39 [109] Kamus, III, 673 [110] Alusi, IV, 21 [111] Elmalılı, III, 2357 [112]
Razi, VIII, 179 [113] Molla Hüsrev, Mirat, s, 246 [114] Razi, VIII, 179 [115] Kamus, III, 1306 [116] Razi, VIII, 183 [117] Kamus, III, 1307 [118] Bakara 2/ 71 [119] Razi, VIII, 185; Beyzavi, II, 37 [120] Razi, VIII, 185; Beyzavi, II, 37; Reşid Rıza, IV, 68 [121] Elmalılı, II, 1160 [122] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 53 [123] Mevdudi, Riba, s,14 [124] Bakara 2/ 275–281 [125] Elmalılı, II, 1171 [126] Bakara 2/ 279 [127] Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 104, 117 [128] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 135; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 64; Süleyman Karagülle, İslamiyet ve Ekonomik Doktrinler, s, 54 [129] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 64; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 25 [130] Buhari, Büyu, 76–77, No: 122; Ebu Davud, Büyu, 12, No: 3348–3350; Tirmizi, Büyu, 23, No: 1240; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 64 [131] Buhari, Büyu, 76, No: 122 [132] Buhari, Büyu, 77, No: 123 [133] Tirmizi, Büyu, 18, No: 1231 [134] Tirmizi, Büyu, 19, No: 1234 [135] Ebu Davud, Büyu, 248, No: 3350; Tirmizi, Büyu, 23, No: 1240 [136] İbn Mace, Ticarat, 50, No: 2261 [137] Buhari, Selem, 5–6 [138] Bak, Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 67 [139] Bakara 2/ 3 [140] Müfredat, s, 294 [141] Kamus, II, 489 [142] Razi, IX, 7 [143] Elmalılı, II, 1176 [144] Miladi 622 yılında [145] Tevbe 9/ 60 [146] Kettani, et-Teratib-ül İdariyye, I, 226 [147] Ahmed Şelebi, es-Siyaset ve’l İktisat Fi’l İslam, s, 217 [148]
Fahr-ul İslam, Keşf-u Pezdevi, III, 949 [149]
Kamus, III, 1301 [150]
Fatiha I/ 3 [151]
Razi, IX, 15; Beyzavi, II, 44 [152]
Dr. G. Pirou, s, 57 [153]
İbn Haldun Mukaddime, I, 424–434 [154]
Reşid Rıza, IV, 147 [156] Razi, IX, 60–66 [157] Reşid Rıza, IV, 199 [158] Elmalılı, II, 77 [159] Kamus, IV, 755 [160] Müfredat, s, 457 [161] Kamus, IV, 11 [162] Alusi, IV, 109 [163] Molla Hüsrev, Dürer, II, 137; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 287 [164]
Razi, IX, 70 [165]
Ebu Davud, Harac İmare Feyy, 7, No: 2937–2938; Ahmet b. Hanbel, Müsned-IV, 234 [166]
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s,
703, No: 1624 [167]
Ebu Yala el-Ferra, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 246 [168] İbn Haldun, Mukaddime, II, 58–61 [169]
Müfredat, s, 38 [170]
Razi, IX, 114 [171]
Bakara 2/ 245 [172]
İbn Kesir, Tefsir-ul Kuran-il Azim, I, 434 [173]Elmalılı,
II, 1239 [174]
Alusi, IV, 147 [175]
Reşid Rıza, IV, 275 [176]
Tirmizi, Sıfat-ül Kıyame, 1, No: 2416–2417 [177]
Razi, IX, 127; Alusi, IV, 147 [178] Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, II, 807 [179] Reşid Rıza, IV, 293 [180] Hud 11/ 102; Enbiya 21/ 105 [181] Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasat-ül Beyan, V, 815 [182] Reşid Rıza, IV, 306 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |