. | Kur'ânın Ekonomik Tefsiri
FATİHA SURESİ Fatiha Suresi 1/ Ayet: 1–3 “Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman
Rahim din gününün maliki Allah’ındır.” El : Ol. Daha önce geçtiği üzere
bu, Arapçada tarif harfidir. İngilizcedeki The, Fransızcadaki Le ve La, Almancadaki Der
ve Das’a tekabül etmektedir. Türkçede tarif harfi yoktur. Bunun yerine “o” veya
“ol” kelimesi kullanılmaktadır. Arapçada tarif harfi, bilinen
isimlerle, bu bilinen isimleri tavsif eden sıfatların başına gelir. Besmeledeki Rahman
ve Rahim sıfatlarının başına Allah kelimesini tavsif ettikleri için gelmiştir. Bu
“el” tarif harfinin cins, istiğrak, ahd-i harici ve ahd-i zihni olmak üzere dört
çeşit anlamı bulunmaktadır.[1]
a) Cins: Tarif harfi, bir şeyin
cinsini ifade etmek için getirilir. Mesela “El-racülü kaviyyün” (Erkek dediğin güçlü
olur) dediğimiz zaman “el-racülü” (erkek) kelimesinin başındaki tarif lamı bir
cinsi ifade etmek için söylenmiştir. Yani erkek cinsinin özelliği güçlü olmaktır,
demek olur. Bununla beraber bu cümlede herhangi bir erkekten bahsedilmemekte ve bütün
erkekler de kastedilmemektedir. b) İstiğrak : Tarif harfi, kelimenin
kapsamının tümünü ifade etmek için getirilir. Böylece bu bütün hepsi manasına
gelir. Mesela “Li’n nasi riclani” (Bütün insanlar iki ayaklıdır) dediğimiz
zaman insan kelimesinin başındaki lam-ı tarif, bütün anlamına gelmektedir. c) Ahd-i Harici : Tarif harfi, muhatabın
da bildiği, belli bir şeyi kastederken söylenir. Mesela “raeytü er-racüle ellezi
kellemeke emsi” (Seninle dün konuşan adamı gördüm) dediğimiz zaman er-racülü:
adam bilinen bir kimse olduğu için başına tarif lamı getirilmiştir. d) Ahd-i Zihni : Tarif harfi, konuşmada
veya cümlede önceden bildirilen bir şeyi kastederken söylenir. Mesela “Raeytü
racülen fi’s sükı ve kane er-racülü yüşbihuke” (Çarşıda bir adam gördüm; o
adam sana benziyordu) cümlelerinden ikinci cümledeki er-racülü: adam gerçekte her ne
kadar muhatapça tanınmıyorsa da ilk cümle onu tanıttığından ikinci defa olarak
tekrar edildiğinde bilinir hale geldiği için başına bir lam-ı tarif getirilmiştir. El-hamdü kelimesinin başındaki
lam-ı tarifin de dört ihtimali vardır, diyebiliriz a) Hüküm itibariyle hamde layık
olanın Allah olduğunu ifade etmek için “Hamd Allah’ındır” dediğimiz zaman hamd
kelimesinin başındaki lam tarif harfi cins içindir. Bu takdirde başkalarına
yapılmış olan hamdler de hamd olarak kabul edilebilir. b) İstiğrak manası ile “Bütün
hamd Allah’ındır” dediğimiz zaman hamd kelimesinin başındaki lam-ı tarif,
istiğrak için olduğundan, ne kadar hamd varsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ve Allah’tan
başkasının hamde layık olmadığını ifade eder. c) Herhangi bir işi bitirdikten
sonra neticeye varıldığı için söylenen “Elhamdülillah” (Hamd Allah’ındır) cümlesindeki
“el” belli bir iş karşılığı yapılan belli bir Hamdi ifade eder. d) Besmele çekerek bir iş yapmaya
başlayan kimse, bu işi yapacağını muhataplara bildirerek, yapacağı bu çalışmadan
dolayı Allah’a hamd ettiğini açıklamak isterse, hamd kelimesinin başına “el”
getirerek “el-hamdülillah” (Allah’a hamd olsun), der. Hamd : el-hamedetü, ateş alevinin
yanarken çıkardığı sese verilen addır.[2]
Sonra bu kelime, bir kimsenin sıkıntısını gideren bir şahsa karşı söylediği
minnet duygularını ifade eden sözlere isim olmuştur. Hamd etmek demek, yapılan
iyiliklere karşı minnet duygularını ifade etmektir. Şükür (teşekkür) daha çok
maddi ve fiili olarak mukabele etmektir. Hamd ise yalnız manevi ve kavli olarak yapılan
bir karşılıktır. Yaşatan ve çalıştıran Allah
olup bütün ihtiyaçlarımız o karşıladığına göre, her türlü çalışmalarımız
Allah için yapıp karşılığını da ondan bekleriz. İşte bu sebeple yapılan bu
iyiliklere karşı kendisine hamd ile mukabelede bulunacağımız tek varlık Allah’tır.
Meseleyi sosyal olarak düşünecek
olursak, toplumda her şey toplum için ve toplum adına ve devlet adına ve devlet için
yapıldığına göre, toplum olmadan birey ve bireyler hiçbir iyilikte bulunamayacaklarından,
toplum içinde yapılan her türlü hareket ve davranış ve bütün iyilikler de topluma
ve dolayısıyla devlete aittir. Bu bakımdan bütün bireyler ve kuruluşlar eşittir.
Onların minnet borçları topluma aittir. Toplumun dışında hiçbir şahsa, hiçbir
zümreye ve kuruluşa bir minnet borçları yoktur. Ne halkın devlet memurlarını bir
hizmetçi sınıfı olarak görüp kendilerini velinimet saymaya ve ne de memurların
kendilerini idareci görüp halkı sürü ve reaya saymaya hakları vardır. Bunlar
arasında sadece bir iş bölümü vardır. Toplum içindeki tüm işler zincir halkaları
gibi birbirine bağlı olduğu için herkes kendi iş ve görevini toplum içinde ve
topluma karşı yapar ve işin ücretini de yine toplumdan alır. Yani herkes tolumun bir
aracı durumundadır. O sebeple ne işçi ben çalışıyorum diye kendisini toplumun
velinimeti saymaya, ne de işverenlerin biz iş veriyoruz diye kendilerini velinimet görmeye
hakları olabilir. Böylece işçiler, işlerini sanki işverene değil, topluma
yapmaktadırlar. İşverenler de iş verirken toplum adına hareket ettiklerinden bu
vermenin karşılığını işçilerden değil sanki toplumdan almış gibi olurlar. Kuran-ı Kerim’de mali güce sahip
olup da elinde bulunan imkânları ile işçi çalıştıran kimselerin; bu işçilerden
hiçbir farkları olmadıkları, işçilerin rızıklarını onların değil, Allah’ın
verdiği, sadece aralarında bir vücudun azaları gibi, iş bölümü anlamında bir fark
olduğu bildirilmektedir.[3]
Bu ayetlerin tefsirinde Razi, toplumda bir düzen bulunduğunu, işbölümünün bu
düzenin bir gereği olduğunu, birisi işveren olurken, diğerinin de işçi olacağını
açıklayıp böyle olmadığı takdirde düzenin bozulacağını söyler.[4]
Demek ki, insanlar İslam’a göre
her yönden eşit değil, işbölümü anlamında bir eşitsizlik söz konusudur. Ancak bu
eşitsizlik, Allah’ın verdiği görevler bakımından ve insanların
yaratılışlarında var olan farklılıklar açısından olan eşitsizliktir. Yoksa
insanların birbirlerine karşı hiçbir üstünlükleri yoktur ve olamaz. İşte “Bütün hamd Allah’ındır”,
derken biz ekonomik olarak bu manaları anlamaktayız. Böylece bu cümle, hem bugünün
anlayışındaki idarede otorite dağılımının yani maşeri idarenin temelini atmakta,
hem de ekonomideki zincir halkaları gibi birbirine bağlı olarak kolektif bir çalışmanın
ve birlikte yaşamanın esaslarını getirmektedir. Her şey Allah’ındır; yani
birbirine bağlı olarak, dünden bugüne bir miras olarak intikal ederek kamunun, ammenin
ve toplumundur. Ancak Allah insana bu bireylerin birleşmesinden meydana gelen
toplulukların kolektif faaliyetleri içinde her ferde bir ölçüde kendisini temsil etme
yetkisi vererek, böylece düzenin devamını sağlamıştır. Bunu yapmakla bireyi
devlete karşı değil, onu devletin bir unsuru ve bir elamanı haline getirmek suretiyle
bireye hem kapitalistlerden daha üstün bir şahsiyet vermiş, hem de herkesi devlet
adına hareket ettirerek, devlete sosyalistlerden daha fazla güç kazandırmıştır. “Ba” harfi, her şeyin Allah’tan
geldiğine, her şeyin kaynağının ve ilk sahibinin Allah olduğuna delalet ediyordu. Bu
“lam” harfi de her şeyin Allah’a ait olduğunu ve onun için var olduğunu ifade
etmektedir. “Lam” harfi, istihkak, ihtisas, temlik ve talil manalarına gelir.[5]
Böylece ayetin manası bütün hamd, Allah’ındır, Allah’a aittir ve Allah içindir,
şeklinde olur. Rabb : Terbib, deriyi yağlayıp
yumuşatmak demektir.[6]
Deri önce yağlanır, sonra ovuşturularak bu yağ emdirilir. Bu işlem birkaç defa
tekrar edilir. Böylece en sonunda deri, bir daha katılaşmayacak şekilde
yumuşatılmış olur. İşte bu işleme terbiye veya
terbib adı verilir. Sonraları bu kelime,
kumaşın ve hamurun terbiyeleri için de kullanılmıştır. Mesela Türkçede de
zeytinin yenecek hale getirilmiş olan şeklinde terbiye edilmiş diye tavsif edilir.
Terbiyenin manası, bir şeyi aralıklarla değiştirip geliştirerek, yavaş, yavaş en mükemmel
hale getirmektir. Rabb, terbiye eden demektir. Allah,
her şeyi ilk halinden alıp geliştirmek suretiyle, en mükemmel hale getirmiş
olduğundan dolayı Rabb sıfatı ile tavsif edilir. Her şeyin Allah’tan olduğu ve
yine her şeyin ona ait olduğu esası, böylece burada biraz daha açıklanmış
bulunmaktadır. Bu husus, Allah’ın var etmesi aniden olmayıp tekâmül, gelişme
kanunlarına tabi olduğuna ve kâinatı bir düzen içinde var ettiğine işaretle, Allah’ın
bu yaratışta insanlara da görev verdiğini ve insanın bu görevi sayesinde yüksek
derecelere ulaştığını, bunun için de Allah’ın hamde değer kazandığını
bildirmektedir. Rabb, aynı zamanda sahip demektir.[7]
Mesela malın sahibi, çocuğun sahibi ve kölenin sahibi derken ibarede geçen bu rabb
kelimeleri, hep sahip ve malik anlamına gelmektedir. Rabb kelimesinin böylece bu anlama
da gelmesi, sahipliğin-mülkiyetin de illetini ortaya koymuş olduğunu anlıyoruz. Bir şeyin sahibi olmak demek, onu
başlangıçtan itibaren yetiştirip bakım ve terbiyesini yapmak demektir. Sahiplik, bir
şeyden faydalanma hakkını elde etmeden önce o şeyin ihtiyaçlarını giderme mükellefiyeti
demektir. Bir şeye emek verip onu yetiştirip geliştiren kimse, o şeye sahip olur.
Mesela hadiste belirtildiği toprağı ihya eden kimse onun sahibi olur.[8]
Mutlak Rabb Allah’tır. Diğerleri
ise Allah adına, ona vekâleten kısmi bir rablik yapmaktadırlar. Bundan dolayı
insanlar için “şu kölenin rabbi (sahibi), bu malın rabbi (sahibi)” denirken, tek
başına hiçbir kimse için rabb denilmemektedir.
‘Alem : İlk zamanlar bütün
heybeti ile kendisini gösteren dağa ‘alem
denilmiştir. [9]
‘Arafat kelimesi ise kendisine çıkılacak
bir yolu ile bir yüzü görülebilen dağ anlamına gelir.[10]
‘İlim de bir şeyi zatı ile bilmektir.[11]
Marifet ise bir şeyi vasıfları (isimleri) ile bilmektir ki, Türkçede biri bilmek, diğeri
de tanımak kelimeleri ile ifade edilir. Buna bir örnek vermek gerekirse biz Allah’ı
tanırız, Allah ise bizi bilir. ‘Alem kelimesi sonraları bayrak
ve nişan kelimelerinde olduğu gibi varlıkların zatına işaret eden şeylere isim
olmuştur. Arapçada özel isimlerin adlarına da ‘alem
denir. Kâinattaki bütün varlıklar, Allah’ın zatı için birer işaret
olduklarından, onlardan her birine de yine ‘âlem denilmiş olabilir. Onun için
bütün varlıklar ve insanlar hep birer âlemdirler. O halde hamd, kendi zatını
işaretleyip belirleyen ve her şeyin var edip yetiştiricisine mahsustur, teşekkür ve
minnet ona layıktır. Başka hiçbir kimsenin bunda bir payı yoktur ve olamaz. ‘âlem kelimesi burada çoğul
kalıbı ile getirilmiştir. Arapçada cemi salim ve cemi teksir olmak üzere iki türlü
çoğul kalıbı vardır.[12]
Cemi müzekker salim kalıbı şuurlu varlıklar için kullanılır.[13]
Bu çoğul kalıbı, tekil kalıbının sonuna vav ve nun veya ya ve nun harfleri
getirilmek suretiyle yapılır. İşte ‘âlemin kelimesi böyle bir çoğul olup şuurlu
varlıklardan meydana gelen her hangi bir topluluğu ifade eder. Eğer lam-ı tarifle
gelirse, belli bir topluluğu veya bütün toplulukları ifade eder. Aynı kökten gelen ‘ulema çoğulu ise cemi teksir kalıbında
olduğu için böyle değildir. O bir topluluğu değil, teker, teker fertlerin çokluğunu
ifade eder. Hem şuurlu ve hem de şuursuz varlıklar için kullanılabilir. Salim müzekker
çoğul kalıbı, organize olmuş bir cemaati ve topluluğu ifade ederken, teksir çoğul
kalıbı da sadece sayıyı ifade eder, yığını bile ifade edemez.[14]
Rabbi’l-âlemin, denirken burada ‘âlemin kelimesi cemi müzekker salim olduğu için
şuurlu varlıkların topluluğunu ifade eder. Başındaki lam-ı tarif, bir topluluğu
belirtmek için gelmiş olabilir ki, bunu söyleyenin ailesinden milletine kadar olan
toplulukları ifade edebilir. O zaman bu topluluğu var eden, yetiştirip geliştiren,
onların hamdine layıktır, anlamı ortaya çıkar. Eğer tarif harfini, bütün anlamında
alırsak, büyük olsun, küçük olsun, yeryüzünde bulunan bütün topluluklar
kastedilmiş olur ki, o zaman mana, bütün toplulukları var edip yaşatan Allah’a hamd
olsun şeklinde olur. Bunu toplum yani devlet açısından
ekonomik olarak düşündüğümüzde ise, bireyleri (ocak, bucak, il ve devlet olarak)
topluluklar halinde teşkilatlandıran, ayrıca dini, ilimi, siyasi ve mesleki teşekküller
şeklinde gruplaştıran bunların kurulup gelişmeleri için başlangıçtan beri bütün
yükü üzerine alan devlet, bunların hepsinin sahibidir ve teşekküre sahip sadece
odur, başka kimsenin bunda bir payı yoktur, şeklinde bir anlam çıkarmış oluruz. Malik : Is (sahip) demektir. Davar sürülerine
öncülük eden hayvana, (mesela kösem koyuna) Araplar melik derler. Bir davar
sürüsünü herhangi bir yöne sürdüğümüz zaman davarlar, hemen o tarafa akıp
gitmez, belki direnirler. Ancak ilk önce hareket edip önde giden ve kendisine Türkçede
kösem denilen öncül birisi yürüyünce diğerleri de hemen onun arkasından akıp
giderler. İşte bu öncül-kösem hayvana Araplar “melik” derler.[15]
Sonraları insan topluluklarını
idare eden ve onlar üzerinde emretme ve yasak koyma yetkisine sahip olan başkanlara da
melik denilmeye başlanmıştır. Mülk ise
bir topluluğu sevk ve idare etme gücü olup iktidar anlamına gelir.[16]
Milk de bireyin tasarrufa yetkili olduğu mal
varlığı anlamına gelir. İşte malik, bir şey üzerinde
söz sahibi olan ve bir topluluğun meliki bulunan demektir. Allah insanların melikidir.
O sebeple onlardan hesap sorma hak ve yetkisine sahiptir. Dolayısıyla hesap gününün
maliki (veya meliki, bunda iki türlü kıraat vardır.)[17]
Allah’tır. Yevm : Gündüz. Yevm, güneşin doğması ile ortaya
çıkan aydınlığın adıdır. Bunun için gün doğumundan gün batımına kadar olan
zamanın adı olmuştur.[18]
Üç gün denildiği zaman bu ifade iki geceyi içerinse almış olur. Sonraları bir
işin başlayıp bitme zamanının toplamına yani mutlak olarak vakte yevm denilmiştir ki, Türkçede de gün kelimesi
aynı bu anada kullanılır. Bugün dünyada rahatsın, bakalım yarın ahirette ne
yapacaksın, dediğimiz gibi.[19] Burada hesaplaşma gününden
bahsedilerek, bu günün malikin Allah olduğu bildirilmektedir. Bu ifadenin getirdiği
esas şudur ki, Allah koyduğu düzene uymayanları cezalandıracaktır. Ancak bu ceza,
serbest bir iradenin neticesinde meydana gelen bir fiilin cezadır. Yoksa Allah hiçbir
zaman kulun yapacağı şeylere mani olmamaktadır. Buna göre yasak fiil önce işlenir
ve sonra da onun cezası verilir. İnsanların yapacakları şeylere engel olmak esas
değildir. Bunun için insanların yapacakları şeylere polisiye tedbirlerle mani olmak,
onların serbest iradelerini ellerinden almak demek olur. İşte İslam düzeninde kuvvet
yoluyla idareden ziyade hukuk ile idare yöntemi vardır. Bunu ifade etmek üzere ayette
Allah için hesaplaşmanın maliki denilmeyerek,
hesaplaşma gününün, vaktinin sahibi,
buyrulmuştur. Bunun için suçu önleme yerine suçluyu cezalandırma anlayışı
getirilmiş bulunmaktadır. İslam gelmeden önce idare edenlerin dayandığı tek kaynak
kuvvetti. Ondan dolayı hukuk ve kanun yerine kuvvet ve tahakküm yürürlükteydi. İslam
ise hukuk düzenini getirmiştir.[20]
Bu yevmi’d–din : Hesaplaşma gününden maksat,
öbür dünyada kurulacak olan mahkeme zamanı yani Allah için kurulacak olan mahkeme
günüdür, hesaplaşma vaktidir. Dünyada Allah’ı temsil eden devlet de düzene
uymayanları kendi adına kurulacak olan bağımsız mahkemeler vasıtası ile hesap sorar
ve suçluları cezalandırır. Hükümetler de bu cezaları infaz ederler. Burada Allah,
kendi mülkiyetinden ve hesaplaşma gününün sahibi olduğundan bahsediyor. Öyleyse
devletin asli görevlerinden birisi de kaza işleridir. Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eşari’ye
göndermiş olduğu kaza hakkındaki mektubunda bilhassa buna işaret etmiş oluyordu.[21] Din : Ceza, hesap, kaza, siyaset,
itaat, hal, adet…anlamlarına gelir.[22]
Deyn ise vadeli borca, denir.[23]
Bir kimsenin, vadeli olarak, ileride ödemek şartıyla bir şey almasına deyn: borç, adı
verilir. Din ise borçların hesaplanarak tasfiye edilmesi halidir. Geniş anlamda din,
karşılıklı olarak alacaklı ve borçlu olma düzenidir. Buna göre dinin ekonomik açıdan
şöyle birkaç tane tarifini yapabiliriz: 1- Bir borç karşılığı verilen
şeye din, denir. 2- Borç ve alacağın tespit
edilmesine din, denir. 3- Borç ve alacakları koruyan düzene
(devlet düzenine) din, denir. 4- Hak ve vazifeleri tespit edip
tebliğ eden düzene (inanç düzenine) din, denir. İşte burada “yevmi’d-din”,
hesaplaşma günü olarak manalandırılmaktadır. Borç ve alacakların tasfiye
edildiği; hak sahiplerinin alacaklarını aldığı, suçluların ise
cezalandırıldığı bir zamandan bahsedilirken “din
günü” diye söz edilmektedir. Mutlak olarak hesap sorma yetkisi
yalnız Allah’ındır. Devletin hesap sorma yetkisi ise sınırlıdır. Devlet
idarecileri bu hudutları aşamayacakları gibi, bunlara aykırı davrandıkları zaman da
sorumlu duruma düşerler.[24]
Allah, insanlar öldükten sonra, kuracağı mahkemede suçluları yargılayacak ve hak
sahiplerine haklarını verecektir. Dünyada ise devlet ancak bazı suçların cezasını
vermekle görevlidir.[25]
Mahkeme gününün mutlak sahibi Allah olduğu için, suç olduğu devlet düzeninde
belirtilmeyen hiçbir fiil, suç sayılamayacağı gibi, yine devlet düzeninde
bildirilmeyen bir ceza da kimseye uygulanamaz. İsim cümlesi: Mananın daha şümullü
olup geçmiş, hal ve gelecek zamanları içersine alması için[26]
burada fiil cümlesi kullanılmayıp isim cümlesi kullanılmıştır.[27] Marife Haber: İsim cümlesi, müpteda
ve haberden meydana gelir. Müptedanın Marife, haberin ise nekre olması esastır.[28]
Manada tahsis ifade etmesi için bazen haber marife olarak gelebilir.[29]
İşte burada “Hamd Allah’ındır” dediğimiz zaman Allah kelimesi haberdir ve
marife olarak gelmiştir. Bu yüzden cümlenin manası, hamd sadece Allah’ındır,
başkasının değildir, demek olur. Mutabakat : Burada bir çok
mutabakat sanatı kullanılmıştır. Şükür denilmemiş, hamd denilmiştir. Böyle
söylenmesi daha uygun görülmüştür. Çünkü şükür fiili, hamd ise kavlidir.
Allah, insanların fiiline muhtaç değildir. İnsanların, Allah’a verebilecekleri tek
şey, dille ve sözle hamd etmeleridir. Hamd, Allah’ındır, denilmiş,
Allah’ın adınındır, denilmemiştir. Çünkü isimler yani sıfatlar, hamd için
birer vesiledir. Bunun için hamd Allah’ın sıfatlarına değil, doğrudan doğruya
zatına yapılır. Hamd, bir şuurlunun diğer bir
şuurluya arz edeceği bir minnet ifadesidir. Burada var edip yetiştirme,
yaşatma, çalıştırma ve kötüleri cezalandırıp iyileri mükâfatlandırma gibi
Allah’ın dört çeşit sıfatı sayılmıştır. Allah’a yapılan hamd, bu
sıfatlarından dolayı olsa gerektir. İkileme Sanatı : Kâinatta her şey
çift, çift yaratılmıştır.[30]
Her şeyin bir eşi vardır. Dolayısıyla ifadede eşlerin bir arada zikredilmesi
denklemeyi meydana getirir. Besmele’de yaşatan ve çalıştıran
sanatlarından (sıfatlarından) bahsedilmiş ve var olmanın iki temeline, var olma ve görev
yapmaya işaret edilmiştir. Şimdi de burada bu iki sıfata, iki daha eklenmek suretiyle
sıfatlar dörde yükselmiştir. Yaşatma sıfatı, var edip yetiştirmeyi içersine alır.
Çalıştırma sıfatı da işin sonunda hesaplaşmayı içersine alır. Böylece besmele’deki
rahman ve rahim sıfatlarının manası biraz daha genişlemiş olmaktadır. İşte burada Fatiha suresinin bu
birinci bölümünde Allah’ın dört sıfatından bahsedilmekle, Allah bu dört sıfatı
ile tanıtılmış olmaktadır. Buna göre ekonomik olarak toplumun ve devletin de dört
temel vazifesi olduğu anlaşılmaktadır: 1- Toplum, halkı cemaatler halinde
teşkilatlandırıp geliştirir. 2- Toplum herkese fert ve
topluluklara, kuruluşlara yaşama imkânları sağlar. 3- Toplum, çalışabileceklere çalışma
imkânları sağlar ve iş gücünü kanalize eder. 4- Toplum, çalışanların
ücretlerini verir, iyi ve faydalı iş yapanları mükâfatlandırır, kötü ve zararlı
iş yapanları ise cezalandırır. Düzeni kurmak, düzenin ihtiyaçlarını
temin etmek, düzeni çalıştırıp üretim yapmak ve düzende meydana gelen arızaları
gidermek, işte İslam düzeninin temel esasları bunlardır, diyebiliriz. Fatiha suresinin, Allah ile kulu
arasında ikiye taksim olunduğu hususunda kutsi bir hadis vardır.[31]
Birinci bölüm Allah’ı dolayısıyla kamuyu, toplumu ve devleti tanıtır. İkinci bölüm
ise insanı dolayısıyla ferdi ve bireyi tanıtmış olur. İşte böylece Fatiha Allah
ile insan arasında, toplum ile birey arasında mevcut olan ilişkileri düzenler,
diyebiliriz. Ayetlerden Çıkarılan Ekonomik
Esaslar 1- Hiçbir fert ve zümrenin diğer
fert zümrelere tahakküm etme hakkı yoktur. 2- Devletin ekonomik açıdan dört
temel görevi vardır:
a) Halkı topluluklar halinde
teşkilatlandırıp geliştirmek,
b) Yaşama düzenini kurmak,
c) Çalışma düzenini kurmak,
d) Hesaplaşma düzenini kurmak. 3- Bütün düzenler dört temele
dayanır:
a) Düzeni kurup geliştirmek,
b) Düzenin ihtiyaçlarını
karşılamak,
c) Düzeni çalıştırıp üretim
yapmak,
d) Düzenin arızalarını gidermek. 4- Düzende suçları önceden
önleme yerine işlendikten sonra cezalandırma esastır. 5- Düzeni kurmak toplumun-devletin
temel görevidir. 6- Bir şeye malik olmak, ondan
faydalanma hakkı kadar, ona hizmet etme görevini de içersine alır. Fatiha Suresi 1/ Ayet: 5 “İbadeti san yapar ve yardımı
senden isteriz.” ‘İbadet : Verilecek bir işi
yapmaya hazır olarak emir almak için bekleyen kimseye ‘abd, denir. Eski Arap kabile şeyhleri, şimdiki
odacı, kapıcı gibi kimseleri yanlarında devamlı olarak bekletir ve onlara gereken
işleri yaptırırlardı. Bu şekilde gelip geçmeye hazır
durumda olan yollara, kullanılmak için emre amade tutulan binek veya yük develerine,
ziftlenmiş-yağlanmış yolculuğa hazır tutulan gemilere muabbed derler.[32] Sonraları ‘abd, başkasının
işini yapmayıp sadece sahibinin emrinde olan hizmetçilere ve kölelere isim olur hale
gelmiştir. ‘İbadet, bir kimsenin birisine
varıp ben yalnız senin emrindeyim ve senin işini yapacağım, emrinize hazırım diye
haber vererek, hürmetini dile getirmesidir.[33]
İslam’da ibadet yanız ve sadece Allah’a yapılır. Fiil Cümlesi : Allah sıfatları
ile beraber tanıtılırken hep isim cümlesi kullanıldığı halde, burada ise fiil cümlesi
kullanılmıştır. Hem geçmiş ve gelecekteki işler insanın gücünün dışında
olduğundan ve insan, ancak hali yaşayıp içinde bulunduğu halde çalışıp iş
yapabildiğinden muzari (geniş zaman) kalıbı ile “ibadeti sana yapıyoruz”, denilmiştir.
Çünkü muzari fiiller hal ve istikbal harflerinden soyuldukları zaman her ne kadar hem
hale ve hem de istikbale delalet etseler de ilk akla gelen şey, onların hali ifade
etmiş olmalarıdır.[34] Çoğul Kalıbı : Tekil kalıbı ile “sana
ibadet ediyorum”, denilmeyip çoğul kalıbı ile “ibadeti sana yapıyoruz”,
buyrulmuş olması da önemlidir. Böyle söylenmiş olması, bir topluluğu ifade eder.
Yalnız buradaki topluluk kuru kalabalık değil, görevleri ayrı, ayrı bölünmüş,
hep birlikte hareket edebilen bir birliktir.[35]
Bir ibadet birlik olarak cemaat halinde yapılır. İbadetin dışında kalan bütün diğer
işler de sosyal ve toplumsal bir mahiyet taşıdığından, işbölümü yapılması ve
her bireyin bağımsın kendi başına ayrı, ayrı çalışmasıyla bu sosyal topluluğu
meydana getiren kişilerin bütününün ortaya koyduğu tüm hareket, insanoğlunun kendi
özelliğinden gelmektedir. İyyake : Sana Buradaki muhatap Allah’tır. Kul,
Allah’a doğrudan doğruya, arada hiçbir vasıta ve aracı bulunmadan “sana” diye hitap etmektedir. Arapça dil
kurallarına göre bu kelimenin fiilden sonra getirilmesi gerekirdi. O burada tahsis ifade
etmesi için böyle fiilden önce getirilmiştir. Allah’a ibadet yapılacağını ve hem
de ibadetin yalnız Allah’a yapılacağını bildirmek için takdim edilmiştir. Ve : Atıf harfidir. Aynı hükme tabi olanlar, bu
harf sayesinde birbirlerine bağlanırlar. Bu harf, öncelik ve sonralık gibi bir sıra
ve tertip gerektirmez. Ancak bu harfle bağlanan kelime ve cümlelerin bir arada bulunması
esastır.[36]
Ancak böyle olursa amaç meydana gelmiş olur. Eğer birisi olur, diğeri olmazsa gaye hâsıl
olmaz. Burada da hem ibadet Allah’a yapılmalı, hem de yardım ondan istenilmelidir.
İş kime yapılırsa, ücret de ondan istenip alınır. Dolayısıyla bunları
birbirinden ayırıp bölmek mümkün değildir. Nestein : Yardım isteriz. Avan diye ne genç, ne yaşlı tam
kullanılmaya elverişli fakat orta yaşlı bir hayvana denir.[37]
Bu yaşta olan kadınlar için de kullanılır. Develerin insanlar için işledikleri
yardımlara benzetilerek, bir iş yapılırken, başka birisinin yardım etmesine “avn” adı verilir. “Nusret” kelimesi düşmana karşı olan
yardım için, “avn” ise işlerdeki
yardımlar için kullanılır. İnsan kendi başına bir iş yapamaz. O mutlaka bir
yardım almak zorundadır. Allah’ın emrinde çalışırken bütün yardımı da ondan
almak durumundadır. İşte bütün karşılık ve ücret de ondan beklenir. İstifal Babı : Burada avn kelimesi
istifal babından getirilmiştir. Bu bap ise talep (istemek) için gelir.[38]
Böylece bu yardımı senden istiyoruz manasına gelir. Emrinizdeyiz, gerekli yardımı
senden istiyoruz, demektir. Bu şekilde burada ibadetle dua bir arada yapılmış
olmaktadır. Hazif : Allah, sıfatları ile
tanıtıldıktan sonra, burada insanların görevleri kendilerinin sözleri ile ifade
edilerek, fasl yapılmıştır. Böylece durumun icabı olarak gaipten muhataba (üçüncü
şahıstan ikinci şahsa) beliğ bir iltifat yapılmıştır. Allah’ın sıfatları
sayılırken, önce yaşatıcı, sonra çalıştırıcı olarak sıralandığı halde
insanların görevleri sayılırken önce çalışma, sonra ihtiyaçları iteme işi
getirilmiştir. Çünkü Allah önce yaşatır, sonra iş ister; birey ise önce çalışır,
sonra da ücret alır. Böylece toplumun görevinin yaşatıp çalıştırma, bireyin görevinin
ise çalışıp ücret alma olduğu meydana çıkmaktadır. Yani yaşama hakkı, çalışmaktan
ileri gelmektedir. Çalışmanın karşılığı ise ücrettir. Çalışamayacak durumda
olanların çalışıp kazanmadan yaşamaya hakları olduğu gibi, çalışanların da
çalıştıktan sonra ücret almaya hakları doğar. Ancak burada doğrudan ücret talep
edilmemekte, işe bir yardım istenilmektedir. Böylece bireyin aldığı ücretin, kendi
yaşaması için verilmeyip çalışmasına yardım için verilmiş olduğu gerçeği
ortaya çıkmaktadır. O halde birey, çalışıp kazanırken, servet elde ederken bunu
sermaye olarak kullanmak için edinmelidir. Onun çalışabilmesi için sağlığına
dikkat etmesi, kendisini ve kendi bedenini de bakıp beslemesi gerekir. Aslında insan vücudu
onun kendisinin değil, o ona bir emanettir. Bunun için birey vücudunu bünyesini yıpratmadan
emanet edenin arzusuna göre kullanmak durumundadır. İnsanın ömrünü nerede geçirdiğinden,
ilmi ile ne amel ettiğinden, malını nereden kazanıp ve nereye harcadığından, vücudunu
nerede yıprattığından sorguya çekileceği hadislerde haber verilmiştir.[39] İyyake munfasıl zamirleri takdim
edilerek Allah’tan başka hiçbir kimsenin işi yapılmayacağı ve Allah’tan başka
hiçbir kimseden hiçbir şey talep edilmeyeceği ifade edilmiştir. Böylece burada
besmelenin anlamı daha da açıklanmış bulunmaktadır. Burada çoğul kalıpları
kullanılarak iş hayatında cemaatleşme ve toplu olarak çalışıp toplu olarak üretip
hareket etme esası getirilmiş olmaktadır. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar 1-Bütün üretim vasıtaları
aslında toplumun olup bunlardan hareket toplum adına kullanıp faydalanırlar. 2- Toplumda üretim zincirin
halkaları gibi birbirine bağlı olup içtimai, sosyal ve kolektiftir. Dolayısıyla tüketim
de içtimai ve kolektif olup herkes ona göre hareket eder. 3- Ücret çalışan kişinin
yaşaması için değil, mesela onun çalışırken muhtaç olduğu sermaye temini ve
diğer vasıtalar gibi elamanların sağlanmasında ona yardım olması için verilir. 4- Bir insan herhangi bir sebeple
çalışmasa bile o, yaşama hakkına sahip olup mensup olduğu toplum tarafından ihtiyaçları
temin eldir. 5- Bireyler, daima ve her zaman
kendilerine sağlanan imkânların, çalışıp iş üretmek için olduğunu ve herkesin
hayatı garanti altında olup yaşayacağı için kendisinin de bu fırsata sahip olduğu
bilinci içersinde ve bu düşünce ile çalışıp hareket ederler. Herkes, toplum ve
devlet düzeni içersinde çalışarak yapılan yardımlardan faydalanır. 6- Toplumun bütün bireyleri
hiçbir aracı kullanmadan devletin tüm kademeleri ile doğrudan ilişki kurabilirler. Fatiha Suresi 1/ Ayet: 6 “Bize doğru yolu hidayet et”
(Bize doğru yolu göster.” Hidayet : Bu kelimenin asıl manası
bilmeyen bir kimsenin önüne düşüp onu gideceği yere götürmek demektir. Önden
giden develere hevad adı verilir. Bir yere
gitmeden önce ikram olmak üzere gönderilen armağanlara hediye denilmektedir. Bir iş yapılmadan evvel
ibadet maksadıyla kesilen kurbanlara hedy adı
verilir. Hacıların Harem sınırları içinde kesmiş oldukları kurbanlara da hedy denilmektedir.[40] Hidayet fiili bir mefulle
kullanılır. Mesela “Allah bana hidayet etti.”, cümlesinde olduğu gibi ki, bu
öncülük etti, beni doğruluğa getirdi ve hakka erdirdi demek olur. Bu fiil iki mefulle kullanılır.
Mesela bu anlamda “Allah bana doğru yolu hidayet etti.”, demek, bana doğru yolu gösterdi,
demek olur. Bu fiil “ila” cer harfi ile geçişli hale gelir.
Mesela “Allah benim için doğru yolu hidayet etti.”, cümlesini söyleyen bir kimse,
kendisi için Allah’ın doğru yolu meydana getirdiğini ve ortaya koyduğunu ifade
etmiş olur. Ba harfi ile geçişli olur. Mesela “Allah
kitabı ile hidayet etti.”, cümlesi bu anlamda Allah kitabı yol gösterici olarak
verdi demek olur. Bizim burada “ihdina’s sırata’l-müstekim” derken Allah’a
etmiş olduğumuz dua, Allah’ın bize doğru yolu göstermesidir. İşte Müslümanlar
bu doğru yolu bilip bulup öğrendikten sonra zaten bu doğru yoldan giderler. Esasen
bunu yapacaklarına daha önce geçen ayetler ile de söz vermişlerdir. İşte bunu için
“bizi doğru yola götür”, demiyoruz; “bize doğru yolu göster”, diyoruz. Yani
burada bulunan hidayet fiili cer harfi kullanılmadan iki mefule geçişli olarak
gelmiştir. Buradaki hidayet et emri, dua
makamında kullanılmış ifadedir.[41]
Meydana gelmesini istediğimiz bir şeyin ve işin sebep ve şartlarını hazırlayıp
yerine getirdikten sonra dua edilir. Dua, sebeplere sarıldıktan sonra yapılır. Ziraatçı
tarlaya tohumunu eker sonra ekinin iyi olması ve iyi bir ürün alınması için de dua
eder. Burada da biz önce doğru yolu ararız, sonra da Allah’tan bu arayışımızda
bize yardımcı olması için dua ederiz. Bu açıdan baktığımızda insanlar Allah’ın
işçileri sayılırlar. Onun için biz ne iş yapacağımızı da yine Allah’tan öğreniriz.
Ne yapacağımızı, ne yapmayacağımız ve nasıl yapacağımızı Onun gösterdiği
yollarda yürümek suretiyle öğreniriz. Emir Kalıbı : “Bize doğru yolu göster”,
derken burada emir sığası kullanılmıştır. Emriler, üst makamdan altta olanlara
verilir. Emri veren kimse, kendisini üstün ve yüksek görmelidir. Bir kimse,
kendisinden yüksek ve üstün bulunan bir zattan bir şeyi emir kalıbı ile isterse bu
bir emir değil, ancak, dua, niyaz ve istirham olur.[42] Burada “bana göster” denilmeyip
de “bize göster”, denilerek kelimenin çoğul kalıbı ile getirilmesinin sebebi,
araştırmaların bireysel olarak değil de istişare ederek başka kimselere de sorup
birlikte ve topluca yapılması gerektiğine işaret edilmektedir. Sırat : Sağa ve sola kıvrılmayan,
inişli ve çıkışlı olmayan, düz yola sirat, zirat ve sırat denilmektedir. Yol,
gidilen arazi çizgisinin adı ise de[43]
sonraları her türlü gidişe yol denilmiştir. İki nokta arasında olan düz yola sırat,
adı verilir. Biz bu dua ile çağrıda bulunarak Allah’tan bu yolu istemiş oluyoruz. Böylece
en kısa olan ve bizi hedefe en kolay ve en çabuk götürecek olan doğru yolu istemiş
oluyoruz ve dua ediyoruz. Bu sırat kelimesi hem tekil ve hem
de maarife olarak getirilmiştir. “Biz yollar göster”, denilmemiş de “Bize yolu göster”,
buyrulmuştur. Şu halde çoğul olan biz, bir yolu, tek yolu ve doğru olan biricik yolu
araştırıp bulmaya çalışacağız demektir. Müstakim : Dümdüz, dosdoğru,
demektir. Ayakta duran ve dikelmiş olan adama kaim derler.[44]
İstikamet kelimesi, bir çizgi ve ip gibi uzanan bir yol hakkında kullanılır.[45]
Yani bu yönü belli olan dosdoğru bir yol demektir. Allah’tan istediğimiz yardım,
Allah’ın bize dosdoğru olan yolu göstermesiyle gerçekleşmiş olur. Bu yol, hak
yoludur.[46]
Bir fiilin kendisi çoğul olup
mefulü tekil olursa, o fiilin faili olan çokluk kimselerin o işi birlikte
yaptıklarını gösterir. Mesela “Eve giriniz”, denildiği zaman bir tek eve
girileceği anlaşılır. Fakat meful de çoğul olursa faillerden her biri ayrı, ayrı
iş yapmış olurlar. Bu hususta Razi, çoğula karşı çoğul kalıbı kullanıldığı
zaman bu işin failler arasında birlikte yapılmadığı ve her kese ayrı bir ünite düştüğü
hakkındaki usul kuralını açıklamıştır.[47]
Mesela “Evlere giriniz” denildiğinde herkes ayrı bir eve girer. Ancak “Ey iman
edenler, Allah’a iman ediniz”[48]
denildiğinde iman edenlerin hepsinin bir tek Allah’a iman ettiği anlaşılır. Abdest
ayetinde teyemmüm ve gusülden bahsedilirken “kadınlara temas etmiş iseniz”[49]
denirken burada herkesin ayrı, ayrı kendi hanımı ile temas kurmuş olacağı açıktır.
Yoksa onlar, yasak olan bir fiili, zinayı işlemiş olurlardı. İşte bu ayette “Bize doğru yolu
göster” buyrulurken her ne kadar yolda gidecek olanların sayısı çok olsa da yolun
tek olduğu açıkça anlaşılır. Tarif harfi, hangi kelimenin
başına gelirse o kelimeyi belirli yapar. Sırat kelimesinin başındaki lam-ı tarif,
onu belirli hale getirmiştir. Yani bu yol, aslında bilinen bir oldur. İnsan bunu
istedikten sonra kolayca bulabilir. O yeter ki, bulmak istesin ve bu hususta
araştırmasını yapmış olsun. İstifal babı talep manasına da
gelir. Bu sebeple sanki bu doğru yol, saliklerini hakka götürmek istiyor ve onun için
doğrulmakta yönelmekte ve dümdüz olmaktadır. Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-Toplum ve devlet adına hareket
eden bireyler, düzenin gereklerini araştırıp öğrenmek zorundadırlar. 2- Bireyler, düzenin gereklerini
tespit ederken diğer bireylerle işbirliği yaparak istişarede bulunurlar. 3- Bireyler, devlet işlerinde
aracı kullanmaksızın devlet makamları ile doğrudan doğruya temas kurabilirler. 4- Bireyler çalışmalarını
yaparken belli bir hedefe doğru yönelerek genel bir plan (devlet düzeni ve planlaması)
içersinde hareket ederler. 5- Bireyler, en ekonomik (en kısa
ve doğru) yolu arayıp bulmak için çalışırlar. Fatiha Suresi 1/ Ayet: 7 “Kendilerine inam ettiğin
kimselerin yoluna” Sırat : Yol. Bu ayette sırat kelimesi tekrar
getirilmiştir. Bu yol önceki yolun bedeli olduğu için onun aynısıdır. Bu bizim
yolumuz olduğu gibi aynı zamanda bizden öncekilerin de yoludur.[50]
Öyleyse refah, tarihi bir oluşum içersinde teraküm etmekte ve insanların gelişmesi
ve bugünkü seviyeye yükselip ulaşmaları ancak bu doğru olan tek yolu takip etmeleri
ile mümkün olmaktadır. Ellezi : İsm-i mevsuldür. Belirli
şeyleri cümlelerle tavsife vesile olması için getirilir. Cümleler nekre olduklarından
marifeye sıfat olamazlar. Bunun için cümlenin başına ism-i mevsul getirilerek
marifeye sıfat vaki olması sağlanır.[51]
Arapçada bir kelime bazen bir cümle ile tavsif edilir. Tavsif eden cümle, mevsulsüz
gelirse bu cümlenin anlamı o isme sıfat olur. Sıfatlar devamlılık ifade ederler.
Eğer bu tavsif eden cümle, vav harfi ile beraber gelirse cümle isme hal vaki olur.
Haller ise devamlılık ifade etmez, gelip geçicidirler. Yani cümlede bulunan isim,
ancak halin müddeti kadar devam eden bir zamanda görev yapmaktadır. Mesela “Ali
atına binerek (bindiği halde) geldi”, dediğimiz zaman Ali gelme işini, atına
binmesi kadar yapmıştır. Ellezi, men ve ma gibi ism-i
mevsuller geldiği zaman geldiği zaman vasıf cümlesi, ne devamlılık ifade eder ve ne
de hal ifade eder. İsm-i mevsul ile gelen tavsif cümlesi, ismin o işi sadece bir defa
yapmış olduğunu ifade eder. Ma ve men kelimeleri, istifham, şart veya tavsif için
gelebildiklerinden[52]
her ne kadar mevsul olsalar da nekreler için kullanılırlar. Ellezi kelimesi ise yalnız
ism-i mevsul olup marifedir ve marifeler için gelir. En’amte : İnam ettin. Koyun, sığı ve deve cinsine neam, denir.[53]
Bu, Rağıb’a göre yalnız deveye denir.[54]
Bu hayvanlardan elde edilen et, süt, yün ve nakliyede faydalandığımız güç gibi,
faydaların tümüne birden nimet, denilmektedir. Aslında nimet insanın lezzet aldığı
hal ve durumdur.[55]
Yani maddi ihtiyaçların giderilmesi anında kişinin duyduğu tattır. Öyleyse nimet
insanın daha çok maddi tarafıyla ilgilidir. Hâlbuki daha önce geçen rahmet ise Allah’ın
bütün yaşama imkânlarını sağlayıp insanı yaşatması ile onun maddi manevi bütün
ihtiyaçlarını temin etmesi manasına geliyordu. İşte nimet, insanla ve insanın maddi
yönüyle ilgili olup geçişsiz (lazım, intransitive) bir fiilin köküdür. Bundan
dolayı bu ayetlerde Allah’ın sıfatları sayılırken rahmet kelimesi kullanılmış,
insanlar tarif edilirken ise nimet kelimesi kullanılmıştır. İf’al Babı : Arapçada geçişsiz
fiillerin başlarına birer elif harfi getirilerek veya orta harfleri şeddeli yapılarak
(yani aynı cinsten bir harf daha eklenerek) geçişli fiiller elde edilir.[56]
Buna göre neime nimetlendi demek olurken, en’ame nimetlendirdi, nimet verdi anlamına
gelir. Ten’im de bu manaya gelir. Ancak aralarında şu fark vardır: İf’al babı,
bir defa oluşu ve oluşun eksiksiz olduğunu ifade eder. Tef’il babı ise teksir için
olduğundan işin çokça olduğuna, durup, durup meydana geldiğine delalet eder.[57]
Burada Allah’ın ihsan ettiği
nimet, tefil babı ile değil, ifal babı ile ifade edilmiştir. Bu, iyi kimselere verilen
nimetlerin kesiksiz olarak devam ettiğini gösterir. Yani esas olan refahın sürekli ve
yaygın olmasıdır. Bilhassa kriz dönemlerinde meydana gelen aşırı refahların hemen
arkasından kıtlık ve sefalet dönemleri baş gösterir. Onun için böyle refahlar
gerçek refah sayılamaz. Bazen kötü kimselerin bu çeşit geçici ve aşırı refahlara
ulaştıkları görülür. Burada nimet kelimesinin tefil babından
değil de ifal babından getirilmiş olması, refahın yaygın olduğuna işaret
etmektedir. Belli bir zümrenin veya bazı kimselerin refahı değil de bütün toplumun
refahı esas olmalıdır. Böylece burada rahmet kelimesi değil de nimet kelimesinin
kullanılması refahın devamlı ve kesiksiz olması ve bir de yaygın olmasından sonra
bir de yaygın olacağını ifade etmekle üçüncü bir hususu ortaya koymaktadır. ‘Aleyhim : Onlara. Besmelede geçtiği
üzere ala cer harfinin anlamı bir işin sonuçlandığı yeri göstermektir. Aynı
zamanda bu işin bittiği yere tesiri de vardır. Burada Allah’ın yaptığı inam, iyi
kimselerde son bulmakta ve hem onlara faydalı olmaktadır. İşte bunu ifade etmek için
bu harf kullanılmıştır, diyebiliriz. Him : Hum, zamirdir, onlar demektir. Üçüncü
şahıs zamirinin (huve kelimesinin) çoğuludur. Buradaki onlardan maksat, ilk
insanlardan zamanımıza kadar gelip geçen ve hak yolunu tutmuş olan kimselerdir.
Peygamberler ve onların yolundan gitmiş olan kimselerdir, diyebiliriz. Yaptığımız bu açıklamalardan
şu üç husus ortaya çıkabilir: 1- Allah bir defaya mahsus olmak
üzere insanlardan iyi olanlara nimetler ihsan etmiş ve bu nimetler dünyanın sonuna
kadar da devam edecektir. İsteyen bir kimse, bu kendilerine nimet verilmiş olan
kimselerin yoluna katılır ve kurtulur. Katılmayanlar ise bozgunculuk yaparak
yıkıcılığa devam ederler ve kaybolup giderler. Cümlenin mevsul ile getirilmesi bu
noktalara işaret eder. 2- Kendilerine nimet ihsan edilen
kimseler belli olup bilinirler. Bunlar, yukarıda geçtiği gibi, Peygamberler ve onların
yolundan giden inanmış, iyi işler yapan ve yapıcı olan kimselerdir.[58]
3- Allah’ın ihsan ettiği refah,
yaygın bir refah olup bütün toplumu içersine alır. Sıvı ve gaz halinde olan
maddelerde moleküllerin hareket etmesi sebebiyle dışarıdan katılan bir sıvının ve
havanın bütün her tarafa yayıldığı gibi, refah da böyle yayılan bir şeydir.
Arada engeller bulundurmadan temiz havayı bir tarafta durdurmak ve bu sadece bizim olsun
demek mümkün değildir. Pis havayı da bu başkalarının olsun deyip onu da temiz
havaya karıştırmamak olamaz. Bunun için gerçek refaha ulaşmış bulunan toplumlarda
sınıf veya zümre refahı diye bir şey yoktur. Toplumda bulunan bütün bireyler ve sınıflar
refahtan aynı şekilde faydalanırlar. Ancak bireylerin faydalanmaları birbirinden
farklı olabilir. Yalnız birinin refahı artarken diğerinin refahı da artar. Böylece
topluca kazanma ve yine topluca kaybetme meydana gelir. Birisi kazanırken diğerinin
kaybetmesi olmaz. Ticarette her iki taraf da kazandığı için topluca refaha bir gidiş
vardır. Mesela kumar ise böyle değildir; kumarda bir taraf kazanırken diğer taraf
kaybeder. Öyleyse kumarda topluca bir refaha gidiş yoktur. Bu anlayışa ellezine kelimesinin cemi müzekker salim kalıbında
yani şuurluların çoğul sığası ile gelmiş olması delalet etmektedir. Çünkü bu
çoğul, bir topluluğu veya birçok toplulukları ifade eder.[59]
Ayetten Çıkarılan Ekonomik
Esaslar: 1- Refahı elde etme yolu tekdir. 2- Toplu ve yaygın bir refah gerçeği
vardır. 3- Refah tarihi bir oluşun
neticesinde meydana gelir. 4- Bir tek beşeri bir refah gerçeği
vardır. (Bireysel ve milli refah, beşeri refah içersinde mütalaa edilmelidir.) Fatiha Suresi 1/ Ayet : 7 “Kendilerine gazap edilmişlerin
ve dalalette olanlarınkinden başkasına” Doğru yolda olan iyi kimseler
tavsif edildikten sonra burada şimdi de yanlış yollar ve yanlış yolda olan sapık
kimseler açıklanmaktadır. Ğayr : Başkası, demektir. Benden
başka ve benden gayri ifadeleri aynı manaya gelir. Tağyir kelimesi de birinin yerine
başkasını koymak demektir. Tebdilde denklik aranır, tağyirde ise denklik aranmaz. Doğru yolu, iyilerin yolu olarak
tanıtıp tavsif ettikten sonra bir de kötülerin yolu olmayan bir yol diye tarif ve
tavsif etmektedir. Böylece kötü kimselerin hiçbir zaman doğru yola gelmeyeceklerine
işaret edilerek, onların gidemeyecekleri yolun doğru yol olduğu bildirilmiş
olmaktadır. El-Mağdubi Aleyhim :
Gazap edilmiş kimseler demektir. Gazap etmek, kendi kendine kızmak, öfkelenmek ve hışım
etmek demektir.[60]
Kökü geçişsiz olan bu fiil, ala cer harfi ile geçişli hale getirilmiştir. Böylece
birisinin diğerine kızmasını “ğadaba aleyhi” ( O, ona kızdı) diye ifade ederiz. Yukarıda nimeti Allah’ın
verdiği açıkça ifade edilmiş olduğu halde burada “gazap olunmuş” diye meful: meçhul
kalıbı ile getirilerek, onların gazaba kendilerinin uğramış olduğu, buna sebep
kendileri olduğu, yoksa Allah’ın onlara gazap etmediği dile getirilmektedir. Bu
gazaba uğramış olan kimselerin Yahudiler olduğu hususunda bazı haberler var ise de
bunu yalnız Yahudilere hasretmek mümkün değildir. Nitekim bazı müfessirler, bunların
iradeleri bozulmuş, doğruyu bildikleri halde onu yapmayıp uzaklaşıp kaçan kimseler
olduklarını söylüyorlar.[61]
Bunlara gazap edenin, kızan kimsenin kim olduğu açıkça ifade edilmediği için ikinci
anlam olarak haksızlık yaptıkları ve zulmettikleri kimselerin kızmış olduğu söylenebilir.
Ve : Vav harfi, iki şeyi bir hükümde toplamak
için gelir.[62]
Gazap edilmiş olanlarla, dalalette olanlar, ortak özellikleri olan yolun dışında
olmaları sebebiyle, hak yolun dışında kaldıkları hükmünde birleşmişlerdir. La : Olumsuz atıf harfidir. Ğayri kelimesini
tekit etmek için gelmiştir.[63]
Ğeyr başka demektir, la ise olmayan manasınadır. Ğayr kelimesi ile bir şeyin
dışında kalanların hepsi ifade edilir. La harfi ile ise hükmün dışında
kalanların birisi bildirilir. Burada vav harfi ile atıf yapılarak aynı manayı dile
getirmek mümkün iken, la olumsuz atıf harfinin de getirilmesi ve tekit yapılması ile
iki noktaya işaret edilmiş olabilir. 1- Dalalette olanlarla, gazaba
uğramış olanlar, her ne kadar doğru yolun dışında olsalar da bunlar kendi
aralarında birbirinden farklıdırlar. Birisi bile, bile yanlış yolu tutan veya
başkalarına zulmeden, diğeri ise doğru yolu kaybedip şaşıran ve böylece yanlış
yollarda dolaşıp duranlardır. 2- Doğru yolu araştırmadıktan
sonra ister bile, bile yanlış yolda olsun, ister bilmeden yanlış yolda olsun, fark
etmez; bunların her ikisi de gazaba uğratır. Dolayısıyla her kötü ve yanlış yol,
Allah’ın gazabına uğramış olanların yoludur. Bunun dışında kalan yol ise doğru
ve hak olan yoldur. Dalalet : Belli bir yoldan giderken
devenin, şaşırıp yolun dışına çıkarak azmasıdır.[64]
Sonra insanların bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılmalarına da dalalet
denilmiştir ki, şaşırmak demektir. İnsanlar doğru, iyi ve faydalıyı durmadan
devamlı bir şekilde arayıp bulmak ve uygulamak durumundadırlar. Bu onlar için bir
görevdir. O sebeple kişi kendisinin doğru yolda olup olmadığını, yanlışta olup
olmadığını ve şaşırıp şaşırmadığını devamlı olarak kontrol etmekle
vazifelidir, diyoruz. Burada dallin kelimesi ism-i fail olarak getirilmiştir.
Çünkü bir kimsenin araştırma yapmadığı için sapmış ve şaşırmış olması
onun kendisinin yaptığı bir şeydir. Bunun için fiil kendisine izafe edilmektedir.
Sonuç olarak da bu burumun başkalarından daha ziyade kendisine dokunacağı ve
kendisine zararlı olacağı açıktır. Dallin kelimesi âlemin kelimesinde olduğu gibi değişik
toplulukları ve grupları ifade eder. Onun için bu yanlış yolda olanların birçok
grupları ve ekolleri olduğu, bunlardan her birinin kendilerine göre bir görüşleri ve
yolları bulunduğu ve bütün bu görüşlerin ve yolların doğru olmadığı
anlaşılmaktadır. Kaynaklarda ifade edildiği üzere dallin, ilimlerini yitirip yanlış
yollarda şaşkın, şaşkın dolaşan kimseledir ki, bunlar hak yolunu
bulamayacaklardır.[65] Gazaba uğramış
olanların, ilme karşı çıkan ve bile, bile yanlış yola giden kimseler olduğunu
yukarıda söylemiştik. İnsanların yeni bir ilim koymaya ve yeni bir düzen kurmaya hak
ve salahiyetleri yoktur. İnsanların tek görevi tabii kanunları, Allah’ın koyduğu
bu kanunları arayıp bulmaktır.[66]
Sosyal kanunlar ve ekonomik kanunlar
tabii kanunlardır. Bu doğal ve bilimsel kanunları kabul etmeyip başka yollar
arayanlar, bile, bile sapmış olanlardır. Bunlar, doğal-ilahi düzeni bırakıp kendi
kendilerine düzen kurmak isteyenlerdir. Böylece bu yanlış yolda olan bu iki sınıfı
yani gazaba uğramışlarla, yanlış yolda olanları, şu şekilde düşünmek
mümkündür: Bunlardan birisi kâfirler, diğeri
ise münafıklardır, diyebiliriz. Biri bile, bile kötülük ve haksızlık yapanlar,
diğeri de bilmek istemeyenlerdir. Biri, Allah’ın koyduğu ekonomik kanunları
beğenmeyip kendileri doktrin üretenler, diğeri ise üretilen bu doktrinlerden karma
yapanlardır; bunların birisi komünistler, diğeri ise kapitalistlerdir, diyebiliriz. Bu insanların burada üç kısma
ayrıldığını ve her birinin özelliklerinin dile getirildiğini söyleyebiliriz.[67]
Bunları ekonomik açıdan düşünecek olursak şunları ifade edebiliriz. a) Ekonomik düzen doğal bir düzendir.
Bunu değişmez, genel geçer kanunları vardır. İnsanoğlu bu kanun ve kurallara müdahale
etme hakkına sahip değildir. O sadece bunları araştırıp bulmak ve uygulamakla görevlidir.
Bu ekonomik esasları bu şekilde kabul eden bu birinci sınıf insanların peşin hiçbir
hükümleri yoktur. Kendilerinin dışında varlığını kabul ettikleri mevcut düzeni
araştırıp bulmaya ve bulduklarını uygulamaya koymaya çalışırlar. b)
Bu grupta olanlar, bir ekonomik düzenin varlığını kabul etmekle beraber, bu düzeni
kendilerinin kuracaklarını iddia edip inanırlar. Bunun için istedikleri kanunları
koyarak ekonomiye yön verip hayallerindeki düzeni kurup hayata geçirmeye çalışırlar.
Yani bu doğal-ilahi kanunların yerine kendi uydurdukları kanunları koyarlar. c) Üçüncü grup insanlar ise
herhangi bir ekonomik düzen diye bir şey kabul etmezler. Duruma göre kendi istek ve
arzularına uyar ve ona göre hareket ederler. Bu konularda insanın irade ve arzusu
esastır, derler. Refahın tek bir yolu vardır; o da insanın her alanda serbest
olmasıdır. Bu sebeple herhangi bir ekonomik düzene ihtiyaç yoktur, derler. Netice olarak, doğal düzenin
bulunmadığı bir yerde kötü düzen de düzensizlik de hep aynıdırlar. Yani bunların
her ikisi de insanların refahını yok edip ortadan kaldırır. İşte bu sebepten
dolayı insanın refahını sağlayacak olan doğal düzendir. Bu doğal düzen ise her
şeyi var eden yaratıcı varlığın, ilahi gücün kurmuş olduğu düzendir. Ayetten Çıkarılan Ekonomik
Esaslar: 1- Ekonominin bir tek doğal düzeni
vardır. Bunun dışındaki düzelerin hepsi yanlış ve zararlı sistemlerdir. 2- İnsanlar kendiliklerinden bir düzen
kuramazlar. Ancak onlar doğal düzeni araştırıp bulmakla ve öğrenip uygulamakla görevlidirler. 3- Doğal bir düzen olan İslam düzeninin
dışında kalan insanlar, ya kötü bir düzen veya düzensizlik içersinde bulunurlar. 4- Doğal-ilahi düzenin dışına
çıkmış olan insanlar, kendilerine zarar vermiş olurlar.
[1] Nahiv Cümlesi Kafiye, s, 65; Halil Esat, Hulasatü’ş Şüruh, s, 321 [2] Bak. Kamus, I, 1126 [3] Nahl 16/ 71; Zuhruf 43/ 32. [4] Razi, Mefatihul-Gayb, XX, 78, XXVII, 209. [5] İbn Hişam Muğni’l-Lebib, I, 208 [6] Rağıb, Müfredat, s, 184; Kamus, I, 256 [7] Kamus, I, 256 [8]
Ebu Dâvud, İmâre, 36, H. No: 3071 [9] Müfredat, s, 343; Kamus, IV, 412. [10] Kamus, III, 672 [11] Kamus, IV, 410. [12] İbn Akil, Bahauddin Abdullah, Şerhu İbni Akil, II, 450; Halil Esat, Hulasatü’ş Şüruh, s, 358 [13] Bak. Elmalılı, I, 63. [14] Bilgi için bakınız, Molla Hüsrev, Mirat, s, 90. [15] Müfredat, s, 473. [16] Kamus, III, 1122. [17] Abdullah b. Ömer (Kadı Beyzavi) Envâr'ut-Tenzil ve Esrar'ut-Te'vîl I, 8. [18] Kamus, IV, 539 [19] Bak. Elmalılı, I, 82 [20] Abdülkadir Udeh, İslam Şeriatı, s, 61 [21] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, I, 85; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 407 [22] Bak, Elmalılı, I, 81. [23] Müfredat, s, 175; Kamus, IV, 621. [24] Abdülkadir Udeh, İslam Şeriatı, s, 61. [25] Mesela hırsızlık ve zina …cezaları gibi. Bak. Maide 5/ 38; Nur 24/ 2. [26] Bak. İbn-ül Hacib, el-Kafiye, s, 3. [27] Bak, Elmalılı, I, 62. [28] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 82. [29] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 53. [30] Zariyat, 51/ 49. [31] Müslim, Salât,38, 40; Hadis no: 395; Ebû Dâvûd, Salât, 132; Elmalılı, I, 54. [32] Kamus, I, 1201. [33] Müfredat, s, 319 [34] İmam Birgivi, Izhar, s, 110 [35] Elmalılı, I, 110. [36] Fahrul İslam Pezdevi, Usul-ü Pezdevi, II, 109. [37] Kamus, IV, 699. [38] Sarf Cümlesi, Maksud, s, 198. [39] Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 1 No: 2417 [40] Müfredat, s, 538; Kamus, IV, 1229. [41] Elmalılı, I, 119. [42] Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, I, 48. [43] Müfredat, s, 230, 280. [44] Kamus, IV, 458. [45] Müfredat, s, 418. [46] Abdullah b. Ömer (Kadı Beyzavi), Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Tevil, I, 11. [47] Razi, a.g.e. II, 154. [48] Nisa 4/ 136. [49] Maide 5/ 6. [50] İbn Kesir, Feth-ul Beyan Fi Mekasıd-ıl Kuran, I, 28. [51] Kamus, IV, 1161. [52] Ö. N. Bilmen H. İslamiyye, I, 128. [53] Kamus, IV, 502 [54] Müfredat, s, 499. [55] Elmalılı, I, 127, [56] Sarf Cümlesi, Bina, s, 92. [57] Sarf Cümlesi, Bina, s, 215. [58] İbn Kesir, a.g.e. I, 28. [59] Molla Hüsrev, Mirat, s, 89. [60] Kamus, I, 413. [61] İbn Kesir, I, 29. [62][62] İbn Melek, Menar, 131. [63] İbn Kesir, I, 29. [64] Kamus, III, 1402 [65] İbn Kesir, I, 29. [66] Elmalılı, I, 126. [67] Reşid Rıza, Menar, I, 68. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |