.

 İSLAM DÜŞÜNCESİNİN ŞEKİLLENMESİNDE DELİL veya KAYNAKNAKLAR NEDİR ve BUNLAR NASIL KULLANILIR


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

Önce Allah vardı, ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murad etti, varlık âlemini yarattı. O, kâinatı ve insanı var edip hepsinin kanun ve kurallarını koydu. Zaten tabiat demek, Allah’ın mühür ve imzasını (tasarım ve dizaynını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü tabaa kelimesi şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. Allah her şeyi çift, çift yarattı. O, canlı ve cansızları yaratmış, nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bu sebeple hamd sadece O'na aittir.

Allah her şeyi çift, çift yarattığını Kuran-ı Kerim’de şu ayet ile dile getiriyor. “Biz her şeyden iki çift yarattık, umulur ki, iyice düşünürsünüz”[1] Diğer taraftan da “Rahman,  Kuran’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (konuşup açıklamayı) öğretti”, buyuruyor.[2] Şu halde insan denilen varlığın tabiatında fıtrat ve yaratılışında düşünme ve düşündüklerini dile getirip açıklama kabiliyeti vardır. Böyle Allah düşünme ve konuşup açıklama yapmanın kanun ve kurallarını da koymuştur. Bu meseleye İslam açısından baktığımız zaman mesela İslam düşüncesinin şekillenmesinde kaynak problemi nedir ve nasıldır, dediğimiz zaman bunu şöyle açıklamak mümkündür.

Ruh ve beden bileşkesi olan insanın hem ruha dayanan kanun ve kuralları ve hem de bedene dayanan kanun ve kuralları vardır. Fikir, düşünce, his, iyilik ve güzellik gibi özellikler hep insan ruhundan kaynaklanan ve varlıklar arasında sadece insana mahsus olan şeylerdir, diyebiliriz. Akıl sahibi olan insan, bütün insanlık tarihi boyunca göklere bakmış, aya, yıldızlara ve güneşlere bakmış, fikir ve düşünce üretmiş, kendisine bakmış yine bilgi ve hüküm üretmiş, dini kitaplara bakmış ve peygamberleri dinlemiş ahkâm, kanun ve kurallar üretmiştir. Filozoflar ve hatta peygamberler bile hep göklere bakmış[3] aramışlar, araştırmışlar ve hep bir arayış içersinde olmuşlardır. Hz. İbrahim aya ve yıldızlara bakarken bir arayış, gerçeği arayış içinde idi. Hz. Peygamber de yine Nur Dağının eteklerinde Hira Mağarasında tehannüste-taabbüdde bulunurken gerçeği ve hakikati arıyordu.  

Sokrat zamanında felsefe hep göklerle ilgilenirdi. Sokrat ise felsefenin dikkatini insana çevirdi ve insan hayatının sorunlarına, dine, ahlaka ve ölümden sonra cennete girmek için yapılacak şeylere çevirdi. İşte bundan dolayı Sokrates’ten felsefeyi gökten yere indiren filozof diye bahsederler.

Bilim ve düşünce diye sadece fizik dünyadan bahseden düşünür ve filozoflar evrenin hep materyalist bir açıklamasını yaptılar. Oysa insan ruh ve beden olduğu gibi insan açısından bakıldığı zaman fiziki âlem metafizik dünya ile beraber tutulmalı ve öyle açıklanıp anlatılmalıydı. 

Sokrat, fizik dünya ile ilgilenen felsefenin dikkatini insan yaşamının sorunlarına çeken ilk düşünürdür. Bunun için o felsefeyi gökten yere indirdi. Bu yaptığı değişim ve dönüşüm sebebiyle o, felsefenin doruklarında bulunan bir kişi olduğu halde bazı felsefe tarihçileri onu kendinden önceki doğa filozofları ile kıyaslayıp felsefede bir gerilemenin temsilcisi olduğunu iddia ederler. Hâlbuki o, doğa filozoflarının yaptığı gibi sadece evreni fiziki yönden ele alıp materyalist bir açıklama getirmiş değil, fizik ile metafiziği, ruh ile bedeni ve dünya ile ahireti birleştirerek gerekeni yapmıştı. Hatta bu sebeple ona peygamber makamında idi, diyenler bile olmuştur.[4]

Aslında teori ne ise pratik odur; düşünce ne ise uygulama odur; dervişin fikri ne ise zikri de odur, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Çünkü insan, düşünce ve fikir olmadan hareket edemez ve herhangi bir davranışta bulunamaz. Zira insan, adımını atıp bir yere gidebilmesi için onun önce beyninde adım atması gerekir. Onun önce şuraya gideceğim ve şu işi yapacağım diye aklından geçirip bir karar vermesi gerekir. İşte bu sebeple insan için düşünme, akıl yürütme ve zihni faaliyet çok önemli bir eylemdir.

Aslında ta ilk zamanlardan bu zamanlara gelinceye kadar bir tarafta peygamberler diğer tarafta ise filozof ve düşünürler hep anlattılar, öğrettiler ve bildirdiler. Bu sebeple ilk andan bu son ana kadar insanlığın sahip olduğu bu bilgi birikimi tüm insanlığın ortak malıdır. Ne şu milletin ve ne de bu milletindir. O nedenle İslam’a göre bir bilgi insanlardan saklanamaz ve parayla satılamaz.

Ayrıca insanlık tarihi dünden bugüne bilim ve teknolojide, din ve diyanette, düşünce ve uygulama hayatında birçok merhale ve safhalar da geçirmiştir. Ancak hangi konuda olursa olsun, İslam öncesi ile İslam sonrası şeklinde yapılan bir tasnif, bizce isabetli bir tasniftir. Çünkü insan için din kadar kıymet-i harbiyesi olan hiçbir sosyal kurum, olamaz. Zira din, insanın hem birey ve hem de toplum olarak düşünce ve inanç, hareket ve davranışlarından ibaret olan ve bunları açıklayıp anlatan, sınırlarını ve alanlarını belirleyen yönetip yönlendiren sosyal bir kurumdur. Din böyle olunca Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelmiş bütün dinleri Hz. Muhammed’den önce gelen dinler ve Hz. Peygamber’in getirdiği din olmak üzere iki ana gruba ayırabiliriz. Çünkü Hz. Peygamber öncesi dinler, hem yöresel ve hem de kendi adamına bağlı yani din adamı olan bir grubun varlığı söz konusu olması dolayısıyla hep birbirine benzerdirler. Oysa Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu İslam ise küresel ve evrensel olması ve din temsilciliği ve dini otoritenin kaldırılması yani rahip ve ruhban sınıfına son verilmesi sebebiyle diğerlerinden farklı bir yapıya sahiptir. İslam, tüm insanlığa gelmiş bir din olup yerküresinin tamamına hitap eder. Hatta Hz. Peygamber Veda Haccında verdiği hutbe ve hitabede hep “Ey insanlar! ey insanlar!” diyerek çağrıda bulunmuştur. Kuranda da “Ey insanlar, gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim, de” buyrulmaktadır.[5] Hz. Muhammed’in, ey kavmim, ey milletim dediği de yine Kuran’da vardır.[6]   Diğer tüm peygamberler ise Kuran-ı Kerim’de ifade edildiği üzere sadece “Ya kavmi, ya kavmi” yani ey milletim, ey vatandaşlarım, diye hitap etmişlerdir.[7] Hz. Nuh,[8] Hud,[9] Salih,[10] Lut,[11] Şüayb,[12] İbrahim,[13] Musa[14] ve İsa[15] peygamberlerin hepsi kendi kavimlerine gönderildi ve onlar kendi halklarına hep “Ey kavmim, milletim” ve “vatandaşlarım, diye seslendiler.

İşte bu ayırıcı vasıftan ötürü İslam, insanlık tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü yeryüzünde ancak yöresel ve bölgesel hayatı yaşayan insanların küresel bir alan hayatı yaşamaya başlayacakları zaman ancak İslam sayesinde gelmiştir. Artık insanlar bir devletin içinde yaşamak yerine devletler hukukunun ortaya konduğu bir devletler camiası ile karşı karşıya gelmişlerdir. Böylece insanların duygu ve düşüncelerinde hareket ve davranışlarında önemli değişmeler meydana gelmiştir. İşte bu sebepten dolayı insanlığın asıl miladı Hz. Muhammed’in peygamber olmasıyla başlamış, böylece yepyeni bir düşünce gelmiş, dinin ve ilmin alanı bütün yeryüzü kılınmıştır, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade etmiş oluruz.  Onun için milat, Hz. İsa’nın doğumu değil, Hz. Muhammed’in peygamber oluşu olmalıdır, diyoruz.

İslam düşüncesinin şekillenmesinde en önemli rol oynayan şahsiyet, hiç şüphesiz İmam Azam Ebu Hanife’dir. Bir çeşit bilgi üretme makinesi diyebileceğimiz tüme varım metodunu insan beynine yerleştiren Ebu Hanife, yapmış olduğu düşünce tasnifi ile eskiden beri, Sokrat ve Aristo’dan beri yürürlükte olan kesin bilgilerin yanında zayıf bilgilerin de olduğunu ve bunların da insan hayatında uygulanıp fayda sağlayabileceği gerçeğini ortaya koydu. Ebu Hanife İslam’ı, hak ve vazifeler, ama düşünce ve uygulamadaki hak ve vazifeler diye ve her alandaki hak ve vazifeler diye anlamış, iman, amel ve ahlak ya da kelam fıkıh ve tasavvuf ayrılığına taraftar olmamıştır. Ebu Hanife bu üç alanı da fıkıh şemsiyesi altında toplar. Çok enteresandır,   Auguste Comte da bütün sosyal ilimlerin sosyoloji şemsiyesi altında toplanmasını istemiştir.

Konumuz olan İslam düşüncesi ile yakından alakası bulunan fıkıh kelimesinin sözlük manası için Kamus ve Müfredat’a baktığımız zaman bunun tam anlamıyla düşünmek ve akıl yürütmek, bilgi üretmek demek olduğunu görüyoruz. Rağıb, bu değerli eserinde aynen şöyle diyor: “Fıkıh, hazır bir bilgi ile gaip bir bilgiye ulaşmaktır. Bu kavram ilim kavramından daha dar anlamlıdır.”[16] Asım Efendi de “Fıkıh, bir nesneyi zihin ve fıtnatla gereği gibi anlayıp bilmek manasınadır. Daha sonra şeref ve siyâdeti için din ilmi ve şeriatta ilim galip oldu ki, ilm-i fıkıh ile müteâref olan ilm-i şerif olacaktır. Şârih der ki, müellifin sevkine göre usul ve füru ve tefsir ve hadis dâhildir…”[17] Buna göre sözlük olarak fıkıh demek, mantıktaki akıl yürütme, elimizde var olan bilgiler yardımı ile benzer konularda da bilgi sahibi olabilme yöntemi demek olur. 

İlk dört halife devrinde fıkıh amelî idi. Sahabiler bir mesele hakkında Kitap sünnet ve rey içtihadı ile hüküm veriyorlar, böylece bu, benzer olaylar için bir fıkıh kuralı oluyordu. Bu dört halifenin hüküm ve davranışları ile kitap ve sünnet arasında bir ayrılık, aykırılık ve farklılık söz konusu değildi.

Emeviler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halifeleri siyaset öyle icap ettiği için babasının zina mahsulü oğlu Ziyad b. Ebihi nesebine geçirmiş, bunun, “Zina eden mahrum olur”, hadisine aykırı düştüğü uyarısına aldırmamıştı.[18]

Gerek ilk halifenin ve gerekse Ömer b. Abdilaziz dışında kalan sonrakilerin devlet idaresinde sünnet ve Raşid halifelerin yolundan ayrılmaları karşısında[19] uyarıların fayda vermediğini gören sahabe ve tâbiûndan büyükler daha çok Hicaz’da ve özellikle Medine’de Sünnetin tespit edilmesine Kitap ve Sünnete bağlı nazarî bir fıkhın yani fıkıh hükümlerinin tedvin edilmesine yöneldiler. Onlar bu davranışlarıyla hem ilim hem de uygulama halinde gerçek İslam’ın korunmasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idare edenlere tepki göstermiş oluyorlardı.[20] 

İşte bu teorik fıkhın doğmasıyla böylece İslam’da teorik düşünce de doğmuş oluyordu.  Bugün epistemoloji, bilgi teorisi veya bilgi felsefesi denilen bu bilim dalı, bilginin tabiatı, kaynağı ve sınırlarını inceler, bilginin değeri üzerinde durur. Aslında batı dünyasının epistemoloji dediği bu bilgi teorisinin temelleri daha önce atılmış ve Müslümanlar tarafından geliştirilmiştir. Sokrat’ın bulduğu tümden gelimine karşı Ebu Hanife de tüme varım metodunu bulmuştur. Böylece Aristo mantığının ancak kesin bilgi ortaya koyabildiği bir yerde Ebu Hanife’nin bulduğu usul, bilgileri en kesin bilgiden en zayıf bilgiye doğru sıralamasını yapmıştır. Mesela bütün canlılar ölümlüdür, insan da canlıdır, öyleyse insan da ölümlüdür, dediğimiz zaman insanların öleceği kesindir. Bu bir tümden gelimdir. Ebu Hanife de “şarap sarhoş ettiği için haramdır, rakı da sarhoş eder o da haramdır, nebiz de sarhoş eder, o da haramdır… sarhoş eden bütün içkiler haramdır, diyerek bir tüme varım yapmıştır. Avrupalılar Ebu Hanife’nin bu metodunu tabiata uygulayarak sanayide büyük bir gelişme göstermişlerdir. Demir ısı ile genleşir, bakır ısı ile genleşir, gümüş ısı ile genleşir…bütün metaller ısı ile genleşir, demişlerdir.

Ebu Hanife’nin bu fıkıh usulünde en kesin ve hiçbir zaman değişmeyecek olan bilgiye muhkem denir, bundan başka müfesser bilgi, nas, zahir, hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih bilgi olmak üzere böylece aşağıya doğru sıralanmış sekiz çeşit bilgi türü vardır. [21] Bunların bütün usul ve yöntemleri, kural ve kanunları vardır. Bunlar Kuran-ı Kerime uygulanarak ondan bilgi alma ve hüküm çıkarmada kullanılmışlardır. Kuran, hüküm çıkarmada kullanılan birinci sırada bulunan ilk kaynaktır. Ondan sonra Hz. Peygamber’in Sünneti, yani söz, fiil ve takrirleri (tasvip ve olurları) gelir. Müslümanlar bağlayan bu iki kaynaktır. Bundan başka icma ve kıyas delilleri gelir ki, zaten bir ayet ve hadis olmadan ittifak ve benzetme yapılamaz.

Özet olarak söylemek gerekirse İslam düşüncesinde delil veya kaynak, teori ve pratik ya da itikad ve amel diye iki kısma ayrılır. İtikatta deliller, akli ve nakli deliller diye iki kısma ayrılırken, pratik ve eylemle ilgili kaynaklar da kitap ve sünnet olmakla beraber bunlara üçüncü bir delil de aklı ilave etmek gerekir. Şafii de bu konuda şöyle diyor: “İlmin bu türü, daha önce açıkladığım hususu göstermektedir. Yani hiç kimsenin bir şey hakkında, bu helaldir veya haramdır, deme yetkisi yoktur. İnsan böyle bir şeyi ancak ilme dayanarak söyleyebilir. Bu ilim de, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’a dayanır.”[22] Şu halde ameli hükümler denildiği zaman İslam düşüncesinde bu dört delil esas olmuştur.

Yalnız burada aklın da bir delil olduğunu söylemek gerekir. Ancak akıl nakil ile beraber olarak birlikte bir anlam ifade eder. Hangisi önce ve sonra diye bir tartışma olamaz; her ikisi de birliktedir. Hatta bu konuda Elmalılı’nın güzel ifadelerini burada nakletmek isteriz. O değerli eserinde Araf 7/ 123. ayetini tefsir ederken şöyle diyor. “Rivayeti sabit olan bir nakli delil karşısında aklın ve dirayetin yeri nedir? Hiç şüphesiz ki, nakli anlayacak olan da akıldır. Bundan dolayı akıl ve dirayet göz ardı edildiği zaman ortada ne akıl kalır, ne de nakil. Lakin aynı zamanda unutmamak gerekir ki, akıl, gerçek bilginin yaratıcısı değil, alıcısı ve kabul edicisidir. O, bilgiyi üretmez, alır. Bunun içindir ki, ilmin konusu soyut düşünce değil, olaylar ve onlarla ilgili haberlerdir. Nakle dayanan bilgi de işte o edinilen haberler cümlesindendir. Bu da akla bilmediği ve görmediği şeylerin yeniden yeniye bir akışıdır.”[23]

Netice olarak bir hulasa yapmak gerekirse, İslam düşüncesi, Allah, kâinat ve insan eksenine oturan, kâinatın ve tüm varlıkların gerçek sahibi olan Allah’ın diğer tüm varlıklarla insan üzerinde olan iradesi ve bu iradeye dayanan kül kurallar ve kanunlar arasında bir irtibat kurmaya İslam düşüncesi diyoruz. Şu halde İslam düşüncesi denilince sadece teorik değil, yani yalnız kelam ve felsefe değil, aynı zamanda amel ve ahlak dediğimiz fıkıh-hukuk, ibadet ve ahlak konularını da içine almaktadır. Burada en büyük delil ve kaynak ise hiç şüphesiz kâinat kitabı ile Kuran-ı Kerim’dir. Bunların her ikisi de Allah Teala’nın bir iradesi olarak ortaya çıkmış olan ve olmazsa olmaz olan iki tezahürdür. Bir şair bu bakış açısını şu şiirinde çok güzel bir şekilde dile getirmiştir.

 “el-Kuran-ü kevn-üllah-il mestur ve’l-kevnü Kuran-üllah-il menşur”

 Yani Kuran’ı Kerim, Allah’ın satırlarla ifade ettiği kâinatı, kâinat ise yine Allah’ın dağılıp yayılmış ve serpilmiş bir Kuran’ıdır. Bu sebeple Kuran, insana hitap eden bir kitap olmakla beraber aslında o, bir kâinat kitabıdır ve bir Müslüman için en büyük delildir. Kâinat, insanın dışında tüm varlıklarıyla bu kadar uyum ve ahenkli çalışması, bu düzen ve nizamıyla, gözleri kamaştıran ve hiçbir eksik ve aksak tarafı bulunmayan[24] bu tasarım ve dizaynıyla Bedi, Halik, Bari, Musavvir, Kadir ve Rab olan büyük Allah’ın kudretini göstermektedir. Yoksa bu âlem kör bir tesadüfün eseri asla olamaz. İşte bunun için Allah’a inanıyor ve onun varlığını, birliğini dilimiz ile söyleyip kalbimiz ile de tasdik ediyoruz. Yeryüzünde eşi, benzeri ve naziri bulunmayan ve içinde şüphe, yanlış ve bir eksiklik olmayan ve tek kitap olma vasfını kıyamete kadar elinde tutacak olan Allah sözü Kuran da kâinat ile asla çelişmemektedir. Kâinat, Allah’ın kün (ol) emriyle yaratıp var ettiği[25] kevnî kanunlarının çalışıp yürüttüğü varlık ve varlıklar âlemi, Kuran ise diğer varlıkların kanunlarını da dile getirmekle beraber uygulasınlar diye insana emanet edilen Allah’ın teşriî kanunlarını içeren bir hidayet kitabıdır.

Din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan, ruh ve beden yapısına sahip olan insan, bireysel ve toplumsal tarafıyla ictihad ve şura kararıyla ta baştan beri anlattığımız kaynaklara ve delillere dayanarak kendisine yön verir. Hz. Peygamberin dar-ı bekaya irtihal buyurmalarıyla vahyin kapıları kapanmış olduğundan Müslümanlar ve insanlar, artık Kuranın vahyine kulak vereceklerdir. Böylece Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas delilleri ile ilim ve akıl delilleri ile kendi, zaman ve mekân şartlarını da hesaba katarak vereceği karar, kişinin içtihadı olacaktır. Bu içtihad kararında ve topluma yön veren şuranın kararında en etkili kaynak ve delil anlattığımız kevnî ve teşriî kanunlardır ve bunlarda önce gelen ve sonra gelen yoktur, her ikisi birlikte ve beraberdir. Yani İslam düşüncesinin iki temel kaynağı olan din ve bilim bileşkesi, gelecekte birey ve toplumlara, fert ve devletlere ışık tutacak ve yol gösterecek en güçlü delil olarak görülmektedir. Bu din ile bilimin Müslümanlar tarafından birlikte öğrenilmesi ve yepyeni bir yorum getirilerek tüm insanlığın kurtuluşa ermesi ümidiyle bu hususta tüm çalışanlara başarılar dilerim.   

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Zariyat, 51/ 49

[2] Rahman 55/ 1–4

[3] Hz. İbrahim gerçeği ararken yıldızlara, aylara ve güneşlere baktı onları rab zannetti fakat battıklarını görünce eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse sapmışlardan olurum, dedi. Enam 6/ 76–78 Şu halde insanoğlu Allah’ın hidayetine, yol göstermesine ve onun peygamberlerine muhtaçtır. Onlar olmadan doğruyu bulamaz.

[4] Bu sözü söyleyenler, Elmalılı Muhammed Yazır’ın Metalip ve Mezahip diye Fransızcadan tercüme ettiği Paul Janet ve Gabriel Séailles’in yazdığı eserde söylenmektedir. s. 237. Dip notta buna şöyle bir açıklama getirilmiştir: Sokrat’ta bazı peygamberlik hususiyetleri olduğu rivayet edilmektedir. Ona, bir peygamber gibi bakmakta bir mahzur da yoktur. Sokrat2ın istidlal yolu ile netice çıkaran bir filozof olması, onun ayrıca ilham almasına mani değildir. s, 237, dip not, No: 1 

[5] Araf 7/ 158

[6] Enam 7/ 135

[7] Araf 7/ 59, 61, 65, 67, 73, 79, 85

[8] Araf 7/ 59

[9] Araf 7/ 65

[10] Araf 7/ 73

[11] Araf 7/ 80

[12] Hud 11/ 84

[13] Enam 6/ 78

[14] Bakara 2/ 54; Maide 5/ 20; Yunus 10/ 84

[15] Saff 61/ 6

[16] Müfredat, s, 384

[17] Kamus, IV, 437

[18] Ebu Nuaym, Hilyet-ül Evliya, II, 167

[19] Başka örnekler ve daha geniş bilgi için bak, Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 90; Ahmed Emin, Duha’l-İslam, II, 162

[20] Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s, 54

[21] Molla Hüsrev, Mirat, s. 21; Ö. N. Bilmen H. İslamiyye, I, 21

[22] Muhamed b. İdris eş-Şafii, Er-Risale, (Tercüme Abdülkadir Şener, İbrahim Çalışkan), s, 22, No: 120.

[23] Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini, IV,

[24] Bak, Mülk 67/ 3–4

[25] Bakara 2/ 117; A İmran 3/ 47; Yasin 36/ 82; Mümin 40/

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.