.

KİTAP VE SÜNNETTE TEMEL İKTİSADİ KAVRAMLAR ADLI TEBLİĞİN MÜZAKERESİ

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

                            

Şu anda “Dünya İktisat ve İslam” toplantısında bulunuyoruz. Bugün ise büyük bir çoğunlukla dünya, Rönesans medeniyetini ve onun iktisat anlayışını yaşıyor desek her halde hata etmiş olmayız. Tabi her medeniyet, hayatın bütünü hakkında bir görüşe sahip olup bu görüş, düşünce ve fikirlerini, terim tarif ve tasniflerle ortaya koyar. Batılı düşünürlerin bu medeniyeti kurarken Eski Yunan’a dayandığı söyleniyor. Hâlbuki eski yunanın tabiatçıları ile batının tabiatperestleri arasında taban tabana bir zıtlık olduğunu, söyleyebiliriz. Zira tabiatperest demek, tabiata tapan, tabiatı yaratıcı sanan ve her şeyi tabiatın yaptığını iddia eden kimse demektir. Yani bu kişi, tabiatın Allah tarafından yaratıldığını kabul etmeyendir. Oysa eski Yunan tabiatçıları inanıyorlardı. Auguste Comte ile zirveye ulaşan aydınlanma inkârcılığı, ekonominin ilahi ve dolayısıyla insani yönünü yok saydı.  Hâlbuki kâinat ile insanı Allah var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını ve iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bu sebeple hamd, sadece Allah’a aittir.

Böyle bir ekonomi toplantısında bana müzakere görevi verdiğiniz için sizlere teşekkür etmek istiyorum. Bugün dünyanın yaşamakta olduğu bir yığın problemlerin arasında ekonomi ile siyaset alanlarının en önemli yeri işgal ettikleri kanaatindeyim. Çünkü teori ve pratiğiyle bu iki unsurun içinde birçok yanlış anlayış ve kavrayışların da bulunduğunu görüyorum. Tabiatıyla neticede aynı zamanda bir uzviyet ve organik olan toplumda doku uyuşmazlıkları belirdiğinden bir takım hastalıklar ve sıkıntılar ortaya çıkmakta ve böylece insan mutlu olamamaktadır. İşte böyle bir ortamda bu organizasyon çok büyük önem taşımaktadır. Onun için bu organizasyonu tertip edenlere ve tüm katılımcılara tekrar teşekkür ediyorum.  

Ben, Muhterem Hocamız Prof. Dr. Hamdi Döndüren Beyefendi’nin hazırlamış olduğu “KİTAP ve SÜNNETTE TEMEL İKTİSADİ KAVRAMLAR” adlı çalışmasının müzakeresinde görevlendirilmiş bulunuyorum. Hocamızı böyle güzel bir çalışma yaptıkları için tebrik ediyorum, şükranlarımı sunuyorum. Bu araştırmanın emek mahsulü bir çalışma olduğunu kabul ediyorum. 

EKONOMİ ve İKTİSAT TERİMLERİ:

Bu başlangıçtan sonra ekonomiye ya da iktisada gelecek olursak, bu ilmin terimlerinin, yerli yerine oturmadıkları ve tariflerinin de tam, eksiksiz ve efradına cami, ağyarına mani bir şekilde yapılmadığı izlenimini taşıyorum. Batı medeniyeti, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi disiplinleri ilim haline getirmiş, fakat ekonominin de dâhil olduğu sosyal bilimleri tam ilim haline getirememiştir. Bunların kendi içlerinde çok büyük eksiklikleri ve çelişkileri vardır. Hatta iktisadın parada olduğu gibi, doğru dürüst bir tarifi bile yoktur, diyeceğim geliyor. Hep parçacı tarifler yapılmıştır. Diğer taraftan terimler arasında da çatışma vardır. Mesela sermaye ile emek, her ikisi de üretim aracı olup üretimde eşit fonksiyona sahip oldukları halde paylaşımda asla eşitlik yoktur. Hatta adına Tunç kanunu dedikleri saçma sapan, sözüm ona ücretler daima asgari geçim seviyesinde olacaktır kanun safsataları bile vardır.[2]

 Hem toplumu meydana getirip yön veren her ilim, kendi içersinde ahenkli olduğu gibi, diğer ilimlerle de bir uyum sağlamalıdır. Hâlbuki bugünkü ekonomilerde bunu söylemek mümkün değildir. Hele kapitalist ekonomi anlayışının ahlak ile anlaşmazlığı ve çelişkisi vardır. Çünkü Şükrü Baban ekonomiyi tanıtırken ekonomide ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır prensibine dayanarak bir esrarkeş için de afyon faydalıdır, diyor.[3] Bu nasıl ilimdir ki, bir taraftan yaparken, diğer taraftan yıkıyor; bunu anlamak mümkün değildir.

Kuran Arapçasına göre bu ilmin adı “ilm-ül emval” ya da “ilm-ül kesb” olabilir. İktisat kelimesi kök itibariyle ekonomi anlamında kullanılmamaktadır. Hem ihtiyaçların sonsuz, imkânların ise sınırlı olmasına dayanan tanım da tam doğru değildir. Çünkü bir taraftan ihtiyaçlarda doyma vardır, ama diğer taraftan da imkânların işletilmesi söz konusudur.

Biz ise bu ilmi şöyle tarif ediyoruz. Ekonomi veya iktisat ne derseniz deyin, insanların birlikte çalışıp ürettikleri ve bölüşerek ayrı, ayrı tükettikleri bir çalışma ve yaşama düzenidir. Ekonomi aslında fayda ve zararı belirleyen bir ilimdir.. Onun için de zaten az yukarda Allah, iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını koyup gerçekleştirmiştir, dedik. Esasında ekonomi, bir denge ilmidir. Onun için iktisat ilmi, düşüncenin konusuna giren bir alandır. İtidal ise dinin konusuna girer, diyebiliriz. Eğer ekonomide bu denge kurulmazsa aşırılıklar meydana gelir.  Nitekim “Zenginliğin en hayırsever kişiler elinde bile, insanları ileri götürmeye yaramayacağına kesin olarak inanıyorum. Para sadece bencillik yaratır ve süi istimallere yol açar.”, deniliyor. Biz buna katılmıyoruz ve şöyle diyoruz: Faizli sistemde her şey para ile ölçülmektedir. Bu sebeple insanların paraya bağlanmaları kendi kusurlarından çok, ekonominin çarpıklığından ileri gelmektedir.

İşin gerçeğini söylemek istersek ekonomi, insan tabiatında yalnız başına çalışan müstakil bir birim sayılamaz. Esasen biz, birey ve toplum olarak insan bünyesinin, dini, ilmi, idari-siyasi, ailevi ve iktisadi bir bileşke ya da bir organizma olduğunu kabul ediyoruz.

İslam tarihinde ilk defa Gazalinin hocası Cüveyni tarafından açıklanan, sonra da Gazali ve Şatıbiler tarafından geliştirilen, insan hayatında zaruri olarak bulunması gereken şeyler, dinin korunması, canın korunması, aklın, neslin ve malın korunmasıdır.[4] Bugün bunların açılımları toplumun dini, ilmi içtimai (idari-siyasi), ailevi ve iktisadi alanlara sahip olmasıdır. İşte iktisadi hayat, diğerleri gibi, birey ve toplum için bulunması zaruri olan, olmazsa olmaz bir değere sahiptir.  

EKONOMİ ve ETİK  

Burada ekonomi ve etik, din ve düzen derken hemen bunların farklı şeyler olduğunu söylemeliyiz. Mesela fıkıhçıların ortaya koyduğu “diyaneten” ve kazaen” veya “hukuki ve ahlaki hak ve vazifeler” terimleri bu ayrılığı gösterir. Onun için İslam’ın ekonomik düzeni ile ahlak düzeni, farklı ve ayrı, ayrı alanlardır. Bu sebeple İslam ekonomisi, İslam ahlakına değil, İslam adaletine dayanır. Çünkü ekonominin bireysel yani vicdani tarafı bulunmakla beraber, o, daha çok toplumsal yani şer’i-hukuki bir olaydır. Bunun içindir ki, Ömer Nasuhi Bilmen insanın hak ve vazifelerini

a) Dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari,

b) Hukuki, kazai, şer’i ve mecburi olmak üzere iki kısma ayırmıştır.[5]

“Tayyibat helal, habisat ise haram kılındı”[6], buyrulurken bu helal ve haram hükümler, dini-ahlaki hükümlerdir. Maruf emredildi, münker de nehyedildi[7] ifadesinde de bu emredilen ve yasaklanan hükümler de şer’i yani hukuki hükümlerdir. İslam düzeninde dini hükümlerdeki helaller devlet tarafından korunduğu halde, haram işler hukuk tarafından korunmaz. Mesela haram olan bir faiz davasına kadı bakmaz, reddeder. Yani haramlar, hukukun koruması altında değildir. İşte böylece İslam düzeninde her konu, hukuk kapsamı içersinde olup işlevini sürdürürken kaide, kural ve kanunlarını bulur. Mesela hac ibadeti, derken bunun sadece dini boyutu değil, bu bir panayır olarak ekonomik bir boyuta da vardır. Çünkü ayette “İnsanları orada kendileri için olan menfaatleri görmeleri için hacca çağır.”, buyrulmuştur.[8] Bu sebeple Kuranı sadece bir din kitabı ve dua kitabı olarak görmek, onu tanımamak ve inkâr etmek demektir.

Ekonomik olaylar, hukuki, kazai, şer’i ve mecburi olaylardır. Onun dini-ahlaki tarafı, artı bir avantajdır. Buna zekât vergisi ile sadaka hayrını örnek olarak gösterebiliriz. Zekât vergisi zorunlu iken, sadakada bir mecburiyet yoktur. 

Birinci paragrafta “Servetin insan üzerindeki olumsuz etkisine şöyle dikkat çekilir” denilip ilgili ayete “İnsan kendisini zengin olmuş görünce mutlaka şımarır”[9], şeklinde bence yanlış bir mana verilmiştir. Hâlbuki araştırmacı kendi yaptığı Kuran tercümesinde aynı ayete “Hayır (okumayıp cahil kalmaktan sakın!), çünkü insan kesinlikle azar” diye bir mana vermiştir.[10] Bize göre bu ayet, ekonomiden ziyade pedagoji ile ilgili olsa gerektir. Onun için “sakın ha (okumam deme,) çünkü insan azgınlaşır” diye yapılan tercüme daha doğrudur, diyebiliriz.

Aslında servetin insan üzerinde olumsuz bir etkisi olmaz, eğer oluyorsa bu bizzat servetin kendisinden değil, dış sebeplerden kaynaklanır. Çünkü kazanma, mal ve mülk sahibi olma insanın yaratılışında zaten var olan bir özelliktir. Birey ve toplum olarak insan, iman, amel ve ahlak dengelerini sağladıktan sonra doğal-ilahi olan bir düzende her şey yerli yerine oturacağından olumsuzluklar nötrleşir. Yani olumsuzluk, mal ve servetin bizzat kendisinden değil, bireyin sahip olduğu inanç, kültür ve ruh yapısı ve mensup olduğu toplum yapısından kaynaklanır, diye düşünüyorum.

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz”[11] ayetindeki “batıl ile yemek” ifadesi ahlaki değil, hukuki bir anlatım olup adeta mülkiyeti tanımlamaktadır. Bu ifade, mülkiyetin ancak hukuki muameleler ile çalışan bir olay olduğunu açıklamaktadır. Bu, mali akitlerde iradenin yeterli olmayıp “rıza” şartının da bulunması gerektiğini gösterir. Oysa nikâhta, itakta, talakta ve biatta rıza şartı yoktur. Faizin haramlığı, faiz alıp verenleri hukukun korumadığını ifade etmiş olmaktadır. Ancak İslam faizi korumazken insanların ekonomik ihtiyaçlarını gidermek ve onların faize mahkûm olmamaları için karz-ı hasen yani faizsiz bankayı emretmiştir. Cumadan sonra dağılabilir, çalışabilirsiniz demek de resmi tatillerin kaldırıldığını ifade eder. Bunlar ahlaki değil, kazai hükümlerdir. Çünkü resmi olan, dini-ahlaki değil, düzenle ilgili bir husustur, haftalık tatil yoktur.  

Hz. Peygamberin, en üstün kazancın elemeği olduğu hakkındaki hadisi[12] adeta Kuranın, “insan için emeğinden başkası yoktur”[13] ayetini yorumlamaktadır. Bu ayet, ekonominin temel bir kuralı olan, emeğin mutlaka değerlendirilmesi gerektiği esasını ortaya koymuştur. Ticaret ise “illa en tekune ticareten” buyrularak[14] istisna, batıldan istisna yapılmış ve ticaretten kazanma işi helal kılınmıştır.

        Tebliğde Hz. Peygamber’in ekonomi ile ilgili doğruluk, dürüstlük ve güvenilir olmak gibi dini-ahlaki hadislerinden ziyade veya hadislerin dini yönünden daha çok, hukuki yönleri ile ele alınmalıdır. Mesela Hz. Peygamber, “Fiyat koyan, kıtlık ve bolluk yapan Allah’tır”, buyurmuştur.[15] Burada “fiyatı Allah koyar” ifadesi ahlaki değil, şer’i-hukuki bir hükümdür. Diğer taraftan  “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, eşit ve peşin şekilde trampa edilir. Farklı cinsler birbiriyle mübadele edilirse, peşin olmak şartıyla dilediğiniz gibi satış yapınız”, gibi hadisler, hep hukuki hadislerdir. Burada İslam ekonomisinden bahsettiğimize göre hadislerin hukuki anlamları ya da hukuki hadisler dile getirilmelidir

Başka ayette “Mallarınız ve evlatlarınız fitnedir (yani sıkıntı ve imtihan aracıdır)[16] buyrulurken, başka bir ayette de “Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar zarara uğrayanlardır”[17] buyrulmuştur. Burada zarara uğrama sebebi, mal ve evlatların bizzat kendilerinden kaynaklanmıyor, mal ve evlat uğruna Allah’ın zikrini terk etmekten ileri geliyor. Yani kişi, mesela namaz ve ibadet için ayıracağı vakti, mal ve evlada ayırırsa, dünyaya dört elle sarılırken ahirete önem vermezse tabiatıyla dengeyi kaçırır ve zarara girer. Yoksa İslam’da çalışıp kazanmak, evlenip çoluk çocuk sahibi olmak yerilmiş değil, bilakis teşvik edilmiştir. Ayette sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendiriniz, diye emredilmektedir.[18] Diğer taraftan Hz. Peygamber de evlenmeyi ve çok çocuk yapmayı teşvik etmiştir. Bir sahabi Hz. Peygambere gelip asil, güzel ve fakat kısır bir kadın gördüm. Ben onunla evlenebilir miyim, diye sordu. Hz. Peygamber “hayır!” dedi. Adam, sonra ikinci defa geldi. Hz. Peygamber, yine izin vermeyip yasakladı. O, üçüncü defa geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, çok sevdiğin doğurgan biriyle evlen. Çünkü ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla öğünürüm, buyurdular.[19] Bu konuda daha birçok ayet ve hadisler vardır. Bizim görüşümüz odur ki, İslam ekonomisinde mal ve nüfus çokluğu yadırganmış ve hor görülmüş değildir. Yerilip hoş görülmeyen şeyler, haksız kazançlar, Karun misali, toplumun katkısını hiçe sayarak bu malı ben kendim ve bilgim sayesinde kazandım gibi kuruntular ve malın hukukuna saygı göstermemelerdir. Müslüman bir taraftan Allah’ın kendisine verdiği mallarla ahiret yurdunu isterken diğer taraftan da dünya hayatındaki payını unutmayacaktır.[20] Yani bu ayete göre, İslam’da dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında denge esastır, diyebiliriz.

“Kuran ve sünnetin servet ilmi ile ilgili olarak getirdiği ölçü, etik kurallardan ibarettir, diyebiliriz” sözü, tartışma götürür. Çünkü herhangi bir ekonomik olay, sadece insanlar tarafından tasvip görüp görmemesiyle kalmaz, onun aynı zamanda adalet-zulüm boyutu, irade ile yapıldığı için de sevap-günah boyutu, iktisadi açıdan da fayda ve zarar boyutu vardır.

Dünya, ay, güneş ve diğer gök cisimlerinin insanların yararlanması için yaratıldığı ve onların istifadesine sunulduğunu ifade eden cümle doğru bir cümledir. Fakat bu konuda halk arasında fevkalade bir yanlış anlaşılma vardır. “Müsahhar” kelimesine dayanılarak kâinatın adeta insanın emrine amade kılındığı gibi, eşyanın tabiatına aykırı bir düşünce hâkim durumdadır. Hâlbuki hayvan, bitki ve cansızlar hiçbir zaman insanların emrinde değildiler. Onlar kendileri için konulmuş olan kanun ve kurallara tabi olurlar. Bu sebeple eğer sığırlara ot yerine et veya otla karışık olarak biraz et, kemik veya sakatat verirseniz danalar delirmeye başlar. “Müsahhar” kelimesine ekonomik bir anlam verecek olursak hayvan, bitki ve cansızların bir ücret almadan, karşılıksız ve bedelsiz olarak bizim için üretim yaptıklarını görürüz. Evet, Kuran-ı Kerime göre güneş, ay, denizler, nehirler, gece ve gündüzler, yani yerde ve gökte bulunan her şey, bizim için üretim yapmakta ve üretime katılmaktadırlar.[21] Onun için ekonomideki üretim konusunu bu açıdan bakarak yeniden ele almak gerekiyor. 

Varlıklar âlemine baktığımız zaman hep birbiriyle irtibatlı bir dünya ve kâinatın var olduğunu görürüz. Allah, bu düzeni bir denge üzerine kurmuş, ölçü, tartı ve dengelerde taşkınlık yapılmaması ve bunların adaletle ayakta tutulması, insanlar tarafından dengelerin bozulmaması emredilmiştir.[22] Böylece bu ayette doğa kanunları ile sosyal kanunlar arasında bir analog olduğuna işaret edilmiştir. Mesela ayette “Yeryüzünde yürüyen bütün hayvanlar ve kanatlarıyla uçan bütün kuşlar da ancak sizin gibi birer toplumdurlar”[23] buyrularak “sizin gibi” denilmekle insanla diğer hayvanlar arasındaki benzerliklere dayanarak çıkarımlara da işaret edilmiştir, diyebiliriz. Mesela “İşte Allah tarafından konulan bu kanunlara göre sağlıklı bir ekonomi anlayışı oluşmalıdır. Ama bunu yaparken terim, tarif ve tasnifler çok önemlidir. Mesela hukuk başka, ekonomi başka ve ahlak başkadır. Fakat bunlar birbirleriyle çelişir değildir. Burada bir örnek vermek gerekirse mesela ayette insanlara kadınlar, oğullar, tonlarca altın ve gümüş, süslü atlar, deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanlar sevdirildi[24] diye ifade edilirken bu bir hukuk tasviri değildir. Burada ekonomi ile psikoloji arasında bir ilişki kurulmuştur, diyebiliriz. Onun için biz, Kuran’da insan için her türlü örnek açıklanmıştır ayetini[25] Kuranla tabiatı okumak ve tabiatla Kuranı okumakşeklinde anlamak istiyoruz.   

İşte biz bu bakış açısıyla Kuran’daki ilgili her kelimeye ekonomik anlamlar veren sözlükler yapılmasını istiyoruz. Mesela “Allah’a bir karz-ı hasen verin” ayetindeki[26] “Allah” kelimesinden, Ömer Nasuhi Bilmenin de ifade ettiği gibi[27] “hukukullah” terimi anlamında “amme, kamu, toplum veya devlet manası anlaşılabilir mi?  Resul kelimesine de Hz. Peygamber’in toplumunun reisi olması dolayısıyla başkan manası verebilir miyiz? Rahman ve rahim kelimelerine de yaşatan ve çalıştıran diyebilir miyiz? Bunlar, üzerinde tartışılması lazım gelen meselelerdir.   

1- EKONOMİDE ÖLÇÜ VE TARTININ SAĞLAM YAPILMASI 

İslam ekonomisinde ölçü ve tartıların eksik ve aksaklıktan uzak kalmasına son derece önem verilmiştir. Bu durum,  tüm ölçü ve tartılarda katı, sıvı ve gaz maddelerin ölçümlerinde böyle olduğu gibi, altın ve gümüş paraların değerleri ağırlıkları ile orantılı olduğu için, bunlar sayı ile alınıp verilen bir vasıta olduğundan etraflarından kırpıp kesmenin, değerlerini düşüreceğinden, haramlığında şüphe yoktur. Böyle gramajı eksilmiş paraları verirken sayı ile alırken ise tartarak alıp verenler, haksız kazanç elde etmiş olurlar. Bu durum, araştırmacı tarafından tespit edilmiş ve bu enflasyon benzeri bir olaydır, denilerek isabetli bir kıyas yapılmıştır.

“İslâm’da ticaretle ilgili, ayet ve hadislerde yer alan ortak nitelik, ticarî ve iktisadî hayatta aldanma, aldatma ve bu yolla oluşacak haksız kazancı önlemek” denilmekle güzel bir tespit yapılmış, fakat “ve karşılıklı risk ilkesini hâkim kılmak” ifadesi ise biraz kapalı kalmıştır.

Burada bazı ekonomik ölçüleri tekrar etmekte yarar vardır. İnsan için emeğinden başka bir şey yoktur. Ticaret ise bir istisna olarak helal kılınmıştır. Çünkü arz talep ancak üretim ve tüketim sayesinde sağlanır. İşte ticaret, olabilecek zararı karşılamak üzere istisnai olarak meşru kılınmıştır. Kapitalizmde ticaret de meşrudur; faiz de meşrudur. Sosyalizmde hem ticaret ve hem de faiz yasaktır. İslam ekonomisinde ise ticaret serbest, faiz ise gayri meşrudur. İslam ekonomisi faizin yasaklığına ve ticaret serbestliğine dayanır. Biz burada İslam dinini değil, İslam ekonomisini ele almaktayız

Ekonomiyi düzeltmekle görevli peygamberlerin ölçü ve tartılar hakkında emirler verdikleri tebliğde anlatılmıştır. Hem bunlara ve hem de “Geniş zırhlar yap ve dokumasında ölçü koy” ayetine[28] dayanarak devletin, hayatta gereken yerlere mesela otomobil, elektrik telleri… ve telefon kabloları gibi mallara ölçü ve standart koyacağı ve standartlara müdahale edebileceğini, söyleyebiliriz.   

Şüayb Peygamberin gönderildiği Medyen halkının ekonomide haksızlıklar yaptıkları ve insanlara zulmettikleri bir gerçektir. Bunları anlatan ayette “zulüm işleyenlerden”[29] bahsedilir. Zulüm ve dolayısıyla zalim kelimesi haksızlık yapan manasına gelebileceği gibi, dengeyi bozan ve belirsizlik yapan kimse anlamlarına da gelebilir.

 “Mutaffifin” ( ölçüde hile yapanlar) kelimesinin kurallı çoğul olarak kullanılması, buradaki hile ve hırsızlığın sistematik-örgütlü bir hırsızlık olduğunu istidlal etmemizi sağlayabilir. Burada mutaffıfınlere uygulanacak “veyl” cezası üzerinde durulmalı ve sistematik hırsızlık üzerinde mutaffifin kelimesinin kurallı çoğul olmasından istidlal edilmelidir. Kurallaşmış sapmalar ele alınmalıdır.

 “Vay haline!” ifadesinin hangi cezaları içerdiği üzerinde durulmalıdır. Bunu sadece ahiretteki azap ile yorumlayıp yetinmek Kuran’ı dünyadan uzaklaştırmak ve İslamiyet’i sadece bir inanç olarak yorumlayıp anlamak olur.

Şüayb Peygamber olsun, Hz. Peygamber olsun hileye karşı uyarmışlardır. Sorun her şeyi topluluktan yönetmenin yolunu bulmaktır. Mesela bu cümleden olarak alış-verişte para artırmanın yerine, malı artırma gerçekleşirse hileden uzaklaşılacağı ümit edilir. Bu husus, temel bir ekonomi işlemi olarak görülmelidir.

Sonuç olarak, ticarette temel esas, şeffaf piyasa ve alış verişte “rıza” şartının sağlanmasıdır. Müşteriye maliyeti bildirme zorunluluğu vardır. Müşteriyi aldatma yani “tağrir”, alış-veriş anlaşmasını feshetmeye bir sebep teşkil eder.  

2- RİBA-FAİZ KAVRAMI

    

Riba veya faiz, karşılığı olmayan fazlalıktır. “Ölçü veya tartı ile alıp satılan misli malların, altın, gümüş ve nakit paranın aynı cinsten miktarını, ziyade bir ivazla mübadele etmek faiz olmakla beraber, büyük İslam hukukçusunun dediği gibi, şeriatta helal ve meşru olan alış-verişlere bey’ haram ve gayr-i meşru olan alışverişlere de riba adı verilmiştir.[30] Ayette “…eğer tövbe ederseniz (faizden vazgeçerseniz) sermayeniz sizindir”[31] ayetine göre İslam ekonomisinde milyarda bir fazlalık bile olsa bu, faizdir ve haramdır.

 Cahiliye döneminde de “nesie” faizi, meşru değildi. Onu meşrulaştırmak için her seferinde akit yenileniyor ve hile-i şeriyye yapılıyordu.

 Eğer bir borç, zamanla artıp eksiliyorsa bu faizdir. Buna nesie faizi denir Bugünkü basit faiz de nesie faizidir. Bu faiz, icma ile haramdır. Hâlbuki nesie faizinin faiz olduğu hakkında icma yoktur. Bankaların muamele başına aldığı fark, hala devam etmektedir.

 Riba, Kuran’da “bey” kelimesine karşılık olarak kullanılmıştır.[32] Bize göre bu paranın para kazanmasıdır.  Bir akitte kar etmektir. Biri, zarar ederken diğerinin kazanmasıdır. Sabit kar, sabit ücret, sabit kira ve sabit vergi de hep faiz olur. Çünkü faiz veren kişi, zarar etse bile yine de faizi ödemektir. Bu tanım burada tartışılmalıdır.

 “Fazlalık ribası şöyle açıklanıyor. Aynı cinsten ribevi malların (ölçü veya tartı ile alınıp satılan mallar) birbiriyle mübadelesi halinde taraflardan birinin aldığı diğerinden fazla olmasıdır. Mesela 12 kilo yemeklik buğdayı, 10 kilo tohumluk buğday ile değişmek gibi”, deniliyor. Fazlalık faizi bu değildir. Burada yasaklanan standart malların standart sayılmamasıdır. Fazlalık faizi, zamanla artmayan faizdir. Borç zamanında ödenmediği takdirde eğer artmıyorsa bu nesie faizi değildir. Bize göre bir borç cebri icraya tabi tutulursa faiz olur. Bu sebepledir ki, Ebu Hanife zorunlu satışı, cebri icrayı kabul etmez. O bu konuda hapsi önermektedir. Hâlbuki hapis yerine borçlanma ehliyeti de elinden alınabilir.  Böylece borçlu olan kişinin malları elinden alınmaz ve o hapse de atılmaz. Bu konu üzerinde tartışılmalıdır.

Kalite farkı meselesi ihtilaflı bir konudur. Hanefi kaynaklarda bu mevzuda altın, altın ile değiştirildiği zaman basılmış, basılmamış, işlenmiş işlenmemiş, ayarı düşük veya yüksek, halis veya karışık olmasının önemi yoktur. Ağırlıkları yani tartıları aynı olacaktır, denilmektedir.[33] Hem bu konuda bir hadis rivayet edilerek, Hz. Peygamber’in “Faiz mallarının iyisi kötüsü birdir”, buyurduğu ifade edilmiştir.[34] Ancak biz, bu hadisi hadis kitaplarında aradık hiçbir yerde bulamadık. İbn Nüceym de bu hadis hakkında gariptir, demiş ve onun Ebu Said el-Hudri hadisinin umumi muhtevasından çıkarılıp alınan bir ifade olduğunu söylemiştir.[35] 

Ribevi mallar bir taraftan vezni kabul edilerek, iyisi kötüsü birdir; kaliteli mal ile kalitesiz mal değiştirildikleri zaman vezinleri eşit olacak, eğer farklı olurlarsa faiz olur deniliyor ve böylece kalite ve ayar nazar-ı itibara alınmıyor, diğer taraftan da nisabı tamamlamak için altın ve gümüş birbirine ilave edilirken vezne itibar edilmeyip Ebu Hanife’ye göre kıymet olarak ilave ediliyor. Burada böylece farklı bir uygulama var demektir. Ayrıca bu konuda Hanefilerin ileri sürdükleri delil, kalite farkı örfen bir farklılık sayılmaz, şeklindedir. Eğer malların vasıflarına bakılıp kalite tespitleriyle meşgul olunursa, zorluk ve güçlükler ortaya çıkar ve böylece alış-veriş sirkülâsyonu durur, diyorlar.[36] Peki, o zaman kalite örfen bir farklılık sayılırsa ne olacak ve mallarda zaten kalite ve hatta standardizasyon varsa ne olacak, bu durumda Hanefilerin görüşü dayanaksız kalmış olmaz mı?

Diğer taraftan aynı zamanda Hanefi hukukçusu olan Serahsi, hadiste altın ile altın değiştirildiği zaman misli misline ifadesindeki mümaseletin mutlak olup hem miktara ve hem de vasfa yani kaliteye şamil olabileceğini kabul ediyor.[37] 

Bu konuda hadisler de vardır. Hz. Peygamber, Hayber'e vergi işlerini idare etmek üzere Ensar'ın Adiyy oğulların­dan Sevad bin Guazzeyeye'yi amil tayin etti. Bu sahabi bir gün Resulüllah’a cenib denilen en iyi hurma ile geldi. Resûlüllah, Hayber'in bü­tün hurmaları böyle midir, diye sordu. Adam hayır, ya Resulüllah, dedi. Düşük kaliteli hurmadan 2 ölçek verip bundan 1 ölçek aldım diye cevap verdiği zaman Hz. Peygamber, “Böyle yapma, Kalitesiz hurmayı para ile sat, sonra bu para ile iyi hurmadan al”, buyurdular.[38]

Hanefilerce hurma, buğday ve arpa gibi malların kalitesinin düşük olması bir ayıp (kusur) sayılmamaktadır. Kusur, malın selim fıtratının kaybolup bozulması diye tarif ediliyor.[39] Hâlbuki diğer taraftan tüccarın âdetine göre fiyat düşüklüğünü gerektiren her şey, mal için bir kusur sayılmaktadır. Müşteri bu kusura muttali olunca, dilerse malı aynı fiyatla alır, dilerse geri verir.[40] Bu durumda kalite veya ayar farkından dolayı meydana gelen fiyat düşüklüğü bir kusur sayılmaz mı? Bu soruya Hanefiler, kusur sayılır, ama bir şeyin kusurlu sayılması onu başka bir cins mal yapmak için yeter sebep değildir, şeklinde cevap veriyorlar.[41] Tabi kusur, selim fıtratın bozulması diye tarif edilince böylece kalite farkının önemi de sanki son derece azalmaktadır. Mesela Malatya kayısısı ile Ankara kayısısı arasında mutlaka az çok bir fark olabilir. İşte burada bütün mesele bu farkın ne kadar olduğunun belirlenmesidir. Eğer bu fark belirlenmiş ve kalitesi ortaya konmuş ise mesele yok, eğer belirlenememişse faiz şüphesinden dolayı burada fazla olarak değiştirtmesine müsaade edilmemiştir, diyebiliriz. Netice olarak kalitesi belli olan aynı cins malı fiyatı da belli olacağından fiyat farkı kadar fazla alıp vermekte bizce bir besi yoktur. Mesela 5 lira olan hurmadan 2 kilo verip 10 lira olan hurmadan 1 kilo almakta bir faiz şüphesi olmasa gerektir.[42]

“Riba yasağının illet ve hikmeti, haksız kazanca engel olmaktır, hükmüne katılıyoruz. Ancak zayıf durumda olan borçluyu korumaktır, fikrine katılmıyoruz. Çünkü zayıf durumda olanlar başka fasıllardan desteklenirler. Kaldı ki, bu akdi yapanların maddi durumları aynı da olabilir.

 Tekel sermayesi kendi tekelini kurmak için faizi meşrulaştırmış ve bugünkü uygarlığın doğmasına destek olmuştur. Ayrıca sermaye terakümü de olmuştur. Fakat bugün kâğıt para sistemi bulunmuş olduğu için sermaye terakümüne ihtiyaç kalmamıştır. Bize göre faiz yerine ekonomide kredileşme ilkesi getirmelidir.  

 Bugünkü ekonomik sorunları çözebilmek için Kuran ve sünnet ışığında yeni bir yoruma ihtiyaç vardır. Kuran ve sünnet, hüküm değil, delildir. Günümüz sorunlarını Kuran ve sünnete dayanarak çözme yöntemi esas alınmalıdır. Kuran’ı anlamak için sünnetten faydalanılır. Usul, sünnete göre tedvin edilir. Füru ise Kuran ile bir çözüme kavuşturulur. Çünkü zamanla eskimeyen Kuran’dır.

 3- BEY’ Bİ’L –VEFA

Şartlı ipotek diye yorumlanan bey’ bi’l-vefa sözleşmesi ile kredi veya ödünç para bulmak bizim anlayışımıza göre mümkün değildir. Bir defa bu konunun burada yer alması tebliğin başlığına da ters düşmektedir. Çünkü bu terim Kitap ve sünnette geçmemekte ve dolayısıyla böyle bir akdin ne ayetten ve ne de hadisten hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Bizce bu konu, zuhr-u ahir namazında olduğu gibi, zamanın ve şartların zorlaması ile İslam hukukçularının bir çare olarak ortaya koydukları, aynı zamanda hile-i şeriyyeye benzer bir muameledir. Zaten bu,  Ö. Nasuhi Bilmen’in de dile getirdiği gibi, faizden korunmak ve borcu belgelemek için uygulamaya konulmuş bir muameledir.[43] Müslümanlar Allah’ın bir emri olan karz-ı Hasen müessesesini kurmazlarsa, işte böyle, hem bir satım olan ve aynı zamanda olmayan yani zahiren satmış gibi görünen, ama işin gerçeğinde, aslında ise satım işi gerçek olmayan lüzumsuz bir eylem ortaya çıkar. Bence irade fesadı, asıl faizden daha ziyade burada görülmektedir.   

Bu muamele belki rehine benzetilerek meşru kılındı. Hâlbuki mecellede “Rahinin izni olmadan mürtehin, rehinden faydalanamaz, diyor.[44] Acaba bu muamelede malı sözde satın alan kişi, maldan faydalandığı takdirde bu gizli bir faiz olmaz mı?

 Fıkıhçılar, rehinde kabzı şart koşmuşlardır. Günü gelip de borç ödenmezse Ebu Hanife borçluyu hapsetme yolunu, diğerleri ise borçlunun malını bugün olduğu gibi satma yolunu tercih etmişlerdir. Bize göre bu kişinin sadece borçlanma ehliyeti düşer. Mallarına dokunulmaz. Ölünce borçlar da tasfiye edilir. Taşınmaz mallara rehin hükmü verilir. Beyi bil vefa, ödenmediği takdirde belirtilen bedelle malın alacaklıya kalmasıdır. Bunun gabni fahiş olmamak şartı ile geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Satılan maldan müşterinin yararlanabilmesi için şart koşulabilir ve bu durumda şarta riayet olunur diyen Ö.Nasuhi Bilmen şu örneği veriyor. Mesela satılan bir bağın üzümü hakkında satan ile satın alan, aralarında yarı yarıya bölünmek üzere kendi rızalarıyla mukavelede bulunsalar, bu sözleşme gereğince uygulama yapmak gerekir. Ancak bu menfaatin müşteriye ait olduğu, böylece şart kılınmazsa bundan müşterinin faydalanması caiz olmaz. O, bu menfaati izinsiz olarak kullansa tazmin eder. Çünkü rehinin menfaati rahine aittir; bu da rehin hükmündedir. Ali Efendi Dürerülhukkam.[45] 

4- SARF AKDİ  

Sarf bahsi demek para konusu demektir. Böyle olunca burada Kuran’da ve hadislerde geçen para kelimesiyle ilgili kavram ve terimler ve onların hükümleri araştırılmış olsa daha iyi olurdu. Mesela Kuran’da para ile ilgili “dinar”[46], “varık”[47] ve dirhem-çoğulu “derahim”[48] kelimeleri geçmektedir. Kuran’ın kelimelere yeni manalar yüklediği ve onları her zaman ve her yerde geçerli tüm insanlığın genleri haline soktuğu erbabınca malumdur.

İslam ekonomisinde mal ve para ayrı şeylerdir. Zaten onun için mal, tabir caiz ise kitab-ül büyu pazarında alınıp satılırken para ise kitab-üs sarf çarşısında alınıp satılır. Mal ile para arasındaki en önemli ayırıcı vasıf, mallarda doyma olması ve fakat paralarda doyma olmamasıdır. Hz. Peygamber’in hadislerinde altını altınla, gümüşü gümüşle veya altını gümüşle değiştirdiğiniz zaman peşin olarak alıp verin diye geçen emirleri bundandır, diyebiliriz. Biz hemen, hemen bütün Hanefi fıkıh kitaplarına bu paraların peşin olma sebebi nedendir diye baktığımızda onların sadece Hz. Peygamber’in hadisini gösterdiklerini gördük. Bir gün fakülte kütüphanesinde İbn Teymiye’nin   Fetavasına bakarken bu konuya rastladım ve onun “çünkü paraya olan ihtiyaç çoktur” yorumu ile karşılaşınca hemen parada doyma olmadığı aklıma geldi. Onun için İslam’da para değişiminde peşin olma şartı bundandır, diyoruz.    

Ayet ve hadislerde altın ve gümüş madenlerinin para olduğuna dair açık bir ifade yoktur. Fakat İslam âlimleri altın ve gümüşün para olduğunu ve onların paralık görevi yapmak üzere yaratıldıklarını ifade etmişlerdir. Mallarda kalite ne ise altın ve gümüş paralarda da ayar odur. Mallardan aynı cins mal birbiriyle değiştirildiğinde kalite kıymetine göre değişim yapılırsa fazlalık değil, denklik olur. Altın ve gümüşte de ayarı ve fiyatı belli ise aynı cins para olsa da grama göre değil, kıymete göre muamele yapılır. O zamanlar kalite ve ayar belli olmadığı için bunlar, nazar-ı itibara alınmamıştır, diyebiliriz.  

Bey akdi ile sarf akdi farklı şeylerdir. Mesela borsada para, para ile değiştirilir. O sebeple peşin olması ve ödemelerin de hemen yapılması gerekir. Biz mal alışverişlerinin de genelde peşin olması gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü borçlanma ayetinde sanki buna işaret vardır. Orada “ticareten hadıraten”denilerek peşin bir alışverişten bahsedilmektedir.[49] Fakat bu mal alış-verişlerinde parada olduğu gibi ödemelerin hemen peşin olması gerekmez; talep edildiği zaman da ödenebilir. Yine borçlanma ayetinde hamiline yazılı senetlerden bahsedilmektedir. Altın ve gümüş para olduğu gibi, biz bu senetlerin de para hükmünde olduklarını kabul ediyoruz ve bedellerinin peşin ödenmesini öneriyoruz.   

Hadiste cinsler farklı olunca, peşin olmak şartıyla dilediğiniz gibi satış yapınız.”, denilmektedir.[50] Buna göre farklı paralar serbest kurlarla alınıp satılır. Ama bunların peşin olması şarttır ve para bozduranlardan da para farkı istenemez, diyoruz.

Altın ve gümüş dışındaki diğer mücevheratın ve süs eşyalarının zekâtı yoktur. Onun için bunların serbest bir şekilde alınıp satılmasında bir sakınca yoktur, diye düşünüyoruz.

“Döviz cinsleri de dâhil olmak üzere, piyasada her para birimi, kendi içinde bir cins oluşturur. Bütün paralar, kendi içinde bir cins sayılır ve birbiri ile ancak peşin olarak mübadele edilebilir. Çünkü bu tür işlemleri faizli olmaktan çıkaran en önemli kıstas, bedellerden herhangi birisinin vadeye bağlanmamasıdır”, deniliyor. Biz de bunlara katılıyoruz. Ancak biz şunu da ilave etmek istiyoruz: Altın ve gümüş paraların kendi miktarları önemlidir; bunlar eşit olmalıdır. Fakat diğer paralar pazarlığa tabi olabilir, diyoruz.

Elektronik ortamda bilgisayar vasıtasıyla yapılan işlemler de peşin sayılabilir. Ancak burada hesapta para olması şarttır.

Foreks denilen vadeli döviz işlemleri hakkında bizim görüşümüz şöyledir. Vadeli döviz satışları faizdir ve gayri meşrudur Vadeli satışlar alıcılara satın alma gücü sağlar. Bu da karşılıksız para üretmek demek olur. Böylece işin sonunda enflasyon meydana gelir ve bu sayede başkalarının paraları çalınmış olur.

Vadeli döviz sözleşmesi hakkında bize göre riskler vardır. Mesela ön anlaşma daha önce yapılabilir. Ama burada asıl melese, bedellerin tesliminin bir mecliste karşılıklı olarak yapılmış olmasıdır. Eğer taraflardan birisi teslim etmediği takdirde diğer tarafın zorlama yetkisi olmayabilir.

Vadeli altın piyasası da vadeli döviz piyasasının bir benzeridir. Gerçek satışlardan çok pozisyon satın alınarak oynanan bir “kumar ve faiz” karışımı bir işlemdir", düşüncelerine şunları da ilave etmek istiyoruz. Bir işlemde bir taraf zarar ederken diğer taraf kazanıyorsa bu kumar veya faizdir. Fakat her iki taraf da kazanıyorsa azından bir taraf zarar etmiyorsa bu bey’dir.

Netice olarak bize göre para işleri devlete aittir. Toplumda devletin kamu işlerini düzenleme görevi vardır. Devlet, burada kamu giderlerinden harcama yapar. Borsa işleri de devletin görevleri arasındadır. Bunun için borsa kamu görevlileri eliyle çalıştırılacak bir kurumdur. Borsada bir malın alış değeri ne ise satış değeri de odur.  Mevcut stoklara göre kurlar yükselir ve düşer, aynı anda yapılan alış ve satışlar arasında bir fark olmaz. Senet alıp satan kimseler, zaman farkından yararlanabilirler. Mevsiminde alınan bir senet, ucuz olur. Daha sonra o, pahalı hale gelebilir ve o zaman satılabilir. Aynı anda farklı işleme tabi tutmak “misli, misline olacak” ilkesine aykırı düşer ve ilkeye ters bir işlem olur. 

5- KARZ-I HASEN 

Karz-ı hasen konusu aslında İslam ekonomisinin faizsiz bankasının temelini teşkil eder. Her nedense bu konuda araştırma yapıp çalışanlar için göz ardı edilmiş ve daha çok “şirket-i mudarebe” üzerinde durulmuştur. Buna “şirket-i kıraz” adı da verilir.[51] 

Şirket-i kıraz ile karz-ı hasen birbirinden farklıdır. Şirket-i kıraz bir tarafın emek, diğer tarafın ise sermaye koyması ile oluşan bir şirkettir. Karı, yaptıkları sözleşmeye göre aralarında paylaşırlar. Zarar ise sadece seremeye aittir. Emek koyan ise ücret almamakla zarara ortak olmuş olur. Karz-ı hasende ise kar ve zarar borç alana aittir. Borç veren kişi, borç verdiği kadar, kurumdan borç alabilme hakkını elde eder. Çünkü ayette “karz-ı hasen veren kişinin bu verdiği katlanacağı” ifade edilmiştir.[52]   Burada borç miktarında bir artma ve eksilme olmaz. Tebliğci, kredileşme konusunu ele alıp irdelemiştir.

Kuran’da karz-ı hasen açıklanırken bu kredinin Allaha verilmesi yani devlet başkanına yani beytülmale verilmesi emredilmektedir. Çünkü ayette ifade emir kalıbıyla gelmiştir.[53] Bize göre İslam ekonomisinde zekât bütçesinin yanında bir de karzı hasen bütçesinin de yapılmasında fayda vardır. Bu konuda şöyle bir uygulama yapılabilir: Halka selem kredisi verilir ve herkes buna dayanarak mal siparişini yapar. Üreticilere de emek ve ham madde kredisi verilir ve üretim yapılır. Ürünler satılınca selem kredisinin borcu ödenir. İnşaat sektörü için de emek ve malzeme kredisi verilir. Bu kredi yapının maliyetine eklenir. Yapı satıldıkça kredi karşılıkları geri ödenir. Karz-ı hasen müessesi bir faizsiz banka kurumudur. Bir tüccar, bu bankadan ancak mevduatı nispetinde kredi çekebilir.

Sadaka /zekât kamu payıdır. Karz-ı hasen ise kişinin kendi adına yapmış olduğu bir katkıdır, şeklinde yorum getirilebilir.

Biz mudarebe şirketini banka gibi yorumlayanlara katılmıyoruz. Çünkü banka rizikoya girmeden paranın muhafazası esasına dayanır. Bu sebepten dolayı şirket banka yerine geçemez. Onun yerine bize göre İslam ekonomisinde tekaruz yani kredileşme sistemi getirilmiştir, diyoruz. Buna göre kişi ne kadar kredi verdiyse o kadar kredi almaya ve verdiği mevduat ne kadar zaman bankada kaldıysa o süre kadar kullanma hakkına sahip olur. Bize göre her işletme, işletme senedi çıkarabilir. Girdiler işletme senedi ile girer, çıktılar da işletme sendi ile çıkar.  Bu senetler borsada /kasada karsız olarak para ile alınıp satılır. Tüm arz ve talebin karşılanabilmesi için senet-para dengesi sağlanır. Senedin değeri artıyorsa işletme kar ediyor, senedin değeri azalıyorsa işletme zarar ediyor demektir. Senedin değeri arz-talep dengesine göre ayarlanmışsa adil bir işletme düzeni kurulmuş, demektir.

Sonuç olarak, İslam ekonomisinde karz-ı hasen müessesesi, faizsiz kredileşme müessesesidir. Yani buna bir nevi finans sektörü veya finans ekonomisi deyebiliriz. Aslında bu sektörün reel sektör ve reel ekonomi kadar önemi vardır. Kuran ve sünnete dayanarak bu konu ile ilgili hükümler araştırılıp ortaya konmalıdır. İslam hukukundaki içtihadı, zamanın her sorununa bir çözüm bulma sistemi şeklinde yorumlamak gerekir. İslam ekonomisindeki faizsiz bankayı anlatan yayınlar vardır. 

6- ŞİRKET TERİMİ- GENEL BİLGİ  

İnsanın kişiliği bölünmez, parçalanmaz ve devredilemez. Çünkü insan Allah’ın yeryüzündeki memuru, görevlisi, halifesi ve temsilcisidir. Zira ayette belirtildiği gibi bu görevi yani emaneti yüklenme görevini varlıklar arasında sadece o, kabul etmiştir.[54]  O sebeple hayvanların, malların ve eşyanın yalnız başlarına kişiliği yoktur. Bunu ifade ettikten sonra bugün mesela limitet şirketlerde azınlığın kişiliği çoğunluk tarafından yok edildiği görülmektedir. Bunu aynen parmak demokrasilerinde de görüyoruz.  Yüzde elli bir kişi parmak kaldırınca onların dediği olur, diğer geri kalan yüzde kırk dokuz kişi yok sayılır. İslam ekonomisi bunu asla kabul etmez. Böyle bir uygulama da İslam yönetiminde yoktur. Onun için İslami literatürde bu anlamda “azınlık” kelimesini bulmak mümkün değildir.     

Kuran-ı Kerim’de “şürekâ” kelimesi çok geçmekle beraber[55] fıkıhçılar onu mal ortaklığı anlamında kullanmışlardır. Hâlbuki mal ortaklığı Kuran’da “huletai” kelimesi ile ifade edilmektedir.[56]

Şirketler, şirket inan ve şirketi mufavada diye ikiye ayrılır. Şirketi inanda ortaklar birbirinin vekilidir. Mufavada ise hem vekil ve hem de kefil durumundadır. Ayrıca “mele” şirketleri vardır.[57] Mudarebe ticari, musanaa sanayi, müzaraa tarım, müsakat ise hayvancılık ve bahçe ortaklıklarıdır.  Ortaklıklarda mülk, mal, a’mal ve vücuh şirketleri de birbirinden farklıdır.

 Mülk ortaklığı, taşınmaz mal ortaklığı demektir. Taşınmaz mal ortaklığında ortak, payını kiraya verebilir. Mal ortaklığı ise taşınır mal ortaklığı olup burada ortak payını kiraya veremez. A’mal ortaklığına gelince burada da emek satılamaz.  Şirket-i vücuhta kar ve zarara katılma vardır.

Şirket-i mülk ile şirket-i emval farklı ortaklıklardır. Şirket-i mülkte izale-i şüyu yoktur. Ortaklar, taşınmazı muhayea sistemi ile nöbetleşe sırayla kullanırlar. Bunların hükümleri ayrıdır. Şirket-i mülk, ancak kiraya verilebilecek mallar (yani mülkler) için geçerlidir.

Bir yerin merası, orada oturan halkın ortak mülkü sayılır. Orada bulunan su, ot ve yeşillikler de haliyle ortaktır.

Zamanımızdaki bazı şirketlerle İslam hukukundaki şirketleri karşılaştıracak olursak kolektif şirket, mufavada şirketine tekabül eder. İnan şirketi de adi ortaklıktır. Anonim şirket de bir mal ortaklığı olup malların kişiliği bulunmadığından İslam ekonomisinde böyle şirketlere tüzel kişilik statüsü verilemez. Bize göre vakıfların bile tüzel kişilikleri yoktur.

İslam ekonomisinde meşru olan şeylerde akit serbestliği esastır. Ancak sözleşme yapan kimselerin faiz gibi temel yasaklara uymaları gerekir. Bu incelikleri herkesin bilmesi zor olduğundan insanlara yol gösterecek örnek sözleşmeler de yazılmalıdır.  Şirkete sınırlı sorumlu ortak alınabilir; ancak yönetici ortağın sorumluluğu sınırsız olmalıdır. Çünkü eşyaya kişilik verilemez. Dayanışma şirketleri (akile sistemi) gibi, bugün olmayan, farklı bir ortaklık modelleri üzerinde çalışılmalar yapılması insanlığın yararına olacaktır.  İçtihatla oluşturulacak sözleşmelerle ortaklıklar kurulup oluşturulabilir. Şirketi kuran topluluğun tekeffülünde senetler çıkarılabilir. Bu senetlerin dayanışma ortaklıkları tarafından teminat/ güvence altına alınması gerekir.  

Sonuç olarak, bugün artık kimse kendi ürettiğini tüketmiyor, desek yanlış olmaz. Onun için Kuran-ı Kerim’in temel öğretisi olan senet sisteminin, ekonomik bünyede serbest rekabet içinde birliği sağlaması ümit edilir. Bu sebeple bir işletmeye girdiler, işletme senedi ile girmelidir. Bu girdilere pay senetleri verilir. Herkes bu pay senetlerini istediği zaman satabilir. İşletmeden çıktı almak isteyenler de senet alırlar ve işletme böylece çalışmış olur.  Bizce bu model İslam ekonomisinin temelini teşkil eder. Bu konu üzerinde durulmalıdır. Müdayene ayeti bunları anlatmaktadır. Tebliğde şirket ve ikraz konuları anlatılırken bu müdayene ayetinden hiç bahsedilmemesi, bir eksiklik olarak görülebilir.   

7- MUFAVADA ORTAKLIĞI 

Mufavada şirketi, ortakların birbirlerine hem kefil ve hem de vekil olarak kurdukları bir ortaklıktır. Burada ortakların bütün malları birleştirilmiş olur. Kişiler ekonomik ve hizmet yükümlülüklerini şirkete devrederler.

Kuran’a baktığımız zaman “racül” (erkek veya adam)[58] ve “zeker” (erkek)[59] kelimeleri ile “nisa” (kadın)[60] ve “ünsa” (kadın)[61] kelimelerinin aynı anlamda olmadıkları görülür. Diğer taraftan “racül” ve “rical” kelimesi “nisa” kelimesi ile birlikte geçerken, “zeker” ile “ünsa” kelimeleri de bir arada kullanılmışlardır. Bu farklılıklara dikkatlice baktığımız zaman daha çok özel, bireysel ve cinsiyet durumda “zeker” ve “ünsa”,  kelimelerinin kullanıldığı, toplum ve toplumsal görev ve diğerleri ile beraber olma gibi durumlarda ise “rical” ve “nisa” kelimelerinin kullanıldığı görülür. Mesela peygamberlik toplumsal bir görev olmakla bu konu söz edilirken hep racül ve rical kelimeleri kullanılmış, zeker kelimesi hiç kullanılmamıştır. Cinsiyet söz konusu olunca hep “zeker” ve “ünsa” kelimeleri kullanılmıştır.[62]

Ayette “Erkekler kadınlar için koruyucudurlar”[63] ve “Erkekler için kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kazandıklarından bir pay vardır”[64] buyrularak, burada adeta mufavada şirketinin hükümleri ilham edilmektedir.

Bize göre başkanlarla kamu malları arasında mufavada şirketi hükümleri geçerli olur. Mallar, bu mufavada şirketine karz-ı hasen statüsünde konur. Böylece ortaklar, ortaklıktan ayrılırken mallarını aynen alırlar. Şirket bu malları işleterek ortaklarının geçimlerine katkı sağlayabilir. Bu şirket, vakfa benzediğinden anamala dokunulamaz.

Tebliğde bu şirketin hükümleri biraz daha açıklığa kavuşturulmuş olsaydı daha iyi olurdu. Bu şirketin Kuran’da hükümleri bulunmadığı ve dolayısıyla bunun meşru olmadığını ileri sürenler olmuştur. Hâlbuki az yukarıda da söylediğimiz gibi, bizce “Lirricali nasibun”[65] Nisa 4/7 ayetinden kollektif şirketin hükümlerini çıkarmak mümkündür. Buradaki “rical” kelimesi mirastaki “zeker” kelimesinden[66] farklıdır. “Nisa” kelimesi de “ünsa”dan farklıdır. İşte bu sebeple mufavada şirketinin ortakları olan erkeklerin akrabaları, şirketin de akrabaları sayılır. Bu şirkette kendi başlarına ortak olan kadınların da akrabaları şirketin akrabaları olurlar. Şirket bunlara dayanarak küçük, yaşlı ve hasta akrabalarla ilgilenir. Sonunda miras sözleşmeye göre, erkek akrabalarla, kadın akrabalar ve varislere kalan fazlalıklar bölüştürülür. Bir zarar söz konusu olursa bundan ortaklara bir sorumluluk gelmez, denilebilir.

Sonuç olarak, mufavada şirketinde başkanların malları ile tüzel kişiliği olan ocak ve bucak gibi yerleşim birimlerinin malları üzerindeki haklar ve görevler tespit edilir. Bizim anlayışımıza göre böylece başkanların başkanken elde etmiş oldukları serveti mirasçılarına bırakmamaktadırlar. Hz. Peygamber de mirasçılarına bir şey bırakmamıştır.[67] Hatta bu hususta Hz. Muhammed, “Biz peygamberler miras bırakmayız, geride bıraktığımız mal ve eşya sadakadır”, buyurmuşlardır.[68] 

8- İNAN ORTAKLIĞI  

Bu şirket “inan” adını, ortaklardan her biri sermayenin bir kısmının tasarruf yularını (inanı) arkadaşlarına bırakmasından almıştır.[69]

Şirket-i inanda kar, konan sermaye miktarına göre bölüşülmez.  Kar ve zararı eşit olarak bölüşmek şartıyla, sermayeler farklı olabilir. Burada sermayeler karz –kredi olarak da konabilir. Kar, sermayenin hakkı değil, sermayenin taşıdığı rizikonun hakkıdır.

İnan şirketi bir çeşit adi ortaklık olup burada sözleşme hükümleri geçerli olur. Burada zarar sermayeye göre değil,  rizikoya göre paylaşılır.

Biz hayatı, bir ortaklık ve bir uzviyet, devamlı, hareket eden bir canlı olarak kabul ettiğimizden bize göre sabit ücret veya sabit kira faizdir. Kardan pay alma da yanlıştır. Ancak cirodan pay alınabilir. Kar, zarar her ikisi de sermayenin olur. Dolayısıyla alış ve satış fiyatlarını belirleme hakkı da sermayeye aittir. Ancak emek, üretilmiş olan maldan pay alır.  Ham madde de payını maldan alır. Sermaye, ham madde karşılığıdır. Emek ve tesis, sermaye değildir. Bu konular tartışılmalıdır

Bize göre eğer biri zarar ederken diğeri kazanıyorsa bu faizdir. Ticari işletmelerde işçinin sabit ücret alması ve yapı sahibinin de sabit kira alması veya devletin sabit vergi alması, hep faizdir. Bunlar aynı sabit kar gibi olup onun hükümlerine tabidir, yani faizdir.  Emek, tesis ve kamu, haklarını cirodan pay olarak alırlar. Böylece kar, zarar sermayenin olmuş olur. Bu konulardaki hatalar faizin tarifinden ileri gelmektedir. Bunların irdelenmesi gerekir. Zamanla artan şey faizdir, risk taşımayan şey faizdir, sabit ücret, kar ve kira hep faizdir.

İslam ekonomisinde hukuk ve kişiliğin Allah’ı temsil demek olduğunu daha önce söylemiştik. Onun için İslam’da tüzel kişiliği bulunan eşya ortaklığı yerine hamiline yazılı işletme veya mal senetleri teşri edilmiştir. Bu senetler ancak bir kişinin sorumluluğu altında çıkarılır. Fakat bunlar aynı zamanda dayanışma ortaklıklarının teminatı altında olmalıdırlar. Bu senetler, bir malla teyit edilmelidir. Senetleri satın alan kimse, bir değer taahhüt eder veya verir. Dolaysıyla bu senetlerin bir karşılığı vardır. Bu bir mal karşılığı olabileceği gibi, bir malla tanımlanabilen bir işletmedeki pay da olabilir. Senetlerin türleri sınırsızdır. Şirketten işletme senedi alanlar, ona ortak olmuş, satanlar ise ayrılmış olurlar. Bu senetlerin kasada hesabi değerleri vardır. Bunlar kasadaki fiyatları üzerinden, fiyat farkı olmadan yani alış ve satış fiyatları değişmeden alınıp satılırlar.

 Sonuç olarak, Kuran, hamiline yazılı senet sistemini getirmiştir. Senedin bedelinin artıp eksilmesi, işletmenin kar ve zarar durumunu gösterir. İsteyen senedin kasadaki bu değeri ile ortak olur, isteyen de bu değeri alarak ayrılır. İslam ekonomisinde bu hususta yani şirketin durumunu beklemeden ölçen bir sistemin var olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü İslam düzeninde mükelleflerin ne kadar vergi verecekleri bizzat kendileri tarafından bilinebilir. Zira hangi mallardan ne kadar zekât verileceği bilinen bir şeydir. Bu hususlar tebliğde ele alınıp açıklanmamıştır.              

 9- KREDİ ORTAKLIĞI (ŞİRKET-İ VÜCUH) 

Bu şirkette sermaye, ortakların itibarından ibarettir. Burada maksat, veresiye mal alıp satarak elde edilen karı ortaklar, kendi aralarında paylaşılırlar.  

 Varlıklı kişiler itibarlarını ortaya koyarak sermayesiz de ticaret yapabilirler. Böyle bir ortaklığa şirketi vücuh denir. Bu ortaklık, eğer zarar, karın bölüşüldüğü gibi bölüşülürse muteber olur, yoksa olmaz. Böylece faizsiz işletmelerde bu sayede paranın yerini itibari değer almış olur. Belki altın yoktur, para yoktur ama hesapta / kâğıtta/ yazıda altın vardır. Bunun için de bir itibar senedinin çıkarılması gerekir. Senedin karşılığı tanımlanmalıdır. Yani bu itibarlı adamın dayanışma ortaklığı belli olmalı ve taşınmaz rehin gösterilmelidir. Senet kullanılırken bir değer karşılığı verilmelidir.  Böylece işletme, kendi parasını kedisi üretmiş olur.

 Bu şirket Hanefilere göre sahih olmakla beraber Şafiilere göre batıldır.[70] Her ne kadar hadiste[71] Müslümanlar belirledikleri şartlara uyarlar denilmişse de bu şartların temel esaslara uygun olması gerekir. Mesela üzerinde dikkatli bir şekilde durulduğu takdirde Kuran’ın müdayene ayetinde borcun, hamiline yazılı senede dayanması, dayanışma içersinde olması, ayrıca teminat altında bulunması gerektiğini ortaya koyduğu görülür. Kuran bu suretle böyle bir senet olmadan ticari şirketlerin kurulamayacağını belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla hamiline yazılı senet dışında bir borçlanma şekli olmadığı söylenebilir. 

Kazancın biri emek, diğeri ise riziko olmak üzere iki kaynağı vardır. Sermayenin riziko taşımadan kar etmesi, faiz olup meşru değildir. Tesislerin kirası ise onların yıpranmaları karşılığıdır.

Her ne kadar Şafii ve Malikilere göre bu ortaklık geçersiz ise de bize göre bir işte bir akit ile satın alma, başka bir akit ile de satım işi gerçekleşiyorsa burada kar olabileceği gibi, zarar da olabilir. Yani burada bir riziko vardır. Bundan dolayı şirket-i vücuh meşru olur. Diğer bir anlatımla ticaretin batıldan istisnası riziko illetine dayanır, diyebiliriz.

 İtibara dayanarak sermaye bulunmuş olsa bile bunun bir senetle teyit edimlisine ihtiyaç vardır. İtibarın senetle teyit edilmesi para mahiyetinde olduğundan para hükmünü taşır. Zaten kâğıt para da bundan başka bir şey değildir. Devlet kendisi para çıkarmaz. Devlet ancak piyasaya para çıkışları denetler. Bu para çıkışları dayanışma ortaklığı ile teyit edilmelidir. Piyasaya çıkacak olan senetler, ancak gayrimenkul ipotek karşılığında çıkarılabilir. Yani bunlar, bir değer karşılığında tedavül eder. Karşılıksız bir senet çıkarılmamalı ve her senet muhasebede kayıtlı bir yazılı belgeye dayanmalıdır

Sonuç olarak, şirket-i vücuh caizdir. Ancak bunun yazılı olması gerekir. Bu husus Kuran’ın en uzun ayeti olan müdayene ayetinde[72] belirtilmiştir. Fakat tebliğci bu ayeti ele alıp değerlendirmemiştir. 

10- İŞ VE TAAHHÜT ORTAKLIĞI  (ŞİRKET-İ A’MÂL) 

 Bu ortaklık da fıkıhçılar arasında ihtilaflı bir konudur.[73] Kuranda bu şirketin pek çok delili vardır, diyebiliriz. Mesela ayette geçen “amiline aleyha”[74] ifadesindeki “amilin” kelimesi kurallı çoğul olarak gelmiştir. Bu ayetin şirket-i a’mal ortaklığını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca yine Kuran’da geçen  “Lekum ma kesebtum”[75] (sizin kazandığınız sizin içindir) ayetindeki ifade de çoğul kullanılmıştır. “Ekımu essalate”[76] (Namazı kılınız)  emrinde de “ikame” çoğul gelmiş, “es-salât” ise tekildir.

 Şirketi a’mal iş bölümü şeklinde olabilir. Burada işe göre pay verilir. Yahut kişilerin mesleki derecelerine göre çalışma saatleri değerlendirilir.  Bütün bu kişilere düşen paylar, işletme senetleri ile düzenlenir. Her kişinin hak ettiği pay, kesin muhasebe ile ortaya çıkar. Bugünkü bilgisayar muhasebesi olmadan böyle ortaklıkları mesela tarım toplumlarında gerçekleştirmek çok zor olurdu. Böylece tarım toplumu ile sanayi veya bilgi toplumu birbirinden farklı olduklarına göre eskiden yapılmış olan içtihatları bugün de bağlayıcı kabul etmek yanlıştır. Artık onlar günümüzde geçerli değildirler.

İş ortaklığında ekip başı vardır. İşverenler ekip başı ile muhatap olurlar.   İşçiler, dayanışma ortaklıkları tarafından sigortalanmışlardır. İşin yapılması veya bozuk yapılması halinde dayanışma ortaklığı bunu tazmin eder. İslam bir düzen olması dolayısıyla hükümler bir bütünlük içersinde düşünülmelidir. Bu sebeple dayanışma ortaklığı olmadan emek ortaklığı da olamaz.

 Bir inşaat şirketinde biri sıvayı, diğeri ise döşemeyi taahhüt edebilir. İşçiler emeklerinin karşılıklarını sözleşmeye göre paylaşırlar. Genellikle işçiler anlaşmalarını malzemesiz olarak yaparlar. Bununla beraber işi malzemeli olarak anlaşan alabilir. Bu durumda o kimse, işçilik kısmını çalışanlara ihale edebilir. Sermaye payı ile emek payı birbirinden ayrılmalıdır. Batı şirketlerindeki karma ortaklık İslami esaslara uygun değildir. Mülk, mal, emek ve hizmet ortaklıkları ayrı ayrıdır. Bu sebeple karma ortaklık meşru değildir. Mülk ortaklığında kiraya verme vardır. Oysa emek ortaklığında emeğin devredilmesi doğru değildir.

    Sonuç olarak, fıkıh kitaplarınki hükümler daha çok tarım dönemine ait olan yorumlardır. Oysa şimdi sanayi döneminde bulunuyoruz. Önümüzdeki gelecek dönemin, sermaye ortaklığından çok, emek ortaklığına dayanacağına inanıyorum.  

    11- EMEK-SERMAYE ORTAKLIĞI (MUDÂRABE)                 

    Şirket-i mudarebe bir işletme ortaklığıdır. Daha çok ticari bir ortaklıktır. Ortaklardan biri sermayeyi koyar, diğer ortak ise mal alıp satarak ticaret yapar. Emek koyarak mal alıp satan ortak, zarara iştirak etmez, sadece kardan payı ne kadarsa onu alır. İşçiye ciro üzerinden pay vermek şirket-i a’maldir, kar üzerinden pay vermek ise şirket-i kırazdır.

    Tebliğde “bidaa” kelimesiyle karın tamamının sermayeye ait olabileceği ifade edilmiştir. Bize göre bu doğru değildir. Karz-ı hasende sermaye koyan kişi,  ne kadar sermaye koymuşsa o kadar kredi almaya hak kazanmış olur. İslam ekonomisinde banka, bu temel üzerine kurulur. Karın tamamının mal sahibinin olması demek, ticaret yapanın ücret alması demektir ki,  bu İslam ekonomisinde meşru olmaz. Çünkü kar-zarar riski taşıyan bir yerden risksiz olarak ücret almak doğru olmaz.

    Mudarebe ortaklığı Kitap, sünnet ve uygulama ile meşru kılınmıştır. Ayette  “Akitleri yerine getirin”[77] buyrulduğu için bütün sözleşmeler yerine getirilir. Bundan dolayı İslam ekonomisinde akit serbestliği esastır. Zira ayette böyle denildiğine göre bütün sözleşmeler yerine getirilir. Ancak yasaklanmış olan şeyler üzerine yapılan sözleşmeler, geçerli olmaz. Yani akde söz konusu olabilecek yasaklar sayılmış; geri kalanlar ise meşrudur. Dolayısıyla bu konuda akit yapmak meşru değildir diye iddia eden kimselerin delil getirip meseleyi ispat etmeleri gerekir.

    Tebliğde bu şirket konusunda sahabilerden örnekler verilmiştir. Burada sükuti icma vardır, denebilir. Ancak sahabilerin yaptıkları bizim için delil olmaz.

    Hz. Ömer’in iki oğlunun Basra valisi Ebû Musa el-Eş’arî’den hazinenin parasını alıp çalıştırmaları konusunda bizim düşüncemiz şöyledir: Bu vali bu parayı karz-ı hasen olarak değil, mudarebe olarak vermiş ve muamele türünü değiştirmiştir. Bu durumda Ömer’in oğulları, zarar etmiş olsaydı, bir şey ödemeyeceklerdi.  Çünkü mudarebe şirketinde zararı sermaye çektiğine göre para beytülmalin olduğu için zararı beytülmalin karşılaması gerekir. Bu sebeple Ömer’in oğulları taşıma ücretini bile hazineden isteyip alabilirlerdi.

  Mutlak mudarebe konusunda biz, akit serbestliği dolayısıyla mutlak vekâlet caizdir, diyoruz. Ancak mukayyet mudarebe meselesinde sınırlı ticarete izin verme meşru olmayabilir; fakat sınırlı kısıtlamalar meşru olabilir.  Yani kıraz şirketinde asıl olan, yetkilerin sınırsız olmasıdır. Bu da şirketin tanımından ileri gelir.

   Finans sektörü, paraya para kazandıran kurumlardır. Zira onlar, paraya para kazandırırlar ki, bu faizdir. Ancak paraya mal kazandırma işi ise ticarettir. Finans kuruluşları, ya faiz oranları nispetinde kar dağıtmakta ya da faiz oranları nispetinde kar istemektedirler. Bunların tümü faizli muamelelerdir. İslam ekonomisinde banka krediyi faizsiz olarak verir. Sonra cirodan bir pay ister. Eğer ciro yoksa banka, bir pay alamaz. Banka mudilere de kar dağıtmaz, mevduat karşılığında kredi verir. Halk, bankaların desteklediği yani alıp sattığı, karsız alıp sattığı senetleri alıp satarak kar elde edebilirler. Bize göre bu görüşler, tartışılmalıdır.

   Tebliğde “Günümüz faizli bankacılık sistemini fasit mudarebe olarak değerlendirmek mümkündür”, deniliyor. Biz de buna katılıyoruz. Çünkü Hz. Peygamber “Kim bir alışverişte iki alış-veriş yaparsa, ona ya o ikisinin en azı vardır ya da riba/faiz vardır., buyurmuşlardır.[78] Öyleyse iki bey birleşemez. Hâlbuki finans kurumları, mal alan kişinin faturasını peşin ödüyorlar ve sonra onu karla tahsil ediyorlar. Böylece bize göre bu, fazlalık faizi olur. Sonra icraya gidip haraç mezat sattırmasalar veya borcu artırmasalar nesie faizi olmaz. Bu finans sektörleri nesie faizi içindedirler.

   Mudarebe akdinde koşulan bir şartın sözleşmeye halel geleceğinden bahsediliyor. Zaten şartlı akitlerde şart mı batıldır, yoksa akit mi batıldır konusu tartışmalıdır. Ancak Kuran’da “Eğer faizden vazgeçerseniz, sermayeniz sizin olur” buyrularak[79]  faiz şartlı akitler, meşru sayılmış, faiz şartı ise iptal edilmiştir. Bu durumda akit yapan şartın iptalini kabul ederse, sözleşme geçerli olur. Eğer kabul etmezse sözleşme iptal edilir.

Sermaye, işletmecinin elinde emanet (vedia/ mevduat) hükümlerine tabidir, denilmiştir. Evet, mudarebe şirketinde mal, çalışanın elinde deyn-borç değil, bir emanettir. Yani riziko ve artıp eksilme sermaye sahibine aittir.  

   Bu ortaklığın faizsiz banka şekline geçişi ifade edilerek kar-zarar üzerinde durulmuştur. Bu konuda bizim görüşlerimiz şöyledir. Finans kuruluşları mevduat olarak aldığı meblağları iştirak olarak vermez. Banka, iştiraki iştirak olarak, krediyi de kredi olarak işletmelere aktarma durumundadır. Kredi de banka işletiminin cirosundan komisyon alabilir. Bu para miktarına veya zamana bağlı olmadığı takdirde faiz değildir.  İştirakte de aynı şeyi yapabilir. Banka, mudilerden veya iştirakçilerde bir şey almamalıdır. Ancak onların karından bir mudarib-ortak olarak pay almasında bir sakınca yoktur.

  Evet, Batı dünyası akit serbestliği sistemini Müslümanlardan almış olmalıdır. 

ABD, İngiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde risk sermayesi modeli ileri teknolojiyi geliştiren itici bir güç olmuştur, deniliyor. Kapitalizm düzeninde buluşlar, sermaye tarafından satın alınıyor ve girişimcilere ortak olarak veriliyor. Fakat buluş sahipleri, burada böylece şirkete emekleriyle katılmış olmuyorlar.   Hâlbuki işletme kar ederse, buluş sermayesi de kar ediyor. Eğer işletme zarar ederse buluş sermayesi bir şeye katılmıyor.   Böyle bir ortaklık İslami değildir. Bize göre buluşlar vakıflar tarafından satın alınarak işletmelere verilmeli ve işletmeler de buluşları bedava kullanmalıdırlar. Vakıf bu hizmeti için genel hizmetten bir pay alabilir. Bu yalnız o işletmeden değil, bütün işletmelerden alınan genel hizmet payından bir paydır. Bize göre buluşlar, İslam ekonomisinde böyle değerlendirilir. 

  ABD de 1957 yılında risk sermayesi sayesinde çok kazanan şirketin, buluşları nasıl aldığı belli değildir. Buradaki sermaye, buluşları satın alan mı, yoksa buluşları değerlendiren sermaye mi, ifade tam açık değildir. Eğer bu buluşları değerlendiren sermaye ise böylece sermaye ortağını bulmuş olmaktadır.

  Bu mudarebe sistemi bilim ve teknolojinin gelişmesinde bir itici güç rolü oynayabilir. Ancak İslam düzeninde ilim, bilgi ve buluşlar para ile satılmaz. İlim sahibi bilginler ve bu statüde olanlar müellefe-i kulub fonundan desteklenebilirler.

  Sonuç olarak, finans kurumlarının şirket-i mudarebe şeklinde çalıştırılması İslam’i esaslara uygundur. Tebliğ sahibi burada İslam ekonomisine uygun bir çözüm getirmiştir. İslam düzeni üzerine çalışanların kredileşme önerilerinin yanında yer alabilecek yeni bir öneridir. Ancak risk sermayesi ile şirket-i mudarebe arasında kurulan ilişki uygun görülmüyor. Bu konular üzerinde tartışmalar yapılmalıdır.

 

  12- ZİRAAT ORTAKÇILIĞI (MÜZÂRAA)

 

  Boş kalması halinde harap olmayan toprağın kiralanması veya ortaklığa konulması meşru sayılmamıştır. Bunun için toprak sahibi, tohum gibi, ilaç gibi bir katkıda bulunması ve mahsul kaldırmaya yardım etme gibi hizmette bulunması gerekir. Çünkü emeksiz ve rizikosuz kazanç elde etmek yoktur. Çünkü ayette “İnsan için elemeğinden başka bir şey yoktur”80 buyrulmuştur.

  Hz. Peygamberin, Yahudilerle Hayber topraklarında ortaklık kurduğu doğrudur.  Ancak burada kurulan ortaklık, tarla değil, hurmalıklardır. Onun için bu müzaraaya değil, musakata giren bir konudur.

 Bir toprağın tarıma elverişli hale getirilmesi, emek ister. Dolayısıyla tarım topraklarına dayanan ortaklık akdi, emeğin değerlendirilmesi mahiyetinde olup meşrudur. Sadece toprak ekilmediği zaman, değeri verilerek istimlâk edilebilir. Bizim bu görüşümüz tartışılmalıdır.

 Hadiste bir tarlanın bir tarafını kira karşılığı ekiciye verip diğer tarafını da toprak sahibine bırakmak tarlayı ekecek kimse ile toprak sahibi arsında çıkar paralelliği bulunmadığı için yasaklanmıştır. Yoksa tarlada ortaklık yapmak yasaklanmış değildir.  Toprağı kiralamak da men edilmiştir. Burada ihtilaf sebebi ise toprak sahibinin emek harcamadan ve riziko çekmeden bir gelir ve kazanç elde etmesidir. 

 Bize göre, eğer bir kişi araziyi kiralıyor ve kendi tüketeceği ekini ekiyorsa böyle bir yerin para ile kiralanması meşrudur. Çünkü bunda bir zaruret vardır. Eğer kişi satacağı ürünü ekiyorsa o, bu toprağı kiralayamaz. Bu toprak ancak ziraat ortaklığına konabilir. Yani para ile kiralanamaz. Ortaklığa konan arazinin ihya edilmiş bir arazi olması şarttır. Yani bu toprağın alt yapısı yapılmış olmalıdır.

 Sahabilerin ürünün üçte biri veya dörtte biri ile ziraat ortakçılığı yapmış oldukları söyleniyor. Kazanç amacıyla ziraatta sabit kira ile toprağı kiralamak faiz olduğu için böyle bir ortaklık haramdır. Ama oturmak için veya kendi ihtiyaçlarını gidermek için kirada ise burada zarar eden olmadığı için meşrudur. Sahabelerin bir şeyi yapmış olmaları bizim için bağlayıcı bir delil değildir.

 Ebû Yusuf’un ziraat ortakçılığını emek- sermaye (mudârebe ) ortaklığına kıyas ederek caiz gördüğü söyleniyor. İşletmelerde dört girdi vardır. Tesis, sermaye (ham madde ) emek ve genel hizmet. Zekât, toprak ürünlerinden yüzde olarak mesela yüzde on alındığı için, bu girdiler de paylarını üründen alırlar. Mesela tesis kirası da hâsıladan bir pay olarak alınır.

 Görüldüğü gibi bu ortaklığın bir takım şartları vardır. Bu şartların hepsi yazılmalı; az olsun çok olsun her şey yazıya geçirilmelidir.

 Ortaklığın gerektirdiği sürme, ekme, çapalama, sulama, ilaçlama ve gübreleme gibi tüm masraflar işletmeciye aittir, deniliyor. Bu ortaklıklar tesis, emek, sermaye, genel hizmet olmak üzere dört ortakla kurulabilir. Hangi işlerin hangi ortaklığa ait olacağı hususu ancak içtihatlarla-kararlarla belirlenir. Sözleşmede farklı bir hüküm olsa, bile hakemleri bağlamaz.

 Günümüzde ziraat ortakçılığı, toprak sahibi ile girişimci ziraatçı (teknisyen-mühendis) ve sermaye sahibi üçlüsü tarafından da tesis edilebilir, deniliyor. Bize göre tesis, sermaye, emek ve genel hizmet ortaklıkları ayrı, ayrı işletmelere katılırlar. Payları,  işleri, hükümleri tamamen farklıdır. Ne var ki, bir kimse birden fazla ortaklığı yüklenebilir. Sermaye, emek ve tesis veya bunların her üçü bir kimseye ait de olabilir. Genel hizmet ortağı ise kooperatiftir, kamudur. Bu işlerin gerçekleştirilmesi ancak ortaklıkla mümkün olduğundan bu ortaklılar her zaman vardır.

 Tebliğde  “ziraat ortakçılığı kredisi” ve girişimci ziraatçılar sayesinde modern tarıma açılabilir. Böyle bir piyasaya “ziraat ortakçılığı gelir senedi (sükûk)” ihracı yoluyla tasarruf sahiplerinin doğrudan ortak olması da sağlanabilir, deniliyor. Zaten “sak” kelimesi Farsçada çek karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin batı dünyasına “çek” olarak geçmiştir, diyebiliriz. Zira Sasanilerde bu kelime, Beytülmal’deki payı ifade ediyordu. Hamiline yazılı idi. Kuran müdayene ayetinde bunun hükümlerini koymaktadır. Ancak Yirminci yüzyıla kadar bu ayetin manasının tam anlamıyla anlaşılamamış olduğunu da söylemeliyiz.

 Sonuç olarak, bizim anlayışımıza göre arazilerin planlanması gerekir. İnsanlık, devlet, il, bucak ve site planlamaları yapılır. Parseller, hisseli de olsa özel mülkiyete konu olur. Yapılan tesislerin beşte birleri, alt yapı karşılığında verilerek arsaya sahip olunabilir. Hiçbir kimse arsa üzerinde başkaları tarafından inşaat yapılmasını önleyemez. Bu görüşler tartışılmalıdır.

 

 13- BAĞ-BAHÇE ORTAKÇILIĞI (MÜSÂKAT)

 

 İfade edildiği gibi, “müsakat” ağaçlar bir taraftan, sulama çapalama ve bakım gibi işler de diğer taraftan olmak üzere kurulan bir ortaklıktır.81

 İslam ekonomisinde tarım ve hayvancılığı beraber mütalaa etmekte yarar vardır. Onun için biz hayvancılığı da bu ortaklık içinde düşünerek besi çiftlikleri ile ağaçların, ortaklığa konulması müsakatı, müzaraadan ayırmaktadır. Onun için müsakat, müzaraadan farklıdır. Çünkü müzaraanın bakım ve rizikoları ile müsakatın bakım ve rizikoları aynı değildir. Zira besi çiftliklerinin bakıma olan ihtiyaçları daha fazladır. İhmal edildikleri takdirde onların helakine sebep olunabilir. Bu bakımdan bunların hükümleri de farklıdır.

 Bu konularda hadisler vardır ve tabiatıyla uygulamalar da vardır.  Ancak bu hadisler o günün şartlarında söylendiği gibi, uygulamalar da o günkü şartlar içersinde yapılmıştır, diyebiliriz. Bu sebeple biz, bu hadsilerin ancak Kuran’ı yorumlamada değerlendirilmelerini önermek istiyoruz. O zamanki uygulamaları ise o günün şartlarına atfederek bunların bize bütünüyle delil olamayacaklarını ifade etmek istiyoruz.  

  Onun için burada emek ve riziko dışında kazanç yoktur deyen ayet ve hadisler esas alınmış olup diğer rivayetler ise buna göre yorumlanmıştır. Müsakat ortaklığı da elbette meşrudur. Yalnız ihmalden dolayı bahçe harap hale gelirse kişinin tazmin etmesi gerekir. Dayanışma ortaklığı adını verdiğimiz akile veya kefalet sistemi, kişinin yetmediği yerlerde devreye girer.  Bu sebeple bu müsakat ortaklığın da meşru olması için çalışanların ehliyetli olmaları ve ehliyetleri dayanışma kurumu tarafından sigortalanmış olması gerekir. Bu görüşler tartışılmalıdır.

  Meyve veren her türlü ağaç üzerinde müsâkât sözleşmesi yapılabilir, deniliyor. Bunlar bir yıldan az ömürlü veya fazla ömürlü olan bitkiler diye bir tasnif yapılmasında fayda vardır. Biz bir yıldan fazla ömürlü olan bitki ve hayvanlarla yapılan ortaklıkları daha çok önemsiyoruz. Burada sermaye sahibi, hayvan ve yem verir. Çalışan ortak ise bunları değerlendirir. Konan et ve yem, sermaye olup artan et de kar olur. Artan et, çalışanlar ile sermaye sahibi arasında bölüşülür. Yemin değerinin et cinsinden hesaplanması daha doğru olur. 

  Bu müsakat ortaklığında tesis, emek, yem ve hayvan ve genel hizmet payları sözleşme ile belirlenir. Hangi işlerin kimler tarafından yapılacağı ise mevzuatla veya hakem kararları ile belirlenir.

  Henüz sonuç alınmadan ortaklık sona erer veya ortaklardan birisi ayrılırsa ortaklığın devamı sağlanır ve dayanışma ortaklığı ayrılan ortağın yerine yeni bir ortak bulur. Eğer bir ortak bulamazsa meydana gelebilecek zarar o ortaklıkça tazmin edilir.

  Sonuç olarak, bugün dünyanın önünde duran meselelerden birisi de tarım ve hayvancılık işleri olsa gerektir. Batı, sanayi problemini her ne kadar eşyanın tabiatına aykırı ve zulüm olsa da yeni bir işçilik düzeni koyarak bir çözüme kavuşturmuştur. Fakat tarım ve hayvancılık meselesi hala bir çözüme kavuşturulamamıştır. Bunun için biz, tarım işletmelerinin aile şirketleri yoluyla işletilebileceği görüşünü taşıyoruz. Bu sebeple bu işler için müzaraa ve müsakat gibi, buna uygun olan ortaklıklar üzerinde çalışılarak geliştirilmelidir. Bu hususta örnek çalışmalara ihtiyaç vardır.

 

  14- AĞAÇ DİKİMİ ORTAKÇILIĞI (MUGÂRESE)

 

  Biz burada ağaç dikmeyi apartman dikmek ile birlikte mütalaa etmek istiyoruz. Zaten bunların her ikisi de toprağı kullanmaktır. Bizim bu konudaki düşüncelerimiz şöyledir: Bize göre üretimde ücret ve fiyatlar serbest olup anlaşmalarla belirlendiği halde inşaatta ise malzeme ve işçilik bedelleri resmi fiyat ve ücretlerle oluşur. İnşaat hisse senetleri maliyetlerle satılığa çıkarılır. İnşaat yapıldıkça senetlerin nominal değerleri artar. Ağaç yetiştirmede de metot, inşaat statüsüne benzer, diyebiliriz. Girdiler resmi değerlerle yapılır. Yatırım faizsiz kredi ile gerçekleştirilir. Müteahhitler yaptıkları işe göre yüzde alırlar. Ağaç diken ortaklar da aynı buna benzer, diyoruz.

  Ağaç diken kimse işi terk ederse veya ihmal edip ağaçların kurumasına sebep olursa, dayanışma ortaklığı bunu tazmin eder. Gelişmiş ekonomilerde sigortasız hayat olamaz. İslamiyet’te ise sigorta sistemi dayanışma ortaklığı (akile sistemi) şeklinde olabilir. Bu konular üzerinde durularak tartışılmalıdır.                  

  Tebliğde “Malikîlere göre ise kerestesinden yararlanılan ağaçlar üzerinde…  “ağaç dikimi ortakçılığı (mugârase)” yapılabilir, deniliyor. Burada yalnız kereste ağaçları değil, meyve ağaçlarının yetiştirilmesi de inşaat ilkesine dayanır. Bunun için mesela bir ortak tarafından dikilip de sonra meyvesi alınmadan ayrılan bu ortağın durumu inşaatı başlayıp bitirmeyen kimsenin durumuna benzer.

  Kavak dikimi ortaklığında fidan, ilaç, gübre, elektrik ve su gibi giderler ayrı ortaklık/ortaklıklar olarak da yapılabilir.

  Sonuç olarak, bugün tarımın ve hatta hayvancılığın,  sanayi sektöründe olduğu gibi, ilmileştiğini söylemek mümkün değildir. Bu hususta aile işletmeleri ile ilerleyip gelişmeye ihtiyaç vardır. Tarım işletmelerinden artan emek ise küçük sanayide ve başka yerlerde değerlendirilebilir. Bu da usta çırak eğitimi ve ehliyetlerin faizsiz olarak kredilendirilmesi ile sağlanabilir. Bu görüşler değerlendirilmelidir.

 

  15- SERBEST REKABET – PİYASA İSTİKRARI VE NARH İLİŞKİSİ

 

  Arapça “si’r” sözlükte mal için kıymet, değer, fiyat demektir, deniliyor. Bu kelime bu anlamda Kuran-ı Kerim’de hiç kullanılmamıştır. Kuran’da bedel ve fiyat anlamında “semen” kelimesi geçer.82

 

  İslam’da serbest piyasa ekonomisi bulunduğunu daha önce de söylemiştik. Böylece fiyatların da serbest bir şekilde, ekonomik bir ifade ile söyleyecek olursak, arz ile talebin kesiştiği noktada teşekkül edeceği bir gerçektir. Hadislerde halkın malları üzerine fiyat konamayacağı ve narh tayin edilemeyeceği hususunda hadisler vardır. Ama bu demek değildir ki, devletin bir resmi fiyatları olmasın.  Bize göre kamuda resmi fiyatlar ve ücretler vardır. Onun için krediler kamunun belirlediği bu resmi fiyatlara göre verilir.  Teminatlar resmi fiyatlar üzerinden yapılır. Kamu malları alınıp satılırken baz fiyat, resmi fiyat üzerinden olur.

  Bir fiyat üzerinde anlaşma yapılmadan mal alınmış veya satılmış ise fıkıhçılara göre bu alış veriş batıldır. Bize göre ise resmi fiyat birimleri, gerçek fiyat kabul edilerek bu sözleşme geçerli hale getirilmiş ve akit de yapılmış olur.

  Kuru üzüm satımı konusunda Halife Ömer’in fiyatlara müdahale ettiğinden bahsediliyor. Burada Hz. Ömer böyle bir davranışta bulunması bizim için bağlayıcı bir delil olamaz.

  Bir serbest piyasa ilkesinin kötüye kullanılması durumunda devletin fiyatlara müdahale edebileceği ilkesi benimsenmiştir, deniliyor. Bize göre bazı insanların kural dışına çıkmaları sebebiyle diğer insanların meşru olan haklarını yasaklamak doğru değildir. Onun için tabiinden olan kimselerin, bir şeyi mubah kılmaları onun hükmünü değiştirmiş olmaz. Bundan dolayı serbest rekabetin sağlandığı mallarda narh ile fiyatlara müdahale edilemez. Bugün ise ekonomide devlet tekeli vardır. İslam ekonomisinde kamuda da tekel olmadığından serbest rekabetin sağlanamadığı yerlerde özerk olan vakıf işletmeleri devreye girebilir. 

  “Osmanlı Devletinde… narh cetvelleri yayınlan… iğneden ipliğe toptancı ve perakendeci fiyatları tespit edilmiştir”, deniliyor. Fıkıh kitaplarının anlattığına göre malikiler, bir çarşı esnafının fiyatları sınırlamasını meşru görmüşlerdir. Osmanlılarda da içtihadın yerine fetva ikame edilmiş ve her şeye el cevap caizdir, metodu uygulanmıştır.               

  Para bir ölçü aracıdır. Bu sebeple her ne suretle olursa olsun, paralarda tağşiş yapmak, değerlerini düşürmek ve karşılıksız para basmak günahların en büyüklerinden biridir, diyoruz.

  Vakıf paraların ekonomide bir istikrar unsuru olmasından bahsediliyor. Bize göre değerler karşılığında senetler ve senetler karşılığında da para çıkarılmalıdır. İleri ve gelişmiş bir ekonomi enflasyondan ancak böylece kurtulup korunabilir. Biz bu görüşümüzü müdayene yetinden83 istidlal ediyoruz.

  “İslâm kültüründe vakıflara, yetimlere ve kamuya ait bütün mal ve nakit para varlıkları rayiç piyasa fiyatları ölçü alınarak yönetilir” deniliyor. Bize göre serbest fiyatlar stoklara göre bilgisayarlarla hesaplanır. Vakıf işletmeleri malı işlemlerle oluşan bu hesabi fiyatlarla alır ve belli kar ekleyerek satar. Böylece fiyatlar arz ve talebe göre ayarlanmış olur.  Satış fiyatları hesabi olabildiği gibi, alış fiyatları da hesabi olur. Böylece bu vakıf işletmelerinin fiyat üzerindeki işlevleri tanzim kuruluşlarının işlevlerine benzetilebilir.

  Tröst ve kartelleşmeye karşı alınan önlemden ve İslam’da karaborsa ve tekelleşme yasağından bahsedilmiştir. Ekonomide müdahale kredi ve vergi yoluyla yapılmaktadır. Vergi nispetleri Kuran’dan istidlal edilmiştir. Onun için müdahale ancak kredi yoluyla yapılabilir. Bize göre İslam ekonomisinin tanımı şöyledir: İslam ekonomisi tekelleşmenin önlendiği serbest, liberal bir ekonomidir.

  Bir gıda maddesinin kırk gün depolanarak ihtikâr yapılması hakkındaki hadis için kütüb-ü siteden kaynak gösterilmemiştir. Ama İslam’da yine de ihtikâr yoktur, yani ihtikâr haramdır. Fakat bu yasak anlamına gelmez. Biz ihtikâr yasağının tekeli önlediğine kani değiliz. Onun için burada malları ucuza satın alıp sonra da pahalı olarak satmak ekonomideki dengenin temel kurallarından biridir, diyoruz. 

  Telakkı’r-rukbân” hadisinde şehirlinin köylünün malını satma yasağı getirilmiştir. Böyle bir yasağın konması ile vergiyi ödeyecek kişinin meçhullükten çıkarılıp belirgin hale gelmesi sağlanmıştır, diyebiliriz. Çünkü şehirli, mal köylünün diye vergisini vermez, köylü de malı şehirli satıyor diye vergi vermez. Böylece bir vergi kaçağı ortaya çıkar. Oysa tüccarın malını satan bir kimse ticaret vergisini vermez. Bu vergi, maldan, mal sahibi tarafından verilir. Biz, bu yasağın tekeli önlemede kayda değer bir etkisi olmadığı görüşünü taşıyoruz. 

  Kente gelen malların halde pazarlanması, İslami esaslara uygundur, denilebilir.  Ancak devletin, satıştan vergi alması İslami değildir. Ticaret, kar ve kiradan vergi alınmadığı gibi, muameleden de vergi alınamaz. Bize göre burada hal sistemi yerine selem sistemi geliştirilmelidir. Böylece malların değil, senetlerin pazarı oluşmuş olur.

  Hz. Davut’un 99 koyun davasından da anlıyoruz ki, asıl sermaye ortaklığının yasaklanmasının sebebi, tekeli ölmektir. Sermayesi fazla olanın, sermayesi az olana hükmetmesi İslami değildir. Bu fazlalık ister %51, isterse %99 olsun, fark etmez. Yine İslam’a aykırıdır. Ancak bunu önlemenin yolu, inanma veya güzel amel kavramlarının sadece ahlak açısından değil, ekonomik bir ölçü olan fayda ve zarar açısından yorumlanmalıdır.

  Sonuç olarak, alış verişte rıza şartı, ancak serbest piyasada gerçekleşebilir. Siyasi ve ekonomik baskılar, rızayı ortadan kaldırır. Bize göre faiz yasağı, tekelin önlenmesinde önemli bir rol oynar. Faiz aynı zamanda küçük müteşebbisleri ortadan kaldırır. Faizli düzende küçükler, büyüklerle rekabet edemez. Sermaye vergisi ise piyasada tekelleşmeyi önler. Bu husus tebliğde zikredilmemiştir.

 

  16- KABZDAN ÖNCE SATIŞ YASAĞI

 

  Hadislerde satın alınan bir malın kabz edilmeden yani fiilen teslim alınmadan önce tekrar satılması yasaklanmış bulunmaktadır. Ancak buna aykırı düşmeyecek uygulamalar da düşünülebilir. Mesela üretilen mal ambara teslim edilerek karşılığında bir senet alınır. Artık bundan sonra mal yerine senedin teslim edilmesi, o malın teslimi anlamına gelir. Gayrimenkul için de durum böyle olabilir. Hesap muhasebede aktarıldığı zaman mal teslim edilmiş sayılır. Bu yasak ile ilgili olarak Kuran’dan bu konuda henüz bir istidlal yapamadığımız için, kabızdan önce satışı, şimdilik meşru görebiliriz.  

  Bir takım aracılar, malı hiç görmeden kâğıt üzerinde kazanç elde etmiş olurlar, deniliyor. Hâlbuki standart mallarda görme şartı yoktur. Fakat bu mal, bir senetle temsil edilmelidir. Bu hususta senet yerine banka kartları da geçerli olabilir. Senet yerine nelerin geçerli olabileceği kıyasla tespit edilebilir.

   Bu konuda taşınmazlar üzerinde imamlar arasında farklı görüşler vardır. Onun için biz şunu teklif ediyoruz. Gayri menkullerde kabız/mal teslimi, envanter muhasebesine işlenmelidir. İslam ekonomisi muhasebesinde biri zimmet muhasebesi, diğeri ise envanter muhasebesi olmak üzere iki türlü muhasebe vardır. Taşınmaz mallar alınıp satıldığı zaman envanter muhasebesine işlenir. Böylece değerler ve cisimlerin hareketleri muhasebede görülür. Mesela zimmet muhasebesinde değerler hareket ederken, envanter muhasebesinde ise cisimler hareket eder. Böylece malların ve değerlerin belirlenmesi muhasebede yapılmış olur. Bugün ise reel hareketle, değer hareketi birbirinden tamamen kopmuş durumdadır. Kabızdan önce satım yasağı kuralının artık bugün bu anlamda geçersiz olduğunu söyleyebiliriz. 

   Tebliğde imamlar arasında bu satışın caiz olup olmaması konusunda taraftar ve karşı olanların bulunduğu açıklanmıştır. Böylece görülüyor ki, malı teslimden önce satış yasağında Fukaha da icma etmemiştir.

   Sonuç olarak, günün şartlarından dolayı söylenmiş bir hadisi şartlar değiştikten sonra bile geçerli olarak kabul etmek doğru değildir. Vadesi gelen selem senedi, bir mal senedi gibidir. Mal senedinin alınıp satılması, hamiline yazılmış olmasının bir sonucudur. Bu aynı zamanda müdayene ayetinin bir emridir. Külfet getireceğinden dolayı malın fiilen teslimi meselesi, tüm mallara teşmil edildiği takdirde ekonomideki tedavülü yavaşlatarak gizli zararlara sebebiyet verebilir.

 

   17- SELEM AKDİ

              

   Aslında selem akdinin olmayan bir şeyin satılması olduğunu söyleyebiliriz.

   Olmayan bir malın satılamayacağı genel kuralı Kuran-ı Kerim’e dayanmamaktadır. Ancak bu hususta hadisler vardır. Alış-verişte genel kural, rıza şartının bulunmasıdır. Rıza şartı da ancak malın bilinmesi koşuluyla meydana gelir. Meçhul olan, belli olmayan bir malın beyi, o malın yok olmasından, mevcut olmamasından değil, belki vasfı bilinmediği için satışı caiz değildir. Mesela standart mallarda bilinmezlik ortadan kalktığı için bu haramlığın da ortadan kalkması gerekir.

   Selemde kıyasa aykırı olan, selem farkıdır, malın daha ucuz bir şekilde satılmasıdır. Bu şekliyle belki faize benzer, ama faiz değildir. Çünkü burada tenzilat yoktur, aynı paranın aldığı mal miktarı artmaktadır. Dolayısıyla bu sayede ucuzluk olmaktadır.   

   Selem senedini çıkarmak için onu üretecek iş yerinin olması, onu üretecek emeğin bulunması ve taşınmazın senet adına rehin edilmesi şarttır. Senette malın standardı, miktarı ve en erken talep edilebilir tarihi belli olmalıdır. Tabi malı teslim yerleri de belirtilir. Böyle bir senet satılığa çıkarılır. Eğer bu senedi alacak müşteri bulunursa artık bu rayiç bir senet olur. Hamiline yazılmalıdır. Senet elden ele dolaşır. Tüketici bununla ambardan mal çeker. Bu hükümler müdayene ayetinden istidlal edilerek çıkarılmış olan hükümlerdir. Bunların tartışılmasında fayda vardır.  

   Sonuç olarak, İslam ekonomisinde halka selem senedi kredisi verilir. Bu faizsiz kredi ile halk, dönem başında mağazalara sipariş verir. Mağazalar tüccarlara, tüccarlar da işyerlerine sipariş verirler. Böylece dönem başında tüm üreticiler kredilendirilmiş ve yıllık olarak ihtiyaç olan mallar için siparişler verilmiş olur. Bu şekilde üretimin planlanması halk tarafından yapılmış olur. Hem böylece fiyatlar yılbaşında tespit edilmiş olur.

   Ayrıca tüccarlar ithalat malları için de sipariş alacak ve yapacaklardır. İthal ettiği bu malları satıp elde ettiği döviz ile tekrar ithalat yapabilir. Böylece dış ticaret de dengelenmiş olur. İslam ekonomisinde selem senedinin çok önemli bir yeri vardır. Bunun üzerinde detaylı bir şekilde durulmalıdır.  

 

   18- KARABORSACILIK YASAĞI (İHTİKÂR)

 

   Malları hasat zamanında satın alıp sonra mevsiminde satmak ticaretin temel bir dayanağıdır. Serbest rekabet sisteminde mevsim zamanında fiyatlar çok düşmez; tüketim mevsimlerinde de fazla pahalı olmaz. Dolayısıyla rekabet piyasasında ihtikâr faydalı bir şeydir, denilebilir. Fakat tekel piyasasında ise ihtikâr malları çok ucuza toplayıp sonra da çok pahalı bir şekilde satmak demektir. Buradaki kötülük, bizzat ihtikârın kendisinden değil, tekelden kaynaklanmaktadır. 

   İhtikâr hakkındaki hadislerin özel zamanlara mahsus olduğunu söylediğimizde her halde bir hata etmiş olmayız. Zaten malı depo eden kişi, yeni hasat mevsimine kadar onu eritme durumundadır. Yoksa mallar elinde kalır, satamaz ve hepten zarar eder. İlerisi için bekletmek ise istenen bir şeydir.

   Ancak tekel mallarını depolayıp kriz yaratmak meşru olamaz. Onun için bu tür malların pazarlanması vakıflarca yapılabilir. Yol, su, elektrik, gaz, ilaç, silah ve petrol gibi mallar, vakıflarca alınıp satılabilir. Satıcı vakfa sınırlı bir kar haddi tanınır. Fiyat ise arz ve talebi dengeleyecek bir şekilde ayarlanır. Bizim bu görüşümüz irdelenip tartışılmalıdır. Böylece üretim ve tüketim serbest rekabet içinde yapılmış olur, Sadece böyle malların ticareti vakıflar tarafından yapılır. Kuran’da geçen “fi sebilillah” ifadesi Allah’ın yolu demektir. Biz Kuran-ı Kerim’de bu anlamda birçok yerde geçen84 bu ifadeden vakıfları anlıyoruz. Zaten ticaret de bir yoldur. Serbest rekabetin sağlanmadığı ya da sağlanamadığı bir yerde hemen vakıflar devreye girip bu işi yaparlar.

   Sonuç olarak, arz ve talebin sağlanamadığı yani rekabetin kurulmadığı yerlerde vakıflar devreye girer ve senetler malların yerini alır. Selem senetleri faaliyete geçer. Bu husus iyice ele alınıp incelenmelidir

 

   19- PİYASA FİYATLARININ ÖLÇÜ ALINMASI (GABİN- TAĞRÎR İLİŞKİSİ

   Tağrir malın kalitesinde veya maliyetinde olabilir. Malı stokta gizlemek de bir çeşit tağrirdir. Böyle gizli malları hukuk korumaz; eğer onlar telef olursa tazmin edilmez. Onun için envanter muhasebesi, herkese açıktır. İşte hukuk ancak envanterde kayıtlı olan bu malları korur. İhtikârdan maksat, malların bu şekilde gizlenmesi ise tabiatıyla bu da haram bir şeydir. 

   Fahiş gabinde şunu söylemek isteriz ki, eğer gabin tağrirden doğarsa, akit batıl olur.  Gabinde tağrir yoksa kişinin takdirinde aldanma varsa, fıkıhçılar, reşit kişiler için bunu akdin feshi için bir sebep saymazlar. Belki sefahatine karar verip kişiyi hacrederler. Bize göre miras malları üzerinde olan sefahat bir hacir sebebi sayılabilir.

   Yesir gabinde vergi nispetindeki fiyat farkları, kabul edilir bir hata olarak görülebilir. Bu akdi mahcurlar bile yapsa geçerli olur. Baba olsa bile çocuğun malını gabn-i fahiş noksanı ile satamaz. Ama gabn-i yesir değeri ile satabilir.

   Tüccar sattığı malın maliyetini beyan etmekle yükümlüdür. Şeffaf piyasa böyle oluşur. Karın miktarında bir sınır yoktur. Tağrir varsa, ya akdin feshi yahut nispi olarak fiyatta tenzil gerekir. Burada hangisinin tercih edileceği örfe göre belirlenir.

   Kanaatimizce, İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişinin nedeni, nispetlerin tespitini ülke ve beldelerin örflerine bırakmak içindir, denilmektedir. Bize göre de her taşra bucağının kendi bucağında fiyatlar koyması meşru sayılabilir. Ancak ilçe pazarlarında fiyat sınırlaması yapılamaz. Hele bölge pazarlarında hiç yapılamaz. Taşra bucak sakinleri ihtiyaçlarını belde pazarlarında yapabilirler.

   “Veresiye bir satışta kâr oranının yüksek tutulduğundan”, bahsedilmektedir. Veresiye satışlar haram olmasa bile ona yakındır demek istiyoruz. Taksitle satış ise caizdir, fakat taksitle ödeme caiz değildir. Taksit ödenemeyince, taşınmaz veya rehin ortak hale gelir.

   Sonuç olarak veresiye satış, karşılıksız para üretme olduğu için harama yakındır denilebilir. Fıkıhçılar ise bu hükümler üzerinde pek fazla durmamışlardır. Oysa ekonomi ilmi bu hükmü teyit etmektedir.  

 

20- BORCUN VADESİNDE ÖDENMESİ

 

Deyn-i müeccelde alacak, vadesi gelmeden talep edilemez. Vadesi gelince de hemen ödenmesi gerekmez; talep halinde ise ödenmesi gerekir. Karzda ise alacaklı, her zaman alacağını talep etme hakkına sahiptir. Bize göre karz-ı hasen kurumu, bir banka durumundadır. Ancak banka bir kamu kurumudur; mevduat sahibi talep ettiğinde ödemeyi hemen yapar. Kredi alan kimse borcunu vadesinde öder. Hatta o, vadesinde ödeyemediği zaman dahi cebri icraya gidilemez. Sadece onun borçlanma ehliyeti elinden alınır.

   Tebliğde zikredilen “Kim bir borç bırakırsa onu ödemek bana aittir. Kim bir mal bırakırsa o da mirasçılarına aittir.” Hadisine göre, ölenin mallarından önce borçları ödenip varsa vasiyeti yerine getirilir. Sonra miras taksim edilir. Batı dünyasında ise mallar, borç ve alacaklarla birlikte varislere intikal eder. Eğer ölünün mal varlığı borcunu kapatmazsa hazineden ödeme yapılır.

  Bize göre borcunu ödemeyen veya ödeyemeyen kimsenin mallarına ve nakitlerine ölünceye kadar el konulamaz.  Ancak borçlunun borçlanma ehliyeti elinden alınabilir. Borcunu öderse itibarı yeniden kendisine iade edilir. Zekâtın “ğarimin” faslı bitinceye kadar en az borçlu olanlardan başlayıp yukarıya doğru borçluların borcunu  ödemede kullanılır. Böylece borcu ödenen kişilerin sayıları çok olur. Burada farklı bir seçenek olarak, herkesin faydalanması için bu faslın tüm borçlular arasında yüzde nispetinde herkese dağıtılır, gibi bir görüş de ileriye sürülebilir.

           

  Hadiste eğer borçlu borcunu ödeme imkânı bulamazsa erteleyen sadaka sevabı alır buyrulmaktadır.85 Ayette de “Eğer borçlu darda ise bolluk zamanına kadar ona süre verin…borcu sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha iyidir”, buyrulmaktadır.86 Eğer alacaklı süre verebilecek ve bağışlayacak bir imkâna sahip değilse, borçlu alacaklının isteği üzerine hacir edilebilir ve bu borç sonra “ğerimin” faslından ödenir.  

  Hz. Peygamber, kim bir zarar ve borç bırakırsa bana gelsin, buyuruyor.87

 Buna göre, eğer ölen, geriye borcundan başka bir şey bırakmazsa, onun bu borcu kamu tarafından ödenir.  

  Tebliğde Ömer İbn Abdilaziz’in, valilerine “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası bulunmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenmelidir.”, şeklinde bir genelge yayınladığı belirtiliyor.88 Ömer b. Abdülaziz’in yaptıkları bizim için bağlayıcı bir delil olmaz. Bize göre zekât her kabilede/ bucakta dağıtılır. Bucakta oluşan bir nisap vardır. Vasat servetin altında olanlar fakir, üstünde olanlar ise zengin sayılır. Zengin olanlar zekât verir; fakir olanlar ise zekâttan paylarını alırlar. Bunlar arasında ara bir sınıf yoktur. 

  Bize göre cebri icra yoktur. Borçlunun malına ve parasına el konulamaz. İpotekli mal satılamaz. Sadece kişi hacir edilerek borçlanma ehliyeti düşürülebilir. Kabzedilmiş mal alacaklıda kalır. Yani işletmelerde işletmenin kendisi değil, sahibi cezalandırılır. Borç kamu tarafından tasfiye edilir.

   Sonuç olarak, cebri icrayı ortadan kaldıran hüküm, “meysere” ayetine dayanır. Meyserenin/Kolaylığın olması için borçlunun varlığına el konulmamalıdır.    

 

   21- MA’RÛFU ÖLÇÜ ALMAK

 

   Biz “maruf”u bucak seviyesindeki toplulukta oluşan mevzuat olarak yorumluyoruz. Örf veya maruf, kabilelerin/ bucakların kendileri için kararlaştırdıkları kurallardır.  Şeriat, nisap gibi, diyet miktarı gibi bazı değerlerin tespitini örfe yani yerel mevzuata bırakmıştır, diyebiliriz. Onun için biz, devlet, ülke savunmasını sağlarken iller de iç güvenliği sağlarlar, diyoruz. Kamu hukuku ise bucaklarda oluşur. İçtihat sistemine kıyasla her bucak kendi icmaları ile ilzam olunur. Bu görüşler, değerlendirilmelidir.

 Tebliğde günümüz iş hayatında emeğin karşılığını belirlemede, işçi ve memur kesimine bir takım sosyal ve ekonomik haklar tanımada ülke sınırlarını aşan sosyal örfler,   ülkeler arası kriterler ölçü alınır olmuştur, deniliyor. Kapitalizmin dayatmaları maruf değil ve olamaz. Yerinden yönetim esas olduğu için merkezi bucakların örfleri taşra bucaklarında geçerli değildir. Mekke’nin haremliği bu konuda örnek bir uygulama olarak kabul edilebilir. Bu görüşler tartışılmalıdır.

 Her bucağın ekonomik ve sosyal yapısına göre örfü farklıdır ve zamanla değişebilir. Bu hususta çalışan arkadaşlarımız 25 çeşit karar şekilleri ile mahalli örfün oluşacağı görüşündedirler. Bu 25 çeşit karar şekli içinde ekseriyet kararı yoktur. Bu karar şekilleri tartışılmalıdır.

 Sonuç olarak, maruf veya örf mahalli mevzuat olarak anlaşılmalıdır. Özel hukuk mezheplere göre oluşur, kamu hukuku ise bucaklarda yerel icmalar ile oluşur, diyebiliriz. Bu görüş değerlendirilmelidir.

 

 22- ZEKÂT

 

Zekât genel anlamda olan verginin adıdır. Sadaka ise bucak giderlerindendir. Bize göre humus/ beşte bir vergiler devlet gelirlerinden sayılır. Bu vergiler, kaynakları tükenen mallardan alınır. Bunların sarf yerleri Kuran’da belirtilmiştir.89 Kaynakları sınırlı olan ancak zamanla tükenmeyen yerlerden hâsılanın onda biri alınır. Bize göre bu vergi il gelirlerini meydana getirir. Kuran’da sarf yerleri belirlenmiştir, yani bunların yarısı beşte birlere göre, yarısı da kırkta birlere göre harcanır.  Kaynakları tükenmemekle beraber herkese açık olan mera gibi yerlerden verginin yirmide bir alınması gerekirken hâsıladan değil de sermayeden alınır ve kırkta bir alınır. Kırkta birler Bucak yani kabile gelirlerindendir. Sarf yerleri Kuran’da belirlenmiştir.90 Zekât İslamiyet’te vergidir. Kuran’da belirlenmiştir. Vergiler, beşte, onda, yirmide ve kırkta birdir. Vergi artırılıp eksiltilemez. Meclislerin vergiyi artırma veya azaltma gibi bir hak ve salahiyetleri yoktur. Biz bu görüşlerin bugün anayasal vergi ilkesiyle benimsenmesini istiyoruz.

Kuran’da namaz ile zekât 28 yerde birlikte zikredilmiştir. Namaz insanın yaşamasını, zekât da çalışmasını düzenler. Onun için tüm işletmeler zekâta kıyasla yüzde oranında alırlar ve verirler, ona göre de hesap yaparlar.

 Kuran’da fakir ile ğaniy (yani yoksul ile zengin)den bahsedilmiştir.91 Bunların arasında ara bir sınıf yoktur.  Laik toplumlarda vergi devlet tarafından alınmaktadır. Bu durumda devletin almadığı bir vergiyi Müslümanlar bir kooperatif kurarak toplayabilirler ve devletin yapmadığı kamu hizmetlerini bu kooperatif vasıtasıyla yapabilirler. İşte biz, laik bir toplumda zekât kurumunun böyle farklı hükümlere tabi olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bu verginin, sermayeden kırkta bir oranında alınması sebebiyle dindar olmayan ve dolayısıyla bu vergiyi vermeyenlerle verenler arasında rekabet imkânı ortadan kalkabileceği için bu görüşe karşı çıkanlar da olabilir. Bu konu tartışılmalıdır.

 İslam ekonomisinde beşte bir vergiler hâsıladan, onda bir vergiler de yine hâsıladan alınır. Sadece yılda bir defa alınan kırkta bir vergi servetten değil, sermayeden alınır. Bunlar da paradan, ticaret mallarından ve merada yayılan hayvanlardan ve bir yıldan fazla iddihar edilen yiyeceklerden alınır. Ticaret malı olmayan yapılar ile taşıma araçlarından vergi alınmaz. Ancak alınan kira stok edilirse vergi verilir. Oturulan ev şartı ve kullanılan araç şartı hatalıdır. Çünkü bu mallardan ancak ticari oldukları takdirde vergi alınır.

 80 gram altın nisabı bize göre hatalı bir görüştür. Çünkü nisap, örfe göre belirlenir ve her bucak için ayrı bir nisap olduğu gibi, yıl için de ayrı olabilir.  Bu görüşler üzerinde durulmalıdır.  

 Kira gelirleri zekâta tabi değildir.  Tebliğde yılsonunda elde ne kalırsa tabiri ile bekleme şartı kaldırılıyor. Eğer bu vergi, gelirden alınacaksa onda bir oranında alınabilir. Kırkta bir olarak alınacaksa sermayeden alınabilir. Bu hususun teşrii de örfe bağlıdır. Hangi mallardan beşte bir, hangi mallardan onda bir, hangi mallardan yirmide bir ve hangi mallardan hâsıladan kırkta bir alınma işi örfe bağlıdır. Bu görüşler tartışılmalıdır.

 Tebliğde sabit ve döner sermayeden bahsediliyor. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Taşınmaz mallar yani kiraya verilen mallar zekâta tabi değildir. Personel zaten sermaye sayılamaz.  Ancak ham madde ve mamul madde ile para ve senetler zekâta tabidirler.

 İslam ekonomisinde taşınmazlar için ayrı, döner sermaye için ise ayrı senet çıkarılır. Taşınmaz malların senetleri vergiye tabi değildir. Döner sermaye senetleri ise zekâta tabidirler. Bunun için şirketi mülk ile şirketi emval ortaklıkları farklıdırlar. İşletmelerde ödenen verginin bir kısmı zekâttan düşülür. Fark kooperatife ödenir. Bu kısımlar için her kooperatif kendisi kural koyabilir. Kooperatifler genel hizmet gören kamu kuruluşlarıdır. Zekât doğrudan fakirlere verilemez. Zekâtı değerlendiren kurumun günümüzde kooperatif olduğu görüşündeyiz. Bu görüş değerlendirilmelidir.

 Fıkıhta zekât kırkta bir olarak anlaşılmıştır. Buna göre öşür ve humus da aynı kelime içinde incelenebilir. Bizim anlayışımıza göre zekât kelimesi genel olup humus ve öşrü de içine alır. Fakat sadaka, fey ve ganimet vergilerini içine almaz; bunlar zekâtın bölümleri sayılırlar.  

 Bize göre zekâttan başka bir de genel hizmet karşılığı olarak beşte bir oranında vergi alınır. Böylece bu beşte ikiye yükselmiş olur. Bu genel hizmet payının yarısı, onlara hizmet eden genel 25 çeşit hizmet yapanlara verilir. Diğer yarısı da bir fonda toplanarak halka hizmet veren hizmetlilere verilir. Bu sebeple kamu hizmetleri halka karşılıksız olarak yapılır. Buradaki yarılama ilkesi, zekât ve humustaki müesseselere ve muhtaçlara yapılan farklı dağıtım şekline kıyas edilmiştir. Bu konular tartışılmalıdır.

 Hayvanlarda zekât miktarı kırkta bir oranında olur. Bu nisap ise meradan meraya farklı olabilir. Nisap o merada otlayan hayvanların ortalama miktarıdır. Bu nisap kuralının, tekel oluşturmamak için alınan tedbir olduğunu söyleyebiliriz.

 Bize göre fakirler, serveti vasat servetin altında olanlardır. Yoksullar, gelirleri vasat gelirin yarısından daha az olan kimselerdir. “Amilin” kamu görevlileridir. “Müellefe-i kulub” ise âlimler, sanatkârlar ve meclis üyeleridir. “Ğarimin”” iflas eden borçlulardır. “Rikab” yoksullardır. “Sebilillah” vakıflardır. “İbnussebil” ise vakıflarda çalışanlardır. Bu tanımlar üzerinde durulmalıdır.

 Kentler savaş ile alındıklarında bu kentteki mallar ganimet malı yapılabilir. Savaşanlar ise öldürülebilir, diğerleri de esir edilebilir. Yahut hepsi esir edilebilir. Veya toprak kendilerine bırakılarak, karşılığında cizye alınır. Ya da esirler bir fidye karşılığında serbest bırakılır. Yahut fidye alınmadan karşılıksız olarak bırakılırlar. Bu hükümler Kuran’da vardır.92 Savaşsız teslim olan kentlerdeki savaşmayan kimseler orada yaşarlar, Onların toprakları da ganimet olmaz.  Topraklar, haraç arazisi yapılarak kendilerinden cizye alınır. Hazreti Ömer, bu arazilere Kuran’da mevcut olmayan bir statü uygulamıştır. Bu bize göre doğru olmasa gerektir.  Çünkü her bucak, hatta her site kendi topraklarının hükümlerini imar senedi ile kendisi koyar. Yani bizim anlayışımıza göre devlet kanunları ile belirlenen bir toprak hukuku yoktur.  Her ülkenin, her ilin ve her bucağın genel toprak mülkiyeti hükümleri vardır. Tam toprak hukuku iş veya mesken sözleşmeleri ile ortaya çıkar.  Bununla ilgili görüşler tartışılmalıdır.

 “Amilin” grubuna yalnız zekât toplayanlar değil, zekâtı harcayanlar da dâhildir. Bunlar tüm kamu görevlileridirler; sabit maaş almazlar, ancak gelirlerden pay alırlar. Böylece gelir kadar gider olmak üzere denk bütçe esası sağlanır. “Müellefler” ise, kamuya hizmet eden, fakat emeklerinin bir karşılığı olarak değil de statü gereği maaş alanlardır. Mesela öğretmenler, sanatçılar ve senatörler buradan maaş alırlar. 

 Sonuç olarak, biz humusün yani beşte bir vergilerin yeniden ele alınmasını istiyoruz. Çünkü humus bizim anlayışımıza göre daha çok sanayi dönemi için bir vergidir. Bu sebeple üzerinde en çok durularak incelenmesi gerekir. Zekâtın da vergi ile olan ilişkisi incelenmelidir. Bugün vergi zekât ilişkisi önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. 

 

 SONUÇ

 

 Kuran, biri dini, diğeri ise şer’i olmak üzere iki türlü hüküm ortaya koymuştur. Kuran, şeriat düzeninde ekonomiyi zekât (vergi) ve karzı hasan (kredi) ile düzenlemiş bulunmaktadır. Mesela müdayene ayeti ile hamiline yazılı senetleri önermiş bulunmaktadır. Yeryüzünün bütün insanlara ait olduğu ilkesinden hareket ederek de işgal ile intifa hükmünü, ihya ile de mülkiyeti getirmiştir. Bunlar ahlaki değil, hukuki ve iktisadi kurallardır.

 İslam ekonomisinde faiz yerine kredileşme sistemi getirilmiş, selem farkı anlayışı getirilmiştir.

İslam ekonomisinde muamelatta sadece irade yeterli sayılmamış, bunun yanında ayrıca rızanın varlığı da öngörülmüştür.

“Beyi bilvefa” asıl hükümlerden olmadığı için onun makisun aleyh olması düşünülemez.

Senetlerin ve paraların alım ve satımı farksız ve karsız olmalıdır. Bunlar kamu tarafından yapılıp gerçekleştirilmelidir. Bir taraftan reel ekonomi halka ait olurken diğer taraftan da finans ekonomisi kamuya ait olmalıdır.

İslam ekonomisinde ortaklıklar senetlerle kurulmalıdır. Buna göre senet alan kişi ortak olmuş, senet satan kişi de ortaklıktan çıkmış olur. Senedin değeri, reel ekonomiye paralel olarak bilgisayarlar ile hesaplanabilir. Anlaşmalı ortaklıklar niza kaynağıdırlar. Bunun için de meşru görülmezler.

İslam ekonomisinde hükümetler, ekonomiye müdahale edemezler. Zekât ve karz-ı hasen kurumları ile şeriat, tekelleşmeyi ve bozukluğu önlemiştir. Olağanüstü hallerde hukuk-mevzuat düzeni yerine askeri ve örfi idare düzeni gelebilir.

 

Bir taraftan zekât serbest rekabet piyasasının şartlarını kompanse ederken, diğer taraftan da faizsiz kredi, serbest rekabet piyasasını kurar. Bu kurumlar bu anlayış ve hikmetlere göre yeniden belirlenmelidir.

Sonucun sonuç değerlendirmesi: Fıkıh tarım uygarlığında tedvin edilmiş bir ilimdir. Kuran, sünnet, icma ve kıyas delillerinin yanında istihsan;  sünnetin yanında istishab; icmanın yanında örf; kitabın yanında da mesalih yer almaktadır. Usulde fukahaya tabi olmamız gerekir. Füruda ise bugün biz kendimiz içtihat yapmalıyız. Bunu çağımızda mesela Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Bediuzzaman gibi şahsiyetler dile getirmişlerdir. İlgililer tarafında bu çalışmalar yapılarak adil bir düzenin ortaya çıkması tüm insanlığın hayrına olup onun refah ve mutluluğuna katkıda bulunacaktır. Gelecekte böyle bir dünyada buluşmak üzere herke başarılar diliyorum.

 

1- D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi-İzmir

2- Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 933–934.

3- Bkz. Şükrü Baban, İktisat Dersleri, İstanbul–1942 s. 7.

4- Ebu’l Meali Abdülmelik el–Cüveyni, el-Burhan fi Usuli’l-Fıkh, Nşr.: Abdülazim Mahmud ed-Dîb, Darül vefa 1999, II, 602-603

5- Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 165, 483

6- Maide 5/ 4; Araf 7/ 157

7- Ali İmran 3/ 110; Araf 7/ 157, 199;

8- Hac 22/ 27–28

9- Alak 96/ 6

10- Hamdi Döndüren İnsanlığa Son Çağrı Kuran-ı Kerim Alak Suresi 96/ 6, II, 945

11- Nisa, 4/29

12- Ahmed İbn Hanbel, III, 466, IV, 141

13- Necm 53/ 39

14- Nisa 4/ 29

15- Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, Büyu 15, No:3450

16- Teğabün 64/ 15

17- Münafikun 63/ 9

18- Nur 24/ 32

19- Ebû Davud,  Nikâh, 4; Hadis No: 2050;  İbn-i Mace, Nikâh, 8; Hadis No:1863

20- Bu hususta Kasas 28/ 76–82 ayetlerine bakılabilir.

21- İbrahim 14/ 32–33; Nahl 16/ 12, 14; Hac 22/ 65; Ankebut 29/ 61; Lokman 31/ 20, 29

22- Rahman 55/ 7–9

23- Enam 3/ 38

24- Ali İmran 3/ 14

25- İsra 17/ 89; Kahf 18/ 54

26- Müzzemmil 73/ 20

27- Ö.N. Bilmen H. İslamiyye, I, 226; İ. Hakkı İzmirli, A. Kilisesine Cevap, s. 212

28- Sebe 34/ 11

29- Hud 11/ 94

30- Bkz. Serahsi, Mebsut, XII, 108

31- Bakara 2/ 279

32- Bakara 2/ 275

33- Kuduri, s. 58; Serahsi, Mebsut, XII, 110; İbn Nüceym, el-Bahr VI, 141

34- Serahsi, XII, 118; Mevsıli, el-İhtiyar, II, 40; İbn Nüceym, VI, 141.

35- Bkz. İbn Nüceym, Vı, 141

36- Merğınani, Hidaye, III, 46; İbn Nüceym, VI, 139–141

37- Serahsi, XII, 110

38- Müslim, Musakat, 18, Hadis no: 1593

39- Serahsi, XVIII, 12

40- Mevsıli, II, 18

41- Serahsi, XII, 144

42- Bu hususta fazla bilgi almak isteyenler, İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm yolları adlı kitabımızın 205–208. sayfalarına bakabilirler. 

43- Bkz. Ö.Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 127

44- Mecelle, 750. madde.

45- Ö.N. Bilmen, Hukukı İslamiyye, VI, 128

46- Ali İmran 3/ 75

47- Kehf 18/ 19

48- Yusuf 12/ 20

49- Bakara 2/ 282

50- Buhari, Büyû’, 76.

51- Osman Şekerci, İslam Şirketler Hukuku, s. 251

52- Bakara 2/ 245; Hadid, 57/ 11

53- Bkz. Müzzemmil 73/ 20

54- Ahzab 33/ 72

55- Nisa 4/ 12; Enam 6/ 94; Rum 30/ 28

56- Sad 38/ 24

57- Araf 7/ 88, 109; Yusuf 12/ 43

58- Bakara 2/ 282, Yunus 10/ 2; Nisa 4/ 32

59- Ali İmran 3/ 36; Nisa 4/ 11

60- Nisa 4/ 34; Araf 7/ 81

61- Bakara 2/ 178; Ali İmran 3/ 36; Fussılet 41/ 47

62- Ali İmran 3/ 36; Necm 53/ 21, 45; Kıyame 75/ 39

63- Nisa 4/ 34

64- Nisa 4/ 32

65- Nisa 4/7

66- Nisa 4/ 11

67- Bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1111

68- Buhari, Feraiz, 2

69- Bkz. O. Şekerci, age, s. 197

70- Serahsi, Mebsût, XI, 154

71- Buhârî, İcâre, 14; Tirmizî, Ahkâm, 17.

 72- Bakara 2/ 282

 73- Bkz. Osman Şekerci İslam Şirketler Hukuku, s. 221

74- Tevbe 9/ 60

75- Bakara 2/ 141

76- Bakara 2/ 43; Nisa 4/ 77

77- Maide 5/ 1

78- Ebu Davud, Büyu, 19, No: 3461

79- Bakara 2/ 279

80- Necm 53/ 39

81- M. Erdoğan Fıkıh ve Hukuk Terimler Sözlüğü, s.426

82- Yusuf 12/ 20

83- Bakara 2/ 282

84- Bakara 2/ 195, 261, 262; Enfal 8/ 60; Tevbe 9/ 34; Muhammed 47/ 38

85- Buhârî, Büyû’, 17; Müslim, Zühd, 74; Tirmizî, Büyû’, 67; İbn Mâce, Sadakât, 14.

86- Bakara 2/ 280

87- Buhârî, Tefsir, 33/1.

88- Ebû Ubeyd, Emvâl, 1. baskı, thk. M. H. Hurrâs, Kahire 1968, s.556.

 89- Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7

90- Tevbe 9/ 60

91- Nisa 4/ 6, 135 

92- Muhammed 47/ 4

 

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.