![]() |
![]() |
|
. | ve BİZİM GÖRÜŞÜMÜZ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
Ekonomik hayat, insanoğlunun
yaşaması zorunlu olan 5 zaruri alandan birisidir. Bütün canlı varlıklar ekonomik
hayatta aşağı yukarı benzerliklerle ortak olup hayatlarına yeme ve içmelerle devam
ettirir; üreme ile de nesillerinin devamını sağlarlar. Aslında ekonomik hayat
fizyokratların da dediği gibi, doğal ilahi bir yapıya sahiptir. Her türlü suni ve
yapay davranışlar ve dıştan muameleler ona fayda yerine zarar verir. Bu konuda
fizyokratların ileri sürdüğü ikinci temel ana fikir şöyledir: Dünyada doğal bir
düzen vardır. Bu doğal düzenin kurucusu, dünyayı yaratan kuvvettir. Tanrının
kurduğu düzen, insanların düşünebilecekleri sun’i-yapay sistemlerden daha iyi ve
daha faydalıdır.[1]
Fakat 1750 lerde ortaya atılan bu güzel fikirlere rağmen Batı dünyasında kapitalist
bir anlayış ve sömürücü bir ekonomik zihniyet meydana gelmiş ve şimdilere kadar
hâkimiyetini sürdürmüştür. Batıda Rönesans’la başlayan
yenilenme ve değişim anlayışı bireyden topluma ve fertten devlete her şeyi
değiştirmiştir. Macit Gökberk’in ifadesiyle Rönesans, hiçbir zaman klasik ilk
çağ düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi değildir; o, görüş ve tutumu büsbütün
yeni olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da
getirmiştir… Yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet
anlayışı da getirmiştir.[2]
Biz, yazarın bu yazdıklarına, Rönesans, aynı zamanda yeni bir ekonomi anlayışı da
getirmiştir, cümlesini eklemek istiyoruz. Her ne kadar yeni ekonomik fikirler ve ekoller
daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, tohumları bu zamanlarda atılmış olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü dinde, hukukta ve sanatta serbestlik isteyen insan, artık
ekonomide de serbestlik aramaya başlamıştır. (Mesela ekonominin dini anlayışlardan
serbest kalması neticesi, Kalvinizm mezhebinin kurucusu olan Jean Calvin, o zamana kadar
hiçbir dinin ve hiçbir filozofun yapmadığı bir şeyi yapmış, faiz hakkında yeni
bir görüşü, yani faizin meşru olduğu düşüncesini ileri sürmüştür.[3]
Artık dünün tabii insan kavramı yerine veya başka bir ifade ile Allah’ın yaratıp
yeryüzünde görevli kıldığı tabiî-normal insan anlayışı yerine bu dönemde “Homo
Economicus” (İktisadi adam) anlayışı ortaya çıkmıştır. Böylece
iktisatçılar zamanın modasına uyarak, hayallerinde yeni bir insan tipi, menfaat
duygusunun etkisi altında kalan ve öyle hareket eden, bu sebeple de diğer bütün
duyguları ve ahlakî ihtiyaçları bastırılmış olan, gerçekten uzak, sembolik bir
insan tipi egoist, çıkarcı sadece kendi menfaatini düşünen bir insan
kurgulamışlardır. Bu insan kurgulama işini sadece ekonomi
yapmadı; diğer ilimler de, felsefeden yavaş, yavaş ayrılan başka bilimler de sadece
kendi pencerelerinden bakarak bir çeşit insan üretmeye çalıştılar. Eskiden
Rönesans öncesi ilim, din ve felsefe, hepsi bir arada mütalaa ediliyor ve öylece
beraber fonksiyon icra ediyorlardı. Adeta insanın bir davranışı hakkında hüküm
verileceği zaman bunların hepsinin katılımı ile bir karara varılıyordu. Fakat
felsefe dinden, ilimler de ahlak ve felsefeden yavaş, yavaş ayrıldıkça bu birlik
bozuldu. Tabir caiz ise artık herkes kendi keyfine göre hüküm vermeye başladı ve
böylece insanı, her bir ilim kendine göre farklı bir şekilde niteledi. Kimi ilim ona,
konuşan hayvan derken, diğeri düşünen hayvan adını verdi. Birisi sosyal
varlık derken, bir diğeri de sadece kendi çıkarı için çalışan, bencil bir
varlık anlamında ona iktisadi adam (homo economicus) lâkabını taktı.
İnsanın bu şekilde düşünen, konuşan, sosyal ve bencil olarak nitelenmesi belki o
kadar önemli değildi; her ne kadar sosyal olmakla bencil olmak aralarında biraz problem
olsa da bu sıfatlar arasında pek çelişkiler yoktu. Ancak ekonominin kendisini ahlaktan
soyutlaması ve ilimlerin de insanı sanki değişik, farklı ve zıt parçalardan
meydana gelmiş gibi algılamaları ve öyle kabul etmeleri çok yanlış ve zararlı idi.
Tabiî ki, insanın dinî, ilmî, içtimaî, idârî, siyâsî, iktisadî ve ailevî
yönleri vardı ve bunlar birbirinden ayrı ve kopuk değildi; onların hepsi bir bütün
teşkil ediyordu. Mesela ekonomi, iktisadî olayları sadece ekonomik açıdan yani fayda
ve zarar açısından inceleyerek, bir esrarkeş için afyon faydalıdır,[4]
derse ve bunu ekonomide ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır prensibine
dayandırırsa, bu ekonomi insana ne kadar fayda sağlar ve bu söz ne kadar gerçekçi ve
bilimsel olur? Esrarkeşlerden oluşan bir toplum, ekonomik açıdan bir değerlendirmeye
tabi tutulduğu zaman acaba o toplum ekonominin amacını gerçekleştirebilen ve
ihtiyaçlarını tatmin edebilen bir refah toplumu olabilir mi? Üreten, tüketen,
harcayan, yatırım yapan ve çalışan capcanlı bir toplum olabilir mi? İşte bunlar,
bu Rönesans medeniyetinin ekonomi anlayışının ortaya koyduğu çelişkilerdir. Böylece felsefenin dinden, bilimlerin
de felsefeden ayrılması sanki eşyanın tabiatında bir boşluk, bölünmüşlük,
zıtlık ve çelişkiler meydana getirdi; hâlbuki eşyanın tabiatında böyle şeyler
yoktu ve işin gerçeği böyle değildi. Çünkü İbrahim Fadıl’ın dediği gibi,
hukuk, ahlak, iktisat ve din gibi sosyal bilimlerin şubeleri arasındaki sınırlar kesin
ve belirgin değildir. Bunlar daha çok araştırma ve öğrenmeyi kolaylaştırmak için
bilginlerin kabul ettikleri nazari ve yapay bir takım sınıflamalardan başka bir şey
değildi.[5]
Felsefe dinden veya din felsefeden ayrıldıysa artık din kuralları akla ters düşecek
veya akla dayalı düşünceler din ile çelişecek şeklinde bir düşünceye sahip olmak
kadar saçma bir şey olamaz. İnsan hem akıl ve hem de nakil sahibidir; bunların
gereklerini de aynı anda yaşar. Akıl ile nakil (vahiy) birbirini tamamlayan,
kaynaşmış iki unsur olarak beraber fonksiyon icra ederler. İnsan fıtratının
gerektirdiği bütün ilimler ve onun sahip olduğu doğru inançlar birbirinden ayrı ve
çelişir değildir. İnsan birey ve toplum olarak deniz kıyısındaki kum taneleri gibi
birbirinden kopuk da değildir; birinin faydası hepsinin faydası, birinin zararı
hepsinin zararı demektir. Toplum böyle yekpare olmasaydı “onların mallarında
sâil ve mahrumun belli bir hakkı vardır.”[6],
kuralındaki bu hak iddiasını açıklamak mümkün olmazdı. Zengin olsun fakir olsun
her kes, kendi mensup olduğu toplumun ferdidir. Anne karnındaki çocuk gibi ona bağlı
olarak çalışan ve öyle hareket eden bir uzviyettir. Öyleyse toplumdaki insanî
değerlerin bir bileşim olduklarını kabul ederek bunların bir bütün halinde
barışık ve kaynaşık bir vaziyette fonksiyon icra ettiklerini söylemeliyiz. İşte biz bugünkü ekonomileri insan
fıtratına ters, eşyanın tabiatına uymayan sömürü anlayışıyla emeği istismar
ettikleri için, insanların refah seviyesine hep birlikte ulaşıp mutlu olmalarını
sağlayamayıp tam tersine bir takım stres sıkıntı ve krizlere sebep oldukları için
kabul etmiyoruz. Bunun için de tek çare ve tek reçete olarak İslam ekonomisini
öneriyoruz. Çünkü İslam ekonomisinde insana
saygı vardır. Onun malı canı gibi dokunulmazdır; saygındır ve saygı değerdir. Bu
konuda Elmalılı aynen şöyle demektedir. “insanın malı da onun kendi ihtiyacıyla
ilgili olduğundan büyük hürmeti haizdir.”[7]
Aynı anlamda Hz. Peygamber’den bir hadis de nakledilmektedir. O, insanın malının
hürmeti, (yani haramlığı ve dokunulmazlığı) onun kanının hürmeti (yani
haramlığı ve dokunulmazlığı) gibidir.[8] İslam ekonomisi Kuran ve sünnete
dayanır. Burada Kuranda ekonomi ile ilgili geçen ayetlerden bazı örnekler vermek
istiyoruz. Emek[9];
ücret (İcare, yani hiz ve kira akdi)[10];
Faiz (riba)[11];
alış-veriş (bey’)[12];
mal[13];
para[14];
karz (kredi)[15];
sermaye[16];
ihtiyaç[17];
fayda[18];
zarar[19];
kazanma (kar etme)[20];
eşyanın (malların ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi[21];
zekât (vergi) ve zekâtın-verginin harcama alanları[22];
ticaret[23];
ziraat[24]; aldatma[25];
gasp ve hırsızlık[26]
gibi ayetlerde hep ekonomiye ait esaslar getirilmiştir. Her dinin ve her ilmin kendine
mahsus terimleri vardır. Kapitalist ve materyalist düşünce de terim üretmiş ve var
olan terimlere de başka anlamlar yüklemeye çalışmıştır. Mesela mülkiyet aynı
kelime olmakla beraber bunun ifade ettiği anlam kapitalist düşünce ile İslam
düşüncesinde çok farklıdırlar. Hâlbuki her iki görüş de mülkiyeti vazgeçilmez
bir esas olarak kabul etmiştir. Onun için İslam ekonomisi terim, tarif ve tasnifleriyle
kendi nev-i şahsına mahsus sü-i jenerist bir sistemdir. Kapitalizmde faiz de serbesttir,
kar da serbesttir. Komünizmde faiz de yasaktır, ticaret de yasaktır. Hâlbuki
İslam’da bunların her ikisine de uymayan ayrı bir yol vardır. İslam ekonomisinde
ticaret ve kar helal ve serbest, faiz ve riba ise haram ve yasaktır. O sebeple İslam
ekonomisi kendine özel bir yapıya sahiptir. O, üretim-tüketim, tasarruf-yatırım,
ithalat-ihracat, mübadele, tedavül, tabiat, emek ve sermaye esasları vergide ise
zekât, toprakta planlama prensibini getirmiştir. Onun için İslam ekonomisi, üretimde
mülkiyet; tüketimde şüyuiyet; tasarruf ile yatırımda serbestlik; ithalat ve ihracat,
ticaret mallarında vergi şartı ile serbest yani gümrük yasak; emek kutsal olup herkes
onu kullanmakta serbest, yani emeğin sendika ağaları vasıtası ile sömürülmesi
yasak; mübadelede serbest piyasa, arz ve talep esas, narh yasak ve mallar, bireyler
tarafından hiçbir yerden izin almadan üretilir; toprakta planlama esas olup imar rantı
birey ve arsa spekülatörlerinin değil, tüm topluma ait ve vergide zekât sistemini
uygulayan bir ekonomidir. Bugün
gecekondu şehirciliği, toprağın hukukuna ters düşen toprak kanunundan kaynaklanır.
“insan için elemeğinden başka bir şey yoktur” diye haber veren ayet [27], bin senede teşekkül eden ve böylece fert ve devletlerin
üretmediği bir toprakta, fert ve devletlerin tam bir mülkiyete sahip olmadığını ve
toprağın menkul mallara göre ayrı bir hukuka sahip olduğunu göstermektedir. O
nedenle topraklar ve yerküresi Hz. Âdem’den kıyamete dek geçmiş ve gelecek
insanların ortak malı durumundadır. O
sebeple bütün yeryüzü sanki bir ekonomik bir alan gibidir. Bunun için mal, para ve emek dolaşımı tüm
dünyada serbesttir ve herhangi bir yörede oturup vatandaş olmak da herkesin doğal bir
hakkıdır. “Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfünden
rızkınızı arayın”28 ayeti bize bunu söylüyor. Fakat insanoğlu kendisine gümrük
duvarları örmüş, pasaport icat etmiş ve aşılmaz sınırlar koymuştur. Economie Politique deyimi ilk olarak
1615'te Fransa'da Antoine de Montchrétien’in çok iyi bilinen kitabı Traité de
l’economie politique'de yer aldı. Fransız fizyokratlar, Adam Smith, David Ricardo,
ve Karl Marx politik iktisadın bazı temsilcileridir. 1805'te Thomas Malthus, East İndia
Company College, Haileybury,
Herdfordshire’da İngiltere'nin ilk politik iktisat profesörü olmuştur. Adam Smith de
The Wealth
of Nations adlı eseriyle siyasi kurumlar vasıtasıyla tekel, piyasa
korumacılığı, maliye politikası ve kar arayışları ile çıkarcı sömürücü bir
ekonomi anlayışı ortaya koymuştur. Hatta tarihçiler politik iktisadı,
terimini geçmişte çıkarları için faydalı olabilecek değişiklikleri yaparken
siyaseti kullanan ortak iktisadi çıkarlara sahip insanlar ve grupların bunu yapma
yollarını araştırırken kullanmışlardır.[29]
Yani bu kapitalist, sosyalist ve komünistlerin politik iktisatçıları aşırı bir
menfaat peşinde koşarken ve kendi çıkarlarını kotarırken toplumun bilhassa işçi
ve memur tabakasını modern köleliğe mahkûm ettiklerinin farkında değillerdi. Bu
yanlış iktisat anlayışı yüzünden ortaya konan yanlış ve zararlı kanun ve
kurallar bir takım yan etkiler meydana getirdiler ve insanlığın birçoğunu köleliğe
hem de modern köleliğe mahkûm ettiler. İnsanın yeme, içme ve barınma gibi
birtakım ihtiyaçları vardır. İşte iktisatçılar buna insanda bulunan bir eksiklik
diyorlar ve ihtiyaç diye isim veriyorlar.[30]
Fakat bazı ilaçların bünyede yan etkiler meydana getirdiği gibi, kapitalist
anlayışın bazı yanlışları yüzünden ihtiyaç olmayan şeyler de ihtiyaçmış gibi
ortaya çıkmıştır. Böylece hayat hem zorlaşmış hem pahalılaşmıştır. Kuranda
“sana neyi infak edeceklerini (sarf edeceklerini) soruyorlar. De ki, artanı (yani
ihtiyaç fazlasını)” buyrulmaktadır.[31]
Biz bu prensibi şöyle açıklayabiliriz. Bir kimsenin geliri ve malı ancak kendi
ihtiyaçlarına yetebilecek kadar ise o kimse bir infakta, harcamada, hayır, sadaka ve
vergi vermez. Çünkü Elmalının yukarıda geçen ifadesine göre kişinin malı ancak
kendi ihtiyacı ile kaimdir. Bir toprak arıktan akan su, çukurları doldurmadan öbür
tarafa geçemez. İşte insanın kendi eksiklikleri kapatılmadan dışarıya mal ve
ekonomik değer aktarması olamaz. Eğer böyle yaparsa ihtiyaçtan artanını değil,
ihtiyacı olandan vermiş olur ki, bu da meşru değildir. Modernite bir çeşit toplumsal yaşam
biçimidir, din bağından kurtulmuş özgürlükçü, ben merkezli ve maddeye dayalı bir
anlayış hâkimdir. Modernite bizlere kutsalı olmayan bir kamusal düzen armağan etti.
Onun için modern insanın kutsalı yoktur. O, ihtiyaçlarını, bunların tatmin
yollarını, siyasi ve iktisadi davranışlarını hep kendisi belirler. Kutsalını
yitiren batı toplumu demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve insan
hakları gibi kavramları kutsal değerler haline getirmiştir. Onun için hemen, hemen
bütün dünya laik, profan ve pozitivist değerlerin hâkimiyeti altına girmiştir.
Bunun neticesinde de mutsuz insan mutsuz toplum, stresli ve sıkıntılı bir birey ve
stresli ve sıkıntılı bir toplum ortaya çıkmıştır. Oysa Müslüman için Kuran ve
Sünnete dayanan her türlü emir nehiy ve tavsiyeler kutsaldır. İslam’ın bütün
dini ilmi sosyal, siyasi ve ekonomik emirleri ve tavsiyeleri kutsaldır ve yücedir.
İnsan ise hiçbir varlıkla mukayese edilmeden onun özü de kutsaldır. Ama modern
insanın anlayışı bu değildir. Onun ne olduğunu ateşin içine düşmüş yanmakta
olan bir bebeğin nasıl yandığını filme çeken merhametsiz acımasız kameramanın
durumu çok güzel yansıtmaktadır. Netice olarak biz bu pahalı ve zor hayattan
kurtulmak için, stres, sıkıntı ve krizlerle dolu iktisadi olaylardan uzak kalmak için
tek yolun İslam ekonomisi olduğuna inanıyoruz.
[1]
Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s. 323 [2]
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul–2002, s. 161, 177. [3]
Feridun Ergin, İktisat, s. 42. [4]
Bkz. Şükrü Baban, İktisat Dersleri, İstanbul–1942 s. 7. [5]
İbrahim Fadıl, İktisat, Akşam Matbaası, İstanbul–1928, s. 8. [6]
Zâriyât 51/ 19; Meâric 70/ 25. [7]
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, I, 965 [8]
Ahmed b. Hanbel, I, 446
[9]
Necm 53/ 39;Leyl 92/4, İnsan 76/ 22, Enbiya 21/ 94. [10]
Talak 65/ 6; Necm 53/ 39; Bakara 2/ 286. [11]
Bakara 2/ 275–287; Ali Imran 3/ 130; Nisa 4/ 161. [12]
Bakara 2/ 275; Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 229), Faiz (Bakara 2/ 275, 276, 279; Ali Imran 3/
130; Nisa 4/ 161. [13] Bakara 2/ 188; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 103. [14] Bkz. Varık: Kehf 18/ 19; Para (dirhem) (çoğulu derahim) Yusuf 12/ 20; Para (dinar (çoğulu denanir) Ali İmran 3/ 75. [15]
Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20 [16]
Mümin 40/ 80 [17]
Bakara 2/ 279 [18]
Bakara 2/ 164; Mümin 40/ 80. . [19]
Nisa 4/ 12 [20]
Bakara 2/ 16 [21]
Araf 7/ 85; Hud 11/ 85; Şuara 26/ 183 [22] Bakara 2/ 43; 83; Müminun 23/ 4; Tevbe 9/ 60 [23]
Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 24; Nur 24/ 37 [24]
Yusuf 12/ 47; Vakıa 56/ 64 [25]
Şuara 26/ 181–183; İsra 17/ 35; Mutaffifin 83/ 1–3), İsraf (A’raf 7/ 31 [26]
Mümtehıne 60/ 12 27- Necm 53/ 39 28- Cuma 62/ 10 29- http://tr.wikipedia.org/wiki/Politik_%C4%B0ktisat 30- İbrahim Fadıl İktisat İstanbul–1927, s. 59 31- Bakara 2/ 219 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |
![]() |
![]() |