.

KURAN ve EKONOMi

 

                                                       Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 Kuran ve ekonomi adını vermeyi uygun bulduğumuz bu makalemizde önce Kuranı sonra ekonomiyi tanıtmaya ve sonra da bu ikisi arasında ne gibi bir irtibatın var olduğunu aramaya ve anlamaya çalışacağız. Hemen söylemeliyim ki, muhatabı insan olmakla beraber Kuran-ı Kerim, Allah, melek, Peygamber, ahiret, insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklardan bahseden ve kâinatı tanıtan ilahi bir kitaptır. Yani Kuran, var olan, varlığı duyularla anlaşılabilen her şeyden söz ettiği gibi, duyular ötesi varlık ve varlıklardan da bahseder. Bu bakımdan Kuran’da ekonomi var mı, yok mu gibi soru sormanın abesle iştigal olduğu görüşündeyim.

Ekonomiye gelince, yerli ve yabancı kaynaklarda ekonominin onlarca tarifi yapılmakla beraber biz ekonomiyi, ilgili olduğu şeyleri bünyesinde toplayan, başkalarını ise dışarıda bırakan bir tarif olarak, “çalışma ve yaşama ilmi” ya da “çalışma ve yaşama düzeni” diye tanıtmak istiyoruz. Ekonomi, bugünkü medeniyet tarafından bağımsız bir bilim dalı olarak ayrılmakla birlikte, bize göre, daha henüz onun kanun ve kuralları tamamlanamamış, belki eksik ve aksaklıkları daha çok olan bir alandır, diyoruz ve bunu iddia ediyoruz. Zaten bizce Rönesans medeniyeti eşyada başarılı olurken, insan ve insan bilimlerinde başarısız kalmıştır. Burada ekonomiden bir örnek vermek gerekirse, bugün ülkemizde olsan dış dünyada olsun, uygulanmakta olan vergilerin hiçbirisinin bilimselliği, mantık ve akılcılığı, insaf ve insaniliği yoktur, diyebiliriz. 

Burada konuya girmeden önce bakış açımızın iyi anlaşılması ve bu bizim anladığımız ekonomik dünyanın yörüngesinde faydalı bir şekilde dönebilmesi için, bazı ön kabullerimiz olacaktır. Bu bakımdan dünya veya kâinat, doğal-ilahi bir düzene sahiptir. Sanki insan, sahibi Allah olan ve tüm kanun ve kuralları ve her türlü tüzük ve yönetmelikleri Allah tarafından konulmuş olan bu kâinat fabrikasında bir işçi olarak çalışmaktadır. Bu işçiye düşen, araştırmalar yaparak, fabrikanın çalışma düzenini anlamak ve şartların öngördüğü doğrultuda çalışıp üretmektir. İnsan için bilgi edinme vasıtası ve alanı, din ile bilim kaynaklarıdır. Bilim, duyularımıza hitap eden, laboratuara girebilen madde ve olayların kanun ve kurallarıdır. Din ise içimize hitap eden ve kabullerimize dayanan hareket ve davranışlarımızın kaide, kanun ve kurallarıdır. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan varlıktır. Çünkü insanın bünyesinde iradeli ve iradesiz hareket ve davranışlar toplanmış bulunmaktadır. İnsan acıkır, terler, yorulur ve üşür yani onda irade dışı olaylar cereyan eder. Bunlar din değildir ve din açısından bir sevaplığı ve günahlığı yoktur. Fakat yemek, içmek, giymek, çalışmak ve üretmek hep irade ile yapıldıklarından dinin alnına girer ve dinin sevap günah, doğru yanlış faydalı ve zararlı diye değerlendirmesine tabi tutulur. Çünkü dinin, bir başka tarifi de iradeye dayanır; onun için irade ile yapılan her türlü hareket ve davranışlar dinidir ve adeta bunlar, dinin bir toplamından ibarettir. İnsan irade ile yapmış olduğu fiillerinden, hareket ve davranışlarından öbür dünyada sorguya çekilecektir.  Bu eylemler ise faydalı ve zararlı oldukları gibi, doğru ve yanlış, sevap ve günah da olabilirler. İşte insan, ekonominin madde ve eşyaya bakan tarafını ilimden, insana, birey ve topluma bakan tarafını da dinden öğrenerek bunları, birleştirir ve böylece çalışma ve yaşama düzenini kurar. Din ile bilim kuralları, Allah tarafından konulmuş olup insana düşen görev, sadece bunları bulup uygulamaktan ibarettir. 

Onun için birey ve toplum olarak insanın, bu kurulu düzene iğne ucu kadar bir yerde bile keyfince müdahale etmeye, ne hakkı, ne gücü ve ne de yetkisi vardır. İnsanların istek ve arzuları din olmadığı gibi, bilim de olmaz. Çünkü insan hayatı, kâinatın bir parçası, ekonomi de insan hayatının bir parçasıdır. Zira kâinat, bir kanunlar ve kurallar toplamının bileşkesinden ibarettir. Bunlar hep birlikte birbiriyle bir şekilde irtibatlıdırlar. Zira güneş bile insana musahhar (yani bedelsiz, ücretsiz ve karşılıksız bir şekilde üretim yapmakla görevli) kılınmıştır. İnsan vücudu, nasıl dengelerden ibaretse, insan hayatında da doğal-ilahi dengeler vardır. Maalesef bugünkü medeniyet, insan hayatındaki alanların ayakta kalması ve denge kurulması için yapay sınıflar ve suni taraflar oluşturmaya çalışmış, fakat bunlar, ekonomide fayda yerine zarar da getirmiştir, diyebiliriz. Onun için bize göre bilhassa sosyal bilimlerde terim, tarif ve tasnifler yeniden ortaya konmalı, kâinat kitabı yeniden okunmalı ve onun alfabesi yeniden yazılmalıdır.

İnsan vücudunda, aynı kâinat ve ekonomik hayatta olduğu gibi üretim, tüketim, iş bölümü ve paylaşım bulunmaktadır. Üretime tüm solunum, sindirim, kan dolaşımı ve boşaltım sistemleri birlikte katıldıkları için tüketime de yine birlikte katılmaktadırlar. Mesela üretilmiş bir mal olan kan, öyle bir şekilde paylaşılmaktadır ki, kavga-dövüş olmadan, sınıf düşmanlığı yapılmadan, grev ve lokavt gibi hak alma savaşlarına hacet kalmadan, bu sayede herkes kendi ihtiyacını en güzel bir şekilde tatmin etmektedir. İşte Müslümanlar da ilim ve din ışığında, Kuran ve sünnet aydınlığında bu vücut misali böyle bir ekonomik düzeni inşallah yeniden kuracaklardır.

Kuranda “Allah, alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara 2/ 275) buyrularak, İslam ekonomisinin hem kapitalizm ve hem de komünizmden farklı olduğu, birisinde bunların her ikisi de serbest iken, diğerinde ise her ikisi de yasak olduğu halde, bu ayette İslam’da kar ve ticaretin serbest, faizin ise yasak olduğu bildirilmiştir. Böylece İslam ekonomisi, diğerlerinden ayrılmış bulunmaktadır. Başka bir ayette de “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret dışında haksız sebeplerle yemeyin” (Nisa 4/ 29) buyrularak, serbest piyasa ekonomisine işaret edilmiştir. Çünkü mal alım satımında taraflarda karşılıklı “rıza” şartı aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’in dediği gibi, gönülde meydana gelen hoşnutluktur. (İhtilaf-ul Fukaha, s. 146) Bu ise ancak arz talep dengelerinin kendiliğinden kurulduğu, üretim ve tüketime müdahale edilmediği bir sistemde ve piyasaya baskı yapılmayan, hele taban ve tavan fiyatlarını belirlemeyen ve hükümetler tarafından narh konulmayan bir serbest ekonomi alanında gerçekleşebilir. Ancak burada serbest piyasa ekonomisi derken de İslam ekonomisinin bütün alan ve katmanlarıyla nevi şahsına münhasır, süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyim.  

İslam’da üretimde mülkiyet esastır. Çünkü Kuran-ı Kerimde “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 53/ 39), buyrulmaktadır. Onun için herkes ürettiğine sahip olacak ve sahibi olduğu malı da mesela bir tüccar, ihtikâr yapmadan, piyasa fiyatı ile satacaktır. İnsan emeğine de sahiptir; onun için işçilerin emeklerini pazarlayan işçi sendikalarının İslam düzeninde yeri yoktur. Yalnız burada önemli olan bir nokta daha vardır. Üretimi gerçekleştirenler, ürettikleri mallara sahip olurken, tüketim ise o üretimin yapıldığı topluma aittir. Yani bu demektir ki, bir malda, o malın üretilmesinde çalışsın veya çalışmasın herkesin hakkı bulunmaktadır. Onun için İslam Toplumunda herkesin yaşama hakkı vardır. İşte Hz. Peygamber, zıt gibi görünen iki hadisinde bunu ifade buyurmuştur. Hz. Peygamber, bir taraftan devletin hukuki olarak, cebir ve zor ile alacağı hakkı ifade ederek "Gerçekten malda zekâttan başka hak yoktur." (Ibn Mace Zekât, 3) buyururken, diğer taraftan da bireyin kendiliğinden dini, ahlaki ve vicdani bir hak olarak vereceği bir sadakayı kasdederek de "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13) buyurmuştur. Ahmed Naim, bu iki hadisin uyumunu şöyle sağlamıştır. Tirmizinin hak vardır rivayeti, sadakaya (yani Allah rızası için fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik), İbn Macenin de hak yoktur rivayeti zekâta (yani İslam devletinin aldığı vergiye) hamledilir. (Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, I, 314).

Muhammed Hamidullah, zekat kelimesi hakkında “ İslam kültüründe ise zekat tabiri, her yıl devlete verilen vergi anlamında kullanılmıştır” (Modern İktisat ve İslam, İstanbul–1963, s. 17) demek suretiyle, zekâtın İslam devletinin bir vergisi olduğunu ifade etmiştir. www.enfal.de sitesinde yayınlamış olduğum “İslam ve Çağdaş Vergi Anlayışının Eleştirisi” adlı araştırmamda da bahsettiğim gibi, vatandaşla devlet arasındaki en önemli bağ ve irtibat vergidir. Çağımızda çocukların evcik oynadıkları gibi devlet yönetmek moda olduğu için, vergiler de hükümetlerin elinde bir oyuncak enstrümanına dönüşmüştür. Acı bir itiraf olarak söylemeliyim ki, bu Rönesans medeniyeti, devleti ve onun fonksiyonlarını tam tanıyamadığı için, devlet ticari bir şirket mi, para ve ücretle çalışan bir kuruluş mu, yoksa doğal bir aile olarak vatandaşlarına karşılıksız hizmet eden bir uzviyet mi bilemediği için, ekonomi kitaplarında verginin doğru dürüst bir tarifini ve sebebini ve niçin alındığını açıklayıp anlatan doğru ve faydalı cümleler bulamadık. Biz Hz. Peygamber’in, “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Riyazu’s Salihin (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66) hadisine dayanarak, toplumun ve devletin sosyal sözleşme ile değil, organik bir toplum olarak, devletin aile gibi doğal bir uzviyet olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl bir aile, üyelerine hizmetini karşılıksız götürüyorsa, devlet de vatandaşlarına görev ve hizmetlerini, ücretsiz ve bedelsiz olarak verecektir. İşte buradan çıkacak netice şudur ki, devlet vatandaşlara vergi aldığı için değil, veli olduğu için ve devlet olduğu için karşılıksız ve bedelsiz hizmet eder. Eğer devlet ücretle çalışan ticari bir kuruluş veya para ile çalışan bir kurum olmuş olsaydı, vergi ile hizmet arasında bir eşitliğin bulunması gerekmez miydi? Hâlbuki böyle bir şey asla düşünülemez. İslam anlayışında devlet velidir; üretime katkıda bulunduğu için vergi alır ve o, bu vergileri toplumun hizmetinde harcar. İslam Ekonomisinde bütçenin giderler faslı, Tevbe Suresinin 60. ayetinde 8 sınıf olarak açıklanmış bulunmaktadır. 

İslam ekonomisinde verginin sebebi, üretimdir ve vergi üretimden alınır. Bu, İslam hukuku kitaplarında, fıkıh kitaplarında açıkça ifade edilmiştir. Bu demektir ki, devlet, üretime yapmış olduğu katkı karşılığı olarak paylaşımdan kendi hissesine düşen payını vergi olarak almaktadır. Hâlbuki bugün vergi adı altında hem üretimden ve hem de tüketimden vergi alınmaktadır. Böylece bilgi toplumu terimlerinin üretildiği bir ortamda zıt iki şeyden aynı neticenin çıkarılması, bilime ve mantığa daha doğrusu mantıksızlığa uygun gelmektedir. Bu anlaşılır bir şey değildir. Bu kadar çelişki, bilgi toplumunda uygulanıyor ve hem de devletler tarafından uygulanıyor ekonomistler de susuyorlar.

Her sistem kendi bünyesi içersinde çalışır dediğimiz zaman bundan anlaşılacak şey, ekonomi kendi alanında ahenkli olduğu gibi, toplumu meydana getiren hukuk, ahlak ve ekonomi gibi alanların da kendi aralarında uyum sağlamaları gerekir. Bunun içindir ki, ekonomik olarak üretilecek malların dinen de meşru ve mubah olması ve hatta ahlaka da uygun gelmesi gerekir. Burada çok önemli bir meseleye değinmek istiyorum. Rönesans medeniyetinin veya kapitalizmin ekonomi anlayışı ahlak dışıdır. Bu konuda Şükrü Baban, İktisat Dersleri adlı serinde aynen şöyle demektedir: “İktisat hadiseleri sırf fayda zaviyesinden mütalaa eder. Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik edersek hukuk olur. Ahlak bakımından düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için afyon faydalıdır. Bu anlayış, -iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır- prensibine uyar. Fakat ahlaken bu doğru olmayabilir.” (s. 7). Bu düşünce tarzı çok yanlıştır. Çünkü insan bünyesindeki sistemler, birbirlerine ters düşmezler, uyum ve ahenk içinde çalışırlar. İşte toplumdaki alanlar da aslında böyledir veya böyle olmalıdır. Ekonominin evet dediğine bilim veya din hayır diyorsa, hukukun olur dediğine din veya ekonomi olmaz diyorsa böyle bir toplumda alanlar arası mücadele var demektir. Neticede bu toplumda sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir hukuk ve sağlıklı bir dini hayat olmaz. Zira bir organ hasta olduğu zaman bütün vücut ve bünye hasta olur. 

Eğer ekonomik hayat, dinin emir ve nehilerine uyum sağlamazsa İslam’a göre böyle ekonomi sağlıklı olmaz. Mesela insanlar, iş buluyor, alıp satıyor ve kazanıyor diye İslam ekonomisinde içki müslümanlar tarafından üretilemez. Çünkü Kuran’da “Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el Maide, 5/90–91), burulmaktadır. Mesela Hz. Peygamber de bir hadislerinde içkiyi üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın, satanın, bundan gelir elde edenin, satın alanın, ikram edenin ve parasını yiyenin lânetlendiğini bildirerek bu grup insanları ağır bir şekilde kınamıştır (Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 2; Tirmizî, “Büyû‘”, 58; İbn Mâce, “Eşribe”, 6). Bu ayet ve hadiste görüldüğü üzere içki, yasaklanmıştır; öyleyse bunların üretim ve tüketimi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilemez, neticesine varıyoruz.

Uygulamalardan açıkça gördüğümüz gibi, bugünün ekonomi pratikleri hep paraya endekslidir. Onun için çağımız ekonomilerinin hep paraya dayandığını söyleyebiliriz. Hâlbuki bu, çok yanlış ve zararlı bir şeydir. Çünkü bilindiği gibi bugün tedavülde kâğıt paralar hâkim bir şekilde yürürlüktedir. Hâlbuki bu kâğıtların bizzat kendilerinin hiçbir değeri yoktur. Zira onların kendileri ile bir ihtiyacınızı gidermezsiniz. Bunların itibari değerinden başka bir şeyleri yoktur. İtibari değer ise gerçek olmayan, varsayılan ve öyle sanılan sanal bir değerdir. Böyle olunca bizzat değere sahip olmayan bir araç, adına para denildiği için değer ölçüsü olabilir mi? Böyle bir para, malların kıymetini ölçmekte ne kadar gerçekçi olabilir, ne dersiniz? İşte paraya dayanan bu ekonomilerin temelden ne kadar arızalı olduğu böylece ortadadır.

İslam ekonomisinde para vardır. Kuran-ı Kerimde para olarak “varık” tan başka “dirhem” ve “dinar” kelimeleri geçmektedir. “Şimdi siz, içinizden birinizi, şu gümüş paranızla şehre gönderin” (Kehf 18/ 19) Varık kelimesi, ister basılı olsun isterse olmasın, gümüşe verilen addır. Yine, darbolunmuş dirheme, paraya da rika, el-veriku, denilir. Müfessirler şöyle demiştir: Onların yanında, kendi zamanlarındaki, yani bu gün Tarsus denilen şehirdeki krallarının resmi bulunan paralar bulunuyordu. (Bak Fahreddin Razi)

“Onu (çocuk iken Yusuf peygamberi) ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar” (Yusuf 12/ 20). Rağıb, bu “dirhem” kelimesini alış verişin yapıldığı basılmış (gümüş para) olarak açıklamıştır. (Müfredat mad). Diğer taraftan Kuranda altın para anlamındaki “dinar” kelimesi de geçmektedir. (A. İmran 3/ 75)  Hasan Basri Çantay, bu kelimenin geçtiği ayetin tercümesinde “ona emaneten bir altın versen, onu ödemez”  şeklinde bir cümle kurmuştur. (Kuranı Hâkim ve Meali Kerim, I, 94). Kuranda böylece altın para ve gümüş para kelimeleri kullanıldıktan sonra bir de genel anlamda altın ve gümüş madenleri olarak da kullanılmıştır ve bu “zeheb” (altın) ve “fidda” (gümüş) madenlerinin basılmış ve basılmamış külçe veya para halinde olsun bunlardan vergi alınır. Büyük İslam hukukçusu Kasani Bedayi’ adlı eserinde (I, 16) mutlak para olan altın ile gümüşün zekâtı (vergisi), bunlar 200 dihem ağırlığına ulaştığı zaman 5 dirhem vergisi verilir, demiştir. Ayette “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele…” buyrulmaktadır. (Tevbe 9/ 34). Şu halde netice olarak Kuranda altın ve gümüşten para diye bahsedildiği için, hukukçular altın ve gümüşe mutlak para demiş, Elmalılı da eserinde (Hak Dini Kuran Dili, IV, 324) “altın ve gümüşün hakkı, insanlığın faydası açısından yaratılış hikmeti, mübadele vasıtası olması, yani para olarak alış verişi kolaylaştırması ve Allah kullarının gerçek ihtiyaçlarına harcanmasıdır, diye bir açıklama getirmiştir. İşte biz de bütün bunlardan dolayı altın ile gümüşün eskiden olduğu gibi tekrar para olarak tekrar tedavüle kullanılmalarında ekonomik hayat için çok büyük faydalar görüyoruz. Bugün ekonomik hayatta baş gösteren krizlerin, hele son zamanlarda küresel kriz diye adlandırılan ve bütün dünyanın gündeminde olan krizin genellikle para politikasından kaynaklandığına kaniyiz. Altın ve gümüş paralar, ağırlıkları miktarınca bizzat kendilerinde değer taşırlar. Gümüş paralar milli para olurken, altın paralar da beynelmilel ve evrensel para olarak kullanılır ve para denilen bu kâğıt parçalarının üzerinde oynanan oyunlar da böylece son bulmuş olur. Çünkü bu kâğıtlar, hükümetleri karşılıksız para basmak gibi yanlış bir işe sürüklerken, diğer taraftan da piyasaya sahte para sürmek gibi kalpazanları sahtekârlığa sevk etmektedir.

Ayrıca bugün hemen, hemen dünyanın çoğunda teori ve pratik olarak yürürlükte olan kapitalist sistemin gelir dağılımında para da kiraya verilmektedir. Hâlbuki bu, kira bedeli olan ve faiz denilen bu şey, hiçbir şeyin karşılığı değildir. Neden mi, hemen söyleyelim: Kâğıt para denilen şeyin bizatihi değeri yoktur, o, bir mal gibi bir ihtiyacı giderme özelliğinden uzaktır; ikinci olarak da para kullanılmakla yıpranmaz. Kira bedeli denilen şey ancak yıpranmanın karşılığıdır. Kapitalist anlayışların baş göstermeye başladığı XVI. Y.Y gelinceye kadar faiz, hiçbir din, hiçbir felsefe, hiçbir şahıs ve hiçbir kurum tarafından meşru görülmemiş, yasaklanmış ve haram kılınmış olduğu halde, ilk defa dünyada bir Fransız din reformcusu, kalvenizmin kurucusu ve (1509–1564) yılları arasında yaşamış olan Jean Calvin tarafından meşru sayılmıştır. Calvin'in faizi meşru saymasından sonra Calvinistlerin beşiği olan Cenevre medeni kanunu, faizi yasallaştırdı. John Knox İskoçya'da ve 8. Henry İngiltere'de faiz yasağını kaldırdılar... Calvin’den 50 yıl sonra Calvinist liderlerden Claudius Salmosius ise faizin önündeki bütün engelleri kaldırdı.

Faizi meşru göstermeye çalışan batı ekonomistleri, bu konuda çok uğraş vermişlerdir. Enver İkbal Kureşi, “Faiz Nazariyesi ve İslam” adlı yapmış olduğu doktora tezinde bunların en makulü gibi görünen şu düşünceyi ileri sürdüklerini anlatır. Kişi, bir miktar parasını birisine veya bankaya mesela bir yıl süreyle verdiği zaman, o, bu zaman zarfında o parasını kullanma hakkından vazgeçmiş demektir. İşte bu kişi, parayı kullanma hakkını bir yıl ona vermiş ve kendisi bu zaman boyunca kullanmadan mahrum kalmıştır. İşte faiz, bunun karşılığıdır, demişlerdir. Makul ve mantıklı gibi görünen bu açıklama, aslından para kullanılmakla yıpranmadığı ve dolayısıyla değerinden bir şey kaybetmediği için bu açıklama yetersizdir. O zaman biz de şöyle deriz, bu para öyle bir araçtır ki, kendisine bir eylem, bir risk veya buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana getiremez. Bu parayı veren kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi dolabına koysa, bir yıl sonra dolabını açıp baksa parası üreyip çoğalacak mıdır? Burada parayı dolaba koymakla, bankaya koymak arasında ne fark vardır, hiçbir fark yoktur. Öyleyse dolaptaki para bankada olduğu zaman niçin artıp çoğalsın ki? Faizli düzenlerin bu faiz sebebiyle epilepsi hastalığına tutulmuş insanların kriz geçirdiği gibi krize tutulacaklarını Kuran haber vermiştir. “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. (Yani kriz geçirerek ayakta durular) Bu, onların "Alış veriş de faiz gibidir." demelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”(Bakara 2/ 275)

Para hakkında İslam ekonomisinde bir başka şey daha vardır. Bilindiği gibi para basma, İslam geleneğinde devletin işidir, paranın (altın ve gümüş para olduğu için onun) gramı, değeri ve değerinin korunması hep devletin denetimi ve gözetimi altında düşünülmüştür. Böylece para hakkındaki tasarruflar, devletin olurken mal da adeta milletin ve bireylerin olmaktadır. Yani malları millet kendisi hiçbir yer ve makamdan izin ve ruhsat almadan arz ve talep, üretim- tüketim dengesi içersinde eker, diker, üretir ve pazarlayıp satar. Mallar hakkında onların ne üretiminde, ne narhında, satımında ve ne de planlamasında devlet görevli olmadığı gibi, para hakkında da bireyler ve halk görevli değildir; devlet görevlidir. Çünkü Kuranda “namazı kılınız, zekâtı-vergiyi veriniz ve Allah’a güzel bir şekilde borç (karz-ı Hasen) veriniz” (Müzzemmil 73/ 20) buyrulmuştur. Burada “Allah’a veriniz” ifadesi, mecazi bir deyimdir. İslam hukukunda “hukukullah” demek “amme hukuku” demektir. Şahıslara ait olmayıp kamu yararı bulunduğu için bazı haklara bu ad verilmiştir. Bir toplumun nizam ve düzeni, şeref ve bekası, ilerleyip yükselmesi de bu haklara bağlıdır. Bunlara, önemine binaen böyle denilmiş ve Allah’a nispet dilmiştir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 226) Yani buradan netice olarak şu çıkıyor ki, bankacılık sisteminde faizsiz banka esas olduğu gibi, özel banka olamaz, ancak devletin resmi bankaları olacaktır.  İslam ekonomisi, bir bakıma dengeler ekonomisi olduğundan bir taraftan, birey-toplum fert ve devlet alanlar itibariyle birbirini dengelerken, diğer taraftan da mal ile para da birbirini dengelemektedir; mal milletin ise para da devletindir.

Hz. Şüayb, hem Medyen, hem de Eyke halkının peygamberi idi. (Kurtubi, XIII, 135). Medyen halkı puta tapardı. Şüayb Peygamber, onları tevhide davet etti. Onlar, ölçüleriyle, tartılarıyla, kesik, silik ve vezni eksik (enflasyonlu ve fiyatı düşük) paralarıyla daima halkı aldatırlardı. (Tecrid, VII, 295–296). Şüayb Peygamber, halkına şöyle demişti: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin onda başka hiçbir tanrını yoktur. Ölçeği ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir nimet (ve refah) içinde görüyorum ve bir gün hepinizi kuşatacak bir azabın gelmesinden korkuyorum. Ey kavmim, ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin. İnsanların eşyasını (mallarını ve paralarını) eksiltmeyin. Bu ülkede bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin.” (Hud 11/ 84–85) Bu ayetler Şüayb peygamber, insanların mallarını alıp satarken bilhassa adalete riayet etmelerini böylece terazi, metre, litre ve hürlü ölçeklerde haksızlık yapılmaması için uyarmıştır. Ayrıca bir de bilhassa zamanımızdaki enflasyonu da içine alacak şekilde insanları eşyasının (yani mal ve paralarının) değerlerinin düşürülmemesi konusunda da açık, açık emirler vermiştir. Hud suresinde geçen bu ayetlerin bir benzeri Araf suresinde ve Şuara suresinde geçmiştir. Oralara da bakıp karşılaştırabilirsiniz. (Araf 7/ 85–93; Şuara 26/ 176–191)

Bu ayetlere bakıldığı zaman Şüayb Peygamberin, bozulmuş olan bir ekonomiyi düzeltmek üzere gönderilmiş olduğu, yaptığı tavsiyelerden ve aldığı önlemlerden anlaşılmaktadır. Onun yaptığı en önemli şeylerden birisi de enflasyonla mücadeledir. Enflasyon, her türlü haksızlığın ve ahlaksızlığın kaynağı olduğu için, altın ve gümüş paraların etraflarından kırpmak suretiyle enflasyona ve tabii ki haksızlığa sebebiyet verdiğinden bunu yapanlara Şüayb Peygamber tarafından yasak getirilmiştir. Zeyd b. Eslem’in rivayetine göre, Medyen halkı, dirhem ve dinar gibi altın ve gümüş paraların etrafından kesip kırparak, bu değeri eksik paraları halka sayı ile verirler, halktan alırken de bu paraları tartarak alırlardı. Yine halkın sağlam paralarını alırken sayı ile alıyor; kesilmiş, kırpılmış ve gramajı-değeri düşük paralarını ise tartıya tabi tutuyorlardı. Bu ise insanların mal ve paralarında eksik ve noksanlık yapmak demekti. Onların dirhem ve dinarları yani gümüş ve altın paraları böyle yapmaları mala zayiat vermek ve dolayısıyla haksızlık etmekti. Medyen halkı bu işe son vermedikleri için Allah, onlara azabının gönderip cezalarını verdi. (Taberi Cami’ul Beyan, XII, 102; Ayni XII, 246; Tecrid, VII, 295–296). Yani kaynakların bu ifadesini günümüz deyişine aktaracak olursak, Medyen halkının enflasyondan helak olduğu söyleyebiliriz.

İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre bunlar, azgın-taşkın bir toplum idi. İnsanlara hep haksızlık yaparlardı. Yabancı bir adam ülkelerine gelse, yol başlarına otururlar, bu yabancı misafirin iyi-sağlam parasını elinden alırlar, senin bu dirhemlerin züyuf-kalp diyerek, parayı kesip kırparlar, sonra da düşük fiyattan ödeme yaparlardı. Bu ise bir haksızlıktı. Aslında onlar, sadece ölçü ve tartıda eksik ve noksan yapmaktan değil, her türlü mali haksızlık yapmaktan yasaklanmış oluyorlardı. (Bkz. Alusi, Ruh-ul Meani, VIII, 177).

Kurtubi tefsirinde de şöyle denilmektedir: Onlar, dirhem ve dinarları kırpıp kesmekten yasaklandılar ve bu yasağı dinlemedikleri için de helak oldular. Kendilerine haksız menfaat sağlamak için sağlam paraların etrafından kırpıyorlardı. Sağlam paraları sayı ile alıp verirken, kırpılmış paraları tartı muamelesine tabi tutuyor ve tartıda eksiklik yapıyorlardı. (Kurtubi, el-Cami li-Ahkâm-il Kuran, IX, s. 88). Onlar, peygamberleri Şüayb’i dinlemedikleri gibi, üstelik onunla alay ederek küstahça şöyle diyorlardı: “Ey Şüayb, atalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” (Hud 11/ 87). Onlar, böylece biz, mallarımızı dilediğimiz gibi kullanırız; keseriz, atarız, yakarız, istediğimizi yaparız, demişlerdi. (Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102). Hâlbuki kilo ile veya hacim ölçüleriyle ya da başka ne çeşit ölçülerle ölçülen bir mal olursa olsun, insanlara bütün haklarında hiçbir eksik ve noksanlık yapılmadan ödeme yapılması gerekir. (Taberi, XII, 99; XIX, 108).

Şüayb Peygamber, hemşerileri olduğu Medyen halkına görevli olduğu gibi hemşerisi olmadığı Eyke halkı için de görevli idi. O, Eyke halkına da şunları söylemişti: “Ölçüyü tam yapın, eksik yapanlardan olmayın. Doğru terazi ile tartın, insanların hakkını (eşyasını, mal ve paralarını) kısmayın. Ülkede bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın” (Şuara 26/ 181–183). Ayette geçen “insanların hakkını kısmayın” ifadesinden maksat, onlar, dirhem ve dinar paralarının etrafından kırpıp ve kesmek suretiyle, insanların hakkını yemekten yasaklanmışlardır, denilmiştir. (Alusi, Ruh-ul Meani, XIX, 118).      

Ayetlerde dikkat edildiği zaman görüleceği gibi, insanların sahibi olduğu malları üzerinde istedikleri şekilde davranma yetkilerinin olmadığı görülmektedir. Çünkü onlar, “mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi”  ifadesini kullanarak, sanki mallarında keyifleri nasıl isterse, diledikleri gibi davranma yetkisine sahipmişler gibi alaylı bir şekilde söz atarak bunu sana namazın mı emrediyor, diyorlar. Buradan anlaşılıyor ki, insanoğlu, mal üzerinde istediği her şeyi yapamaz ve mallarda diledikleri gibi davranamazlar. Çünkü malların kendiliklerinden tabi oldukları kanun ve kuralları yani hukukları vardır. Zira her tabii varlığın üzerinde bulunan tabiat mührü ilahi güç tarafından basılmıştır. Varlıklar, Yüce Allah’ın rububiyet damgasını taşıdıkları için, onların doğasına konulan bu kanun ve kurallar, ne onlar ve ne de insanlar tarafından aşılıp değiştirilebilir. İnsan hayatı ve tüm canlı ve cansız varlıkların hayatı, Allah’ın iradesiyle programlanmış durumdadır. Onun için Mevdudi, bu ayetin yorumunda “Hz. Şuayb’ın kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı bölmeye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir.”, demiştir. (Tefhim, II, 418).

Elmalılı merhum da konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: Onlar yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü, türlü mabutlara kul olmaktan kurtulmayı ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şu'ayb onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi, "İnsanların mallarına haksızlık etmeyin" demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça kimse, hakkından emin olamaz, mallarında dilediği gibi zaten tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şu'ayb Aleyhisselam'ın uyarılarını da kendi serbestliklerine engel sayıyorlar, "Malımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi bu kıldığın namaz mı emrediyor? Sofu, sen ne akıllı adamsın be!" gibi demagojilerle söz dokundurmaya ve alaya yelteniyorlardı. İşte böyle bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı. Bir başka taraftan da hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete ukalâlık demek, günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliyet devri hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları, Şu'ayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle dinlemelidirler. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 561–562).

Dini korumak, aklı korumak, canı korumak, nesli korumak ve malı korumak gibi görevler Gazali’nin hocası Cüveyni’lerden (419–478/ 1027–1098) Gazali’lere ve Şatıbi’lere kadar hayatın vazgeçilmez unsurları ve zaruri alanları olarak görülmüştür. Bu beş alandan biri olan malı koruma sadece hırsızlığın yasaklanmasından ibaret değildir. Bu, baştan sona tamamen ekonomik alanı kapsayan bir kanun ve kurallar bütünlüğü ile malın doğal hukukunu uygulayarak onu korumaktır.

 Burada yine enteresan bir şey vardır ki, buna göre ekonomik alan, zaruri alanların 1/ 5 i veya % 20 oranında bir kapasiteye sahiptir. Aynı şey Kuranda zikredilen ganimetlerin taksiminde devlete verilen nispet de yine 1/5 veya % 20 dir. “Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a, elçisine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Enfal 8/ 41). Biz buradan ekonomik alanın tüm hayatın 1/5 oranında bir alana, zaman ve zemine değer ve kıymete sahip olduğu gibi, devletin de ekonomide ancak bu kadar bir yetkiye sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu demektir ki, İslam ekonomisi % 80 özel teşebbüsün serbest alanı, devletin ise % 20 kadar bir resmi alanı vardır, diyebiliriz. Onun için biz, Kuran’ın önerdiği ekonominin veya İslam ekonomisinin bir serbest piyasa ekonomisi olduğunu, söyleyebiliriz.

Burada serbest piyasa ekonomisi, derken hemen açıklamamız gerek bir husus vardır. Bu ifade bir batı patenti ve Rönesans medeniyeti damgası taşıyan bir üründür. Batının kelime ve tarifleriyle, onların ürettiği düşünce ve fikirlerle İslam düzenine ulaşamayız. Yani İslam ekonomisin serbestliği ile batının serbest piyasa ekonomisi benzer tarafları olsa bile, mutlaka farklı tarafları da vardır. Aslında batının serbestlik anlayışı, bireyin devletin buyruk alanından kurtarılması anlamını taşır. Eğer tabir caiz ise batı anlayışı fert ile devleti tam yerine oturtamadığı için, onların anlayışında halk ile devletin kavgalı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslam’da asla böyle bir şey düşünülemez. Çünkü farz-ı ayın birey, farz-ı kifaye ise toplumdur; bunların birisi fert diğeri ise devlettir. Hatta ABD de bile siyasi hayatta cumhuriyetçiler ve demokratlar ayrımı bu karşıtlığı ve çelişkiyi açıkça gösterir ve tabii ki, bu yanlıştır. Devleti bir evin tavanına benzetirsek, bunun tabanı da halk olur. Şimdi böyle bir evde oturanların bir kısmı evin çatısını tutuyor ve onun taraftarı oluyor, diğer kısmı da tabanını tutuyor ve evin temeli taraftarı oluyor. Böyle bir şey olabilir mi, tavansız veya temelsiz bir ev bulunur mu? Onun için İslam toplumunda bir birey, hem fertçi ve hem de devletçidir. Bu olay, aynı bir ailede yaşayan kimseye benzer. Ailenin bir üyesi, hem kendisine ve hem de ailesine değer vermek, dikkat etmek ve düşünmek zorundadır ve bunların her ikisini dengelemek mecburiyetindedir. Biz, her ilmin, her medeniyetin ve her sistemin kendisine mahsus terim, tarif ve tasnifleri vardır diyoruz. Biz Müslümanlar, henüz kendi kelime ve terimlerimizi üretir ve kendi toplumumuzu kurar hale gelmediğimiz için, işte böyle İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, diyerek piyasadaki kelime ve terimleri kullanma durumunda kalıyoruz. Hâlbuki serbest piyasa ekonomisinde özel banka açma gibi bir hak veya uygulama varsa ve bu serbestliğin bir gereği ise, İslam ekonomisinde böyle bir serbestlik olmadığını hemen söylemliyiz ve İslam’da bankaların devletin olduğunu ifade etmeliyiz.  

Serbest piyasa dediğimiz zaman burada “piyasa” kelimsinin aslı İtalyanca “piazza” kelimesidir. Bu kelime ise meydan, çarşı ve piyasa manalarına gelir. “Pazar” kelimesinin aslı ise Farsça “bazar” dır ki, “alış-veriş; alış-veriş yeri; üstü açık satış yeri” anlamlarına gelir. Türkçede her iki kelime de Fransızca “marché”, İngilizce “market” terimlerinin yerinde kullanılmaktadır. (H.Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İst. Üni. İkt. Fak. Yayınları, 1960, s. 197, dip not:2)

Serbest piyasa ifadesi, tamamen batı düşüncesini ve ekonomi anlayışını taşımaktadır. Zaten öyle anlamalı ve öyle de kabul edilmelidir. Zira klasiklerin ifade etmek istedikleri bir serbestlik anlamında İslam’da serbest piyasa var veya yok demiş olsak, hata etmiş oluruz. Çünkü klasik bir iktisatçı ile Müslüman bir iktisatçının dile getirdikleri, serbest piyasa aynı şeyler demek değildir.

Bu terimler konusunda Samuelson, çok dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştur. Onun şu sözleri, batı medeniyetinin sosyal bilimlerde, belki özellikle ekonomideki aczini itiraf etmesi olarak kabul edilebilir. Zaten bize göre batı dünyası, ekonomiyi terim, tarif ve tasniflerini tamamlayarak bir bilim haine getirmemiştir. Samuelson, özellikle sosyal bilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız gerektiğini söyledikten sonra, aynı kavram için iki ayrı terim kullanmamalıyız, farklı iki olayı da tek terimle göstermemeliyiz, diyor ve şöyle bir örnek vererek meseleyi anlatmaya çalışıyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Robinson’a Jones, şunları söyler: “Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir”. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır”, diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardır. (Paul A. Samuelson, İktisat, s. 10) 

Modern ekonominin terimleri ile İslam ekonomisinin terimleri de birbirinden farklıdırlar. Mesela bunun en güzel örneği “mal” kelimesinde görülmektedir. İslam hukukunda veya ekonomisinde bir şeyin mal sayılabilmesi için, onun dinen meşru ve aynı zamanda bir ihtiyacı giderebilecek kadar bir güce sahip olması gerekir. Buna göre Müslüman için haram kılınmış olan şarap ve domuz eti mal sayılmadığı gibi, üç beş buğday tanesi de en küçük bir ihtiyacı gideremediği için mal kabul edilmez. (Bkz. İbn Abidin, IV, 3; M. Mutahhari, İslami İktisadın Felsefesi, çev: Kenan çamurcu, İst. 1995, s. 33; Mecelle, 126 ve 127. maddeler.)

Serbesti kelimesi aslında iktisat tarihinde bir ekolün adıdır. Bu ekole klasik mektep adı verildiği gibi, serbesti mektebi de denir. Bu ekol mensupları, devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmezler; bireyin serbestliğini savunurlar. (İbrahim Fadıl, İktisat, İst. 1928, s. 43–45). Bunlar, Merkantilistlere bir tepki olarak ortaya çıkan Fizyokratların doğal-ilahi kanun fikrini geliştirerek, bireylerin serbest olmasıyla, ekonomiyi “görünmeyen bir elin yöneteceğini ileri sürmüşlerdir. Fizyokrasi ekolüne mensup Gournay’ın bulduğu “Laissez faire, Laissez passer” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sözü, serbesti ekolün bir sloganı haline gelmiştir. (Feridun Ergin, Ak İktisat Ans. S. 355) Doğal olarak insanlar, ekonomide bu serbestlik düşüncesine bir takım ekonomik merhalelerden sonra, yasaklama, kısıtlama ve müdahalelerin zararlarını gördükten sonra ulaşabilmişlerdir.

İnsanlığın maddi ve manevi olarak yükselmesinin ancak bireyin çabası ile mümkün olabileceğine inandığı için serbesti ekolüne aynı zamanda ferdiyetçilik de denilmiştir. (İbrahim Fadıl, İktisat, s. 45) Aslında modern ekonomi, bir toplum ekonomisi olarak doğmuş veya başka bir ifade ile devlet ekonomisi olarak ortaya çıkmış bir ekonomidir. XV. Y.Y.dan sonra orta çağdaki derebeylikler yavaş, yavaş yıkılıp merkezi büyük devletler kurulmaya başlayınca ekonomi de hemen siyasetle-devletle irtibat kurmaya başladı. Nitekim çok geçmeden Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçısı, ilk defa siyaset ve ekonomi kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie Politique” yani siyasi iktisat adında bir ekonomi kitabı yayınladı. (Feridun Ergin, İktisat, s. 1; Ak İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat, s. 40) Bu batıda ilk dönemler o kadar toplumcu ve devletçi idi ki, hatta ferdiyetçilik ve liberalizmin temellerini attığı söylenen Adam Smith bile meşhur eserine “The Welt of Nations” (Milletlerin ( ve Devletlerin) Zenginliği) adını veriyordu. (Bkz. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun Derin, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1948  

Biz, “İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi” adlı eserimizde Fizyokrasi ekolünü tanıttıktan sonra, hazırlayan şartları ve fikirleri üzerinde durup İslam hukuku açısından değerlendirilmesini yaptık. Fizyokratlar, kâinatta tabii-ilahi bir düzen bulunduğunu, ekonominin bu tabii düzen kanunlarına bağlı olarak çalıştığını ilk defa söyleyen iktisat düşünürleridir. Bu bakımdan fizyokratların İslam’a uygun bir düşünce içersinde olduklarını söylemek mümkündür.  “Çünkü İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın kanunlarıyla birleşmiş olan bir dindir. Tabiat Allah’ın tekvini kanunu, İslam da teşrii kanunudur. Bundan ötürüdür ki, İslam’ın tekliflerinde akıl ile barışmayan, tabiata aykırı olan bir hüküm yoktur.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam s. LXX (70))

    Elmalılı da konuyla ilgili olarak şöyle demektedir. Gerçekten Allah Teala, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nispet edildiği gibi, akar kanunu da konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teala olduğundan, bunlara Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur… Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed hidrostatik kanununu, Newton yer çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 126)    

 İslam ekonomisinde üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve vergi esasları arasında bir çelişki olmadığı gibi, ayrıca bu ekonomi ile din, ahlak ve hukuk arasında da bir uyumsuzluk yoktur. Diğer taraftan İslam’ın insan ve topluma önerdiği hayat biçimi ile yerküresi ve kâinat arasında da bir çelişki veya uyumsuzluk değil, tam bir ahenk bulunmaktadır. Yalnız başka sistemlerin kelime ve terimleri İslam anlayışını ifade edemez. Mesela İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, denildiği zaman bu, liberallerin, serbesti ekolü mensuplarının ve batı anlayışı çerçevesinde bir serbestlik değildir. Batının serbestlik anlayışını biz, kural dışılık olarak görüyoruz. Bunun böyle olduğu onların bilhassa resim, şiir ve edebiyatlarında da açıkça görülmektedir. Hâlbuki İslam’da ve onun önerdiği ekonomik hayatta kural dışılık yoktur. Çünkü ayette “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor” (Kıyamet 75/ 36) buyrulmaktadır. Azimet denilen normal hayat ve sağlıklı ortam hep kanun ve kurallar içinde olduğu gibi, ruhsat dediğimiz anormal hayat ve hasta toplum bile hep kanun ve kurallar içersinde çalışır. Yani varlık âleminde kural dışılık yoktur; hasta kişi de ve hasta toplum da yine kurallar içersinde hareket eder. Tabiata, sosyal ve ekonomi hayata bu kanun ve kuralları koyan Allah’tır. Biz de Allah’ın koyduğu bu kanun ve kuralları din ve bilim yoluyla yani yine Allah’ın istediği metotla bulup onları ekonomik olaylara uygularız. Onun için İslam, ekonomik olaylarda sosyal olaylarda olduğu gibi, sadece irade beyanını yeterli bulmamış, buna ilave olarak tarafların gönülden hoşnut olup razı olmalarını şart koşmuştur. Biz hasta-doktor, öğretmen-öğrenci, devlet-vatandaş ve karı-koca arasındaki ilişkilere sosyal olaylar, diyoruz. Böyle hakların kullanılmasında irade beyanını yeterli olduğunu kabul ediyoruz. Bu konuda İbn Abidin, nikâh, talak ve itak akitleri, rıza şartı bulunmadan, ikrah (baskı ve zorlama) ile geçerlidir. Bir kimse yalandan veya şaka ile nikâhlısını boşamış olsa, hukuken boşanmış olur, fakat diyaneten boşanmış olmaz”, demiştir. (İbn Abidin, II, 421; karşılaştır: Kasani, V, 176). İnsanların aralarında daha çok mal, emek ve paraya dayanan muamelelerine de ekonomik olaylar diyoruz ki, bunlarda irade beyanından teknik ifadesi ile icap ve kabulden sonra bir de rıza şartı vardır. Onun için kişi, emek verip ürettiğe, alıp sattığına ve her türlü ekonomik muamelesine razı olmuş olacaktır. Bugün işçi denilen bireylerin, sözde onların adına sendika ağalarının yaptıkları toplu sözleşmelere acaba onların gönülden hoşnut oldukları söylene bilir mi?

İslam ekonomisinde serbest piyasa, kendi şartları içersinde oluşturulması için şu esaslar getirilmiştir.

1-Haksız yere insanların mallarını yememek ve ancak onların kendi rızaları ile arada yapılan bir mübadele akdi ve ticaret sözleşmesi ile alış-veriş yapmak gerekir. Bu konudaki ayeti daha önce açıklamış bulunuyoruz.

2- Faiz ve ihtikâr yasağı da İslam’ın koyduğu esaslardan birisidir. Faiz, İslam hukukçularının ifadesiyle karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır. İnsan vücudundaki kan ne ise ekonomideki mal ve paralar o olduğu için, bunların devamlı tedavül etmesi ve dönüp dolaşması esastır. O bakımdan fazla olarak bir yerlerde meydana gelen yığılmalar ekonomik bünyede kanser gibi şişkinlik yapar, hastalık ve krizlere sebep olur. Bu husustaki ayeti de daha önce yazmıştık.

İhtikâr, fiyatların yükselmesini gözetleyerek, halkın muhtaç olduğu malı satmayıp hapsetmektir. (Kamil Miras, Tecrid, VI, 448). Bu konuda hadisler de vardır. Mesela Muaz b. Cebel, der ki: Allah Resulüne ihtikârın mahiyetini sordum. “Kişi ucuzluğun olduğunu duyunca üzülür, pahalılığın olduğunu duyunca sevinir. İhtikâr yapan kimse ne kötü bir insandır ki, Allah fiyatları ucuzlatırsa üzülür, pahalılaştırınca ferah duyar”, buyurdu. (Heysemi, Mecmeu’z Zevaid, IV, 101; Mansur Ali Nası, et-Tac, Büyu, 2) Mamer ve Ebu Hüreyre’den rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber “Kim Müslümanlara fiyatların yükselmesini arzu ederek ihtikâr yaparsa o, hata etmiştir.”  (Heysemi, a.g.e. IV, 101 ve Et-Tac, Büyu, 2). İhtikâr yapan kimseleri Allah’ın cehenneme atacağı hakkında hadisler de vardır. (Bkz. Heysemi, a.g.e. IV, 101)

3- Fiyat koyma yasağı: İslam ekonomisinde fiyat koymak, taban veya tavan fiyatlarını belirleme diye bir şey yoktur. Fiyat koymak, haramdır; genel çoğunluğun görüşü budur. Fakat Malik, bunun caiz olduğu görüşündedir. Fakat bundan maksadın, çarşıda bir adamın ihtikâr yapmasıyla ve fiyatlarda tekel tahakkümü kurmasıyla devletin uygun olan bir fiyatı belirlemesi ümit edilir. (Mansur Ali Nasıf, Tac, II, 204, dip not: 4)

Hz. Peygamber, fiyatların devlet tarafından tespit edilmesini, enflasyonu önleyici bir tedbir olarak görmemiştir. (Bkz. Fazlurrahman, İslamiyet ve İktiadi Adalet meselesi, (çev: Yusuf Ziya Kavakçı) s. 42). Ömer Nusuhi Bilmen, devletin narh koymaması, malların fiyatlarını tayin ve tespit etmemesi esastır. Allah Teala hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Fiyatların bazen düşmesi, bazen de yükselmesi, sadece doğal şartlarla meydana geliyorsa, bunu normal karşılamak gerekir, demiştir. (Ö.N.Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye, VI, 125) Diğer taraftan fiyat koymak, ticari hayatta malların gizlenmesine sebep olabilir. Malların gizlenmesi de fiyatların yükselmesi sonucunu doğurur. Fiyatların yükselmesi de fakirlere zarar verir. (Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sünneh, III, 105)

 Enes ve Muhammed b. Abdurrahman’dan rivayet ediliyor ki, Resulüllah zamanında bir vakit fiyatlar yükseldi. İnsanlar Hz. Peygambere gelip bizim için fiyat koy, dediler. Bunun üzerine Resulüllah da şöyle buyurdular:

  “Fiyatları koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızk veren Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilir ve ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım; veren ise Allah’tır. Ben, mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum” (Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, III, 272; Tirmizi, III, 605; İbn Mace, II, 741) 

4-İslam ekonomisinde yasaklanan şeylerden birisi de müşteri kızıştırmaktır. Bu enflasyona sebep olduğu gibi, böylece satıcı lehine ve müşteri aleyhine bir durum da ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber neceşten  yani müşteri kızıştırmaktan nehyetmiştir. (Buhari, III, 91; İbn Mace, II, 733; Tecrid, VI, 457). Neceş, malı kendisi satın almak istemediği halde, başkalarını teşvik için, alıcı gibi gözüküp de malın fiyatını artırmaktır. (Merğınani, el-Hidaye, III, 40; Kasani, V, 233; İbn Kudame, el-Muğni, IV, 160; Molla Husrev, Dürer, II, 177) Fazla fiyat vermek suretiyle, müşteri kızıştırarak pahalılığa ve fiyatların yükselmesine böylece haksız kazanca sebep olan bu tür davranışı bazıları tahrimen mekruh saymışlar, (Muhammed b. Abdurrahman ed-Dımışkî, Ramet-ül Ümmeh, II, 2) bazıları da helal değildir, diye tavsif etmişlerdir. (Bkz. İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 240)

5- Kuran ve sünnette kar haddini belirleyen bir delil yoktur. Aslında kar haddi, arz ve talebin kesiştiği noktada teşekkül eden fiyatın içinde bulunmaktadır. Serbest piyasayı benimsemiş olan bir sistemin fiyat  tayin etmesi ve kar yüzdesini belirlemesi uygun olmaz. Onun için ayet ve hadsilerde kar şu kadar veya bu kadar olur diye bir belirleme yoktur. Fakat talep arttıkça fiyatların yükselmesi de doğal olmakla beraber bundan İslam ekonomisinde çok fazla fahiş karların da meşru sanılmamalıdır. Toplumun ahlaki seviyesi, arz-talep dengesi, yer ve zaman farkı, daha bir çok faktörler kar nispetine tesir  ederler. Bu konuda kar asıl semenin (bedelin) ikide biri nispetindedir, diyenler olduğu gibi (Ö.N.Bilmen, Hukuku İslamiyye, VI, 120) yine narhta 1/ 2 ve 1/3 gibi kar nispeti verenler de olmuştur. (Bkz. Celal, Yeniçeri, Yıllık, s. 212) Ebu Hanife, murabaha alış-verişinde kar, sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal üzerinden tekrar kar sağlamayı caiz görmemektedir.

Hadislerde kar haddinin belirlenmesi bulunmamakla beraber bu konuda bize bir fikir verecek örnekler de yok demek değildir. Mesela Hz. Peygamber, Hakim b. Hizam’a kendisine bir kurbanlık alıvermesi için 1 dinar verdi. Hakim, bu 1 dinar ile bir koyun satın alıp sonra bu koyunu 2 dinara sattı. Sonra dönüp bu 2 dinarın birisi ile bir kurbanlık daha satın aldı, diğer dinarı da aldığı koyunla birlikte getirip Hz. Peygamber’e verdi. Hz. Peygamber de bu 1 dinar parayı tasadduk etti ve Hakim’e ticaretinde hayırlı ve bereketli olması için dua etti. (Ebu Davud, III, 256; No: 3386) Aynı olay yine Hz. Peygamber ile Urve el-Bariki arasında tekrar etmiştir. (Bkz. Ebu Davud, III, 256; No: 3384) Bu her iki hadiste de sermayesi ve maliyeti 1 dinar olan bir malın, 2 dinara satıldığını, yani yüzde yüz, başka bir ifade ile sermaye kadar kar yapıldığı görüyoruz.

Sermaye ile kar münasebetini belirten başka bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber, tazmin ve tekeffül edilmeyen bir malın karı helal olmaz, buyurmuşlardır. (Ebu Davud, III, 283, No: 3503; İbn Mace, II, 737, No: 2187; İmam Şafii, el-Ümm, III, 70; Serahsi, Mebsut, XIV, 36). Buradaki tazmin ve tekeffül edilmeyen kardan maksat, kar-zarar dengesi olmayan, yani riziko taşımayan bir kar olsa gerektir. Serahsi(Serahsi, XV, 130–131; Krş. Kasani, Bedayi, IV, 206; İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 215, 265)   bunu bir misalle şöyle açıklamaktadır: Bir kimse mesela 100 liraya bir mal kiralasa, o mala hiçbir masraf ve ilave yapmadan bir arkadaşına veya başka bir kimseye 120 liraya kiraya verse işte bu 20 lira tazmin ve tekeffül edilmeyen, yani riziko taşımayan bir sermayenin karıdır. (Bkz. Kasani, IV, 206; Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 203 ve devamı)

Riziko taşıyan sermaye olduğuna göre, nimet ve külfet dengesini de nazar-ı itibara alarak, yukarıdaki hadsiler ışığında ve Ebu Hanife’nin içtihadından da faydalanarak biz, İslam ekonomisinde en çok sermaye kadar kar almaya izin verilmiştir, demek istiyoruz. Fakat bundan amacımız, İslam ekonomisinde bir kar haddinin ve sınırın var olduğunu söylemek değildir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kar, değişken fonksiyonlu bir olaydır. Zaman, zemin ve şartlara göre bazen düşük bazen de yüksek olabilir. Ancak bizim kanaatimiz odur ki, normal şartlar altında ticari bir malın sermayesinden daha fazla elde edilen karın, bu fazla kısmı yani yüzün üzerindeki kar, rizikosuz bir kar olup meşru olmasa gerektir.

6- İslam ekonomisinde pazara çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yollarda satılmaması konusunda  şöyle buyurmuştur: “Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda karşılamayınız…” İslam hukukçuları, Hz. Peygamber’in ticaret mallarını yolda karşılamayı niçin yasakladığının sebeplerini araştırmışlar,  mal sahibi, çarşı ehli ve bölge halkı açısından açıklamalarda bulunmuşlardır.

Mal sahibi, henüz pazaryerine gelmediği için, fiyatlar hakkında bir bilgisi olmadığından, ucuza satmış ve böylece zarar görmüş olabilir. Bu sebeple pazaryerine geldiği zaman fiyatların yüksek olduğunu görüp aldandığını anlarsa malını geriye alıp cayabilir. Karşılamaya gücü yetmeyen çarşı halkı için de malları ikinci elden alacaklarından, kendilerine pahalıya mal olur ve bu sebeple de zarar görürler. Malları yolda karşılayıp alanlar döndükleri zaman ucuza almış oldukları bu malları diledikleri yüksek bir fiyattan satış yaparlar ve böylece bölge halkına da zarar vermiş olurlar. Çünkü müstahsil, malları pazaryerine kendileri getirselerdi, mal el değiştirmemiş ve dolayısıyla fiyatlar yükselmemiş olacaktı. (İmam Malik, Muvatta, IV, 307; Şafii, el-Ümm, III, 93; Kasani, V, 232; Merğınani, IIı, 40; İbn Teymiye, el-Hisbe, s. 11; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hikemiyye, s. 283; İbn Hümam, V, 239; M. Hüsrev, II, 177; İbn Nüceym, VI, 108; Şah Veliyyüllah, Huccetullah, II, 110; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 119)        

7- Serbest piyasaya yardımcı olan başka bir hadis daha bulunmaktadır. Hz. Peygamber, “Hiçbir şehirli, hiçbir bedevi namına malını satmasın” buyurmuşlardır. (Buhar, III, 94; Müslim, V, 17; Ebu Davud, III, 269) Şu halde şehirliler yani yerliler, bedeviler yani köylüler ve yabancılar adına onların mallarını satmamalıdır. İbn Abbas’a bu hadisin manası sorulduğu zaman “Onlar için simsar olmayın” şeklinde bir açıklama getirmiştir.

Biz burada Şafii’ye dayanarak şöyle bir açıklama getirmek istiyoruz: Yabancılar, piyasa hakkında bir bilgileri olmadan mallarını pazara getirirler. Bölge halkının da bu mallara ihtiyacı vardır. Fakat onlar yabancı olduklarından dolayı yer bulma, malları taşıma ve buna benzer birtakım sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. Halk ihtiyacı oldu için bu malları satın almak ister. Bunlar da adı geçen sebepler yüzünden hemen satmak isterler. Bu suretle mallar, piyasa fiyatı da öğrenildikten sonra, tam bir arz-talep dengesi içersinde en uygun bir fiyat ve karla satılmış olur. Böylece hem satıcı, hem de alıcı kazanmış olur.

Bu malları kendilerinin değil de şehirlilerin ve yerlilerin onlar adına sattığı düşünecek olursak, yerli simsarlar bu malları onlardan ucuz bir fiyatla alıp piyasa fiyatlarının yükselmesini bekleyerek, çok karla satmak isterler. Böylece onların rızklarına mani oldukları için, hem mal sahiplerine zarar vermiş, hem de malları saklayıp pahalı satmakla bölge halkına zarar vermiş olurlar. Bu durumda her iki taraf da zarar edeceğinden, böyle bir alışverişi Hz. Peygamber yasaklamış bulunmaktadır. (Şafii, el-Ümm, III, 92; İbn Kudame, IV, 162; İbn Kayyim, s. 308)

8- Fiyatların serbest bir şekilde oluşmasını önleyeceği için Hz. Peygamberin yasakladığı alış-veriş türlerinden birisi de fiyat üzerine fiyat koymak ve pazarlık üzerine pazarlık yapmaktır. Bu konuda Resulü Ekrem “Sizden biriniz, diğer birinin alış-verişi üzerine alış verişe girişmesin. Kardeşi bir malı satın almak üzere iken diğer bir kimse o malı almaya kalkışmasın,” buyurmuştur. (Buhari, III, 90; Müslim, V, 12; Ebu Davud, III, 269)  

Bu hadise göre hangi sebeple olursa olsun, kesinleşmiş bir alı-veriş sözleşmesini bozdurmak haramdır. Satıcıyı kışkırtıp satılmış bir malı daha fazla bir fiyat vermek suretiyle çevirip kendisi için almak, yani satıcıya alış-verişi feshet, ben sana ondan daha fazla kar vereceğim demek haramdır. (Merğınani, III, 90; Molla Hüsrev, II, 177; İbn Kudame, IV, 161; el-Aynı, Umdet-ül Kari, XI, 257; İbn Hümam, V, 239; İbn Nüceym; el-Bahr, VI, 107; eş-Şevkani, V, 189)

9- Malların teslim alınmadan satışı, piyasa fiyatının dışında başka bir fiyatın doğmasına sebep olacağı için yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu teslim alıp kabzetmeden satmasın” (İbn Mace, II, 749; No: 2226) Bu konuda İbn Ömer’den açıklamalar rivayet edilmiştir. Peygamberimiz zamanında halk, kervan sahibi tacirlerden malı teslim almadan kabzetmeden zahire alırlardı. Sonra Resulüllah, bu tacirlere memur gönderdi. Mallarını zahire pazarına nakledip getirinceye kadar malı oldukları yerde satmalarını yasakladı. Yine İbn Ömer, Peygamberimiz, iştira edilen hububatı ölçüp teslim edinceye kadar onun kabızdan önce satılmasını yasakladı, dedi. (Buhari, III, 89; Müslim, V, 23; No: 38; Nesai, VII, 287; Tecrid, VI, 437, No: 986) İbn Ömer şöyle devam etti:

“Ben Peygamberimiz zamanında götürü pazarlıkla erzak satın alan ve kabız etmeden başkasına satmak isteyen öyle ihtikarcılar, stokçular gördüm ki, onlar bu malları yükleyip nakledinceye kadar dövülürler ve kabız etmeden önce satmaktan men olunurlardı” (Tecrid, VI, 446, No: 991) Bu hadislere, zahire tüccarının zahire pazarına gelmeden evvel malını satması, fiyatların yersiz yükselmesine sebep olur ve böylece başkasının haksız olarak zarar görmesine sebebiyet verdiği için yasaklanmıştır gibi bir açıklama getirilmiştir. (Bkz. Tecrid, VI, 437, No: 986)      

Mücazefe, yani tartı ve ölçüye vurmaksızın göz kararı ile veya başka bir deyişle götürü pazarlıkla mal almak meşru ve helal görülmüştür. Ancak bu suretle alınan malı kabız ve nakil etmeden başka bir müşteriye satma işi yasaklanmıştır. Çünkü bu ihtikara sebebiyet veren bir alış-veriş biçimidir. Satın alınan bir malı teslim almadan satış yolu açık bulunursa, bir ambarda depo edilmiş bir mal, yerinden kalkmadan elden ele dilden dile dolaşa, dolaşa sebepsiz olarak fiyatları yükseltir. Buna engel olmak için hadiste satın alınan hububatın kabzı lazım geldiğine İbn Ömer tarafından işaret edilmiştir: Mücazefe suretiyle alınan malın sahipleri bu mallarını hayvanlara yükleyip pazara götürünceye kadar sıra dayağına çekilirler, deniliyor ki, bu malın bulunduğu yerden kaldırılıp nakledilmesi, şeriatın fiyatların yükselmesine mani olmak üzere hedef edindiği kabız ve tesellümdür ve burada hadisin sevkinden istenen biricik istenen amaç budur. (Tecrid, VI, 447, 448)

10- Çaresiz kalan kişinin alış verişi de yine serbest piyasaya uygun bir fiyat olmayacağı ve mecburiyet karşısında yapılmış bir satım veya alım sözleşmesi olacağı için yasaklanmıştır. Bey-i muztar denilen bu alış-verişin haram olduğu kaynaklarda bulunmaktadır. Hz. Ali’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çaresiz kalan kişinin alış-verişini yasakladığı bildirilmektedir. (Ebu Davud, Hattabi Şerhi, III, 676)

Satıcı malını, muztar kimseye sattığı zaman, fiyatı yükseltmeden, başkalarına sattığı fiyat üzerinden vermelidir; yoksa alış veriş fasit olur. (İbn ağabeydin, IV, 110) İhtiyacı olan malı, ancak bir kişinin yanında bulabilen kimse başkalarının aldığı fiyattan alır. Hele böyle bir alış-veriş insanların yiyecek ve giyecek maddeleri gibi zaruri, günlük ihtiyaçlarından olursa, satıcı böyle malları bilinen normal fiyatıyla satmak mecburiyetindedir. Bu şekilde davranması kendisine dini bir görev (vacip) olur. (İbn Teymiye, Fetava, XXIX, 361)

Şimdi son olarak da burada doktora tezi olarak hazırlamış olduğumuz “Kuran-ı Kerime Göre İslam Ekonomisinin Esasları” adlı kitabımızdan bazı prensipleri aktarmak istiyoruz. Sure ve ayet numaraları parantez içinde verilmiştir. Bunların tefsir ve yorumu için kaynağın Deliller ve Açıklamalar bölümüne bakmaya ihtiyaç vardır.

İnsanlar, tek bir terbiyeci tarafından var edilip yetiştirirler.(2/139) İnsanlar, kendiliklerinden bir düzen kuramazlar. Onlar tabii düzeni araştırıp öğrenip uygulamakla görevlidirler.(1/7). İnsan, bir taraftan devletin bir uzvu, diğer taraftan da kendi şahsiyetini koruyan müstakil bir varlıktır. (2/ 30). Hiçbir kişi, şahsiyetten mahrum edilemez. (2/ 30) Fertler, hiçbir aracı kullanmadan devletle doğrudan doğruya karşı karşıyadırlar. (1/ 5). 

Ekonomik hayat, tabii bir hayattır. Ona suni müdahaleler zarar getirir. (28/ 78).Bütün ekonomik faaliyetin gayesi, nüfusun ve malların artmasını sağlamaktır. (2/ 155). Ekonomik gelişme, mal ve nüfus çokluğu ile ölçülür. (9/ 69)  Ekonomik davranışlar, bir düzen içersinde oluşup onun neticesi olarak, meydana gelir. İyi davranış yeterli değildir; iyi bir düzenin bulunması gerekir. (2/188) İnsan aklı, iyi ile kötüyü, bozuk mal ile sağlam malı ayırabilecek bir düzeni bulabilir. (5/100) Düzeni kurmak devletin görevidir. (1/1) 

İslam’ın da bir ekonomik sistemi vardır. (2/ 1–5). İslam ekonomik düzeninde serbest teşebbüs ve serbest ticaret esastır. (2/ 286). Ekonomideki serbest teşebbüs ve serbest rekabet sistemleri ekonomik evrim ve seleksiyonun doğal bir sonucudur. (3/ 140) İslam ekonomisinde dünya ile ahrete, madde ile manaya aynı derecede önem verilir. Bunlardan biri diğeri için feda edilmez. (24/ 37). Kuranda hiçbir hüküm eksik değildir. (6/ 38) Kuranda pek çok şey, analoji (kıyas) yoluyla, anlatılmıştır. Bir mesele ya kendisi veya ona benzer bir olayla dolayısıyla anlatılmıştır. (6/ 38). İslami sistem ile faiz bağdaşmaz. (2/ 278) Zekât-vergi faizin zıddıdır. (2/ 280) Faizli sistem ile faizsiz olan zekâtlı sistem, tam birbirine zıt iki ayrı sistemdir. (30/ 39) Bir sistem ve düzenin bir kısmı kabul edilip diğer kısmı atılmaz. Tüm olarak, hepsi birlikte kabul edilir. (2/ 208)

Esas üretim, güneş enerjisini depo eden yeşilliklerdir. (6/ 99). Esas üretim toprak ürünleridir. (6/ 99). Üretim sistemi yeryüzüne gökten gelen suların devri daimi ile kurulmuştur. (14/ 32). Üretimde akarsuların da rolü vardır. (14/ 32) Üretime yer ve gök, hava ve güneş, toprak ve su birlikte katılırlar. (14/ 32). Güneş, ay, gündüzler ve geceler, birer üretim faktörleridirler ve bunlar tabiatta insan için karşılıksız olarak üretim yapmaktadırlar. (14/ 33) Üretim, dolayısıyla tüketim içtimaidir (kolektiftir). Herkes ona göre davranmalıdır.(1/5). Üretim, tüketim ve mübadele hareketleri sosyal bir olaydır. (2/ 274) 

İslam devleti, dünya işlerinde Müslim ve gayri Müslim vatandaşlar arsında ayrım yapmaz; onlar arasında bir ayrım gözetmez. (3/110). Mallar Allah’ındır; fertlerin mallar üzerinde Allah adına tasarruf etme hakları ve yetkileri vardır. (2/ 180). Devlet, yalnız zenginlerin kurduğu bir dernek veya ticari bir şirket olmadığından yoksullar da devlet gelirlerinden yararlanırlar. (59/ 7). Gayri meşru iktisaplar, gizli tutulan mallar ve haram mallar devletin teminatı altında değildir. (2/ 270). Fert mülkiyetine tecavüz, devlet mülkiyetine tecavüz demektir. Devlet, bütün mülkü korumakla görevlidir.(3/ 26). Hükümeti, devlet başkanı temsil eder. (4/ 59). Fertlerin görevi, biat ederek iktidarı kurmaktır. İktidar olmadan hükümetlik yapılmaz. (3/ 104). Hükümetler, icma ile tespit edilen hususları emredip uygularlar (4/ 59). Hükümetler, marufu emretmekle, hükmü açıklanmış belli olan şeyleri emredip uygulamakla yetkili ve mükelleftirler. İktidarlar fiyat koyamaz. Ancak serbest olarak teşekkül etmiş olan fiyatlara çağrı yapabilirler. (3/ 104)

Hükümetlerin fazla vergi almaya (2/ 272) vergi nispetlerini artırmaya (3/ 161) yeni, yeni vergiler koymaya hak ve salahiyetleri yoktur (3/ 161). Malların ve insanların idaresini ellerinde bulunduranlara kıskanma yoktur (4/ 53). Mal ve iktidarın idaresi, daha ehil olan gelince hemen ona tevdi edilir (4/ 58).

İslam ekonomisinde miras, meşru olan bir haktır. (4/7). İnsanların koydukları miras sistemi ile Allah’ın emrettiği miras sistemi, birbirinden farklıdır. İslam’ın miras sitemi, ekonomik açıdan daha faydalıdır. (4/ 11) Mirasçı olmanın sebepleri, akrabalık, evlilik ve velayettir. (4/ 8). Evlat edinmek ve bu yoldan mirasçı olmak yoktur. Fert olarak bir mirasçı tayin edilemez. (4/ 33) Hiçbir varisi bulunmayan ölünün malları, devlet hazinesine, bütçeye intikal eder. ( 4/ 8)

Emek, bir gaye ile çalışıp enerji harcamaktır. (2/ 204) Emek, insanın koşmasını, çalışmasını, hareket etmesini sağlayan bir güç ve enerjidir. Emek, bir menfaat olup sahibine aittir. Özel mülkiyetin asıl kaynağı emektir. (53/ 39) Emek mal değildir; bu sebeple ücret dengesini sağlamak için, mallarda olduğu gibi, emekte arz talep dalgalanmaları uygulanamaz. (2/ 148) İnsanların emekleri birbirinden farklıdır; (92/ 4) İnsanlar arasındaki kuvvet ve kabiliyet farkı, emek mübadelesinin (istihdamın) gerçekleşmesini sağlar. (43/ 32) Emekler farklı olunca, iş hayatında iş bölümünün olacağı da bir gerçektir. (92/ 4) Vasıflı ve vasıfsız emeklerin dereceleri de bir birbirinden farklıdır.(6/ 132)

    Ticaret, borçlanma ve diğer hususlarda ilk konulan mala, başmala, anamala sermaye adı verilir. (2/ 279) İslam ekonomisinde ayrı ayrı kanunlara tabi tutulduğu için sermayeyi, sabit ve döner sermaye diye ikiye ayırmak mümkündür. (2/267) Mülkiyet ve sermayede insanlar için eşitlik istemek, insanların eşit olduklarını iddia etmek ve işçi ile işvereni, köle ile sahibini eşit kabul etmek yanlıştır. (30/ 28) Zekât vergisi, azami sermayeleri sınırlandırdığı için, İslam ekonomi sisteminde aşırı sermaye birikimleri önlenir ve sermaye sahipleri yatırım ve teşebbüslere zorlanmış olur. (2/ 276) Toplumda eşit servet dağılımı ve azami serveti sınırlandırma yoktur. (3/ 35) Kredi çalışana verilince sermaye istismarı olmaz. (2/ 245) Mudarebe şirketinde zararı tamamen sermaye karşılar. (2/ 267)

Mal, Allah’ın dünyada insanların ihtiyaçlarını gidermesi için var ettiği bir vasıtadır. (2/ 155) Mal, insanların ihtiyaçlarını tatmin ederek, onların hayatlarını sürdürüp yaşamalarını temin eder, ayakta kalıp dünyada hükümran olmalarını sağlar. Mal, insan tabiatının meylettiği ve ihtiyaç vakti için depo edilebilen bir şeydir. Başka bir deyişle mal, alınıp satılabilen, bir değeri olan ve onu telef edenin tazmin etme yükümlülüğü bulunan şeylerdir. Buna göre güneşin ışığı, ısısı ve hava gibi bir yerde toplanamayan şeyler, büyük faydası bulunmasına rağmen mal sayılmazlar. Ancak bir tüp içine sıkıştırılmış gazlar, bir yerde toplanıp depo edilmiş olduklarından mal sayılırlar. (4/5) İnsanoğlunu çalışıp kazandığı ve elde edip faydalandığı her şey maldır. Böyle olan her şeyden (mesela zift, petrol, taş, eriyen ve erimeyen bütün madenler… gibi) vergi alınır.(2/ 272) Mal, beynelmilel olup milletler arasında tedavül eder. Mal ve paraların tedavülünü sağlamak ve bütün sınıflar arasında dolaşımını temin etmek gerekir. Mallara kimin daha çok ihtiyacı varsa onun elinde olması daha faydalıdır. Mal ve paraların sadece zenginlerin elinde toplanması zararlıdır. (59/ 7)

Mülkiyet hakkı, ferdin özel menfaati için mal ve mal sayılan şeyler üzerinde bağımsız bir şekilde elde tutma ve tasarruf etme hak ve salahiyetine sahip olmaktır. (3/ 26) Mülkiyet insan olmanın bir gereği ve insanlık vasfının icap ettirdiği bir husustur. (9/ 34) Her şey insan içindir; insandan başka mülkiyete müstahak bir varlık yoktur. (2/ 29) Mülkiyet düzeni, bir devlet düzeni olup insanlar için bir rahmettir. (4/ 29) Mülkiyet düzeni fert ve toplumlar için zorunludur. Fert, topluluk içersinde bulunduğu müddetçe onun mülkiyet düzenine uyar. (2/ 180) Mülkiyet hakkı tamamen hukuki rejime tabidir. Mülkiyete müdahale asla caiz değildir. Fiyat tahdidi, döviz ve özel kredi tahsisi, hiçbir suretle söz konusu olamaz. Hükümetler kendisine tanınan vergi dışında bir ekonomik müdahalede bulunamazlar. (3/ 26) Fertlerin sınırlı özel mülkiyet hakları vardır. (3/ 26) İslam ekonomi düzeninde mutlak mülkiyet yoktur; kayıtlı mülkiyet vardır. (24/ 33) Mülkiyet ve tüketimde eşitlik söz konusu değildir. (16/ 71) Mülkiyet ve sermayede insanlar için eşitlik istemek yanlıştır. (30/ 28)

İslam ekonomi düzeninde serbest teşebbüs ve serbest ticaret esastır. (2/ 286) Herkes, kendi işini kendisi seçer; üreteceği şeyi ve şekli kendisi bilir. (2/ 148) Çalışmalar, özel mülkiyet ve serbest teşebbüs esasına dayanarak, ortaklaşa, zincirlemeli bir şekilde yapılır. (2/ 110) Çalışma hayatında iş bölümü esastır. (17/ 84)

Ücret, faydalanılan emeğin karşılığıdır. Kira, faydalanılan menfaatin karşılığıdır. Bir menfaatin karşılığına ücret denir. (28/ 27) Ücretle işçi tutmak meşrudur. (43/ 32) Kar ile zarar, ücret ile emek, kira ile tesis arasında denge stabildir. Hem kendi aralarında hem de diğerleri ile bir arada dengeyi sağlarlar. (2/ 275) Ücret, çalışanın yaşaması için değil, mesela sermaye temini gibi, yaptığı çalışmaya yardım için verilir. (1/ 5) Ücretler, mesleki ehliyetlere ve zamana göre, ilme, tecrübeye, kabiliyete ve çalışkanlığa göre ayarlanır. (2/ 282) Ücret, ancak fayda meydana gelirse tahakkuk eder. (65/ 6) Herhangi bir sebepten dolayı çalışamamış kimse ücreti hak edemez. (6/ 158) Sözleşme ile ücret tahakkuk etmez; iş sona erip bittikten sonra tahakkuk eder. (65/ 6) Ücrette Tunç kanunu, doğal ücret ve ücret fonu nazariyesi gibi kavramların uygulanması adil değildir. (28/ 27).

Kar, zararı karşılar; malın değerindeki bir artıştır, fiyat farkıdır. (2/ 275) Riziko taşımadan elde edilen karlar, faizdir. (2/ 275).

Kira, belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmaktır. Kullanmakla tükenmeyen malları bir bedel karşılığında kiralamak caiz olup buna icare adı verilir. İşçi, emeğini satmakla kendisini kiraya vermiş olur. Kullanmakla tükenen mallar kiraya verilemez, mesela su, sütü için inek ve meyvesi için ağaç kiralanamaz. Bunlar ayni mal olduğu için ancak satılabilirler. (28/ 27)

Faiz, borç verme karşılığı olarak bir ayn temin edilmesidir. (2/ 282) Faiz, karşılığı, bedeli olmayan bir fazlalıktır. Faiz, zamanla çoğalır ve katlat olur; fadl faizi ve nesie faizi olmak üzere iki kısma ayrılır. Faiz bütün Müslümanlara haram ve yasaktır. (3/ 130) Faiz, üretimi kısar, fabrikaların çalışmasını önler, bir noktada durdurarak, krizlerin doğmasına sebep olur. (30/ 39) Faiz, mübadeleyi yavaşlatır, tedavülü frenler ve milli geliri azaltır. (2/ 276) Faiz yasağını kabul etmeyenler, İslam devletine isyan etmiş sayılırlar. (2/ 279)

Faizli sistem, milli geliri kemirip tüketir. (2/ 275) Hâlbuki milli gelirin artması ile devletin gelirleri de artmış olur. (23/ 72) Gayri meşru yollardan mal kazanıp harcamalar yapmak milli geliri düşürür. (5/ 42) Faizli sistemde milli gelir azalır; zekâtlı sistemde ise artar. (30/ 39).

İslam ekonomi düzeninde tesis sahibi kira, döner sermaye sahibi kar, çalışan emek sahibi de ücret alır. (2/ 267) Toplumda gelir dağılımı adil bir şekilde ayarlanır. (2/ 134) Üretim sonunda meydana gelen katma değerler, vergi, kira, kar ve ücret arasında şeriata (sözleşmelere) göre bölüştürülür. (3/ 73) Gelir dağılımını adil bir şekilde ayarlayamayan ülkeler ilerleyemez, çabuk çöküp yok olmaya mahkûmdurlar. (2/ 134) 

Tabii düzenini kurmuş olan ülkeler, bolluk ve refah içersinde olurlar. (7/ 58) Vergi sitemini gereği gibi ayarlayan toplumun ekonomi düzeninden korku ve sıkıntılar gider; bunun yerine refah ekonomisi gelir. (2/ 274) İyilik ve refah bellidir; geçici zevklerden uzak olan ebedi bir huzurdur. (3/ 92) Zenginlik ve refah, yoksulluk ve sefalet içtimaidir. Toplum tüm olarak ilerler veya geriler. (2/ 155) Refah normal olan ekonomik davranışlarla meydana gelir. (5/ 66) Refah, tarihi bir oluşun neticesidir. (1/ 7) Toplum düzeldikten sonra bolluk ve bereket artar. (7/ 95) Kurtuluş, refah ve saadet için bireysel çırpınmalar yeterli değildir; içtimai hareket ve davranışların olması gerekir.(3/ 186) Hicret yani göç etmek, bolluk ve zenginliğe sebep olur. (4/ 100) Evlenmek de bolluk ve zenginliğe sebep olur. (24/ 32) Tabii düzenini kuramamış veya bozmuş olan ülkeler ise kıtlık ve sefalet içersinde olurlar. (7/ 95) refahın sağlanabilmesi için iyi ile kötünün, bozuk ile sağlam malın, meşru mal ile gayri meşru malın birbirinden ayrılması gerekir. (5/ 100) İçki, kumar, putlar, şans ve talih oyunları gibi pislikler ekonomik düzenden temizlendiği zaman refah ekonomisi doğar. (5/ 90) Sosyal güvenlik tedbirlerini almış ve sosyal güvenlik sınıflarının haklarını veren toplumlar refaha ulaşır. (30/ 38) Bir toplumdaki fakirlere malların iyisi verilmeyip onlar, iyi yiyip iyi giymedikçe refah ve huzuru temin etmek mümkün değildir. (3/ 92) İslam’ın getirdiği faizsiz serbest ticaret sistemi, tam uygulandığı takdirde dünya cennet misali bolluklar ülkesi haline gelir. Faizsiz serbest ticaret sistemini terk etmek ise sefaletin doğmasına sebep olur. (5/ 66) Yasak olan bir şeyi serbest yapan, serbest olan bir şeyi de yasaklayan toplumlar refah ve saadete ulaşamazlar. (16/ 116) Komşular arasında en basit bir yardımlaşmayı bile yapmayan bir toplumun refah ve saadete ulaşması mümkün değildir. (107/ 1–7)

Zevk için yapılan harcamalara lüks denir. Malların lüks (ihtiyaçtan fazla olarak sadece zevk almak için) kullanılması, bazı şartlar altında mubahtır. Lüks, başkalarına iyilik yapmaktan alıkoymamalı, iktisap, istimal, mübadele… gibi konularda gayri meşru davranışlara götürmemeli, inançsızlığa ve güvensizliğe sürüklememeli ve inanıp iyi işler işlemekten alıkoymamalıdır. (5/ 93) 

İsraf ise herhangi bir şeyde haddi aşmak ve aşırı gitmektir. (25/ 67) Genel manada israf, bir nesnede haddi aşmak ve itidali geçmektir. İsraf, hem ifrat hem de tefrit yönden olabilir. Yani bir şeyde çok az yapmak da bir israftır (4/6) Lüks ve gösteriş tüketimi için yapılan talepler, ihtiyaç sayılmaz. Bunları devlet karşılamaz. (2/ 215) Malların dengeli harcanıp harcanmaması ve israf edilip edilmemesi konusunda toplumun kontrol etme yetkisi vardır. (6/ 141) İsrafa kaçmamak üzere her türlü süslenmeler ve güzellik harcamaları helaldir. (7/ 32) Tüketimde gösteriş, lüks ve israf harcamaları haramdır ve günahtır, fakat yasak değildir. (2/ 215) İnanmış insanlar tüketimde israf ve gösteriş yapmaktan sakınırlar. Onlar israf ve gösteriş yapmakta değil, iyilik yapmakta yarışırlar. (3/ 14)

Bünyeye uygun olan, faydalı ve münasip şeyler helal kılınmış; bünyeye uygun olmayan, zararlı ve yabancı şeyler ise haram kılınmıştır. (2/ 175) Sindirilebilen vücuda faydalı yiyecekler helal, sindirilemeyen ve vücut için zararlı olanlar ise helal değildir (5/ 88) Bir şeyi helal ve haram kılma hakkı Allah’a aittir. Hiçbir kimse kendiliğinden helal ve haram hükmü veremez. (2/ 275) Meşru bir şeyi gayri meşru saymak yanlıştır. Yapılması meşru olan bir şeyi yasaklamak zulümdür. (5/ 87) Haram olan şey malları ve emekleri yerinde kullanmamaktır. (10/ 59)

Toplumda mal, emek, para ve kredi gibi değerlerin marjinal faydalarını artıran potansiyellerini çoğaltan ve yükselten muameleler meşru, azaltan ve düşürenler ise gayri meşrudur. Rüşvet, yalan, faiz, kumar, hırsızlık, suiistimal, aldatma, kandırma, göz boyama, ihtikâr, nüfuz ticareti gibi gayri meşru kazanç yolları kabuğun gövdeden ayrılması gibi malları sahiplerinden ayırarak, marjinal faydayı düşürürler. (5/ 42)

Bugünkü sigortanın yerini İslam ekonomisinde infak kurumu alır. İslam ekonomisinde herkesin hayatı sigortalıdır. Ayrıca para alarak bir prim karşılığında sigorta yapan bir kuruluş yoktur. İslam düzeninin bizzat kendisi sigortadır. Basit bir sigorta şirketine hiçbir suretle ihtiyaç yoktur. İslam ekonomisinde vergilerin toplanması ve dağılması, yani bizzat bütçe, bütün vatandaşların hayatlarını sigorta altına almıştır. İslam’ın mülkiyet anlayışı, kaza teşkilatı ve idaresi sayesinde de bütün hayvanların ve hatta bitkilerin hayatları bile teminat altına alınmıştır. İnfakın sebebi, evlilik, akrabalık ve mülkiyettir. Nafaka yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaktır. (2/ 215) Devlet, herkesin nafakasını temin etmekle görevlidir. (6/ 164) Hastalık ve malullük sigortalarını yerini İslam düzeninde yakınlar kurumu almıştır. (2/ 83) Nafaka, akrabaların yakınlarına kendi payından verdiği bir iane değil, kespteki kazançtaki devlete düşen payın fert tarafından kullanılmasıdır. (6/ 164) Çocuk, aile ve toplum içersinde doğar yaşar ve ölür. (4/1) Çocuk doğunca ona bakma görevi, nafaka esas itibariyle babalara aittir. (65/ 6) Kendi aralarında evlenmeleri yasak olan akrabalar veya birbirine mirasçı olabilen akrabalar birbirlerine bakmak zorundadırlar. (17/ 26)

Sosyal siyaset veya sosyal güvenlik, halk eğitimi, çalışma ve yaşama düzeni, hep birlikte devlet düzeni içersinde gerçekleştirilir. (2/ 83) Yardımlar önce aile, sonra mahalle, sonra bucak, sonra vilayet, sonra devlet, en sonunda da bütün beşeriyet arasında yapılır. (4/ 36) Gerçekten iyi bir insan olabilmek için, iyiliğe kavuşmak için, malların en iyisinden infak etmek gerekir. (3/ 92) Topluluğa adanmış olan mallar ve kurbanlar, sosyal güvenliği sağlarlar. (5/ 97) Devlet, mali gücü yeterli olmayan küçük çocuk sahibi ailelere, çocuğa ve anasına yetecek kadar yardım eder. (6/ 151) Devlet darda olanlara yardım eder ve borçlarını öder. (2/ 280) Herkes bedeni ile muhtaç olanlara yardım etmek ve malının bir kısmını vermek zorundadır. (2/ 270) Herkesin mecburi olarak vereceği devlet vergilerinin dışında kendiliğinden yapacağı yardımlar için hayır kurumları kurulur. Sosyal hayır kurumlarının yanında iktisadi hayır kurumları da meydana getirilir. (2/ 177)

Yaşlı hasta çocuk ve yoksullara yapılan yardımlar karşılıksızdır (2/ 83) Hiçbir kimse yaptığı bir iyilikten dolayı başkalarını minnet altına alamaz. Diğer fertlere karşı mükellefiyetin sebepleri, nesep yakınlığı, yaşamada yakınlık, çalışmada yakınlık, mekânda yakınlık, komşuluk ve misafirliktir. (4/ 36) Ana-baba, akrabalar, yetimler yoksullar ve yolcular tüketimde sosyal dengenin temel kurumlarıdır. (2/ 215) Yoksullara hakları bütçeden ödenir. (17/ 26) Sosyal güvenlik tedbirlerini almış olan ülkeler refaha ulaşırlar. (30/ 38)

Sadaka (vergi), mükellefin, malından sadece Allah için, devlet için muhtaçlara temlik edilmek üzere verdiği vergidir. Sadaka, fakir ve yoksulların bir hakkı olup onlara verilmiş bir hediye, atiye ve bağış değildir. Fakir ve yoksullara verilen sadaka, işçi ve memura verilen ücret gibidir. Fakir, yıllık geliri yıllık harcamasından az olan yoksullardır. Miskin-yoksul ise sermayesi olmayıp sermaye yardımı almaya hakkı olan kimsedir. (9/ 60) Fakir, çalışma gücü olmayan, miskin-yoksul ise para gücü olmayan kimsedir. Fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, yoksula da sermaye yardımı yapılır. (2/ 83) Zil-kurba (yakınlar) evlerinde aciz olan yakınlarına bakmayı tekeffül eden kimselerdir. Hasta ve yaşlılara bakanlar da bu guruba girerler. (8/ 41) Akraba, yoksul ve yolcu gibi sosyal kurumların mensuplarına hakları kendi ellerine verilir. (17/ 26)

Mal dilenmek genel olarak mezmumdur. Ancak başka kazanç yolu bulamayan çaresizler için bir ruhsattır. Muhtaç ve muztar bir durumda olan dilenciye yardım etmek, farza yakın bir görevdir. Dilenci incitilmemeli, istediği verilmese bile kovulmamalı, azarlanmamalıdır. Eğer o, muhtaç olmadığı halde istemeye ısrar ederse azarlanabilir. (93/ 9-10)    

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.