. | KURAN ve EKONOMi Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Kuran
ve ekonomi adını vermeyi uygun bulduğumuz bu makalemizde önce Kuranı sonra ekonomiyi
tanıtmaya ve sonra da bu ikisi arasında ne gibi bir irtibatın var olduğunu aramaya ve
anlamaya çalışacağız. Hemen söylemeliyim ki, muhatabı insan olmakla beraber
Kuran-ı Kerim, Allah, melek, Peygamber, ahiret, insan, hayvan, bitki ve cansız
varlıklardan bahseden ve kâinatı tanıtan ilahi bir kitaptır. Yani Kuran, var olan,
varlığı duyularla anlaşılabilen her şeyden söz ettiği gibi, duyular ötesi varlık
ve varlıklardan da bahseder. Bu bakımdan Kuran’da ekonomi var mı, yok mu gibi soru
sormanın abesle iştigal olduğu görüşündeyim. Ekonomiye gelince, yerli ve yabancı
kaynaklarda ekonominin onlarca tarifi yapılmakla beraber biz ekonomiyi, ilgili olduğu
şeyleri bünyesinde toplayan, başkalarını ise dışarıda bırakan bir tarif olarak,
“çalışma ve yaşama ilmi” ya da “çalışma ve yaşama düzeni” diye tanıtmak
istiyoruz. Ekonomi, bugünkü medeniyet tarafından bağımsız bir bilim dalı olarak
ayrılmakla birlikte, bize göre, daha henüz onun kanun ve kuralları tamamlanamamış,
belki eksik ve aksaklıkları daha çok olan bir alandır, diyoruz ve bunu iddia ediyoruz.
Zaten bizce Rönesans medeniyeti eşyada başarılı olurken, insan ve insan bilimlerinde
başarısız kalmıştır. Burada ekonomiden bir örnek vermek gerekirse, bugün
ülkemizde olsan dış dünyada olsun, uygulanmakta olan vergilerin hiçbirisinin
bilimselliği, mantık ve akılcılığı, insaf ve insaniliği yoktur, diyebiliriz. Burada konuya girmeden önce bakış
açımızın iyi anlaşılması ve bu bizim anladığımız ekonomik dünyanın yörüngesinde
faydalı bir şekilde dönebilmesi için, bazı ön kabullerimiz olacaktır. Bu bakımdan
dünya veya kâinat, doğal-ilahi bir düzene sahiptir. Sanki insan, sahibi Allah olan ve
tüm kanun ve kuralları ve her türlü tüzük ve yönetmelikleri Allah tarafından
konulmuş olan bu kâinat fabrikasında bir işçi olarak çalışmaktadır. Bu işçiye
düşen, araştırmalar yaparak, fabrikanın çalışma düzenini anlamak ve şartların
öngördüğü doğrultuda çalışıp üretmektir. İnsan için bilgi edinme vasıtası
ve alanı, din ile bilim kaynaklarıdır. Bilim, duyularımıza hitap eden, laboratuara
girebilen madde ve olayların kanun ve kurallarıdır. Din ise içimize hitap eden ve
kabullerimize dayanan hareket ve davranışlarımızın kaide, kanun ve kurallarıdır.
Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan
varlıktır. Çünkü insanın bünyesinde iradeli ve iradesiz hareket ve davranışlar
toplanmış bulunmaktadır. İnsan acıkır, terler, yorulur ve üşür yani onda irade dışı
olaylar cereyan eder. Bunlar din değildir ve din açısından bir sevaplığı ve günahlığı
yoktur. Fakat yemek, içmek, giymek, çalışmak ve üretmek hep irade ile yapıldıklarından
dinin alnına girer ve dinin sevap günah, doğru yanlış faydalı ve zararlı diye
değerlendirmesine tabi tutulur. Çünkü dinin, bir başka tarifi de iradeye dayanır;
onun için irade ile yapılan her türlü hareket ve davranışlar dinidir ve adeta
bunlar, dinin bir toplamından ibarettir. İnsan irade ile yapmış olduğu fiillerinden,
hareket ve davranışlarından öbür dünyada sorguya çekilecektir. Bu eylemler ise faydalı ve zararlı oldukları
gibi, doğru ve yanlış, sevap ve günah da olabilirler. İşte insan, ekonominin madde
ve eşyaya bakan tarafını ilimden, insana, birey ve topluma bakan tarafını da dinden
öğrenerek bunları, birleştirir ve böylece çalışma ve yaşama düzenini kurar. Din
ile bilim kuralları, Allah tarafından konulmuş olup insana düşen görev, sadece
bunları bulup uygulamaktan ibarettir. Onun için birey ve toplum olarak
insanın, bu kurulu düzene iğne ucu kadar bir yerde bile keyfince müdahale etmeye, ne
hakkı, ne gücü ve ne de yetkisi vardır. İnsanların istek ve arzuları din
olmadığı gibi, bilim de olmaz. Çünkü insan hayatı, kâinatın bir parçası,
ekonomi de insan hayatının bir parçasıdır. Zira kâinat, bir kanunlar ve kurallar
toplamının bileşkesinden ibarettir. Bunlar hep birlikte birbiriyle bir şekilde
irtibatlıdırlar. Zira güneş bile insana musahhar (yani bedelsiz, ücretsiz ve karşılıksız
bir şekilde üretim yapmakla görevli) kılınmıştır. İnsan vücudu, nasıl
dengelerden ibaretse, insan hayatında da doğal-ilahi dengeler vardır. Maalesef bugünkü
medeniyet, insan hayatındaki alanların ayakta kalması ve denge kurulması için yapay sınıflar
ve suni taraflar oluşturmaya çalışmış, fakat bunlar, ekonomide fayda yerine zarar da
getirmiştir, diyebiliriz. Onun için bize göre bilhassa sosyal bilimlerde terim, tarif
ve tasnifler yeniden ortaya konmalı, kâinat kitabı yeniden okunmalı ve onun alfabesi
yeniden yazılmalıdır. İnsan vücudunda, aynı kâinat ve
ekonomik hayatta olduğu gibi üretim, tüketim, iş bölümü ve paylaşım
bulunmaktadır. Üretime tüm solunum, sindirim, kan dolaşımı ve boşaltım sistemleri
birlikte katıldıkları için tüketime de yine birlikte katılmaktadırlar. Mesela
üretilmiş bir mal olan kan, öyle bir şekilde paylaşılmaktadır ki, kavga-dövüş
olmadan, sınıf düşmanlığı yapılmadan, grev ve lokavt gibi hak alma savaşlarına
hacet kalmadan, bu sayede herkes kendi ihtiyacını en güzel bir şekilde tatmin
etmektedir. İşte Müslümanlar da ilim ve din ışığında, Kuran ve sünnet aydınlığında
bu vücut misali böyle bir ekonomik düzeni inşallah yeniden kuracaklardır. Kuranda “Allah, alış verişi
helal, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara 2/ 275) buyrularak, İslam ekonomisinin
hem kapitalizm ve hem de komünizmden farklı olduğu, birisinde bunların her ikisi de
serbest iken, diğerinde ise her ikisi de yasak olduğu halde, bu ayette İslam’da kar
ve ticaretin serbest, faizin ise yasak olduğu bildirilmiştir. Böylece İslam ekonomisi,
diğerlerinden ayrılmış bulunmaktadır. Başka bir ayette de “Ey iman edenler,
mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret dışında haksız
sebeplerle yemeyin” (Nisa 4/ 29) buyrularak, serbest piyasa ekonomisine işaret
edilmiştir. Çünkü mal alım satımında taraflarda karşılıklı “rıza” şartı
aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’in dediği gibi, gönülde meydana gelen hoşnutluktur.
(İhtilaf-ul Fukaha, s. 146) Bu ise ancak arz talep dengelerinin kendiliğinden
kurulduğu, üretim ve tüketime müdahale edilmediği bir sistemde ve piyasaya baskı
yapılmayan, hele taban ve tavan fiyatlarını belirlemeyen ve hükümetler tarafından
narh konulmayan bir serbest ekonomi alanında gerçekleşebilir. Ancak burada serbest
piyasa ekonomisi derken de İslam ekonomisinin bütün alan ve katmanlarıyla nevi
şahsına münhasır, süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyim. İslam’da üretimde mülkiyet
esastır. Çünkü Kuran-ı Kerimde “İnsan için kendi çalışmasından başka bir
şey yoktur.” (Necm 53/ 39), buyrulmaktadır. Onun için herkes ürettiğine sahip
olacak ve sahibi olduğu malı da mesela bir tüccar, ihtikâr yapmadan, piyasa fiyatı
ile satacaktır. İnsan emeğine de sahiptir; onun için işçilerin emeklerini pazarlayan
işçi sendikalarının İslam düzeninde yeri yoktur. Yalnız burada önemli olan bir
nokta daha vardır. Üretimi gerçekleştirenler, ürettikleri mallara sahip olurken,
tüketim ise o üretimin yapıldığı topluma aittir. Yani bu demektir ki, bir malda, o
malın üretilmesinde çalışsın veya çalışmasın herkesin hakkı bulunmaktadır.
Onun için İslam Toplumunda herkesin yaşama hakkı vardır. İşte Hz. Peygamber, zıt
gibi görünen iki hadisinde bunu ifade buyurmuştur. Hz. Peygamber, bir taraftan devletin
hukuki olarak, cebir ve zor ile alacağı hakkı ifade ederek "Gerçekten malda
zekâttan başka hak yoktur." (Ibn Mace Zekât, 3) buyururken, diğer taraftan da
bireyin kendiliğinden dini, ahlaki ve vicdani bir hak olarak vereceği bir sadakayı
kasdederek de "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât
27, No: 659; Darimi, Zekât, 13) buyurmuştur. Ahmed Naim, bu iki hadisin uyumunu şöyle
sağlamıştır. Tirmizinin hak vardır rivayeti, sadakaya (yani Allah rızası için
fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik), İbn Macenin de hak
yoktur rivayeti zekâta (yani İslam devletinin aldığı vergiye) hamledilir. (Ahmed
Naim, Tecrid-i Sarih, I, 314). Muhammed Hamidullah, zekat kelimesi
hakkında “ İslam kültüründe ise zekat tabiri, her yıl devlete verilen vergi
anlamında kullanılmıştır” (Modern İktisat ve İslam, İstanbul–1963, s. 17)
demek suretiyle, zekâtın İslam devletinin bir vergisi olduğunu ifade etmiştir.
www.enfal.de sitesinde yayınlamış olduğum “İslam ve Çağdaş Vergi Anlayışının
Eleştirisi” adlı araştırmamda da bahsettiğim gibi, vatandaşla devlet arasındaki
en önemli bağ ve irtibat vergidir. Çağımızda çocukların evcik oynadıkları gibi
devlet yönetmek moda olduğu için, vergiler de hükümetlerin elinde bir oyuncak
enstrümanına dönüşmüştür. Acı bir itiraf olarak söylemeliyim ki, bu Rönesans
medeniyeti, devleti ve onun fonksiyonlarını tam tanıyamadığı için, devlet ticari
bir şirket mi, para ve ücretle çalışan bir kuruluş mu, yoksa doğal bir aile olarak
vatandaşlarına karşılıksız hizmet eden bir uzviyet mi bilemediği için, ekonomi
kitaplarında verginin doğru dürüst bir tarifini ve sebebini ve niçin alındığını
açıklayıp anlatan doğru ve faydalı cümleler bulamadık. Biz Hz. Peygamber’in, “Mü’minler
birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda
benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple
uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Riyazu’s Salihin (Buhari, Edeb 27; Müslim,
Birr 66) hadisine dayanarak, toplumun ve devletin sosyal sözleşme ile değil, organik
bir toplum olarak, devletin aile gibi doğal bir uzviyet olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl
bir aile, üyelerine hizmetini karşılıksız götürüyorsa, devlet de vatandaşlarına
görev ve hizmetlerini, ücretsiz ve bedelsiz olarak verecektir. İşte buradan çıkacak
netice şudur ki, devlet vatandaşlara vergi aldığı için değil, veli olduğu için ve
devlet olduğu için karşılıksız ve bedelsiz hizmet eder. Eğer devlet ücretle çalışan
ticari bir kuruluş veya para ile çalışan bir kurum olmuş olsaydı, vergi ile hizmet
arasında bir eşitliğin bulunması gerekmez miydi? Hâlbuki böyle bir şey asla düşünülemez.
İslam anlayışında devlet velidir; üretime katkıda bulunduğu için vergi alır ve o,
bu vergileri toplumun hizmetinde harcar. İslam Ekonomisinde bütçenin giderler faslı,
Tevbe Suresinin 60. ayetinde 8 sınıf olarak açıklanmış bulunmaktadır. İslam ekonomisinde verginin
sebebi, üretimdir ve vergi üretimden alınır. Bu, İslam hukuku kitaplarında, fıkıh
kitaplarında açıkça ifade edilmiştir. Bu demektir ki, devlet, üretime yapmış
olduğu katkı karşılığı olarak paylaşımdan kendi hissesine düşen payını vergi
olarak almaktadır. Hâlbuki bugün vergi adı altında hem üretimden ve hem de
tüketimden vergi alınmaktadır. Böylece bilgi toplumu terimlerinin üretildiği bir
ortamda zıt iki şeyden aynı neticenin çıkarılması, bilime ve mantığa daha
doğrusu mantıksızlığa uygun gelmektedir. Bu anlaşılır bir şey değildir. Bu kadar
çelişki, bilgi toplumunda uygulanıyor ve hem de devletler tarafından uygulanıyor
ekonomistler de susuyorlar. Her sistem kendi bünyesi
içersinde çalışır dediğimiz zaman bundan anlaşılacak şey, ekonomi kendi alanında
ahenkli olduğu gibi, toplumu meydana getiren hukuk, ahlak ve ekonomi gibi alanların da
kendi aralarında uyum sağlamaları gerekir. Bunun içindir ki, ekonomik olarak
üretilecek malların dinen de meşru ve mubah olması ve hatta ahlaka da uygun gelmesi
gerekir. Burada çok önemli bir meseleye değinmek istiyorum. Rönesans medeniyetinin
veya kapitalizmin ekonomi anlayışı ahlak dışıdır. Bu konuda Şükrü Baban,
İktisat Dersleri adlı serinde aynen şöyle demektedir: “İktisat hadiseleri sırf
fayda zaviyesinden mütalaa eder. Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik
edersek hukuk olur. Ahlak bakımından düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için
afyon faydalıdır. Bu anlayış, -iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır-
prensibine uyar. Fakat ahlaken bu doğru olmayabilir.” (s. 7). Bu düşünce tarzı çok
yanlıştır. Çünkü insan bünyesindeki sistemler, birbirlerine ters düşmezler, uyum
ve ahenk içinde çalışırlar. İşte toplumdaki alanlar da aslında böyledir veya
böyle olmalıdır. Ekonominin evet dediğine bilim veya din hayır diyorsa, hukukun olur
dediğine din veya ekonomi olmaz diyorsa böyle bir toplumda alanlar arası mücadele var
demektir. Neticede bu toplumda sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir hukuk ve
sağlıklı bir dini hayat olmaz. Zira bir organ hasta olduğu zaman bütün vücut ve
bünye hasta olur. Eğer ekonomik hayat, dinin emir ve
nehilerine uyum sağlamazsa İslam’a göre böyle ekonomi sağlıklı olmaz. Mesela
insanlar, iş buluyor, alıp satıyor ve kazanıyor diye İslam ekonomisinde içki
müslümanlar tarafından üretilemez. Çünkü Kuran’da “Ey iman edenler; şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının
ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin
sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık vazgeçtiniz değil
mi?" (el Maide, 5/90–91), burulmaktadır. Mesela Hz. Peygamber de bir hadislerinde
içkiyi üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın,
satanın, bundan gelir elde edenin, satın alanın, ikram edenin ve parasını yiyenin lânetlendiğini
bildirerek bu grup insanları ağır bir şekilde kınamıştır (Ebû Dâvûd, “Eşribe”,
2; Tirmizî, “Büyû‘”, 58; İbn Mâce, “Eşribe”, 6). Bu ayet ve hadiste görüldüğü
üzere içki, yasaklanmıştır; öyleyse bunların üretim ve tüketimi Müslümanlar
tarafından gerçekleştirilemez, neticesine varıyoruz. Uygulamalardan açıkça gördüğümüz
gibi, bugünün ekonomi pratikleri hep paraya endekslidir. Onun için çağımız
ekonomilerinin hep paraya dayandığını söyleyebiliriz. Hâlbuki bu, çok yanlış ve
zararlı bir şeydir. Çünkü bilindiği gibi bugün tedavülde kâğıt paralar hâkim
bir şekilde yürürlüktedir. Hâlbuki bu kâğıtların bizzat kendilerinin hiçbir değeri
yoktur. Zira onların kendileri ile bir ihtiyacınızı gidermezsiniz. Bunların itibari
değerinden başka bir şeyleri yoktur. İtibari değer ise gerçek olmayan, varsayılan
ve öyle sanılan sanal bir değerdir. Böyle olunca bizzat değere sahip olmayan bir araç,
adına para denildiği için değer ölçüsü olabilir mi? Böyle bir para, malların
kıymetini ölçmekte ne kadar gerçekçi olabilir, ne dersiniz? İşte paraya dayanan bu
ekonomilerin temelden ne kadar arızalı olduğu böylece ortadadır. İslam ekonomisinde para vardır.
Kuran-ı Kerimde para olarak “varık” tan başka “dirhem” ve “dinar”
kelimeleri geçmektedir. “Şimdi siz, içinizden birinizi, şu gümüş paranızla
şehre gönderin” (Kehf 18/ 19) Varık kelimesi, ister basılı olsun isterse olmasın,
gümüşe verilen addır. Yine, darbolunmuş dirheme, paraya da rika, el-veriku, denilir.
Müfessirler şöyle demiştir: Onların yanında, kendi zamanlarındaki, yani bu gün
Tarsus denilen şehirdeki krallarının resmi bulunan paralar bulunuyordu. (Bak Fahreddin
Razi) “Onu (çocuk iken Yusuf
peygamberi) ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar” (Yusuf 12/ 20).
Rağıb, bu “dirhem” kelimesini alış verişin yapıldığı basılmış (gümüş
para) olarak açıklamıştır. (Müfredat mad). Diğer taraftan Kuranda altın para
anlamındaki “dinar” kelimesi de geçmektedir. (A. İmran 3/ 75) Hasan Basri Çantay, bu kelimenin geçtiği ayetin
tercümesinde “ona emaneten bir altın versen, onu ödemez” şeklinde bir cümle kurmuştur. (Kuranı Hâkim ve
Meali Kerim, I, 94). Kuranda böylece altın para ve gümüş para kelimeleri
kullanıldıktan sonra bir de genel anlamda altın ve gümüş madenleri olarak da
kullanılmıştır ve bu “zeheb” (altın) ve “fidda” (gümüş) madenlerinin
basılmış ve basılmamış külçe veya para halinde olsun bunlardan vergi alınır. Büyük
İslam hukukçusu Kasani Bedayi’ adlı eserinde (I, 16) mutlak para olan altın ile gümüşün
zekâtı (vergisi), bunlar 200 dihem ağırlığına ulaştığı zaman 5 dirhem vergisi
verilir, demiştir. Ayette “Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda
harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele…” buyrulmaktadır. (Tevbe 9/ 34). Şu
halde netice olarak Kuranda altın ve gümüşten para diye bahsedildiği için,
hukukçular altın ve gümüşe mutlak para demiş, Elmalılı da eserinde (Hak Dini Kuran
Dili, IV, 324) “altın ve gümüşün hakkı, insanlığın faydası açısından
yaratılış hikmeti, mübadele vasıtası olması, yani para olarak alış verişi
kolaylaştırması ve Allah kullarının gerçek ihtiyaçlarına harcanmasıdır, diye bir
açıklama getirmiştir. İşte biz de bütün bunlardan dolayı altın ile gümüşün
eskiden olduğu gibi tekrar para olarak tekrar tedavüle kullanılmalarında ekonomik
hayat için çok büyük faydalar görüyoruz. Bugün ekonomik hayatta baş gösteren
krizlerin, hele son zamanlarda küresel kriz diye adlandırılan ve bütün dünyanın gündeminde
olan krizin genellikle para politikasından kaynaklandığına kaniyiz. Altın ve gümüş
paralar, ağırlıkları miktarınca bizzat kendilerinde değer taşırlar. Gümüş
paralar milli para olurken, altın paralar da beynelmilel ve evrensel para olarak
kullanılır ve para denilen bu kâğıt parçalarının üzerinde oynanan oyunlar da
böylece son bulmuş olur. Çünkü bu kâğıtlar, hükümetleri karşılıksız para
basmak gibi yanlış bir işe sürüklerken, diğer taraftan da piyasaya sahte para sürmek
gibi kalpazanları sahtekârlığa sevk etmektedir. Ayrıca bugün hemen, hemen dünyanın
çoğunda teori ve pratik olarak yürürlükte olan kapitalist sistemin gelir dağılımında
para da kiraya verilmektedir. Hâlbuki bu, kira bedeli olan ve faiz denilen bu şey, hiçbir
şeyin karşılığı değildir. Neden mi, hemen söyleyelim: Kâğıt para denilen şeyin
bizatihi değeri yoktur, o, bir mal gibi bir ihtiyacı giderme özelliğinden uzaktır;
ikinci olarak da para kullanılmakla yıpranmaz. Kira bedeli denilen şey ancak
yıpranmanın karşılığıdır. Kapitalist anlayışların baş göstermeye başladığı
XVI. Y.Y gelinceye kadar faiz, hiçbir din, hiçbir felsefe, hiçbir şahıs ve hiçbir
kurum tarafından meşru görülmemiş, yasaklanmış ve haram kılınmış olduğu halde,
ilk defa dünyada bir Fransız din reformcusu, kalvenizmin kurucusu ve (1509–1564)
yılları arasında yaşamış olan Jean Calvin tarafından meşru sayılmıştır.
Calvin'in faizi meşru saymasından sonra Calvinistlerin beşiği olan Cenevre medeni
kanunu, faizi yasallaştırdı. John Knox İskoçya'da ve 8. Henry İngiltere'de faiz
yasağını kaldırdılar... Calvin’den 50 yıl sonra Calvinist liderlerden Claudius
Salmosius ise faizin önündeki bütün engelleri kaldırdı. Faizi meşru göstermeye çalışan
batı ekonomistleri, bu konuda çok uğraş vermişlerdir. Enver İkbal Kureşi, “Faiz
Nazariyesi ve İslam” adlı yapmış olduğu doktora tezinde bunların en makulü gibi
görünen şu düşünceyi ileri sürdüklerini anlatır. Kişi, bir miktar parasını
birisine veya bankaya mesela bir yıl süreyle verdiği zaman, o, bu zaman zarfında o
parasını kullanma hakkından vazgeçmiş demektir. İşte bu kişi, parayı kullanma
hakkını bir yıl ona vermiş ve kendisi bu zaman boyunca kullanmadan mahrum
kalmıştır. İşte faiz, bunun karşılığıdır, demişlerdir. Makul ve mantıklı
gibi görünen bu açıklama, aslından para kullanılmakla yıpranmadığı ve
dolayısıyla değerinden bir şey kaybetmediği için bu açıklama yetersizdir. O zaman
biz de şöyle deriz, bu para öyle bir araçtır ki, kendisine bir eylem, bir risk veya
buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana getiremez. Bu parayı veren
kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi dolabına koysa, bir yıl sonra
dolabını açıp baksa parası üreyip çoğalacak mıdır? Burada parayı dolaba
koymakla, bankaya koymak arasında ne fark vardır, hiçbir fark yoktur. Öyleyse
dolaptaki para bankada olduğu zaman niçin artıp çoğalsın ki? Faizli düzenlerin bu
faiz sebebiyle epilepsi hastalığına tutulmuş insanların kriz geçirdiği gibi krize
tutulacaklarını Kuran haber vermiştir. “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı
kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. (Yani kriz geçirerek ayakta durular) Bu, onların
"Alış veriş de faiz gibidir." demelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi
helal, faizi ise haram kılmıştır.”(Bakara 2/ 275) Para hakkında İslam ekonomisinde
bir başka şey daha vardır. Bilindiği gibi para basma, İslam geleneğinde devletin
işidir, paranın (altın ve gümüş para olduğu için onun) gramı, değeri ve
değerinin korunması hep devletin denetimi ve gözetimi altında düşünülmüştür.
Böylece para hakkındaki tasarruflar, devletin olurken mal da adeta milletin ve
bireylerin olmaktadır. Yani malları millet kendisi hiçbir yer ve makamdan izin ve
ruhsat almadan arz ve talep, üretim- tüketim dengesi içersinde eker, diker, üretir ve
pazarlayıp satar. Mallar hakkında onların ne üretiminde, ne narhında, satımında ve
ne de planlamasında devlet görevli olmadığı gibi, para hakkında da bireyler ve halk
görevli değildir; devlet görevlidir. Çünkü Kuranda “namazı kılınız, zekâtı-vergiyi
veriniz ve Allah’a güzel bir şekilde borç (karz-ı Hasen) veriniz” (Müzzemmil 73/
20) buyrulmuştur. Burada “Allah’a veriniz” ifadesi, mecazi bir deyimdir. İslam
hukukunda “hukukullah” demek “amme hukuku” demektir. Şahıslara ait olmayıp kamu
yararı bulunduğu için bazı haklara bu ad verilmiştir. Bir toplumun nizam ve düzeni,
şeref ve bekası, ilerleyip yükselmesi de bu haklara bağlıdır. Bunlara, önemine
binaen böyle denilmiş ve Allah’a nispet dilmiştir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı
İslamiyye, I, 226) Yani buradan netice olarak şu çıkıyor ki, bankacılık sisteminde
faizsiz banka esas olduğu gibi, özel banka olamaz, ancak devletin resmi bankaları
olacaktır. İslam ekonomisi, bir bakıma
dengeler ekonomisi olduğundan bir taraftan, birey-toplum fert ve devlet alanlar
itibariyle birbirini dengelerken, diğer taraftan da mal ile para da birbirini
dengelemektedir; mal milletin ise para da devletindir. Hz. Şüayb, hem Medyen, hem de
Eyke halkının peygamberi idi. (Kurtubi, XIII, 135). Medyen halkı puta tapardı. Şüayb
Peygamber, onları tevhide davet etti. Onlar, ölçüleriyle, tartılarıyla, kesik, silik
ve vezni eksik (enflasyonlu ve fiyatı düşük) paralarıyla daima halkı aldatırlardı.
(Tecrid, VII, 295–296). Şüayb Peygamber, halkına şöyle demişti: “Ey kavmim,
Allah’a kulluk edin. Sizin onda başka hiçbir tanrını yoktur. Ölçeği ve tartıyı
eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir nimet (ve refah) içinde görüyorum ve bir gün
hepinizi kuşatacak bir azabın gelmesinden korkuyorum. Ey kavmim, ölçüde ve tartıda
adaleti yerine getirin. İnsanların eşyasını (mallarını ve paralarını)
eksiltmeyin. Bu ülkede bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin.” (Hud 11/ 84–85) Bu
ayetler Şüayb peygamber, insanların mallarını alıp satarken bilhassa adalete riayet
etmelerini böylece terazi, metre, litre ve hürlü ölçeklerde haksızlık yapılmaması
için uyarmıştır. Ayrıca bir de bilhassa zamanımızdaki enflasyonu da içine alacak
şekilde insanları eşyasının (yani mal ve paralarının) değerlerinin düşürülmemesi
konusunda da açık, açık emirler vermiştir. Hud suresinde geçen bu ayetlerin bir
benzeri Araf suresinde ve Şuara suresinde geçmiştir. Oralara da bakıp
karşılaştırabilirsiniz. (Araf 7/ 85–93; Şuara 26/ 176–191) Bu ayetlere bakıldığı zaman Şüayb
Peygamberin, bozulmuş olan bir ekonomiyi düzeltmek üzere gönderilmiş olduğu,
yaptığı tavsiyelerden ve aldığı önlemlerden anlaşılmaktadır. Onun yaptığı en
önemli şeylerden birisi de enflasyonla mücadeledir. Enflasyon, her türlü haksızlığın
ve ahlaksızlığın kaynağı olduğu için, altın ve gümüş paraların etraflarından
kırpmak suretiyle enflasyona ve tabii ki haksızlığa sebebiyet verdiğinden bunu
yapanlara Şüayb Peygamber tarafından yasak getirilmiştir. Zeyd b. Eslem’in
rivayetine göre, Medyen halkı, dirhem ve dinar gibi altın ve gümüş paraların
etrafından kesip kırparak, bu değeri eksik paraları halka sayı ile verirler, halktan
alırken de bu paraları tartarak alırlardı. Yine halkın sağlam paralarını alırken
sayı ile alıyor; kesilmiş, kırpılmış ve gramajı-değeri düşük paralarını ise
tartıya tabi tutuyorlardı. Bu ise insanların mal ve paralarında eksik ve noksanlık
yapmak demekti. Onların dirhem ve dinarları yani gümüş ve altın paraları böyle
yapmaları mala zayiat vermek ve dolayısıyla haksızlık etmekti. Medyen halkı bu işe
son vermedikleri için Allah, onlara azabının gönderip cezalarını verdi. (Taberi Cami’ul
Beyan, XII, 102; Ayni XII, 246; Tecrid, VII, 295–296). Yani kaynakların bu ifadesini günümüz
deyişine aktaracak olursak, Medyen halkının enflasyondan helak olduğu söyleyebiliriz.
İbn Abbas’tan gelen bir rivayete
göre bunlar, azgın-taşkın bir toplum idi. İnsanlara hep haksızlık yaparlardı.
Yabancı bir adam ülkelerine gelse, yol başlarına otururlar, bu yabancı misafirin
iyi-sağlam parasını elinden alırlar, senin bu dirhemlerin züyuf-kalp diyerek, parayı
kesip kırparlar, sonra da düşük fiyattan ödeme yaparlardı. Bu ise bir
haksızlıktı. Aslında onlar, sadece ölçü ve tartıda eksik ve noksan yapmaktan
değil, her türlü mali haksızlık yapmaktan yasaklanmış oluyorlardı. (Bkz. Alusi,
Ruh-ul Meani, VIII, 177). Kurtubi tefsirinde de şöyle
denilmektedir: Onlar, dirhem ve dinarları kırpıp kesmekten yasaklandılar ve bu
yasağı dinlemedikleri için de helak oldular. Kendilerine haksız menfaat sağlamak için
sağlam paraların etrafından kırpıyorlardı. Sağlam paraları sayı ile alıp
verirken, kırpılmış paraları tartı muamelesine tabi tutuyor ve tartıda eksiklik
yapıyorlardı. (Kurtubi, el-Cami li-Ahkâm-il Kuran, IX, s. 88). Onlar, peygamberleri Şüayb’i
dinlemedikleri gibi, üstelik onunla alay ederek küstahça şöyle diyorlardı: “Ey Şüayb,
atalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimizi
yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” (Hud 11/ 87). Onlar, böylece
biz, mallarımızı dilediğimiz gibi kullanırız; keseriz, atarız, yakarız,
istediğimizi yaparız, demişlerdi. (Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102). Hâlbuki kilo
ile veya hacim ölçüleriyle ya da başka ne çeşit ölçülerle ölçülen bir mal
olursa olsun, insanlara bütün haklarında hiçbir eksik ve noksanlık yapılmadan ödeme
yapılması gerekir. (Taberi, XII, 99; XIX, 108). Şüayb Peygamber, hemşerileri
olduğu Medyen halkına görevli olduğu gibi hemşerisi olmadığı Eyke halkı için de
görevli idi. O, Eyke halkına da şunları söylemişti: “Ölçüyü tam yapın, eksik
yapanlardan olmayın. Doğru terazi ile tartın, insanların hakkını (eşyasını, mal
ve paralarını) kısmayın. Ülkede bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın”
(Şuara 26/ 181–183). Ayette geçen “insanların hakkını kısmayın” ifadesinden
maksat, onlar, dirhem ve dinar paralarının etrafından kırpıp ve kesmek suretiyle,
insanların hakkını yemekten yasaklanmışlardır, denilmiştir. (Alusi, Ruh-ul Meani,
XIX, 118). Ayetlerde dikkat edildiği zaman görüleceği
gibi, insanların sahibi olduğu malları üzerinde istedikleri şekilde davranma
yetkilerinin olmadığı görülmektedir. Çünkü onlar, “mallarımızda dilediğimizi
yapmaktan vazgeçmemizi” ifadesini
kullanarak, sanki mallarında keyifleri nasıl isterse, diledikleri gibi davranma
yetkisine sahipmişler gibi alaylı bir şekilde söz atarak bunu sana namazın mı
emrediyor, diyorlar. Buradan anlaşılıyor ki, insanoğlu, mal üzerinde istediği her
şeyi yapamaz ve mallarda diledikleri gibi davranamazlar. Çünkü malların
kendiliklerinden tabi oldukları kanun ve kuralları yani hukukları vardır. Zira her
tabii varlığın üzerinde bulunan tabiat mührü ilahi güç tarafından
basılmıştır. Varlıklar, Yüce Allah’ın rububiyet damgasını taşıdıkları için,
onların doğasına konulan bu kanun ve kurallar, ne onlar ve ne de insanlar tarafından
aşılıp değiştirilebilir. İnsan hayatı ve tüm canlı ve cansız varlıkların
hayatı, Allah’ın iradesiyle programlanmış durumdadır. Onun için Mevdudi, bu ayetin
yorumunda “Hz. Şuayb’ın kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme
talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı bölmeye ayrılması teorisine yeni
bir şey eklenmediğini göstermektedir.”, demiştir. (Tefhim, II, 418). Elmalılı merhum da konuyla ilgili
olarak şunları yazmıştır: Onlar yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü, türlü
mabutlara kul olmaktan kurtulmayı ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına
riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şu'ayb onlara,
mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi, "İnsanların
mallarına haksızlık etmeyin" demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam
aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin malları ve
hakları güvence altına alınmadıkça kimse, hakkından emin olamaz, mallarında
dilediği gibi zaten tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların mallarını kendi malları
imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri
kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı.
Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şu'ayb Aleyhisselam'ın uyarılarını
da kendi serbestliklerine engel sayıyorlar, "Malımızda dilediğimiz gibi tasarruf
etmekten vazgeçmemizi bu kıldığın namaz mı emrediyor? Sofu, sen ne akıllı adamsın
be!" gibi demagojilerle söz dokundurmaya ve alaya yelteniyorlardı. İşte böyle
bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp
namazı hor görüyorlardı. Bir başka taraftan da hürriyet ve ticaret adı altında
hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete
ukalâlık demek, günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliyet devri hastalıklarındandır.
Bu bakımdan günümüz insanları, Şu'ayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini
çok dikkatle ve ibretle dinlemelidirler. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 561–562). Dini korumak, aklı korumak, canı
korumak, nesli korumak ve malı korumak gibi görevler Gazali’nin hocası Cüveyni’lerden
(419–478/ 1027–1098) Gazali’lere ve Şatıbi’lere kadar hayatın vazgeçilmez
unsurları ve zaruri alanları olarak görülmüştür. Bu beş alandan biri olan malı
koruma sadece hırsızlığın yasaklanmasından ibaret değildir. Bu, baştan sona
tamamen ekonomik alanı kapsayan bir kanun ve kurallar bütünlüğü ile malın doğal
hukukunu uygulayarak onu korumaktır. Burada
yine enteresan bir şey vardır ki, buna göre ekonomik alan, zaruri alanların 1/ 5 i
veya % 20 oranında bir kapasiteye sahiptir. Aynı şey Kuranda zikredilen ganimetlerin
taksiminde devlete verilen nispet de yine 1/5 veya % 20 dir. “Biliniz ki, ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a, elçisine, onun yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Enfal 8/
41). Biz buradan ekonomik alanın tüm hayatın 1/5 oranında bir alana, zaman ve zemine
değer ve kıymete sahip olduğu gibi, devletin de ekonomide ancak bu kadar bir yetkiye
sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu demektir ki, İslam ekonomisi % 80 özel teşebbüsün
serbest alanı, devletin ise % 20 kadar bir resmi alanı vardır, diyebiliriz. Onun için
biz, Kuran’ın önerdiği ekonominin veya İslam ekonomisinin bir serbest piyasa
ekonomisi olduğunu, söyleyebiliriz. Burada serbest piyasa ekonomisi,
derken hemen açıklamamız gerek bir husus vardır. Bu ifade bir batı patenti ve Rönesans
medeniyeti damgası taşıyan bir üründür. Batının kelime ve tarifleriyle, onların
ürettiği düşünce ve fikirlerle İslam düzenine ulaşamayız. Yani İslam ekonomisin
serbestliği ile batının serbest piyasa ekonomisi benzer tarafları olsa bile, mutlaka
farklı tarafları da vardır. Aslında batının serbestlik anlayışı, bireyin devletin
buyruk alanından kurtarılması anlamını taşır. Eğer tabir caiz ise batı
anlayışı fert ile devleti tam yerine oturtamadığı için, onların anlayışında
halk ile devletin kavgalı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslam’da asla böyle bir
şey düşünülemez. Çünkü farz-ı ayın birey, farz-ı kifaye ise toplumdur;
bunların birisi fert diğeri ise devlettir. Hatta ABD de bile siyasi hayatta cumhuriyetçiler
ve demokratlar ayrımı bu karşıtlığı ve çelişkiyi açıkça gösterir ve tabii ki,
bu yanlıştır. Devleti bir evin tavanına benzetirsek, bunun tabanı da halk olur.
Şimdi böyle bir evde oturanların bir kısmı evin çatısını tutuyor ve onun
taraftarı oluyor, diğer kısmı da tabanını tutuyor ve evin temeli taraftarı oluyor.
Böyle bir şey olabilir mi, tavansız veya temelsiz bir ev bulunur mu? Onun için İslam
toplumunda bir birey, hem fertçi ve hem de devletçidir. Bu olay, aynı bir ailede
yaşayan kimseye benzer. Ailenin bir üyesi, hem kendisine ve hem de ailesine değer
vermek, dikkat etmek ve düşünmek zorundadır ve bunların her ikisini dengelemek
mecburiyetindedir. Biz, her ilmin, her medeniyetin ve her sistemin kendisine mahsus terim,
tarif ve tasnifleri vardır diyoruz. Biz Müslümanlar, henüz kendi kelime ve
terimlerimizi üretir ve kendi toplumumuzu kurar hale gelmediğimiz için, işte böyle
İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, diyerek piyasadaki kelime ve terimleri
kullanma durumunda kalıyoruz. Hâlbuki serbest piyasa ekonomisinde özel banka açma gibi
bir hak veya uygulama varsa ve bu serbestliğin bir gereği ise, İslam ekonomisinde böyle
bir serbestlik olmadığını hemen söylemliyiz ve İslam’da bankaların devletin
olduğunu ifade etmeliyiz. Serbest piyasa dediğimiz zaman
burada “piyasa” kelimsinin aslı İtalyanca “piazza” kelimesidir. Bu kelime ise
meydan, çarşı ve piyasa manalarına gelir. “Pazar” kelimesinin aslı ise Farsça
“bazar” dır ki, “alış-veriş; alış-veriş yeri; üstü açık satış yeri”
anlamlarına gelir. Türkçede her iki kelime de Fransızca “marché”, İngilizce “market”
terimlerinin yerinde kullanılmaktadır. (H.Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İst. Üni.
İkt. Fak. Yayınları, 1960, s. 197, dip not:2) Serbest piyasa ifadesi, tamamen
batı düşüncesini ve ekonomi anlayışını taşımaktadır. Zaten öyle anlamalı ve
öyle de kabul edilmelidir. Zira klasiklerin ifade etmek istedikleri bir serbestlik anlamında
İslam’da serbest piyasa var veya yok demiş olsak, hata etmiş oluruz. Çünkü klasik
bir iktisatçı ile Müslüman bir iktisatçının dile getirdikleri, serbest piyasa aynı
şeyler demek değildir. Bu terimler konusunda Samuelson,
çok dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştur. Onun şu sözleri, batı medeniyetinin
sosyal bilimlerde, belki özellikle ekonomideki aczini itiraf etmesi olarak kabul
edilebilir. Zaten bize göre batı dünyası, ekonomiyi terim, tarif ve tasniflerini
tamamlayarak bir bilim haine getirmemiştir. Samuelson, özellikle sosyal bilimlerde “terimlerin
zulmü”nden kendimizi korumamız gerektiğini söyledikten sonra, aynı kavram için iki
ayrı terim kullanmamalıyız, farklı iki olayı da tek terimle göstermemeliyiz, diyor
ve şöyle bir örnek vererek meseleyi anlatmaya çalışıyor. “Krizin meydana
gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Robinson’a Jones, şunları söyler:
“Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir”. Bunları dinleyen
Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik
yatırımdır”, diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp
kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç
iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana
geldiğini anlayacaklardır. (Paul A. Samuelson, İktisat, s. 10) Modern ekonominin terimleri ile
İslam ekonomisinin terimleri de birbirinden farklıdırlar. Mesela bunun en güzel örneği
“mal” kelimesinde görülmektedir. İslam hukukunda veya ekonomisinde bir şeyin mal
sayılabilmesi için, onun dinen meşru ve aynı zamanda bir ihtiyacı giderebilecek kadar
bir güce sahip olması gerekir. Buna göre Müslüman için haram kılınmış olan
şarap ve domuz eti mal sayılmadığı gibi, üç beş buğday tanesi de en küçük bir
ihtiyacı gideremediği için mal kabul edilmez. (Bkz. İbn Abidin, IV, 3; M. Mutahhari,
İslami İktisadın Felsefesi, çev: Kenan çamurcu, İst. 1995, s. 33; Mecelle, 126 ve
127. maddeler.) Serbesti kelimesi aslında iktisat
tarihinde bir ekolün adıdır. Bu ekole klasik mektep adı verildiği gibi, serbesti
mektebi de denir. Bu ekol mensupları, devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmezler;
bireyin serbestliğini savunurlar. (İbrahim Fadıl, İktisat, İst. 1928, s. 43–45).
Bunlar, Merkantilistlere bir tepki olarak ortaya çıkan Fizyokratların doğal-ilahi
kanun fikrini geliştirerek, bireylerin serbest olmasıyla, ekonomiyi “görünmeyen bir
elin yöneteceğini ileri sürmüşlerdir. Fizyokrasi ekolüne mensup Gournay’ın
bulduğu “Laissez faire, Laissez passer” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler)
sözü, serbesti ekolün bir sloganı haline gelmiştir. (Feridun Ergin, Ak İktisat Ans.
S. 355) Doğal olarak insanlar, ekonomide bu serbestlik düşüncesine bir takım ekonomik
merhalelerden sonra, yasaklama, kısıtlama ve müdahalelerin zararlarını gördükten
sonra ulaşabilmişlerdir. İnsanlığın maddi ve manevi
olarak yükselmesinin ancak bireyin çabası ile mümkün olabileceğine inandığı için
serbesti ekolüne aynı zamanda ferdiyetçilik de denilmiştir. (İbrahim Fadıl,
İktisat, s. 45) Aslında modern ekonomi, bir toplum ekonomisi olarak doğmuş veya başka
bir ifade ile devlet ekonomisi olarak ortaya çıkmış bir ekonomidir. XV. Y.Y.dan sonra
orta çağdaki derebeylikler yavaş, yavaş yıkılıp merkezi büyük devletler kurulmaya
başlayınca ekonomi de hemen siyasetle-devletle irtibat kurmaya başladı. Nitekim çok
geçmeden Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçısı, ilk defa siyaset
ve ekonomi kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie Politique” yani
siyasi iktisat adında bir ekonomi kitabı yayınladı. (Feridun Ergin, İktisat, s. 1; Ak
İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat, s. 40) Bu batıda ilk dönemler o kadar
toplumcu ve devletçi idi ki, hatta ferdiyetçilik ve liberalizmin temellerini attığı söylenen
Adam Smith bile meşhur eserine “The Welt of Nations” (Milletlerin ( ve Devletlerin)
Zenginliği) adını veriyordu. (Bkz. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun
Derin, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1948 Biz, “İslam Hukuku Açısından
Serbest Piyasa Ekonomisi” adlı eserimizde Fizyokrasi ekolünü tanıttıktan sonra,
hazırlayan şartları ve fikirleri üzerinde durup İslam hukuku açısından
değerlendirilmesini yaptık. Fizyokratlar, kâinatta tabii-ilahi bir düzen bulunduğunu,
ekonominin bu tabii düzen kanunlarına bağlı olarak çalıştığını ilk defa söyleyen
iktisat düşünürleridir. Bu bakımdan fizyokratların İslam’a uygun bir düşünce
içersinde olduklarını söylemek mümkündür. “Çünkü
İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın kanunlarıyla birleşmiş olan
bir dindir. Tabiat Allah’ın tekvini kanunu, İslam da teşrii kanunudur. Bundan
ötürüdür ki, İslam’ın tekliflerinde akıl ile barışmayan, tabiata aykırı olan
bir hüküm yoktur.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam s. LXX (70))
Elmalılı da konuyla ilgili olarak şöyle demektedir.
Gerçekten Allah Teala, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun
kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili
olduğu şeylere nispet olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nispet edildiği gibi, akar
kanunu da konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu
kanunların hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında
kalanlarına “tabiat kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teala
olduğundan, bunlara Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur… Bunun
için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın
kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed
hidrostatik kanununu, Newton yer çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular
demek doğru olmadığı gibi, Ebu Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek
doğru değildir. Bu kanunlar onlar tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan
olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın kanununun keşfedilmesine nail olmalarından
ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil, keşfeden ve ortaya çıkaran
kimselerdir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 126)
İslam
ekonomisinde üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve vergi esasları arasında bir çelişki
olmadığı gibi, ayrıca bu ekonomi ile din, ahlak ve hukuk arasında da bir uyumsuzluk
yoktur. Diğer taraftan İslam’ın insan ve topluma önerdiği hayat biçimi ile
yerküresi ve kâinat arasında da bir çelişki veya uyumsuzluk değil, tam bir ahenk
bulunmaktadır. Yalnız başka sistemlerin kelime ve terimleri İslam anlayışını ifade
edemez. Mesela İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, denildiği zaman bu,
liberallerin, serbesti ekolü mensuplarının ve batı anlayışı çerçevesinde bir
serbestlik değildir. Batının serbestlik anlayışını biz, kural dışılık olarak görüyoruz.
Bunun böyle olduğu onların bilhassa resim, şiir ve edebiyatlarında da açıkça
görülmektedir. Hâlbuki İslam’da ve onun önerdiği ekonomik hayatta kural
dışılık yoktur. Çünkü ayette “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını
mı sanıyor” (Kıyamet 75/ 36) buyrulmaktadır. Azimet denilen normal hayat ve
sağlıklı ortam hep kanun ve kurallar içinde olduğu gibi, ruhsat dediğimiz anormal
hayat ve hasta toplum bile hep kanun ve kurallar içersinde çalışır. Yani varlık
âleminde kural dışılık yoktur; hasta kişi de ve hasta toplum da yine kurallar içersinde
hareket eder. Tabiata, sosyal ve ekonomi hayata bu kanun ve kuralları koyan Allah’tır.
Biz de Allah’ın koyduğu bu kanun ve kuralları din ve bilim yoluyla yani yine Allah’ın
istediği metotla bulup onları ekonomik olaylara uygularız. Onun için İslam, ekonomik
olaylarda sosyal olaylarda olduğu gibi, sadece irade beyanını yeterli bulmamış, buna
ilave olarak tarafların gönülden hoşnut olup razı olmalarını şart koşmuştur. Biz
hasta-doktor, öğretmen-öğrenci, devlet-vatandaş ve karı-koca arasındaki ilişkilere
sosyal olaylar, diyoruz. Böyle hakların kullanılmasında irade beyanını yeterli
olduğunu kabul ediyoruz. Bu konuda İbn Abidin, nikâh, talak ve itak akitleri, rıza
şartı bulunmadan, ikrah (baskı ve zorlama) ile geçerlidir. Bir kimse yalandan veya
şaka ile nikâhlısını boşamış olsa, hukuken boşanmış olur, fakat diyaneten
boşanmış olmaz”, demiştir. (İbn Abidin, II, 421; karşılaştır: Kasani, V, 176).
İnsanların aralarında daha çok mal, emek ve paraya dayanan muamelelerine de ekonomik
olaylar diyoruz ki, bunlarda irade beyanından teknik ifadesi ile icap ve kabulden sonra
bir de rıza şartı vardır. Onun için kişi, emek verip ürettiğe, alıp sattığına
ve her türlü ekonomik muamelesine razı olmuş olacaktır. Bugün işçi denilen
bireylerin, sözde onların adına sendika ağalarının yaptıkları toplu sözleşmelere
acaba onların gönülden hoşnut oldukları söylene bilir mi? İslam ekonomisinde serbest piyasa,
kendi şartları içersinde oluşturulması için şu esaslar getirilmiştir. 1-Haksız yere insanların
mallarını yememek ve ancak onların kendi rızaları ile arada yapılan bir mübadele
akdi ve ticaret sözleşmesi ile alış-veriş yapmak gerekir. Bu konudaki ayeti daha
önce açıklamış bulunuyoruz. 2- Faiz ve ihtikâr yasağı da
İslam’ın koyduğu esaslardan birisidir. Faiz, İslam hukukçularının ifadesiyle
karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır. İnsan vücudundaki kan ne ise ekonomideki
mal ve paralar o olduğu için, bunların devamlı tedavül etmesi ve dönüp dolaşması
esastır. O bakımdan fazla olarak bir yerlerde meydana gelen yığılmalar ekonomik bünyede
kanser gibi şişkinlik yapar, hastalık ve krizlere sebep olur. Bu husustaki ayeti de
daha önce yazmıştık. İhtikâr, fiyatların yükselmesini
gözetleyerek, halkın muhtaç olduğu malı satmayıp hapsetmektir. (Kamil Miras, Tecrid,
VI, 448). Bu konuda hadisler de vardır. Mesela Muaz b. Cebel, der ki: Allah Resulüne
ihtikârın mahiyetini sordum. “Kişi ucuzluğun olduğunu duyunca üzülür, pahalılığın
olduğunu duyunca sevinir. İhtikâr yapan kimse ne kötü bir insandır ki, Allah
fiyatları ucuzlatırsa üzülür, pahalılaştırınca ferah duyar”, buyurdu. (Heysemi,
Mecmeu’z Zevaid, IV, 101; Mansur Ali Nası, et-Tac, Büyu, 2) Mamer ve Ebu Hüreyre’den
rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber “Kim Müslümanlara fiyatların yükselmesini arzu
ederek ihtikâr yaparsa o, hata etmiştir.” (Heysemi,
a.g.e. IV, 101 ve Et-Tac, Büyu, 2). İhtikâr yapan kimseleri Allah’ın cehenneme
atacağı hakkında hadisler de vardır. (Bkz. Heysemi, a.g.e. IV, 101) 3- Fiyat koyma yasağı: İslam
ekonomisinde fiyat koymak, taban veya tavan fiyatlarını belirleme diye bir şey yoktur.
Fiyat koymak, haramdır; genel çoğunluğun görüşü budur. Fakat Malik, bunun caiz
olduğu görüşündedir. Fakat bundan maksadın, çarşıda bir adamın ihtikâr yapmasıyla
ve fiyatlarda tekel tahakkümü kurmasıyla devletin uygun olan bir fiyatı belirlemesi
ümit edilir. (Mansur Ali Nasıf, Tac, II, 204, dip not: 4) Hz. Peygamber, fiyatların devlet
tarafından tespit edilmesini, enflasyonu önleyici bir tedbir olarak görmemiştir. (Bkz.
Fazlurrahman, İslamiyet ve İktiadi Adalet meselesi, (çev: Yusuf Ziya Kavakçı) s. 42).
Ömer Nusuhi Bilmen, devletin narh koymaması, malların fiyatlarını tayin ve tespit
etmemesi esastır. Allah Teala hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Fiyatların
bazen düşmesi, bazen de yükselmesi, sadece doğal şartlarla meydana geliyorsa, bunu
normal karşılamak gerekir, demiştir. (Ö.N.Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye, VI, 125)
Diğer taraftan fiyat koymak, ticari hayatta malların gizlenmesine sebep olabilir.
Malların gizlenmesi de fiyatların yükselmesi sonucunu doğurur. Fiyatların yükselmesi
de fakirlere zarar verir. (Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sünneh, III, 105) Enes
ve Muhammed b. Abdurrahman’dan rivayet ediliyor ki, Resulüllah zamanında bir vakit
fiyatlar yükseldi. İnsanlar Hz. Peygambere gelip bizim için fiyat koy, dediler. Bunun
üzerine Resulüllah da şöyle buyurdular:
“Fiyatları koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızk veren Allah’tır.
Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilir ve ne de men
edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım; veren ise
Allah’tır. Ben, mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime geçirmeden
Allah’a kavuşmak istiyorum” (Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, III, 272;
Tirmizi, III, 605; İbn Mace, II, 741) 4-İslam ekonomisinde yasaklanan
şeylerden birisi de müşteri kızıştırmaktır. Bu enflasyona sebep olduğu gibi, böylece
satıcı lehine ve müşteri aleyhine bir durum da ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber
neceşten yani müşteri kızıştırmaktan
nehyetmiştir. (Buhari, III, 91; İbn Mace, II, 733; Tecrid, VI, 457). Neceş, malı
kendisi satın almak istemediği halde, başkalarını teşvik için, alıcı gibi gözüküp
de malın fiyatını artırmaktır. (Merğınani, el-Hidaye, III, 40; Kasani, V, 233; İbn
Kudame, el-Muğni, IV, 160; Molla Husrev, Dürer, II, 177) Fazla fiyat vermek suretiyle,
müşteri kızıştırarak pahalılığa ve fiyatların yükselmesine böylece haksız
kazanca sebep olan bu tür davranışı bazıları tahrimen mekruh saymışlar, (Muhammed
b. Abdurrahman ed-Dımışkî, Ramet-ül Ümmeh, II, 2) bazıları da helal değildir,
diye tavsif etmişlerdir. (Bkz. İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 240) 5- Kuran ve sünnette kar haddini
belirleyen bir delil yoktur. Aslında kar haddi, arz ve talebin kesiştiği noktada
teşekkül eden fiyatın içinde bulunmaktadır. Serbest piyasayı benimsemiş olan bir
sistemin fiyat tayin etmesi ve kar yüzdesini
belirlemesi uygun olmaz. Onun için ayet ve hadsilerde kar şu kadar veya bu kadar olur
diye bir belirleme yoktur. Fakat talep arttıkça fiyatların yükselmesi de doğal
olmakla beraber bundan İslam ekonomisinde çok fazla fahiş karların da meşru
sanılmamalıdır. Toplumun ahlaki seviyesi, arz-talep dengesi, yer ve zaman farkı, daha
bir çok faktörler kar nispetine tesir ederler.
Bu konuda kar asıl semenin (bedelin) ikide biri nispetindedir, diyenler olduğu gibi (Ö.N.Bilmen,
Hukuku İslamiyye, VI, 120) yine narhta 1/ 2 ve 1/3 gibi kar nispeti verenler de
olmuştur. (Bkz. Celal, Yeniçeri, Yıllık, s. 212) Ebu Hanife, murabaha
alış-verişinde kar, sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal
üzerinden tekrar kar sağlamayı caiz görmemektedir. Hadislerde kar haddinin
belirlenmesi bulunmamakla beraber bu konuda bize bir fikir verecek örnekler de yok demek
değildir. Mesela Hz. Peygamber, Hakim b. Hizam’a kendisine bir kurbanlık alıvermesi için
1 dinar verdi. Hakim, bu 1 dinar ile bir koyun satın alıp sonra bu koyunu 2 dinara
sattı. Sonra dönüp bu 2 dinarın birisi ile bir kurbanlık daha satın aldı, diğer
dinarı da aldığı koyunla birlikte getirip Hz. Peygamber’e verdi. Hz. Peygamber de bu
1 dinar parayı tasadduk etti ve Hakim’e ticaretinde hayırlı ve bereketli olması için
dua etti. (Ebu Davud, III, 256; No: 3386) Aynı olay yine Hz. Peygamber ile Urve el-Bariki
arasında tekrar etmiştir. (Bkz. Ebu Davud, III, 256; No: 3384) Bu her iki hadiste de
sermayesi ve maliyeti 1 dinar olan bir malın, 2 dinara satıldığını, yani yüzde
yüz, başka bir ifade ile sermaye kadar kar yapıldığı görüyoruz. Sermaye ile kar münasebetini
belirten başka bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber, tazmin ve tekeffül edilmeyen bir
malın karı helal olmaz, buyurmuşlardır. (Ebu Davud, III, 283, No: 3503; İbn Mace, II,
737, No: 2187; İmam Şafii, el-Ümm, III, 70; Serahsi, Mebsut, XIV, 36). Buradaki tazmin
ve tekeffül edilmeyen kardan maksat, kar-zarar dengesi olmayan, yani riziko taşımayan
bir kar olsa gerektir. Serahsi(Serahsi, XV, 130–131; Krş. Kasani, Bedayi, IV, 206;
İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 215, 265) bunu
bir misalle şöyle açıklamaktadır: Bir kimse mesela 100 liraya bir mal kiralasa, o
mala hiçbir masraf ve ilave yapmadan bir arkadaşına veya başka bir kimseye 120 liraya
kiraya verse işte bu 20 lira tazmin ve tekeffül edilmeyen, yani riziko taşımayan bir
sermayenin karıdır. (Bkz. Kasani, IV, 206; Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 203 ve devamı) Riziko taşıyan sermaye olduğuna
göre, nimet ve külfet dengesini de nazar-ı itibara alarak, yukarıdaki hadsiler
ışığında ve Ebu Hanife’nin içtihadından da faydalanarak biz, İslam ekonomisinde
en çok sermaye kadar kar almaya izin verilmiştir, demek istiyoruz. Fakat bundan
amacımız, İslam ekonomisinde bir kar haddinin ve sınırın var olduğunu söylemek değildir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, kar, değişken fonksiyonlu bir olaydır. Zaman, zemin ve şartlara göre bazen düşük
bazen de yüksek olabilir. Ancak bizim kanaatimiz odur ki, normal şartlar altında ticari
bir malın sermayesinden daha fazla elde edilen karın, bu fazla kısmı yani yüzün
üzerindeki kar, rizikosuz bir kar olup meşru olmasa gerektir. 6- İslam ekonomisinde pazara çok
önem verilmiştir. Hz. Peygamber, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yollarda
satılmaması konusunda şöyle buyurmuştur:
“Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda
karşılamayınız…” İslam hukukçuları, Hz. Peygamber’in ticaret mallarını
yolda karşılamayı niçin yasakladığının sebeplerini araştırmışlar, mal sahibi, çarşı ehli ve bölge halkı açısından
açıklamalarda bulunmuşlardır. Mal sahibi, henüz pazaryerine
gelmediği için, fiyatlar hakkında bir bilgisi olmadığından, ucuza satmış ve böylece
zarar görmüş olabilir. Bu sebeple pazaryerine geldiği zaman fiyatların yüksek olduğunu
görüp aldandığını anlarsa malını geriye alıp cayabilir. Karşılamaya gücü
yetmeyen çarşı halkı için de malları ikinci elden alacaklarından, kendilerine
pahalıya mal olur ve bu sebeple de zarar görürler. Malları yolda karşılayıp alanlar
döndükleri zaman ucuza almış oldukları bu malları diledikleri yüksek bir fiyattan
satış yaparlar ve böylece bölge halkına da zarar vermiş olurlar. Çünkü
müstahsil, malları pazaryerine kendileri getirselerdi, mal el değiştirmemiş ve
dolayısıyla fiyatlar yükselmemiş olacaktı. (İmam Malik, Muvatta, IV, 307; Şafii,
el-Ümm, III, 93; Kasani, V, 232; Merğınani, IIı, 40; İbn Teymiye, el-Hisbe, s. 11;
İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hikemiyye, s. 283; İbn Hümam, V, 239; M. Hüsrev,
II, 177; İbn Nüceym, VI, 108; Şah Veliyyüllah, Huccetullah, II, 110; Seyyid Sabık,
Fıkh-üs Sünneh, III, 119)
7- Serbest piyasaya yardımcı olan
başka bir hadis daha bulunmaktadır. Hz. Peygamber, “Hiçbir şehirli, hiçbir bedevi
namına malını satmasın” buyurmuşlardır. (Buhar, III, 94; Müslim, V, 17; Ebu
Davud, III, 269) Şu halde şehirliler yani yerliler, bedeviler yani köylüler ve yabancılar
adına onların mallarını satmamalıdır. İbn Abbas’a bu hadisin manası sorulduğu
zaman “Onlar için simsar olmayın” şeklinde bir açıklama getirmiştir. Biz burada Şafii’ye dayanarak şöyle
bir açıklama getirmek istiyoruz: Yabancılar, piyasa hakkında bir bilgileri olmadan
mallarını pazara getirirler. Bölge halkının da bu mallara ihtiyacı vardır. Fakat
onlar yabancı olduklarından dolayı yer bulma, malları taşıma ve buna benzer
birtakım sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. Halk ihtiyacı oldu için bu malları
satın almak ister. Bunlar da adı geçen sebepler yüzünden hemen satmak isterler. Bu
suretle mallar, piyasa fiyatı da öğrenildikten sonra, tam bir arz-talep dengesi içersinde
en uygun bir fiyat ve karla satılmış olur. Böylece hem satıcı, hem de alıcı
kazanmış olur. Bu malları kendilerinin değil de
şehirlilerin ve yerlilerin onlar adına sattığı düşünecek olursak, yerli simsarlar
bu malları onlardan ucuz bir fiyatla alıp piyasa fiyatlarının yükselmesini
bekleyerek, çok karla satmak isterler. Böylece onların rızklarına mani oldukları için,
hem mal sahiplerine zarar vermiş, hem de malları saklayıp pahalı satmakla bölge halkına
zarar vermiş olurlar. Bu durumda her iki taraf da zarar edeceğinden, böyle bir alışverişi
Hz. Peygamber yasaklamış bulunmaktadır. (Şafii, el-Ümm, III, 92; İbn Kudame, IV,
162; İbn Kayyim, s. 308) 8- Fiyatların serbest bir şekilde
oluşmasını önleyeceği için Hz. Peygamberin yasakladığı alış-veriş türlerinden
birisi de fiyat üzerine fiyat koymak ve pazarlık üzerine pazarlık yapmaktır. Bu
konuda Resulü Ekrem “Sizden biriniz, diğer birinin alış-verişi üzerine alış
verişe girişmesin. Kardeşi bir malı satın almak üzere iken diğer bir kimse o malı
almaya kalkışmasın,” buyurmuştur. (Buhari, III, 90; Müslim, V, 12; Ebu Davud, III,
269) Bu hadise göre hangi sebeple
olursa olsun, kesinleşmiş bir alı-veriş sözleşmesini bozdurmak haramdır.
Satıcıyı kışkırtıp satılmış bir malı daha fazla bir fiyat vermek suretiyle
çevirip kendisi için almak, yani satıcıya alış-verişi feshet, ben sana ondan daha
fazla kar vereceğim demek haramdır. (Merğınani, III, 90; Molla Hüsrev, II, 177; İbn
Kudame, IV, 161; el-Aynı, Umdet-ül Kari, XI, 257; İbn Hümam, V, 239; İbn Nüceym;
el-Bahr, VI, 107; eş-Şevkani, V, 189) 9- Malların teslim alınmadan
satışı, piyasa fiyatının dışında başka bir fiyatın doğmasına sebep olacağı için
yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir yiyecek
maddesi satın alırsa, onu teslim alıp kabzetmeden satmasın” (İbn Mace, II, 749; No:
2226) Bu konuda İbn Ömer’den açıklamalar rivayet edilmiştir. Peygamberimiz
zamanında halk, kervan sahibi tacirlerden malı teslim almadan kabzetmeden zahire
alırlardı. Sonra Resulüllah, bu tacirlere memur gönderdi. Mallarını zahire pazarına
nakledip getirinceye kadar malı oldukları yerde satmalarını yasakladı. Yine İbn
Ömer, Peygamberimiz, iştira edilen hububatı ölçüp teslim edinceye kadar onun kabızdan
önce satılmasını yasakladı, dedi. (Buhari, III, 89; Müslim, V, 23; No: 38; Nesai,
VII, 287; Tecrid, VI, 437, No: 986) İbn Ömer şöyle devam etti: “Ben Peygamberimiz zamanında götürü
pazarlıkla erzak satın alan ve kabız etmeden başkasına satmak isteyen öyle ihtikarcılar,
stokçular gördüm ki, onlar bu malları yükleyip nakledinceye kadar dövülürler ve
kabız etmeden önce satmaktan men olunurlardı” (Tecrid, VI, 446, No: 991) Bu
hadislere, zahire tüccarının zahire pazarına gelmeden evvel malını satması,
fiyatların yersiz yükselmesine sebep olur ve böylece başkasının haksız olarak zarar
görmesine sebebiyet verdiği için yasaklanmıştır gibi bir açıklama getirilmiştir.
(Bkz. Tecrid, VI, 437, No: 986)
Mücazefe, yani tartı ve ölçüye
vurmaksızın göz kararı ile veya başka bir deyişle götürü pazarlıkla mal almak
meşru ve helal görülmüştür. Ancak bu suretle alınan malı kabız ve nakil etmeden
başka bir müşteriye satma işi yasaklanmıştır. Çünkü bu ihtikara sebebiyet veren
bir alış-veriş biçimidir. Satın alınan bir malı teslim almadan satış yolu açık
bulunursa, bir ambarda depo edilmiş bir mal, yerinden kalkmadan elden ele dilden dile
dolaşa, dolaşa sebepsiz olarak fiyatları yükseltir. Buna engel olmak için hadiste satın
alınan hububatın kabzı lazım geldiğine İbn Ömer tarafından işaret edilmiştir: Mücazefe
suretiyle alınan malın sahipleri bu mallarını hayvanlara yükleyip pazara
götürünceye kadar sıra dayağına çekilirler, deniliyor ki, bu malın bulunduğu
yerden kaldırılıp nakledilmesi, şeriatın fiyatların yükselmesine mani olmak üzere
hedef edindiği kabız ve tesellümdür ve burada hadisin sevkinden istenen biricik
istenen amaç budur. (Tecrid, VI, 447, 448) 10- Çaresiz kalan kişinin alış
verişi de yine serbest piyasaya uygun bir fiyat olmayacağı ve mecburiyet karşısında
yapılmış bir satım veya alım sözleşmesi olacağı için yasaklanmıştır. Bey-i
muztar denilen bu alış-verişin haram olduğu kaynaklarda bulunmaktadır. Hz. Ali’den
rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çaresiz kalan kişinin alış-verişini
yasakladığı bildirilmektedir. (Ebu Davud, Hattabi Şerhi, III, 676) Satıcı malını, muztar kimseye
sattığı zaman, fiyatı yükseltmeden, başkalarına sattığı fiyat üzerinden
vermelidir; yoksa alış veriş fasit olur. (İbn ağabeydin, IV, 110) İhtiyacı olan
malı, ancak bir kişinin yanında bulabilen kimse başkalarının aldığı fiyattan
alır. Hele böyle bir alış-veriş insanların yiyecek ve giyecek maddeleri gibi zaruri,
günlük ihtiyaçlarından olursa, satıcı böyle malları bilinen normal fiyatıyla
satmak mecburiyetindedir. Bu şekilde davranması kendisine dini bir görev (vacip) olur.
(İbn Teymiye, Fetava, XXIX, 361) Şimdi son olarak da burada doktora
tezi olarak hazırlamış olduğumuz “Kuran-ı Kerime Göre İslam Ekonomisinin
Esasları” adlı kitabımızdan bazı prensipleri aktarmak istiyoruz. Sure ve ayet
numaraları parantez içinde verilmiştir. Bunların tefsir ve yorumu için kaynağın
Deliller ve Açıklamalar bölümüne bakmaya ihtiyaç vardır. İnsanlar, tek bir terbiyeci
tarafından var edilip yetiştirirler.(2/139) İnsanlar, kendiliklerinden bir düzen
kuramazlar. Onlar tabii düzeni araştırıp öğrenip uygulamakla görevlidirler.(1/7).
İnsan, bir taraftan devletin bir uzvu, diğer taraftan da kendi şahsiyetini koruyan müstakil
bir varlıktır. (2/ 30). Hiçbir kişi, şahsiyetten mahrum edilemez. (2/ 30) Fertler, hiçbir
aracı kullanmadan devletle doğrudan doğruya karşı karşıyadırlar. (1/ 5). Ekonomik hayat, tabii bir hayattır.
Ona suni müdahaleler zarar getirir. (28/ 78).Bütün ekonomik faaliyetin gayesi, nüfusun
ve malların artmasını sağlamaktır. (2/ 155). Ekonomik gelişme, mal ve nüfus çokluğu
ile ölçülür. (9/ 69) Ekonomik davranışlar,
bir düzen içersinde oluşup onun neticesi olarak, meydana gelir. İyi davranış yeterli
değildir; iyi bir düzenin bulunması gerekir. (2/188) İnsan aklı, iyi ile kötüyü,
bozuk mal ile sağlam malı ayırabilecek bir düzeni bulabilir. (5/100) Düzeni kurmak
devletin görevidir. (1/1) İslam’ın da bir ekonomik
sistemi vardır. (2/ 1–5). İslam ekonomik düzeninde serbest teşebbüs ve serbest
ticaret esastır. (2/ 286). Ekonomideki serbest teşebbüs ve serbest rekabet sistemleri
ekonomik evrim ve seleksiyonun doğal bir sonucudur. (3/ 140) İslam ekonomisinde dünya
ile ahrete, madde ile manaya aynı derecede önem verilir. Bunlardan biri diğeri için
feda edilmez. (24/ 37). Kuranda hiçbir hüküm eksik değildir. (6/ 38) Kuranda pek çok
şey, analoji (kıyas) yoluyla, anlatılmıştır. Bir mesele ya kendisi veya ona benzer
bir olayla dolayısıyla anlatılmıştır. (6/ 38). İslami sistem ile faiz bağdaşmaz.
(2/ 278) Zekât-vergi faizin zıddıdır. (2/ 280) Faizli sistem ile faizsiz olan zekâtlı
sistem, tam birbirine zıt iki ayrı sistemdir. (30/ 39) Bir sistem ve düzenin bir kısmı
kabul edilip diğer kısmı atılmaz. Tüm olarak, hepsi birlikte kabul edilir. (2/ 208) Esas üretim, güneş enerjisini
depo eden yeşilliklerdir. (6/ 99). Esas üretim toprak ürünleridir. (6/ 99). Üretim
sistemi yeryüzüne gökten gelen suların devri daimi ile kurulmuştur. (14/ 32).
Üretimde akarsuların da rolü vardır. (14/ 32) Üretime yer ve gök, hava ve güneş,
toprak ve su birlikte katılırlar. (14/ 32). Güneş, ay, gündüzler ve geceler, birer
üretim faktörleridirler ve bunlar tabiatta insan için karşılıksız olarak üretim
yapmaktadırlar. (14/ 33) Üretim, dolayısıyla tüketim içtimaidir (kolektiftir).
Herkes ona göre davranmalıdır.(1/5). Üretim, tüketim ve mübadele hareketleri sosyal
bir olaydır. (2/ 274) İslam devleti, dünya işlerinde Müslim
ve gayri Müslim vatandaşlar arsında ayrım yapmaz; onlar arasında bir ayrım gözetmez.
(3/110). Mallar Allah’ındır; fertlerin mallar üzerinde Allah adına tasarruf etme
hakları ve yetkileri vardır. (2/ 180). Devlet, yalnız zenginlerin kurduğu bir dernek
veya ticari bir şirket olmadığından yoksullar da devlet gelirlerinden yararlanırlar.
(59/ 7). Gayri meşru iktisaplar, gizli tutulan mallar ve haram mallar devletin teminatı
altında değildir. (2/ 270). Fert mülkiyetine tecavüz, devlet mülkiyetine tecavüz
demektir. Devlet, bütün mülkü korumakla görevlidir.(3/ 26). Hükümeti, devlet başkanı
temsil eder. (4/ 59). Fertlerin görevi, biat ederek iktidarı kurmaktır. İktidar
olmadan hükümetlik yapılmaz. (3/ 104). Hükümetler, icma ile tespit edilen hususları
emredip uygularlar (4/ 59). Hükümetler, marufu emretmekle, hükmü açıklanmış belli
olan şeyleri emredip uygulamakla yetkili ve mükelleftirler. İktidarlar fiyat koyamaz.
Ancak serbest olarak teşekkül etmiş olan fiyatlara çağrı yapabilirler. (3/ 104) Hükümetlerin fazla vergi almaya
(2/ 272) vergi nispetlerini artırmaya (3/ 161) yeni, yeni vergiler koymaya hak ve
salahiyetleri yoktur (3/ 161). Malların ve insanların idaresini ellerinde bulunduranlara
kıskanma yoktur (4/ 53). Mal ve iktidarın idaresi, daha ehil olan gelince hemen ona
tevdi edilir (4/ 58). İslam ekonomisinde miras, meşru
olan bir haktır. (4/7). İnsanların koydukları miras sistemi ile Allah’ın emrettiği
miras sistemi, birbirinden farklıdır. İslam’ın miras sitemi, ekonomik açıdan daha
faydalıdır. (4/ 11) Mirasçı olmanın sebepleri, akrabalık, evlilik ve velayettir. (4/
8). Evlat edinmek ve bu yoldan mirasçı olmak yoktur. Fert olarak bir mirasçı tayin
edilemez. (4/ 33) Hiçbir varisi bulunmayan ölünün malları, devlet hazinesine, bütçeye
intikal eder. ( 4/ 8) Emek, bir gaye ile çalışıp
enerji harcamaktır. (2/ 204) Emek, insanın koşmasını, çalışmasını, hareket
etmesini sağlayan bir güç ve enerjidir. Emek, bir menfaat olup sahibine aittir. Özel
mülkiyetin asıl kaynağı emektir. (53/ 39) Emek mal değildir; bu sebeple ücret
dengesini sağlamak için, mallarda olduğu gibi, emekte arz talep dalgalanmaları
uygulanamaz. (2/ 148) İnsanların emekleri birbirinden farklıdır; (92/ 4) İnsanlar
arasındaki kuvvet ve kabiliyet farkı, emek mübadelesinin (istihdamın) gerçekleşmesini
sağlar. (43/ 32) Emekler farklı olunca, iş hayatında iş bölümünün olacağı da
bir gerçektir. (92/ 4) Vasıflı ve vasıfsız emeklerin dereceleri de bir birbirinden
farklıdır.(6/ 132)
Ticaret, borçlanma ve diğer hususlarda ilk konulan mala,
başmala, anamala sermaye adı verilir. (2/ 279) İslam ekonomisinde ayrı ayrı kanunlara
tabi tutulduğu için sermayeyi, sabit ve döner sermaye diye ikiye ayırmak mümkündür.
(2/267) Mülkiyet ve sermayede insanlar için eşitlik istemek, insanların eşit
olduklarını iddia etmek ve işçi ile işvereni, köle ile sahibini eşit kabul etmek
yanlıştır. (30/ 28) Zekât vergisi, azami sermayeleri sınırlandırdığı için,
İslam ekonomi sisteminde aşırı sermaye birikimleri önlenir ve sermaye sahipleri yatırım
ve teşebbüslere zorlanmış olur. (2/ 276) Toplumda eşit servet dağılımı ve azami
serveti sınırlandırma yoktur. (3/ 35) Kredi çalışana verilince sermaye istismarı
olmaz. (2/ 245) Mudarebe şirketinde zararı tamamen sermaye karşılar. (2/ 267) Mal, Allah’ın dünyada insanların
ihtiyaçlarını gidermesi için var ettiği bir vasıtadır. (2/ 155) Mal, insanların
ihtiyaçlarını tatmin ederek, onların hayatlarını sürdürüp yaşamalarını temin
eder, ayakta kalıp dünyada hükümran olmalarını sağlar. Mal, insan tabiatının
meylettiği ve ihtiyaç vakti için depo edilebilen bir şeydir. Başka bir deyişle mal,
alınıp satılabilen, bir değeri olan ve onu telef edenin tazmin etme yükümlülüğü
bulunan şeylerdir. Buna göre güneşin ışığı, ısısı ve hava gibi bir yerde
toplanamayan şeyler, büyük faydası bulunmasına rağmen mal sayılmazlar. Ancak bir tüp
içine sıkıştırılmış gazlar, bir yerde toplanıp depo edilmiş olduklarından mal
sayılırlar. (4/5) İnsanoğlunu çalışıp kazandığı ve elde edip faydalandığı
her şey maldır. Böyle olan her şeyden (mesela zift, petrol, taş, eriyen ve erimeyen bütün
madenler… gibi) vergi alınır.(2/ 272) Mal, beynelmilel olup milletler arasında tedavül
eder. Mal ve paraların tedavülünü sağlamak ve bütün sınıflar arasında
dolaşımını temin etmek gerekir. Mallara kimin daha çok ihtiyacı varsa onun elinde
olması daha faydalıdır. Mal ve paraların sadece zenginlerin elinde toplanması
zararlıdır. (59/ 7) Mülkiyet hakkı, ferdin özel
menfaati için mal ve mal sayılan şeyler üzerinde bağımsız bir şekilde elde tutma
ve tasarruf etme hak ve salahiyetine sahip olmaktır. (3/ 26) Mülkiyet insan olmanın bir
gereği ve insanlık vasfının icap ettirdiği bir husustur. (9/ 34) Her şey insan içindir;
insandan başka mülkiyete müstahak bir varlık yoktur. (2/ 29) Mülkiyet düzeni, bir
devlet düzeni olup insanlar için bir rahmettir. (4/ 29) Mülkiyet düzeni fert ve
toplumlar için zorunludur. Fert, topluluk içersinde bulunduğu müddetçe onun mülkiyet
düzenine uyar. (2/ 180) Mülkiyet hakkı tamamen hukuki rejime tabidir. Mülkiyete
müdahale asla caiz değildir. Fiyat tahdidi, döviz ve özel kredi tahsisi, hiçbir
suretle söz konusu olamaz. Hükümetler kendisine tanınan vergi dışında bir ekonomik
müdahalede bulunamazlar. (3/ 26) Fertlerin sınırlı özel mülkiyet hakları vardır.
(3/ 26) İslam ekonomi düzeninde mutlak mülkiyet yoktur; kayıtlı mülkiyet vardır.
(24/ 33) Mülkiyet ve tüketimde eşitlik söz konusu değildir. (16/ 71) Mülkiyet ve
sermayede insanlar için eşitlik istemek yanlıştır. (30/ 28) İslam ekonomi düzeninde serbest
teşebbüs ve serbest ticaret esastır. (2/ 286) Herkes, kendi işini kendisi seçer;
üreteceği şeyi ve şekli kendisi bilir. (2/ 148) Çalışmalar, özel mülkiyet ve
serbest teşebbüs esasına dayanarak, ortaklaşa, zincirlemeli bir şekilde yapılır.
(2/ 110) Çalışma hayatında iş bölümü esastır. (17/ 84) Ücret, faydalanılan emeğin
karşılığıdır. Kira, faydalanılan menfaatin karşılığıdır. Bir menfaatin
karşılığına ücret denir. (28/ 27) Ücretle işçi tutmak meşrudur. (43/ 32) Kar ile
zarar, ücret ile emek, kira ile tesis arasında denge stabildir. Hem kendi aralarında
hem de diğerleri ile bir arada dengeyi sağlarlar. (2/ 275) Ücret, çalışanın
yaşaması için değil, mesela sermaye temini gibi, yaptığı çalışmaya yardım için
verilir. (1/ 5) Ücretler, mesleki ehliyetlere ve zamana göre, ilme, tecrübeye,
kabiliyete ve çalışkanlığa göre ayarlanır. (2/ 282) Ücret, ancak fayda meydana
gelirse tahakkuk eder. (65/ 6) Herhangi bir sebepten dolayı çalışamamış kimse
ücreti hak edemez. (6/ 158) Sözleşme ile ücret tahakkuk etmez; iş sona erip bittikten
sonra tahakkuk eder. (65/ 6) Ücrette Tunç kanunu, doğal ücret ve ücret fonu
nazariyesi gibi kavramların uygulanması adil değildir. (28/ 27). Kar, zararı karşılar; malın
değerindeki bir artıştır, fiyat farkıdır. (2/ 275) Riziko taşımadan elde edilen
karlar, faizdir. (2/ 275). Kira, belli bir menfaati belli bir
bedel karşılığında satmaktır. Kullanmakla tükenmeyen malları bir bedel
karşılığında kiralamak caiz olup buna icare adı verilir. İşçi, emeğini satmakla
kendisini kiraya vermiş olur. Kullanmakla tükenen mallar kiraya verilemez, mesela su,
sütü için inek ve meyvesi için ağaç kiralanamaz. Bunlar ayni mal olduğu için ancak
satılabilirler. (28/ 27) Faiz, borç verme karşılığı
olarak bir ayn temin edilmesidir. (2/ 282) Faiz, karşılığı, bedeli olmayan bir
fazlalıktır. Faiz, zamanla çoğalır ve katlat olur; fadl faizi ve nesie faizi olmak
üzere iki kısma ayrılır. Faiz bütün Müslümanlara haram ve yasaktır. (3/ 130)
Faiz, üretimi kısar, fabrikaların çalışmasını önler, bir noktada durdurarak,
krizlerin doğmasına sebep olur. (30/ 39) Faiz, mübadeleyi yavaşlatır, tedavülü
frenler ve milli geliri azaltır. (2/ 276) Faiz yasağını kabul etmeyenler, İslam
devletine isyan etmiş sayılırlar. (2/ 279) Faizli sistem, milli geliri kemirip
tüketir. (2/ 275) Hâlbuki milli gelirin artması ile devletin gelirleri de artmış
olur. (23/ 72) Gayri meşru yollardan mal kazanıp harcamalar yapmak milli geliri düşürür.
(5/ 42) Faizli sistemde milli gelir azalır; zekâtlı sistemde ise artar. (30/ 39). İslam ekonomi düzeninde tesis
sahibi kira, döner sermaye sahibi kar, çalışan emek sahibi de ücret alır. (2/ 267)
Toplumda gelir dağılımı adil bir şekilde ayarlanır. (2/ 134) Üretim sonunda meydana
gelen katma değerler, vergi, kira, kar ve ücret arasında şeriata (sözleşmelere) göre
bölüştürülür. (3/ 73) Gelir dağılımını adil bir şekilde ayarlayamayan ülkeler
ilerleyemez, çabuk çöküp yok olmaya mahkûmdurlar. (2/ 134) Tabii düzenini kurmuş olan
ülkeler, bolluk ve refah içersinde olurlar. (7/ 58) Vergi sitemini gereği gibi
ayarlayan toplumun ekonomi düzeninden korku ve sıkıntılar gider; bunun yerine refah
ekonomisi gelir. (2/ 274) İyilik ve refah bellidir; geçici zevklerden uzak olan ebedi
bir huzurdur. (3/ 92) Zenginlik ve refah, yoksulluk ve sefalet içtimaidir. Toplum tüm
olarak ilerler veya geriler. (2/ 155) Refah normal olan ekonomik davranışlarla meydana
gelir. (5/ 66) Refah, tarihi bir oluşun neticesidir. (1/ 7) Toplum düzeldikten sonra
bolluk ve bereket artar. (7/ 95) Kurtuluş, refah ve saadet için bireysel çırpınmalar
yeterli değildir; içtimai hareket ve davranışların olması gerekir.(3/ 186) Hicret
yani göç etmek, bolluk ve zenginliğe sebep olur. (4/ 100) Evlenmek de bolluk ve
zenginliğe sebep olur. (24/ 32) Tabii düzenini kuramamış veya bozmuş olan ülkeler
ise kıtlık ve sefalet içersinde olurlar. (7/ 95) refahın sağlanabilmesi için iyi ile
kötünün, bozuk ile sağlam malın, meşru mal ile gayri meşru malın birbirinden
ayrılması gerekir. (5/ 100) İçki, kumar, putlar, şans ve talih oyunları gibi
pislikler ekonomik düzenden temizlendiği zaman refah ekonomisi doğar. (5/ 90) Sosyal güvenlik
tedbirlerini almış ve sosyal güvenlik sınıflarının haklarını veren toplumlar
refaha ulaşır. (30/ 38) Bir toplumdaki fakirlere malların iyisi verilmeyip onlar, iyi
yiyip iyi giymedikçe refah ve huzuru temin etmek mümkün değildir. (3/ 92) İslam’ın
getirdiği faizsiz serbest ticaret sistemi, tam uygulandığı takdirde dünya cennet
misali bolluklar ülkesi haline gelir. Faizsiz serbest ticaret sistemini terk etmek ise
sefaletin doğmasına sebep olur. (5/ 66) Yasak olan bir şeyi serbest yapan, serbest olan
bir şeyi de yasaklayan toplumlar refah ve saadete ulaşamazlar. (16/ 116) Komşular
arasında en basit bir yardımlaşmayı bile yapmayan bir toplumun refah ve saadete
ulaşması mümkün değildir. (107/ 1–7) Zevk için yapılan harcamalara lüks
denir. Malların lüks (ihtiyaçtan fazla olarak sadece zevk almak için) kullanılması,
bazı şartlar altında mubahtır. Lüks, başkalarına iyilik yapmaktan alıkoymamalı,
iktisap, istimal, mübadele… gibi konularda gayri meşru davranışlara götürmemeli,
inançsızlığa ve güvensizliğe sürüklememeli ve inanıp iyi işler işlemekten
alıkoymamalıdır. (5/ 93) İsraf ise herhangi bir şeyde
haddi aşmak ve aşırı gitmektir. (25/ 67) Genel manada israf, bir nesnede haddi aşmak
ve itidali geçmektir. İsraf, hem ifrat hem de tefrit yönden olabilir. Yani bir şeyde
çok az yapmak da bir israftır (4/6) Lüks ve gösteriş tüketimi için yapılan
talepler, ihtiyaç sayılmaz. Bunları devlet karşılamaz. (2/ 215) Malların dengeli
harcanıp harcanmaması ve israf edilip edilmemesi konusunda toplumun kontrol etme yetkisi
vardır. (6/ 141) İsrafa kaçmamak üzere her türlü süslenmeler ve güzellik
harcamaları helaldir. (7/ 32) Tüketimde gösteriş, lüks ve israf harcamaları
haramdır ve günahtır, fakat yasak değildir. (2/ 215) İnanmış insanlar tüketimde
israf ve gösteriş yapmaktan sakınırlar. Onlar israf ve gösteriş yapmakta değil,
iyilik yapmakta yarışırlar. (3/ 14) Bünyeye uygun olan, faydalı ve münasip
şeyler helal kılınmış; bünyeye uygun olmayan, zararlı ve yabancı şeyler ise haram
kılınmıştır. (2/ 175) Sindirilebilen vücuda faydalı yiyecekler helal,
sindirilemeyen ve vücut için zararlı olanlar ise helal değildir (5/ 88) Bir şeyi
helal ve haram kılma hakkı Allah’a aittir. Hiçbir kimse kendiliğinden helal ve haram
hükmü veremez. (2/ 275) Meşru bir şeyi gayri meşru saymak yanlıştır. Yapılması
meşru olan bir şeyi yasaklamak zulümdür. (5/ 87) Haram olan şey malları ve emekleri
yerinde kullanmamaktır. (10/ 59) Toplumda mal, emek, para ve kredi
gibi değerlerin marjinal faydalarını artıran potansiyellerini çoğaltan ve yükselten
muameleler meşru, azaltan ve düşürenler ise gayri meşrudur. Rüşvet, yalan, faiz,
kumar, hırsızlık, suiistimal, aldatma, kandırma, göz boyama, ihtikâr, nüfuz
ticareti gibi gayri meşru kazanç yolları kabuğun gövdeden ayrılması gibi malları
sahiplerinden ayırarak, marjinal faydayı düşürürler. (5/ 42) Bugünkü sigortanın yerini İslam
ekonomisinde infak kurumu alır. İslam ekonomisinde herkesin hayatı sigortalıdır.
Ayrıca para alarak bir prim karşılığında sigorta yapan bir kuruluş yoktur. İslam düzeninin
bizzat kendisi sigortadır. Basit bir sigorta şirketine hiçbir suretle ihtiyaç yoktur.
İslam ekonomisinde vergilerin toplanması ve dağılması, yani bizzat bütçe, bütün
vatandaşların hayatlarını sigorta altına almıştır. İslam’ın mülkiyet anlayışı,
kaza teşkilatı ve idaresi sayesinde de bütün hayvanların ve hatta bitkilerin
hayatları bile teminat altına alınmıştır. İnfakın sebebi, evlilik, akrabalık ve mülkiyettir.
Nafaka yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaktır. (2/ 215)
Devlet, herkesin nafakasını temin etmekle görevlidir. (6/ 164) Hastalık ve malullük
sigortalarını yerini İslam düzeninde yakınlar kurumu almıştır. (2/ 83) Nafaka,
akrabaların yakınlarına kendi payından verdiği bir iane değil, kespteki kazançtaki
devlete düşen payın fert tarafından kullanılmasıdır. (6/ 164) Çocuk, aile ve
toplum içersinde doğar yaşar ve ölür. (4/1) Çocuk doğunca ona bakma görevi, nafaka
esas itibariyle babalara aittir. (65/ 6) Kendi aralarında evlenmeleri yasak olan
akrabalar veya birbirine mirasçı olabilen akrabalar birbirlerine bakmak zorundadırlar.
(17/ 26) Sosyal siyaset veya sosyal güvenlik,
halk eğitimi, çalışma ve yaşama düzeni, hep birlikte devlet düzeni içersinde
gerçekleştirilir. (2/ 83) Yardımlar önce aile, sonra mahalle, sonra bucak, sonra
vilayet, sonra devlet, en sonunda da bütün beşeriyet arasında yapılır. (4/ 36) Gerçekten
iyi bir insan olabilmek için, iyiliğe kavuşmak için, malların en iyisinden infak
etmek gerekir. (3/ 92) Topluluğa adanmış olan mallar ve kurbanlar, sosyal güvenliği
sağlarlar. (5/ 97) Devlet, mali gücü yeterli olmayan küçük çocuk sahibi ailelere,
çocuğa ve anasına yetecek kadar yardım eder. (6/ 151) Devlet darda olanlara yardım
eder ve borçlarını öder. (2/ 280) Herkes bedeni ile muhtaç olanlara yardım etmek ve
malının bir kısmını vermek zorundadır. (2/ 270) Herkesin mecburi olarak vereceği
devlet vergilerinin dışında kendiliğinden yapacağı yardımlar için hayır
kurumları kurulur. Sosyal hayır kurumlarının yanında iktisadi hayır kurumları da
meydana getirilir. (2/ 177) Yaşlı hasta çocuk ve yoksullara
yapılan yardımlar karşılıksızdır (2/ 83) Hiçbir kimse yaptığı bir iyilikten
dolayı başkalarını minnet altına alamaz. Diğer fertlere karşı mükellefiyetin
sebepleri, nesep yakınlığı, yaşamada yakınlık, çalışmada yakınlık, mekânda
yakınlık, komşuluk ve misafirliktir. (4/ 36) Ana-baba, akrabalar, yetimler yoksullar ve
yolcular tüketimde sosyal dengenin temel kurumlarıdır. (2/ 215) Yoksullara hakları bütçeden
ödenir. (17/ 26) Sosyal güvenlik tedbirlerini almış olan ülkeler refaha ulaşırlar.
(30/ 38) Sadaka (vergi), mükellefin, malından
sadece Allah için, devlet için muhtaçlara temlik edilmek üzere verdiği vergidir.
Sadaka, fakir ve yoksulların bir hakkı olup onlara verilmiş bir hediye, atiye ve
bağış değildir. Fakir ve yoksullara verilen sadaka, işçi ve memura verilen ücret
gibidir. Fakir, yıllık geliri yıllık harcamasından az olan yoksullardır.
Miskin-yoksul ise sermayesi olmayıp sermaye yardımı almaya hakkı olan kimsedir. (9/
60) Fakir, çalışma gücü olmayan, miskin-yoksul ise para gücü olmayan kimsedir.
Fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, yoksula da sermaye yardımı yapılır. (2/
83) Zil-kurba (yakınlar) evlerinde aciz olan yakınlarına bakmayı tekeffül eden
kimselerdir. Hasta ve yaşlılara bakanlar da bu guruba girerler. (8/ 41) Akraba, yoksul
ve yolcu gibi sosyal kurumların mensuplarına hakları kendi ellerine verilir. (17/ 26) Mal dilenmek genel olarak
mezmumdur. Ancak başka kazanç yolu bulamayan çaresizler için bir ruhsattır. Muhtaç
ve muztar bir durumda olan dilenciye yardım etmek, farza yakın bir görevdir. Dilenci
incitilmemeli, istediği verilmese bile kovulmamalı, azarlanmamalıdır. Eğer o, muhtaç
olmadığı halde istemeye ısrar ederse azarlanabilir. (93/ 9-10) *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |