. | "GÜÇLÜ BİREY – GÜÇLÜ TOPLUM" ya da "GÜÇLÜ FERT ve GÜÇLÜ DEVLET" ANLAYIŞI Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Güçlü birey ve güçlü toplum ya da güçlü fert ve
güçlü devlet derken bu deyimin ortaya çıktığı zaman ile ortam ve şartlar yani
mekân önemlidir. Onun için bu ifadelerin ne zaman ortaya çıktığı, ne zamandan beri
söylenmeye başlandığı ve ortaya çıktığı medeniyetin özelliği, ne amaçla
söylendiği, ortam ve şartları araştırılıp bilinmesinde fayda vardır. Zira dil,
bir insanın, bir toplumun ve hatta bir medeniyetin aynasıdır. Onun için insan
açısından dilin ne kadar önemli bir araç olduğunu söylemeye ihtiyaç yoktur. Bir
kişinin, bir milletin ve bir uygarlığın seciye ve karakterini, ahlak ve niyetini,
duygu ve düşüncelerini ve hatta hareket ve davranış biçimlerini onların dillerinden
rahatlıkla öğrenebiliriz. Onun için nasıl bir kişiyi yüzünden, görünüşünden
ve elinden (parmak izinden) tanıyabiliyorsak, bir medeniyeti de sahip olduğu kelime ve
terimlerinden yani dilinden tanıyabiliriz. Çünkü insanlar ihtiyaçlarına göre, sahip
oldukları şart ve durumlara göre kelime ve terimler üretirler; bir takım tarif ve
tasniflerde bulunurlar. O sebeple meseleye zamanımız açısından bakacak olursak tam
bugünkü bu Rönesans medeniyetinin, insan fıtratına ters düşen bu sistem ve
rejimlerin ruhlarını aksettiren, röntgenlerini ortaya koyan ve eksi yüklü
olduklarını bize söyleyen birçok kelime deyim ve ifadeler buluruz. Bu medeniyetle
beraber bir takım problemler ortaya çıktı. Daha doğrusu bireyin bazı doğal
haklarını elinden aldığınız için veya toplumun yetkilerini kısıtladığınız
için, bir takım çaresizlikler ortaya çıktı. Bireye olsun veya topluma olsun cahilce
yapılan bu müdahaleler ve suni yapılanmalar yeni, yeni problemleri de beraberinde
getirdi. Tabir caiz ise bir yapay etki bir yapayı; bir yanlış, başka bir yanlışı ve
bir sapkınlık başka bir sapkınlığı doğurdu ve böylece insanlar çare ararken
çaresizlikler zinciri, yanlış metotlar yüzünden hep birbirini takip edip gitti. Mesela "güçlü birey" derken tarihin hiçbir
sayfasında bu deyimin bugünkü ifade ettiği bu anlamda böyle bir kelimeye rastlamak
mümkün değildir, dersek aşırı gitmiş olmayız.
Çünkü burada bireyin içinde bulunduğu topluma veya yine vatandaşı
bulunduğu devlete karşı zayıf ve aciz olan kişinin güç kazanması ve güçlü
olması kastedilmektedir. Çünkü zamanın sahip olduğu bilim ve teknolojik imkânlar,
basın yayın ve iletişimdeki kolaylıklar, topluma yön veren dinamiklere, bireyi
kullanma, onu çağdaş köle yapma ve haklarını elinden alma, böylece onu zayıf ve
güçsüz kılma imtiyazını vermiştir. Mesela bugün bireyin, kendisini savunma hakkı
bile yoktur; sanki herkes mahkemede kendisini savunmak için bir avukat tutmak
zorundadır, usul ve uygulama böyledir ve yine hiçbir kimse şahsen bir anayasa
mahkemesine başvuramaz. Bu toplumun amipleşmesinin ve merkezileşmesinin kötü
sonucundan başka bir şey değildir. Bireyin zimmet hukukunu yani insanın insanlığına dayanarak
verdiği sözü ile temellendirdiği, söz vermekle alacaklı veya borçlu olmasını
elinden alanlar onun kişiliğini ve doğal kişiliğini küçülttüler ve daralttılar.
Böylece sanki insanın insanlığının bir parçasını elinden koparıp aldılar. Bu
yüzden hiçbir işçi emeğinin karşılığı olan ücretini kendi rızası ile kendisi
belirleyemez. Onların kendi rızaları ile birey, birey vekâlet vermediği işçi
patronları ve sendika ağaları vardır. Bu sözüm ona sendika başkanları, "toplu
pazarlık" adı altında onların emeklerini bir mal gibi, bir eşya gibi kendi
keyiflerince alırlar ve satarlar. Kölelik kalktı diyenlerin kulakları çınlasın; bu
post modern veya çağdaş kölelik değil de nedir. Bu medeniyetin bir rezalet terimi
olarak ortaya koyduğu, başka bir kelime de sözüm ona adına "tunç kanunu"
denen şey, insanı yani işçileri bir mal ve eşya gibi arz-talep kanunlarına tabi
tutan bir zihniyetin çarpık düşüncesinin sapık hükmünden başka bir şey
değildir. Bir örnek daha vermek gerekirse bugün bireyselleşme ve
bireycilikten bahsedenlerin ve "daha çok birey" diyenlerin dayandıkları
eserlerin çoğu "toplum" demektedir. Mesela 1723–1790 yılları arasında
yaşamış olan Adam Smith, ekonominin temellerini atıp iktisadi büyüme ve mutlak
üstünlük teorileri düşünceleri ile yazdığı "The Wealth of Nations"
(Milletlerin ya da Devletlerin Zenginliği) adlı eserinde isminden de anlaşıldığı
gibi sanki birey değil, millet ve devletin önemli olduğu imajını vermiştir. Doğayı
tahrip edenlerin, yeşil barış derneklerinin kurulmasına sebep oldukları gibi ve
kadını toplumda ezenlerin feminizm hareketinin doğup ortaya çıkmasına yol
açtıkları gibi, geçen bu zaman içinde bireyi küçültenler, şimdilerde güçlü
birey diye slogan atıyorlar. Azınlık ve azınlıklar ifadesi de böyledir. İslam
terminolojisinde ve literatüründe böyle bir kelime ve ifadeye rastlamak asla mümkün
değildir. Çünkü bu kelime de çoğunluğa karşıt olarak üretilmiştir. Zira bu
kelime, çoğunluğun çokluğu karşısında ezilmişliğin ve yok olması lazım
gelmişliğin, belki yine İslam toplumlarında hiç mi hiç bulunmayan; ne teoride ve ne
de pratikte yer almayan "asimile" yani kendi içinde eritme politikalarına tabi
tutulmuşluğun bir tasvirinden başka bir şey değildir. Çünkü azınlık diye, bir
toplumun içinde düşünce, davranış ya da herhangi bir özellik yönünden
ötekilerden ayrılan, sayıca az kişilerin oluşturduğu topluluğa denilmektedir.
(Büyük Larousse) Başka bir deyişle azınlık, içinde bulundukları bir ülkede
devletin hâkim milletinin yanında dil, din ve ırk bakımından farklı olan ve sayı
bakımından az olan kişilerin meydana getirdiği bir toplumdur. (Misalli Büyük
Türkçe Sözlük) Bugünkü yanlış anlayışlara göre çoğunluk azınlığı
eritmeli, onu dilinden, dininden ve kültüründen etmeli, asimile edip bu dil, din ve
kültürü yok olmalı; çoğunluğun dini, dili ve kültürü kalmalıdır. Hâlbuki bu
düşünce İslam'la ve İslam'ın insan anlayışıyla taban tabana zıttır. Zaman,
zaman orada burada duyduğumuz Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında bulunan
ülkelerin dil ve kültüründe asimilasyona gitmemekle büyük bir yanlış yaptığı
konusundaki ifadelerin bizzat kendisi, yanlış bir hükümden ibarettir. Hemen
söyleyelim ve düzeltelim ki, Osmanlılar böyle yapmakla doğrusunu yapmışlardır.
Çünkü insanların dili ve ırkları doğaldır, ilahidir. Din hususunda herkesin
özgür ve serbest iradeleriyle kabul ettikleri bir dine ancak saygı duyulur. İslam'da
dini konularda asla baskı yapılamaz. İnsan özgür ve serbest iradesiyle bir dine
inanacak ve öylece ibadetini yapacak ki, öbür dünyada Allah'a hesap verebilsin veya
kendisine hesap sorulabilsin. Cenab-ı Hak İslam dinini insanlara öğretmek ve
anlatmakla görevlendirdiği elçisi Hz. Peygamber'e bile Ğaşiye Suresinin (88), 21 ve
22. ayetlerinde "Haydi öğüt ver; sen şimdi sırf bir öğütçüsün. Onların
üzerinde bir zorba değilsin" buyurmuştur. Elmalılı da bu ayetleri şöyle
yorumlamıştır: O halde hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp
düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini
veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha fazla
zorlama, zorla düşündüreceğim diye uğraşma, çünkü sen ancak bir
hatırlatıcısın. Sadece durumu onlara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçi,
bir öğütçüsün. Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp
düşündürecek, her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi
iman etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet
veremezsin."(Kasas, 28/56). İşte insana
insanca bakamayanlar, onu eşya seviyesine indirerek, kişilerin düşünce ve
görüşleri, din ve inanışlarının kendisi kadar kutsal olduğunu unutarak, çay
şekerinin çayın içinde eridiği gibi eritmek ve asimile etmek isteyebilirler. Ama bu
bir insani muamele ve insana yakışan bir muamele değil, onu insanlıktan daha da
uzaklaştıran bir zorbalıktır. Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, gerek bireysel
alanda ve gerekse toplumsal alanda yapılan bir yanlış, başka bir yanlışı doğurdu,
verilen bir zarar başka bir zararı daha doğurdu ve böylece rüzgâr ekenler poyraz
biçtiler ve şimdilerde onlar ortaya çıkan kriz harmanlarını kaldırmaya
uğraşıyorlar. Ekonomi tarlasına faiz ekenlerin ve yanlış vergi tahsil edenlerin
işte böyle kriz ekinleri biçmeleri şaşılacak bir şey değildir. Mesela grev ve
lokavt gibi kelimelerin uygulanması da işçi ve işveren taraflarının karşılıklı
olarak birbirilerinin iradelerini yok etmeye çalışmalarından başka bir şey
değildir. Bunlar sanki "iyilikte yarışarak ileri gitme" (Fatır 35/ 32)
esasını tersinden tutarak, çıkar paralelliği ile "kazan, kazan" deyimiyle
her iki tarafın da kazanıp karlı olacağı yerde bunlar, çıkar çatışması ve
menfaat kavgasının yolunu tutmuş oldular. Bizim yazılarımızı takip edip okuyanlar birey-toplum ve
fert-devlet konusunda benim bisikleti örnek verdiğimi bilirler. Birey topluma, toplum da
bireye bağlı olduğu için, bisikletin ön tekerinin çalışması arka tekerin
çalışmasına; arka tekerin de çalışması ön ekerin çalışmasına bağlı olduğu
gibi, birey ile toplum hep birbirine bağlıdır. Onun için bireysiz toplum ya da
toplumsuz birey düşünülemez. Fakat bunların birisi küçük diğeri kocaman, birisi
zayıf diğeri ise güçlü kuvvetli değildir. Bizim anlayışımıza göre bunlar aynı
değerde olup sanki birey bir farz-ı aynı terk ettiği zaman nasıl günahkâr oluyorsa
bir toplum da bir farz-ı kifayeyi terk ettiği zaman aynı derecede günahkâr olur.
Öyleyse birey-toplum dengesi vardır ve bunlar matematikte bir çarpım işleminde
çarpan sayı ile çarpılan sayının fonksiyonel yönü itibariyle eşit olduklarından,
mesela 2 X 9 = 18 işleminde 2 ile 9 rakamları aynı güce sahip olup bu bakımdan
eşittirler. İşte birey ile toplum ve fert ile devlet de böyledir. Bunlar biri
diğerine tercih edilmediği gibi, biri diğerini yok etmez; tam tersine biri diğeri ile
var olur ve değer kazanır. Çünkü işlemdeki 2 rakamı yok olduğu yani sıfır
olduğu zaman 9 da yok olur. Aynı şey, 9 rakamı için de söz konusudur. Bunun için
Kuranda "Kim bir kişiyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir."
(Maide 5/ 32) buyrulmuştur. İşte bu sebeptendir ki, Mekke'de bireyi (ve bireyleri) bulan
Hz. Peygamber, toplumu inşa edemediği için toplumsuz bireylerin bir değer ifade
etmeyeceğini, bisikletin sadece bir tekerle yürümeyeceğini bildiği için, yani
Mekke'de bir toplum oluşup kendi yolunda hayatını devam ettirmediği için, Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştır. İşte
meseleye bu açıdan baktığımız zaman Medine'ye yapılmış olan hicretin siyasi
açıdan anlamı ve hedefinin şu ayetle ifade edilmiş olduğunu görüyoruz: "ve
şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de
beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver "
(el-İsra 17/ 80) Kaynaklar, bu ayetin Mekke'den Medine'ye hicret edilmesi
hakkında geldiğini ve ona işaret ettiğini açıklıyorlar. (Bak Celaleyn, Razi, İbn
Kesir) Ancak bundan birkaç ayet önceki 76. ayette (Ey Muhammed!) Yakında seni yurdundan
çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler ve o takdirde onlar da senin ardından
pek az kalacaklardır."buyrulmuştur. Aynı zamanda burada da Hz. Peygamberin hicret
etmek zorunda kalacağından söz edilmektedir. Bu ayet her ne kadar indirildiği zaman
bir tehdit unsuru olarak görülmüş ise de aslında o gelecekteki bir olaydan yani
gaipten haber veriyordu. Nitekim 10 yıl sonra ayetin dediği gerçekleşmiştir. Bu
surenin gelmesinden 1 yıl kadar sonra Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'i yurdundan
ayrılmaya zorlamışlardır. Fakat O, bundan 8 yıl kadar sonra Mekke'ye bir fatih olarak
gelip girdi. Mekke'nin fethinden 2 yıl kadar sonra da bütün Arabistan müşriklerden
temizlenmiş oldu. Bundan sonra Mekke halkı orada müşrik olarak değil, müslüman
olarak kalmış oldular. (Mevdudi, Tefhim, III, 127). Ayette Mekkeli
müşriklerin Hz. Peygamberi ve Müslümanları Mekke'den çıkarmak için onları
tedirgin ediyor olduklarını söylemekle hicrete, senden sonra onlar da az kalacaklar
diyerek gelecekten haber vermesi de Kureyşli müşrik liderlerin iki yıl sonra Bedir
savaşında öldürülmelerine işaret edilmiştir. (M. Esed, K. Mesajı, II, 575). Bu iki ayet Mekke'den Medine'ye yapılan hicreti
anlatmakla beraber; ayrıca ayetin şu kısmında "Rabbim, beni (girdirilecek yere)
doğru bir girdiriliş ile girdir" ve "(çıkarılacak yerden)doğru bir
çıkarılışla çıkar" ve hem de "katından bana yardımcı bir güç
ver" buyrulması, konumuz açısından bize ilham kaynağı olmuştur. Rağıb'ın Müfredat'ında ve M. Asım Efendi'nin Kamus'unda
ifade edildiği üzere "sıdk" kelimesi vakıaya uygun olan sözler için
kullanılmakla beraber aynı zamanda insanların fiilleri için de kullanılır. Araplar,
kişi savaşın hakkını tam olarak yerine getirdiği ve yapılması gerekeni yaptığı
zaman "sadeka fi'l kıtali" yani savaşta sadık davrandı; yapılması lazım
geleni yaptı; vakıa ile uyum sağladı demek olur. Nitekim ayette de "Müminlerden
öyle erler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler. (sadakat
gösterdiler)" (Ahzab 33/ 23) buyrulmuştur. Yani ortaya koydukları eylemleriyle
taahhütlerini yerine getirdiler, demek olur. Bu ayetler gösteriyor ki, insanın fiili
ile vakıa ve çevre arasında bir ilgi ve uyum bulunmalıdır. Müminin içi dışı bir
olduğu gibi, fiilleri de çevre ile uyum içinde olacaktır. Ayrıca afak ile enfüs; iç
ile dış; birey ile toplum; fert ile devlet; yer ile gök; bitki örtüsü ile bulunduğu
yer arasında da bir uyum ve ahenk vardır. Zaten bu düşünce toplumun bir uzviyet ve
organizma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Onun için birey ile toplum ve fert ile
devlet arasında doku uyuşmazlığı diye bir şeye asla mahal yoktur. Uyum esastır;
ancak bir yerde dinini yaşama imkânı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi
gerektiği, "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, yeryüzünde başka bir yere
göç etseydiniz ya!" (Nisa 4/ 97) ayetinden anlaşılmaktadır. Biz birey ile toplum
ve fert ile devlet birlikteliği ve bütünlüğünü, bireyin hareket ve
davranışlarıyla devletin fiilleri, kanun ve kural koyması arasındaki ahengi
düşünürken termometre ile çevre ısısı arasındaki uyum aklımıza gelmektedir.
Yalnız burada termometrenin ısıya tabi olacağı gibi, bireyin topluma, ferdin de
devlete uyacağı asla kabul edilmemelidir. Fert, mecbur olmadıkça, darda, zorda ve
zarurette kalmadıkça toplumun ve devletin yanılgı ve yanlışlarına, gaflet ve
dalaletine uymaz, onun günahlarına ortak olmaz.
Ayetin sonunda mensur ve muzaffer kılacak, yardım edici bir
sultan ve gücün Allah'tan istenmesi öğretilmektedir. Çünkü bütün güç ve
kuvvetin sahibi Allah'tır; fakat zalimler bunu bilemezler. (Bakara 2/ 165) Yine Kuran
ifadesiyle "Allah'ın dilediği olur ve güç-kuvvet ancak Allah ile olur, demek
gerekiyor." (Kehf 18/ 39). Şu halde biz birey ile toplumun gücünü ve onların
güçlü olmasını önce Allah'a imanda, sonra O'nun eşyaya koyduğu kanun ve
kurallarda, nizam ve düzende arayıp bulmamız gerekiyor.
Mevdudi de bu ayetin yorumunda şunları söyler: Yani "Bu bozulmuş dünyayı
ıslah edebilmem için ya bana bir yetki ve güç ver, ya da devletlerden birini benim
yardımcım kıl." Çünkü zulmü ve sapkınlığı ortadan kaldırmak,
günahkârlığı kontrol etmek ve adaleti gerçekleştirmek için güç ve kuvvete
ihtiyaç vardır. Hasan Basri ve Katade bu ayeti böyle tefsir etmişlerdir.
Büyük müfessirlerden İbn Cerir ve İbn Kesir de bu görüştedir. Bu görüş Hz.
Peygamberin bir hadisi ile de desteklenmektedir. "Allah Kuran ile yok edilemeyen
kötülükleri sultan (güç) ile yok eder." Bu İslam'a göre ıslah edici siyasi
gücün gerektiğinin bir delilidir. Çünkü sadece uyarı ve tebliğ ıslah için
yeterli değildir. Bunun yanı sıra Allah kendi dininin ikame edilmesi ve kanununun
uygulanması için peygamberine bizzat bu duayı öğrettiğine göre, güç sahibi
olmayı istemek sadece helal değil, aynı zamanda övülen bir harekettir ve bunun
dünyevi bir istek olduğunu söyleyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Gerçekte
asıl dünyevi olan şey, kişinin kendi çıkarı için güç kazanmayı isteyip
arzulamasıdır. Bunun tersine Allah yolunda O'nun rızası için güç kazanmayı istemek
dünyaya tapmak demek değil, bilakis Allah'a ibadet etmek demektir. Şayet cihad için
kılıç talep etmek yanlış değilse, ilahi hükümler için güç talep etmek de
yanlış değildir. (Mevdudi, Tefhim, III, 131). Burada toplum ve toplumlar arası ilişkiler başka bir ifade
ile devlet ve devletlerarası ilişkiler ya da devletler hukuku hakkında söz ederken Hz.
Peygamberin Risalet alanı itibariyle diğer peygamberlerden farklı bir konuma sahip
olduğunu söylemeliyiz. Diğer peygamberler milli ve yöresel iken Hz. Peygamber
beynelmilel ve küresel olup O, tüm insanlığa görevli olarak gelmişti. (Araf 7/ 158)
Zeki Mesud Alsan "Yeni Devletler Hukuku" adlı eserinde (s.17) "Eski
zamanlarda devletler birbirinden uzak yaşıyorlardı. Yan yana yaşayanlar da bir
mücadele içinde bulunuyorlar ve biri diğerini yenerek onun yerine geçinceye kadar
çarpışıyorlardı", diyor. Bu tespit bizce de doğrudur; zira uluslar arası
ilişkiler hakkında insanların nasıl davranacakları hakkında kendilerine
peygamberleri tarafından bir bilgi verilmemişti. Çünkü onlara hayatı öğretip
anlatan, vakti gelince de onlara yol gösterip gelişmelerini sağlayan peygamberleri hep
milli ve yöresel idi. Yine hemen ifade
etmeliyiz ki, tarih içinde meydana gelmiş tüm değişme ve gelişmeler, aşama ve
merhaleler, insanlara yol göstermeler hep peygamberler tarafından
gerçekleştirilmiştir. O nedenle Hz. Peygamber'e gelinceye kadar insanlar, henüz aile
ve devlet aşaması çağında olup uluslar arası ilişkiler merhalesine daha
gelememişlerdi. İnsanların devletlerarası veya milletler seviyesinde bir birlikteliği
ya da uluslararası ilişkileri kurup yapabilmeleri için ve bunun bir hukuk çerçevesi
dâhilinde olması için, evrensel bir peygamberin öğretilerine ihtiyaç vardır. İşte
Hz. Peygamber bu sıfatla Allah'ın elçisi olarak gelirken onun öğretilerine dayanan
İslam âlimleri bu ilişkileri düzenleyen eserler de yazdılar. İlk defa bu konuda bir
hukuk kitabı yazan, İmam Ebu Hanife'nin öğrencilerinden İmam Muhammed
eş-Şeybani'dir. 132–189 / 749–805 tarihleri arasında yaşamış olan bu değerli
bilgin hakkında Ahmet Yaman, onun es-Siyer-ul Kebir adlı eserinin (İslam Devlet Hukuku)
adıyla yapılmış tercümesine alınan yazısında "devletler hukuku tarihinde en
başta gelen müellif, İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybani'dir. Ebu Hanife'nin fıkıh
muhitinde yetişen bu büyük hukukçunun kaleminden çıkan "es-Siyer-ul
Kebir", gerek muhteva ve gerekse konuları ele alış biçimi açısından temel
kaynağımız durumundadır. O'nun uluslararası ilişkiler alanındaki önderliğini ve
uzmanlığını takdir eden batılı hukukçular, Almanya'nın Götingen kentinde
"Şeybani Devletler Hukuku Enstitüsü"nü kurarak O'nun konuyla ilgili görüş
ve çalışmalarını tanıtmaya amaçlamışlardır," demektedir. Devletler hukukunun tarihçesi: Avrupa ülkelerinde, Devletler
Hukuku, günümüzdeki hüviyetini ancak 19. yüzyıl ortalarından itibaren almaya
başlamıştır. Hâlbuki günümüzde yeni, yeni söz konusu olan Devletler Hukuku
problemlerine görüldüğü gibi zamanımızdan bin sene önce İslam âlimleri kaideler
koyarak çözümler getirmişlerdir. Devletler Hukukuna ait meseleler, çeşitli fıkıh
ve siyer kitaplarında en teferruatlı şekilde ortaya konmuştur. Çeşitli kaynaklardaki
bu bilgileri, Büyük İslam âlimi Serahsi de (miladi 1009–1090) İ. Muhammed'in
Siyer-i Kebir'ine yaptığı Şerhte toplamıştır. Cafer-i Tayyar'ın Habeşistan'da
Necaşi'nin huzurunda söylediği sözler de Devletler Hususi Hukukunun temelini teşkil
eder diyebiliriz. Hz. Âdem'den başlayıp Hz. Muhammed'e kadar uzanan ve Hz.
Muhammed'den de bugüne kadar gelen yeryüzündeki insanlık ırmağı yokuş-iniş,
dönemeç ve düz yol derken meyve toplama, hayvanları avlama, hayvanları ehlileştirip
gütme, bir toprağa yerleşip tarım yapma, pazar, ticaret ve sanayi dönemlerini
geçirerek zamanımıza kadar gelmiştir. İnsanoğlunun bu tarih haritasına
baktığımız zaman bazen gece, bazen gündüz olmuş; bazen adalet, bazen de zulüm
olmuş; birey yükselmiş, toplum çökmüş; fert ezilmiş devlet güçlenmiştir. İman
yükselmiş, küfür çökmüş; küfür güçlenmiş iman zaafa düşmüştür. Bunların
hepsi doğaldır; azimet ile ruhsatı, normal ile anormali bilenler, çocuk zayıf, genç
kuvvetli demezler; gece karanlık, gündüz aydınlık demezler. Kuvvet hayvana, kanun ve
kural ise insana gerek diyerek, hukuk peşinde hukuki olma yolunda koşarlar. Yoksa bugün
İsrail'in Filistin'de yaptığı gibi ben insanım ama hayvani yönümde vardır, onun
için hayvan gibi kuvvete başvururum, kadın kız, çoluk çocuk demem hep vururum
diyerek, hayvanca muamele yapanlar, tam bu Rönesans medeniyetinin laboratuar medeniyeti,
hayvan, eşya, cansızlar yani taş toprak merkezli bir medeniyet olduğunun örneklerini
veriyorlar. Onun için hak hukuk peşinde koşanlar ise bireyi tanırlar, toplumu
tanırlar, aradaki dengeyi koruyarak, her ikisini tutarlar, haklarını ve vazifelerini
koyarlar. Fakat bu medeniyet, insanlığı batıran bu batı medeniyeti, gece medeniyeti
olduğu için insanların gözü görmüyor, gerçeği kavrayamıyor. Din dışı olduğu
için de birey ve toplum, fert ve devlet hakkında bilgisiz kalıyor; eşyanın tabiatına
ters düşüyor, huzursuz oluyor, kendisini ve toplumunu güçsüz ve zayıf buluyor.
Artık insan hukukun, hakkın ve doğrunun peşinde değil, insan olmanın ve
insanlığın peşinde değil, gücün, kuvvetin, güçlü olmanın ve kuvvet bulmanın
arkasından koşturuyor da koşturuyor. Böylece bunlar, bu sanayi döneminin yani
hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla maddi servetler
üretilmesi ile meşgul olan bir devrin, ruha değil sadece bedene bakan, histen ve
duygudan uzak kalarak, iyi-kötü ve güzel-çirkin kriterlerini bırakan, maddileşmiş
bir insan, başka bir ifade ile sadece beden dediği için hayvan seviyesine inmiş bir
birey ve toplum örneğini temsil ediyorlar. Hayır, hayır! İnsan bu değil, birey ve
toplum bu değil; fert ve devlet denilen şey aslında bu ve böyle asla değildir.
Allah'ın kendisine insan olma şerefini bahşettiği, yaratıkların en değerlisi, ruh
ve beden dengesiyle en güzel kıvama sahip olan, bu yeryüzünde Rabbi'nin halifesi olan
birey, fikir, his irade ve ünsiyet gibi melekelerle donatılmıştır. His iyiyi
kötüden, fikir doğruyu yanlıştan, irade faydalıyı zararlıdan, ünsiyet ise adaleti
zulümden ayırır. İyi, doğru, faydalı ve
adil olan 'hak'tır. Kötü, yanlış, zararlı ve zulüm olan ise 'batıl'dır. Hisler ne
yapılacağına karar verir, yani iyiliğin ne olduğunu belirler. Fikirler nasıl
yapılacağına karar verir, yani doğruyu bulur. İrade
ne zaman yapılacağına karar verir, yani faydalıyı yapar. Ünsiyet ise nasıl
paylaşılacağına karar verir, yani adil bölüşüm yapar. İşte yeryüzünde mevcut
olan hak ile batıl mücadelesinde bütün bu özellik ve güzelliklerini tam kapasite ile
çalıştırarak faaliyet gösteren kişiye biz güçlü birey diyoruz. Ancak böyle bir birey kendi başına olursa yarım olur; bir
de onu tamamlayan mensup olduğu bir toplum olması lazımdır. Toplum denilen şey de
yine böyle bir bireylerden oluştuğuna göre saydığımız bu dört hassanın orada
kurumlaşarak ortaya çıkması gerekir. Çünkü bireyde ruh ve beden olarak görülen
zemin, toplumda ulus ve ülke olarak kendisini gösterir. Böylece toplumda meydana
gelmiş olan dini, ilmi, iktisadi ve idari (siyasi) kurumlar toplumu meydana getiren
unsurlar olup bireyin melekelerinin toplumdaki uzantılarıdır. Eğer bir toplumda bu
dört unsur ve kurum kendi aralarında dengeli olup tam kapasite ile çalışırsa işte o
toplum güçlü toplum sayılır. Biz bu meseleye psikolojik ve sosyolojik açıdan
bakarak şöyle de diyebiliriz. Psikolojinin konusu insan, sosyolojinin konusu ise
toplumdur. İnsanı meydan getiren unsurlar ile yeteneklerini ve toplumu teşkil eden
unsurlar ile sosyal kurumları böylece anlatmış bulunuyoruz. İnsan ruh ve bedenden
meydana gelir. Ruhi yapısı manevi, bedeni yapısı ise onun maddi yönünü oluşturur.
İnsanların "his ve inanma", "düşünce", "irade" ve
"ünsiyet" gibi yetenekleri vardır; insan önce hisseder ve bu hislerini
düşünmeye başlar. Düşüncelerini oluşturarak bir karara varır ve iradesini
kullanır. İradesini kullanırken diğer insanları, yani içinde yaşadığı toplumu
hesaba katar. Böylece psikolojide insanın bu dört yeteneğinden bahsedilmiş olur. Diğer taraftan insanın bedenini toplumda ülke, ruhunu ise
ulus karşılar. İnsanın bu yetenekleri toplumda sosyal kurumları oluşturur ve bu
kurumlar da toplumsal yapıyı meydana getirirler. Yukarıda da söylediğimiz gibi
sosyolojide bu kurumlar "din", "ilim", "iktisat" ve
"siyaset" olarak incelenir. (Bak S. Akdemir, Sosyal Denge, s. 38–39) Bugün güçlü birey-güçlü toplum ya da güçlü fert ve
güçlü devlet unvanına sahip olabilmek için bu anlattıklarımız çerçevesinde
yeniden yapılanmak gerekir. Yoksa azlık çokluk bir şey ifade etmez; sadece bilim ve
teknolojiye dayanarak veya silah gücüne dayanarak insanlara zulmetmek İsrail'in
Filistinlilere yaptığını yapmak insanlık dışı bir olaydır ve zulümdür. Bu
konuda da ben şahsen Müslümanları kusurlu ve suçlu bulurum. Düşman
düşmanlığını yapacak ve seni yok etmeye çalışacaktır. Ama müslümanlar
müslümanca olmazlarsa ve Allah'ın Kuran yolundan uzaklaşırlarsa işte böyle bir
avuç Yahudi'nin maskarası olurlar. Kendi Peygamberlerini temsil edemeyen bir ümmetin
sonucu işte budur. Hz. Peygamber zamanında Medine ve çevresinde yaşayan Yahudiler
verdikleri sözlerinde durmayıp anlaşmaları bozmaları ve ihanet etmeleri sebebiyle
Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza, Hayber ve Fedek Yahudileri karşılarında
Muhammedi toplum ve devleti görünce ya yurtlarını terk edip defolup gittiler, ya
kılıçtan geçirildiler ya da anlaşma yaparak ellerindeki arazi ve gelirleri
Müslümanlarla paylaşmak zorunda kaldılar. (Büyük İslam Tarihi, I, 415–423). İsrail devletinin
kurucularından ve ilk başbakanı olan David Ben Gurion'un konuyla ilgili olan bir
sözünü burada anlatmak yerinde olacaktır. 1948 yılında devlet kurulup koltuğuna
oturduğu zaman Ben Gurion'a ziyarete gelenlerden birisi şöyle diyor: Müslümanların
kitabı Kuranda Yahudiler devlet kuramayacaklar diye yazılı imiş ne dersiniz? Siz bana
o Kuran Müslümanlarını getirin o zaman onlarla bu konuyu görüşürüz cevabını
vermiş. Şu halde İslam karşıtı bir kimse bile Müslümanların Kuran müslümanı
olmaktan uzak olduklarını keşfetmiş ve her halde müslümanlar öyle olsaydı biz bu
devleti kuramazdık, demek istemiş olabilir. Azlık çokluk bir şey ifade etmez dedik; çünkü Kuran-ı
Kerim'de Cenab-ı Hak, "Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle sayıca çok bir
topluluğu yenmiştir" (Bakara 2/ 249) buyuruyor. Başka bir yerde de "Ey
Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa,
iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin
kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." Enfal 8/ 65)
buyrulmuştur. Müslümanlar için düşmanlarına karşı bir savaşı
kazanmak gibi mevzi ve küçük çaplı bir olay değil, Allah, iman eden ve amel-i salih
işleyen bir topluma küre-i arzı vaat ediyor. "Allah, sizlerden iman edip iyi
davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi,
kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği
dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku
döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar
bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr
ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nur 24/ 55). Yine Kuran'da
Enbiya Suresindeki konuyla ilgili bir ayet daha gözümüze çarpmaktadır: "And
olsun Zikir'den ( Tevrat veya levh-i mahfuz'dan) sonra Zebur'da da "yeryüzüne ancak
iyi kullarım varis olacaktır" diye yazmıştık. (Enbiya 21/ 105). Bugün
Filistin'i bile savunma konusunda aciz ve zillet içinde bulunan İslam âlemi ve
müslümanlar, bir gün Allah'ın salih kulları, iyi kulları haline gelirlerse
yerküreyi hükmeden varisler olabilirler.
Bu ayetler de
açıkça gösteriyor ki, bütün mesele iyi insan iyi toplum, imanlı birey ve imanlı
toplum olma meselesidir; Allah'a kul olarak O'nun kanunlarını uygulayarak yine Allah'tan
güç ve kuvvet alma meselesidir. Karada, havada ve denizde, siyaset, ticaret ve
iktisatta, aile ve toplumda, kâinatta ve yeryüzünde, insan, hayvan bitki ve cansızlar
âleminde her zaman ve her yerde hep Allah'ın kanunları yürürlüktedir. "Eğer
yer ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, yer ile gök (bunların nizam ve
dengesi) bozulurdu." (Enbiya 21/ 22). Allah merkezli bir kâinat ve Allah merkezli
bir dünya var diyenler, varlık âlemindeki bu tevhidi ve birlikteliği yeniden
keşfederek, biz sadece Allah'ın koyduğu kanunları çalıştırır ve Allah'a kulluktan
başka bir şey bilmeyiz dedikleri gün, bu aciz ve zilletten kurtulur ve yeryüzünün en
şerefli ve en güçlü toplumu haline gelmiş olurlar.
Makalemizin tümüne şöyle bir bakıldığında yeryüzünde
bir dengeler dünyasının bulunduğunu dile getirme çabalarının sarf edildiği
açıkça görülür. Bu gün bana dünyada bu dengeleri kurmuş bir tek İslam devleti
diye bir devlet gösterebilir misiniz? Bireysel iman toplumsal imanla eşleşip
bütünleşmedikçe ve bunlar her ikisiyle birlikte sosyal, siyasal, hukuki ve iktisadi
alanlarda bir fonksiyon icra etmedikçe güçlü birey ve güçlü toplumdan bahsedilemez.
Kuran-ı Kerimde 79 yerde iman toplumuna hitap ederek "Ey iman edenler!"
buyrulmaktadır. Ancak bu ayetlerin hiçbirisi Mekke'de değil, hepsi tümü de Medine'de
nazil olmuştur. Çünkü müslümanlar Mekke'de bireysel imana sahip iken, onlar birey,
birey mümin iken maalesef onların toplumsal olaylarını yönlendirip yönetecek bir
merkezleri ve devletleri yoktu. İşte Hz. Peygamber ile arkadaşlarının Mekke'den
Medine'ye hicret etmelerinin sebebi, Medine'de Allah'ın "Ey iman etmiş olan
toplum!" hitabına nail olmuş şerefli bir toplum olarak, toplum hayatının tüm
alanlarında mensubu oldukları İslam'ın iman amel ve ahlak yönlerinin tam kapasite ile
çalışmasını sağlamaktır. Yoksa çeyrek, yarı ya da üççeyrek müslüman olan bir
toplum güçlü bir toplum olmayacağı gibi, meydanlarda, sokaklarında ve caddelerinde
mitingler yaptırılarak "kahrolsun şeriat!" diye avaz, avaz bağıranların
seslerinin yeri göğü inlettiği bir ülke iman toplumu olamaz. İzafiyet ve
bileşke kanunlarının yürürlükte olduğu bu dünyada olaylardaki diğer bileşenleri
ıskarta sayarak fail-i hakiki kendisi imiş gibi gösterip toplumdaki sebepler zincirini
hiç kabul edip, kendisi de halkalardan bir halka olduğu halde cahilce "ben ettim,
ben yaptım, ben kazandım, ülkeyi ben kurtardım veya o kurtardı" demenin
yanlışlığını biz Kurandan, ayetlerden anlıyoruz. Mesela Karun'un zenginliği hep
kendisi sayesinde mi oldu yoksa onu o kadar çok zengin eden Allah yani Allah'ın koyduğu
sebep ve şartlar kanun ve kurallar, sebepler zinciri yani toplum muydu? Ayette
anahtarlarını bile taşımanın güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır geldiği
hazineleri ona biz verdik buyrulmaktadır. (Kasas 28/ 76). Hâlbuki Karun bu kadar mal ve
paraya ben sahip olduğum ilim sayesinde elde ettim, demektedir. (Kasas 28/ 78). İşte
toplumu tanımayan, toplumdaki sebep ve sebepler zincirini bilmeyen, hele, hele ilk
sebebin, gücü sonsuz, mutlak kudret sahibi tek varlık, kadir Allah olduğunu
düşünemeyen cahiller veya münafıklar, Ad kavmi misali "bizden daha güçlü kim
var dediler"(Fussılet 41/ 15). Hud aleyhisselamın gönderildiği Ad kavmi tarihteki
Akad'lardır. M.Ö. 2400–2350 yıllarında Sümerler düşüşe geçerken Akadlar da
yükselişe geçmiştir. Sümerler sonrasında Mezopotamya'nın lideri konumuna gelen
Akadlar, Mezopotamya'daki medeni gelişimin öncüsü olmuş, yine Sami kökenli Asur ve
Babil halklarına da öncülük etmiş, Sümerlerden farklı olarak kent krallıklarından
ziyade ''Evren'' veya ''Dünya'' krallığı kavramını Mezopotamya'ya getirmiştir.
Bölgenin merkezi bir idare eline geçmesi de ilk kez Akadlar döneminde olmuştur. Bu
sebeple kibire kapılan ve zafer anıtları yapan Akadlar "bizden daha güçlü kim
vardır, dediler". Allah da onlara, onlar bilmiyorlar mı, onları yaratan
Allah'tır, Allah onlardan daha güçlüdür, onlar Allah'ın ayetlerini (kanun ve
kurallarını) yalanladırlar, diye cevap veriyor. (Fussılet 41/ 15). Tarih tekerrürden ibaret, sadece geçmişteki toplumlarda
değil, Hz. Peygamberin toplumunda bile var olan münafıklar, biz daha güçlüyüz,
zayıf olanları ülkeden çıkarıp atacağız dediler: "Onlar –And olsun
Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı
elbette oradan sürüp çıkaracaktır.- diyorlar. Hâlbuki izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulünün ve müminlerindir. Ancak münafıklar
bilmiyorlar" (Münafikun 63/ 8). Abdullah b. Übey, bunu H. 5. yılda Beni Mustalik kabilesi'ne
karşı yürütülen bir harekât sırasında söylemiştir. Zeyd b. Erkam da gelip Hz.
Peygambere o böyle söyledi diye haber verdiği zaman İbn Übey yemin ederek yalanladı.
Böylece Ensarın ileri gelenleri ve İbn Erkam'ın amcaları onu azarladılar. Hatta Hz
Peygamber'in bile Abdullah b. Übey'in doğru, İbn Erkam'ın ise yalan söylediği
kanaatinde olduğu imajı oradakilerin kafasında belirdi. İbn Erkam, bu benim hayatım
için en üzücü bir olaydı, dedi. Ancak bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber beni
çağırıp kulağımdan tuttu ve "Bu oğlanın kulağı sadıktı, Allah da onu
tasdik etti, dedi. (Mevdudi, Tefhim, VI, 332).
Kuvvet, hakiki
galibiyet, haysiyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da
Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur. İzzetleri
olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk'ın
huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları
işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün kendileridir. Velâkin
münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Eazz ve ezell kimdir? Bilmezler de
öyle saçmalarlar. Rağıb da izzeti
şöyle tarif etmiştir: "İnsanın mağlup edilmesine mani olan durumdur. Bu ayette
yer alan izzetin kuvvet ve galebe manasına tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyete
mani olan hal manası da kastedilebilir. Çünkü Allah'ta Resulü'nde ve müminlerde bu
tarz bir mana layıkıyla sabittir. Görülüyor ki bu ayette müminler, yani nifak
izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır.
Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah'tan başkasına secde
etmez. Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın
pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil misin? İşte o,
izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde fakirlik
yoktur." (Bak. Elmalılı) Yüzyıllar
merdiven basamakları gibi birbiri üzerine otururlar. Bilim de zaten insanlığın ortak
malıdır. Buna rağmen bugün bilim ve teknoloji ile üstünlük sağlayıp medeniyetin
merkezinde olanlar, İslam dünyası ve müslümanları zayıf, zelil ve güçsüz duruma
düşürerek ellerinden gelen her türlü melaneti işleyebilirler. Bu sebeple de
müslümanlar bu ezilmiş ve horlanmış duyguları içersinde psikolojileri bozulmuş ve
gelecekten ümitlerini kesmiş olabilirler ve öyle görülebilir. Ancak şu bilinmelidir
ki, müslümanların ellerinde bulunan eşsiz kitap Kuranı Kerim onlara dün nasıl
ışık tutmuş ve o sayede İslam medeniyeti ortaya çıkarak ilim ve araştırmada tüme
varım metodu sayesinde bugünkü batının temelleri atılmışsa yine Kuran,
müslümanlara yepyeni bir medeniyetin, din + bilim = düşünce ve hayat formülü ile
özetlenen bir uygarlığın yeniden kurulmasına yol gösterecektir. İşte o zaman
müslümanlar, bu ezilmiş ve horlanmışlıktan sonra tarihteki izzetli ve şerefli
yerlerine yeniden kavuşmuş olacaklardır. Batı kaynaklı eserlerde ilmi düşüncede deney ve gözlemin
önemini vurgulayan ilk kişi olarak tanıtılan Françis Bacon(1561–1626), gerçekte
İbnü'l-Heysem, İbni Sina ve Birunilerin yolunu izleyen ve onların ilmi metodolojisini
Batı dünyasına tanıtan ve aktaran kimsedir. Bu açıdan deney metodu, Batının değil
Müslümanların keşfidir. Müslüman âlimler teori ve matematik ağırlıklı eski
dedüktif (tümdengelim) metoda, indüktif (tümevarım) metodu da katarak ilimde yepyeni
bir anlayışın doğmasına ve yüzlerce keşfin yapılmasına yol açmışlardır. Bu
konuda Hilmi Ziya Ülken, "Müslüman Doğunun Batıya hediye ettiği en büyük
nimet, bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur", diyor. Aslında
tümevarım metodunu ilk bulan ve Kurandan hüküm çıkarırken uygulayan İmam Ebu
Hanife'dir. İşte bugünkü batı medeniyetinin fen bilimleri alanının temelinde bu
metot ve yöntem yatmaktadır. Batılılar bir şeyi icat edip bulan adamın ismini, o
şeye veriyorlar. Bu sebepten dolayı batılılar, "Welcom to Ebu Hanife" (Ebu
Hanife'ye Hoş Geldiniz" levhasını batı dünyasının giriş portelinin üst
kısmına asabilirler. Bu makaleyi sona erdirirken şunları söylemek mümkündür.
Topluluğu meydana getiren fertlerden her bir kimseye birey denir. Bu bireylerden oluşan,
aynı yerde beraber yaşayan ve aralarında velayet bağı bulunan birliğe de toplum
denir. İslam' da toplum anlayışı, ne sadece bireyci-individüalist ve ne de yalnız
toplumcu-sosyalisttir; belki o, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye noktaları ile çift
merkezli bir elipstir. Yeryüzü de insan merkezli olmayıp Allah merkezli bir kâinat ve
yine Allah merkezli bir dünya vardır. Tüm varlıklar insan, hayvan, bitki ve
cansızlar, Allah tarafından yaratılıp dizayn edildiği için, bunlarda Allah'ın
koyduğu kanun ve kurallar cereyan eder. Allah canlı varlıklara bir takım meleke ve
hassalar vermiştir. Onun için birey fikir, his, irade ve ünsiyet gibi meleklerle
donatılırken toplumda da ilim, din, ekonomi ve idare gibi sosyal kurumlar oluşmuştur.
Toplumlar da biyolojik yapıya sahip oldukları için normal anormal, azimet ruhsat,
sağlık ve hastalık kanunlarına tabidirler. Bu kanun ve kurallar Hz. Peygamberden
sahabiler yoluyla ve tüm bilginler zinciri ile bize kadar gelmiştir. Allah merkezli bir
kâinat ve dünya anlayışında yine onun koyduğu bu kanunların kurduğu bir düzene
oturan toplum kana, akrabalığa ve insan fıtratında olmayan yapay şeylere değil, kaba
kuvvete değil; adalete, hak ve hukuka, affa ve mağfirete dayanır. İşte bu birey ve
toplum, mutlu olup kurtuluşa ermiş bir toplumdur. (Mücadele 58/ 22). Fakat insan ve
toplumlar, bazen bu doğal-ilahi kanunlardan uzaklaşarak hak ve hukuktan ziyade güç ve
kuvvetin peşinde koşabilirler. Hâlbuki kuvvet hak ve hukuktadır, hak ve hukuk kuvvette
değildir. Daha önce söylediğimiz gibi hayvanlar birbirilerine karşı kuvvetleriyle
hareket edip muamele yaparlar. Oysa insanlar kendi aralarında, birbirilerine karşı ve
toplumda hukukla alış verişte bulunurlar. Kuvvet, düşmanı yenmek için ancak savaş
halinde istenir, sadece savaşmak için güç kuvvet istemek değil, hatta ayette ifade
edildiği gibi onu hazırlamak da dini bir vecibedir. Zira bu husus ayette "kuvvet
hazırlayın" şeklinde emir kalıbı ile dile getirilmiştir. "Onlara karşı,
Allah'ın ve sizin düşmanlarınız olan bu insanları ve yine bunların dışında sizin
bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları caydıracağınız,
gücünüzün yettiği her türlü güç ve kuvveti hazırlayın" (Enfal 8/ 60). Yani
savaş için kuvvetli olmanıza sebep olabilecek her neye gücünüz yetiyorsa onu
hazırlayın, her zaman hazırlıklı olmaya bakın. Bedir'de olduğu gibi aletsiz ve
hazırlıksız bulunmayın (Elmalılı, IV, 247). Düşman size aniden saldırdığında,
sizin hiçbir gerileme olmaksızın, hemen askeri harekâta girişebilmeniz için her an
düzenli bir ordu ve gerekli bir teçhizatı hazır bulundurmanız gerekir. Bu önlemler
alınmalıdır ki, sizi yarı eğitilmiş, teçhizatsız, gönüllüleri askere almak
zorunda bırakacak bir acele ve karışıklığa imkân kalmasın ve düşmanın sizi
hazırsız yakalayıp, siz savunmaya hazır değilken büyük kayıplar verdirmesi gibi
bir korku yaşamayın. (Mevdudi, Tefhim, II, 181). Zaten savaş İslam'da sadece zulmü
önlemek için yapılır. Çünkü ayette kendilerine savaş açılan kimselere zulme
uğramış olmaları sebebiyle savaşa izni verildi, buyrulmaktadır. (Hacc 22/ 39)
Gerçekten İslam'da asıl olan barıştır, barış ve anlaşma daha hayırlı olan bir
süreçtir. (Nisa 4/ 128) Fakat bugünkü medeniyetin anlayışında asıl olan
savaştır. Neredeyse çağımızdaki icatların ve teknolojik gelişmelerin hepsi
düşmanı nasıl mağlup edeceğiz anlayışı ile yapılan araştırmalara dayanıyor
diyebiliriz. Çünkü dünyaya sevgi ve barış getiren İslam medeniyetinden sonra
kurulan batı medeniyeti, Hobbes, Malthus ve Darwin gibi ve onlara benzer düşünen
batı-İngiliz filozoflarının ortaya attığı
"Homo Homini Lupus" (İnsan insanın kurdudur) ve hayat
mücadeleden ibarettir gibi eşyanın tabiatına ters düşen fikir ve düşüncelerin
üzerine oturur. Onun için kavga, dövüş ve çatışma alanı durumuna getirilen tüm
dünya, insan hayvan ve bitki üçlüsü arasında, hatta cansızlarla bile dünden
bugüne savaş halini yaşamaktadır. İnsanlar birbirlerinin kopyası olmadıkları gibi, toplumlar
da birbirlerinin fotokopisi değildir. Bu sebeple İslam medeniyetine mensup olan
toplumlar, batı medeniyetinin ruhsat olarak işlediklerini veya normal olan kural ve
kanunların dışındaki sapkınlıklarını kendilerine aktarıp uygulayamazlar.
Ruhsatlar özel olduğu gibi, hastalıkların tedavisi için öngörülen reçeteler de
özeldir. Mesela mensubu olduğu bir toplum ya da vatandaşı bulunduğu bir devlet
tarafından acze ve çaresizliğe düşürülen bireyin bu durumunda bin bir çeşit
bileşen vardır. O nedenle şu toplumun bireyleri güçlü, öyleyse bizim bireyleri de
öyle yapalım istek ve arzuları eşyanın tabiatına aykırıdır. O halde her birey ve
her toplum, arzu edilen değişimleri ancak kendi şartlarına, içinde bulunduğu
kültür ve mensubu olduğu medeniyete göre gerçekleştirecektir. Bunun içindir ki,
İslam'da "güçlü birey" ve "güçlü toplum" demek, birey ve toplum
olarak Allah'a iman etmiş, O'nun, kendisi için koymuş olduğu sosyal, siyasal ve
ekonomik kanun ve kurallara göre bir doğal-ilahi nizam kurmuş ve gücünü bu düzeni
çalıştırıp yaşayarak elde eden birey ve bireyler, toplum ve toplumlar demektir.
Bunu, imanı çeyrek, yarı ya da üççeyrek olan ikiyüzlüler, insanlık ve İslamlık
aleyhine haber getiren ve götüren maşalar anlayamazlar. Birey ve toplumların sahip oldukları ırk, dil ve renk,
irade dışı oluştuklarından sahiplerine ne bir şey kazandırır ve ne de
kaybettirirler. İnsanların kendi iradelerine dayanarak alın terleriyle işlemedikleri
şeylerle övülmek istemeye hakları yoktur. (A.Imran 3/ 188). İnsanlık tarihinin ortak
malı olan bilim formüllerini gizleyip saklayarak ürettikleri teknoloji ile insanların
aleyhine çalışan ve haklarını ellerinden alarak hayatlarına son veren, sözüm ona
devletler, güçlü değil, bu ahlak dışı davranışlarıyla en düşük ve zayıf
karakterli korkaklar olmuşlardır. Bütün güç Allah'ındır; çünkü ilk sebep O'dur. Onun
koyduğu kanun ve kurallara dayanan ve onları uygulayan toplum ve devletler, kendi
düzenleri içinde en güçlü bünyeye sahip olurlar. Çağının iki süper gücü olan
Bizans ve Sasanileri yenerek ellerindeki Suriye ve Irak topraklarını alan, Hz.
Peygamberin kurduğu 25 yaşındaki devlet, cihan tarihindeki şampiyonluğunu hala
gururla taşımaktadır. Zamanımızdaki müslümanlar da Hz. Peygamberi örnek alarak
dünyaya yeniden adalet getirme sosyal, siyasal ve ekonomik hayata adalet getirme
çalışmalarına başlarlarsa, mutlak gücün sahibi olan Allah'ın Hz. Peygamber misali
bir devleti kendilerine ihsanına aday olacaklardır.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |