. | PUT PUTÇULUK ve PUTLAR Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Konumuza köprü olması
bakımından bu anlattıklarımıza bir başka açıdan bakıp ayetlere dayanarak şöyle
bir açıklama getirebiliriz. Allah, nizamı kurarken ve varlıkları yaratıp kanun kaide
ve kuralları koyarken her varlığın ismini vermiş ve işlevini bildirmiş; yine
ekonomik ifade ile söyleyecek olursak, varlıklar arasında bir iş bölümü gerçekleştirmiştir.
Mesela akıllı ve şuurlu bir varlık olarak insana düşen, ancak bu düzene girmeyi
kabul etmek ve düzen içinde kendisine düşen görevi üstlenip onu yerine getirmek
olmalıdır. Böylece o, düzenin sahibi olan Allah'a karşı da diğer yaratıklardan
farklı olarak, kendisine akıl gibi bir nimet verdiği için ona saygı duymak ve bu
saygısını da sadece ona özel kılmak ve hatta Allah'ı ama sadece ve sadece Allah'ı
belli zamanlarda ve belli hareket ve davranışlarıyla takdis edip teşekkürlerini
bildirmelidir. Teknik ifadesiyle Allah'ın koyduğu düzenin içine giren inanç sahibi
insan, ibadeti ve kulluğu sadece Allah'a yapar ve ona tahsis eder. Çünkü Allah Rab'dır;
yaratıp var edendir. O'nun dışında kâinatta söz sahibi birisi yoktur; mülk
O'nundur. Elinde gücü olmayan ve kimseye fayda ve zarar veremeyecek kadar aciz olanlara
ibadet edilmez. "O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir;
öyleyse O'na kulluk et ve O'na olan ibadetinde sabırlı ol. Sen hiç O'na bir adaş
bilir misin?" (Meryem 19/ 65) Kuranda "Allah ile birlikte başka bir ilah
edinme" buyrulurken (İsra 17/ 22) Tevrat'ta da "Karşımda başka ilahların
olmayacak" (Çıkış 20/3) denilmiştir. "Rabbin, kesin olarak şunları
emretti: O'ndan başkasına ibadet etmeyin, ana ve babaya iyilik edin…"(İsra 17/
23). Aslında ibadet kelimesinin Türkçedeki
karşılığı kulluktur. Ancak bu kelime dilimizde, tapınma anlamındaki belli
zamanlarda belli hareket ve şekillere, başka dillerde ritüel (ayin) denen ibadetlere
indirgenmiş bir anlamda kullanılmaktadır. Hâlbuki Kuran'da geçen ibadet kavramı,
bunları içermekle birlikte, anlam alanı daha da geniştir. Allah'a imandan tutun da
O'nun istek ve iradesine uygun olan her türlü uygun davranışa (salih amele) kadar bütün
iradi eylemler ibadettir. Bu uygun ve doğru davranış, günlük yaşamın bütün
alanlarında siyasi, iktisadi, hukuki, askeri ve bu gibi tüm alanlarda gerçekleşebilir.
Kuran'da sözü edilen kulluk, günlük hayatta ritüellere de belli bir zaman ayırmaktan
ibaret değildir. Burada önemli olan bireyin tek, tek davranışları değil, bir bütün
olarak seçtiği hayat tarzının niteliğidir. İnsanın yaratılışından gelen çift
kutupluluk, onun iki zıt yönde iki farklı yaşam sürmesine imkân vermektedir. Kişi,
yapacağı tercih sonucunda kendisini, ya yeryüzünde insan onuruna yaraşır bir
şekilde bir hayat tarzı sürdürecek, ıslah yolunda ilerleyecek; ya da bunun tam tersi
olan bir yolda, ifsat yolunda hayatına devam edecektir. (Ö. Özsoy İ.Güler, Konularına
Göre Kuran, s. 351) Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,
eşyanın üzerine tabiat mührünü vuran Allah'tır. Allah kendisini bize tanıttığı
gibi, bütün mahlûkatı, hayvanları, ağaçları, taşları, kuşları, tüm canlı ve
cansız varlıkları, dağları bağları, meyveleri ve sebzeleri tanıtmış, onların
hep kendisine mahsus kanun ve kurallarını koymuş ve hatta her bir varlığa isim de
vermiş ve bunları insanoğluna öğretmiştir. Onun için insan Halik'ı Halik bilip
O'nu mahlûktan ayıracaktır. Böylece insan, Halik olmayana Halik deyip Halik gözüyle
bakmanın, ilah olmayana tanrı diye tapmanın ve armudu elma ya da elmayı armut
yapmanın yanlış ve hatta çok zararlı olduğunu bilecektir. Onun için ateşe ateş
değil, tanrı gözüyle bakanlar, elleriyle put yapıp da sonra karşısına geçip
tapanlar, ayvayı nar sananlar ve varlık âlemindeki düzeni tanımayıp ek ve ilave
yapmaya çalışanlar veya başkalaştırmaya emek harcayanlar, bunlar başkalarını
değil, sadece kendilerini aldatmış olurlar. İşte put, putçuluk ve putlar da
böyle eşyanın tabiatına aykırı olmasıyla, çocukların evcik oynadıkları gibi,
kendisini kayın valide sanıp el öptüren çocuk misali putperestler de kendi hayal
dünyalarında yaşarlar. Karşısındaki dikili bir taşı veya tahta parçasını ilah
sanır ve onun karşısına geçip ona perestiş ederler. Belki bunu yaparken de onun bir
tahta veya taş olduğunu ve bir fayda ve zarar veremeyeceğini de bilirler. Ama ne
yapalım ki, insanoğlu işte böyle; onun böyle sapıklıkları var, putunu kendisi
yapar ve kendisi tapar. Bir de kalkıp "aslında biz onlara ibadet etmiyoruz; biz
ancak onlara bizi Allah'a daha yakın yaklaştırsınlar diye (perestiş) ediyoruz,
derler." (Zümer 39/ 3). Aslında bir dikili taşın, bir anıtın, bir kabrin veya
bir türbenin ya da anıt adı verilen kabrin başına varıp onunla konuşur gibi yapmak,
ona yazılı veya sözlü olarak bir vaatte bulunup söz vermek putçuluktan çok uzak
olmayan bir iştir. Ne yazık ki, insan bugün bile, hayal ile gerçeği, hak ile
batılı, serap ile türabı, türbe ile toprağı karıştırmış bulunmaktadır. Hz.
İbrahim misali sorsanız onlara bunları niçin yapıyorsunuz? Bunlar, çağırdığınızda
duyarlar mı? Size bir fayda ve zarar verirler mi, deseniz? Hayır, fakat biz
atalarımızı böyle yaparken bulduk diye cevap verirler. (Şuara 26/ 72–74). Put, Türkçeye Farsçadan geçmiş
bir kelimedir. Put, doğrudan doğruya kendisine tapınmak veya bir mukaddesliği temsil
etmek üzere pişmiş toprak, taş, tahta, maden ve benzerlerinden yapılmış heykel veya
aynı maksatla yapılmış resim, kabartma ve oymalardır. Putlar, bir ilah veya ilaheyi,
"büyük yaratıcı gücü", insan hayatına ve kaderine, bütünüyle tabiata
veya teker, teker çeşitli tabiat olaylarına, doğada mevcut olan güçlere hükmeden
üstün ve esrarengiz, mahiyetine akıl erdirilemeyen, netice olarak insan iradesinin
üstünde büyük bir gücü ve varlığı temsil eden sembollerdir. İnsanlık tarihinde
bu puta tapanları bazı materyalist sosyologlar dini hayatın ilkel bir basamağı
saymışlar, puta tapıcılıktan başlayıp derece derece yükselerek "tek tanrı"
inancında son bulan bir dini tekâmül ve evrimleşme yakıştırması yapmışlardır.
Hâlbuki insanlığın ilk devirlerinde, sanıldığı gibi insanlar putperest
değillerdi. Saf ve arı-duru bir yaratıcı inançları vardı. Zamanla bu inanış
yozlaşmış ve dejenere olmuştu. Hazret-i Âdem'den Hazret-i Nuh'a kadar olan dönemde
putperestlik yaygın değildi. Ancak, Nuh kavminde işler değişti. Bu kavmin
dindarlıkta temayüz etmiş; Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr isminde beş önemli
şahıs vardı. Bunlar bir nakle göre İdris aleyhisselamın ashabıydılar. Birbiri
ardınca vefat etmeleri büyük üzüntü meydana getirdi. Geride kalanlar da onların
hatırasını canlı tutmak amacıyla onlara benzeyen beş heykel yaptılar. Zaman zaman
heykelleri ziyaret eder, o Salih insanların nasihatlerini birbirlerine anlatırlardı. Ne
var ki, bir kaç nesil sonra gelenler, söz konusu heykelleri putlaştırarak tanrı ilan
ettiler. Artık putperestlik bu topluluğun sanki resmi dini olmuştu. İnanç sapkınlığı
ahlaki ve sosyal çözülmeyi de beraberinde getirince Allah Teala onlara Nuh
aleyhisselam'ı peygamber olarak gönderdi. Putçuluğa bir başka açıdan
bakarak onun arkasında yatan sebepleri veya psikolojiyi ortaya koymaya çalışanlar şöyle
demişlerdir: Bu putlar, mücerret ve soyut varlığı idrak etmekte güçlük
çekenlerin, idrak ve anlayışı geniş ölçüde beş duyusu ile sınırlı olan bu
insanların idrak aczinden doğmuştur, denilebilir. Ancak insan ilahi kudreti hissetmiş
ve ona tapma ihtiyacını duymuş, fakat taptığı varlığı gözü ile de görmek, beş
duyusu ile algılamak zaafından kendisini alamayarak, onu maddeleştirmek gafletine düşmüştür
demek bile çok hafif kalır. Gerek öyle ve gerekse böyle nasıl olursa olsun, putun ve
putperestliğin normal düşüncede ve normal doğal-ilahi düzende iğne ucu kadar bir
yeri bulunmadığı bir gerçektir. O yüzden bütün peygamberler, bir tek Allah'a davet
etmişler ve ümmetlerine "Allah'a ibadet edin, Allah'a ibadet edin" demişlerdir.
Nuh, Hud, Salih ve Şüayb peygamberler aynı şeyi söylemişler (A'raf 7/ 59; 69; 73;
85), hatta Meryem oğlu İsa Mesih bile İsrail Oğullarına "Benim rabbim ve sizin
Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, diye emir vermiştir. (Maide 5/ 72). Bizim görüşümüze göre ilah
heykelleri yapıp tapanlar ne kadar yanlış yapmışsa ve kâinatın sahibine ters düşmüşler
ve ancak böylece kendilerine de zulmetmişlerse, kendi peygamberleri Hz. Musa'ya "Ey
Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle inanmayacağız" (Bakara2/
55) diyenler de o kadar yanlış yapmış ve putperestçe hareket etmişlerdir. Çünkü
onların bu sözleri, iman sahibi olup tevhide ermiş insanların tüylerini
ürpertmektedir. Puta tapıcılığın kökenini ve
psikolojisini insan bünyesinde ve onun tabiatında aramaktan ziyade, onu insan iradesinin
yanlış tercihinde aramak lazımdır. İnsanın içinde ve bünyesinde değil de onun
dışında iman var, küfür var; doğru var ve yanlış var; güzel var ve çirkin var;
faydalı yol var ve zararlı yol var; Allah'a ibadet var, puta tapma var; Allah'ın
koyduğu düzen var ve insanların uydurduğu düzenler var. İşte insan bu iki
değişik ve zıt olanlardan birini tercih ediyor. Eğer o Allah tarafını tutup benim
ifademle "Allah'cı olursa" ona ibadeti ve onun koyduğu yolda yürümeyi, onun
düzenini yaşamayı seçip tercih ederse O'nu içselleştirir, onunla bütünleşir ve
onun koyduğu düzenle taazzuv eder. Zira Peygamberlerin vazifesi sadece tebliğdir; onlar
hak ile batılı, iyi ile kötüyü ve doğru ile yanlışı söyleyip bildirirler,
bunlardan birisini seçme ise insanların işidir. Bundan dolayı ayette şöyle
buyrulmaktadır: "(Allah'a ortak koşanlar, Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız
O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık, dediler.
Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Buna karşı peygamberlerin vazifesi ancak açık
bir tebliğden ibarettir." (Nuh 16/ 35) Bütün peygamberler put, putçuluk
ve putlara karşı her zaman tavır alıp karşı çıkmışlar ve bu uğurda çok büyük
savaş vermişlerdir. Denilebilir ki, onların ilk vazifesi ibadeti sadece Allah'a
yaptırmak ve sahte ilahları ortadan kaldırıp yok etmek ve neticede Allah’ın
iradesini hâkim kılmaktır. Hele bu hususta Hz. İbrahim'in putlara karşı yaptığı
muamele ve mücadelelerinde bizim için alınacak büyük dersler ve ibretler vardır. Hz.
İbrahim gibi düşünmeye ve bu uğurda o gibi çalışıp yol almaya çalışanlar putçuluk
gerçeğinden de şüphesinden de ve şaibesinden de uzak kalırlar. O işe ilk defa en
yakınından, babasından başladı. Hz. İbrahim, babası Azer'e sen putları tanrılar
mı ediniyorsun? Kuşkusuz ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde
görüyorum, dedi. (Enam 6/ 74). O kavmine de şöyle demişti: "Allah'a kulluk edin,
O'nunla korunun, bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'tan başka bir
takım putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah'tan başka
taptığınız şeyler size rızk veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın. O'na
tapın ve O'na şükredin. Çünkü O'na döndürüleceksiniz" (Ankebut 29/ 16–17).
Elmalılı bu ayetin tefsirinde şunları yazar. Ve hep ifk, yalan uyduruyorsunuz. Yalan
yere onlara mabut veya şefaatçi diyorsunuz. Onlar ise birer hayaldir. Mesela Ahmed'in
Mehmed'in resminde Ahmed'den Mehmet'ten bir hakikat yoktur. O resim, bir kıymeti olan
canlı Ahmed'in değil, nihayet toprağa gömülecek ölü bedeninin bir hayalidir. O
bedeni kokar diye gömmekte acele etmek mecburiyetinde olanların tutup da onun camid
(donmuş) bir hayalini Ahmed'dir diye saklamalarında gerçekten bir yalancılık
bulunduğunda şüphe yoktur. O halde böyle hayal olan fanilere mabut payesi vermek ne
büyük bir bühtandır. (Hak Dini, V, 3772). Bugünkü Musul Şehrinin bulunduğu
yerde Babil Devleti (M.Ö. 20- M.Ö. 6 asırlar arası) kurulmuştu. Babil ülkesine “Geldanistan”,
bunların hükümdarlarına da “Nemrut” denilirdi. “Sabie” adı verilen bir dinin
hükümlerine göre güneşe, aya, putlara ve hükümdarlarına tapan Babil halkına,
Nemrut İbn Kemal zamanında Allah Hz. İbrahim’i peygamber olarak gönderdi. O, Babil
halkına hak ve hakikati, tevhid inancını bildirmeye; doğup ölen, sönüp giden
geçici şeylere tapılmayacağını öğretmeye, onları doğru yola ve hak dine davet
etmeye çalıştı. Fakat onlar aldırış etmediler. Bir eğlence günü halk şehir
dışına çıkmıştı. Hz. İbrahim şehirde kalarak “put-haneye” gitti ve bazı
putları kırarak elindeki baltayı da “büyük putun” boynuna astı. Şehre gelen
halk bunu Hz. İbrahim’in yaptığını bildi. Ey İbrahim! Bunu ilahlarımıza sen mi
yaptın dediler. Hz. İbrahim ise “hayır, bunu şu büyük put yaptı” diye cevap
verdi. “Eğer onlar konuşuyorlarsa o
kırık ilahlara sorun”, dedi. O zaman birbirlerine bakarak biz zalim kişileriz,
dediler. Sonra başlarını İbrahim’e çevirerek “sen de bilirsin ki, onlar konuşmazlar”
dediler. İbrahim de Allah’tan başka size fayda ve zarar veremeyecek şeylere mi
tapınıyorsunuz, dedi, yuh size ve Allah’tan başka bu perestiş ettiğiniz şeylere!
Siz aklınızı kullanmıyor musunuz? Onlar, cehalet ve zavallılıklarını anlar gibi
oldular ama hala boş gururlarını terk etmediler ve sapkınlıklarını terk etmediler.
Eğer bir iş yapmak istiyorsanız, ilahlarınıza yardım edin onu ateşe atın dediler.
Allah da ateşe, İbrahim’i yakma, ona serin ve selamet ol, diye emir verdi. Ateş bir gül
bahçesine döndü ve İbrahim yanmaktan kurtuldu. Bunu görenlerden bazıları imana
geldiler. Diğerleri ise ona tekrar tuzak kurarak zarar vermek istediler. Fakat Allah
onlara cezalarını daha çok verdi. (Enbiya 21/ 51–70). Elmalılı üstadımızın eserinde
de bahsettiği üzere Hz. İbrahim’in gönderildiği Geldaniler halkı, Allah dünyada
ölçüyü ve ölçülü davranışı koymuş ve bildirmiş olmasına rağmen
aşırılıklar içersinde bulunuyorlardı. Halk, birisi şahıslara taparken diğeri de
yıldızların heykellerine tapanlar olmak üzere iki kısma ayrılmışlardı. İşte bu
her iki kesim de ruhaniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine dönüşüyor ve
bundan bir tarafta cisimli beşeri ruhanilikten soyutlamakla aşağılanıyor; diğer
taraftan beşeri tağutların- azgınların ve sapkınların ortak koşma ve tanrılık
davasına vesile yapılıyordu. İşte İbrahim Peygamber bunları kırmak,
aşırılıkları yok edip dengeyi kurmak üzere gönderildi. (Hak Dini, III, 449).
Hâlbuki ruh-beden dengesi, Halik ve mahlûk, abid ve mabud dengesi, Habib ile mahbup, âşık
ile maşuk dengesi, yer ile gök dengesi, bunlar konumuz açısından çok önemlidirler.
Ruh beden olmadığı gibi, beden de ruh olmaz, Halik mahlûk olmadığı gibi, mahlûk da
halik olmaz. Abid mabud olmadığı gibi mabud da abid olmaz. Habib ile mahbup arasında,
âşık ile maşuk arasında da bir ölçü vardır ve bulunması zaruridir. Yoksa
konulmuş olan ölçü aşılmış ve putçuluğa doğru kayılmış olur. Yine dini
olanla kültürel olanı, ilahi olanla beşeri olanı ayırmak zorundayız. Çünkü ilahi
sistemle beşeri sistemi, ilahi düzenle beşeri düzeni ayıramayanlar, doğru ile
yanlışı karıştıranlardır ki, böyleleri çok az da olsa putperestlikten
kurtulamazlar. Hâlbuki bir müslüman, Fatiha’yı her okuyuşunda “ya Rabbi biz
sadece sana kul olacağız, yalnız senin emirlerini tutacağız” diyerek Allah’a söz
vermektedir. Burada Selman-ı Farisi’nin Ebu’d Derda’ya olan uyarıları aklıma
geliyor. İbadette bile aşırı gidilemez. Hz. Peygamber Selman ile Ebu’d Derda’yı
kardeş yapmıştı. Selman bir ziyaret esnasında Ebu'd-Derdâ'nın hanımı
Ümmü'd-Derdâ'yı oldukça eskimiş elbiselerle gördü. Bunun sebebini sorduğunda
Ümmü'd-Derdâ: Bir müslüman, ben bu hareket ve
davranışımı Allah benden istediği için, Kuran ve sünnette araştırdım, ilim ile
dinde araştırdım ve neticede Allah’ın iradesinin bu doğrultuda olduğuna karar
verdim, dediği zaman putçuluk belasından kurtulmuş olur. Zira kul, Allah’ın
memurudur, o sadece O,nun ve elçisinin emrini dinler ve tutar. Yükümlü müslüman
böyle yaptıkça, tüm hareket ve davranışlarını dinde yerini bulup meşruluğunu
ispatladıkça her zaman dini olanla din dışı olanı seçebilir. O hep böyle
içtihatla amel ettikçe hangi mekân ve hangi zamanda olursa olsun, değişen bütün
şartlarda yanlışı, zulmü ve putçuluğu anlayıp kavrayabilir ve ona göre hareket
edebilir. Bireyin elinde ölçü ve ölçekleri olursa, hangi yoldan gideceğini gösteren
ilim din bileşkesi bir pusulası bulunursa, dünya cehennem olsa da Hz. İbrahim misali,
içinde bulunduğu ateş gül bahçesine döner. Kuranda eski insanların
seviyelerine göre taptıkları putların bazılarının isimleri geçmektedir. Bunlar,
belli, bilinen, zamanı ve mekânı belirli olan putlardır. Biz bunların bir kısmını
yukarıda sizlere sunduk. Asnam, temasil, cibt, vesen, endad, lat, menat ve uzza gibi
başka putlar da vardır. Ancak bir put daha vardır ki, o çağlar üstü olup tüm
zamanlarda ve tüm mekânlarda kendisini gösterebileceğinden dolayı Rabbimiz Teala
bizim onu küfretmemizi yani onu meşru tanımamamızı ve ondan uzaklaşmamızı
istemiştir. İşte bu, bizim için bugün bile ve gelecekte de çok tehlikeli olan putun
adı “tağut”dur. Tağut, tuğyan kökünden gelen bir isim olup haddi aşan, azan,
taşan ve kabaran anlamlarına gelir. İlahi çizginin dışına çıktığı için
Firavun tuğyan etmiştir-azmıştır ve Allah’ın iradesine ters düşmüştür,
hareket ve davranışlarında Allah’ın rızası ve Allah’ın muradını
aramamıştır. Müslümanın her hareketinde ve hatta her insanın hareket ve
davranışlarında Allah rızası ve onun muradı bulunmalıdır. O sebeple Allah’ın
rıza ve muradına, istek ve arzusuna ters düşen her şey tuğyandır ve dışa taşma
ve yoldan çıkmadır. Hatta Allah’ın düzen ve sistemine ters gelen her türlü kaide
ve kurallar, tüzük ve yönetmelikler sapkınlıktır ve bir nevi putçuluktur. Eğer tek
kelime ile söyleyecek olursak teori ve pratikte, düşünce ve davranışta, iman ve
amelde ilahi teori ve esaslara ters düşen her şeyin tağut ve tağutun yolu olduğunu söyleyebiliriz.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |