. | ROMA HUKUKU ve İSLAM FIKHI Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Bu tespiti yaptıktan sonra
birisi mevzuatın tedvin edilmesi, diğeri de mevzuatın yorumlanıp uygulanması olmak
üzere hukukun iki yönü bulunduğunu söylemeliyiz. Bunlardan birincisine yasama derken,
ikincisine de icra diyebiliriz. İşte bugün dünyada ve ülkemizde uygulanmakta olan
modern hukuk, bu Roma hukuku ile İslam fıkhının etkisiyle gelişmiş ve bir çeşit
bir karışım olarak ortaya çıkmış bir hukuktur. Roma'da eyaletlere veya kentlere
atanan yöneticilere kanun koyma yetkisi verilmişti. Ne var ki, o her yılın başında
uygulayacağı kanunları halka bildirir ve bir yıl boyunca bu kanunları
değiştiremezdi. Böylece Roma'da her yerel yönetimde deneme-yanılma yoluyla bir
mevzuat oluşuyordu. Bu çalışmalar bilhassa prenslik devrinde büyük bir gelişme ve
ilerleme gösterdi. Hatta yönetici olmak isteyen kişiler, bu üretilen hukuk
hükümlerini öğreniyorlardı. Bu prenslik devri hakkında H. Cahit Oğuzoğlu şunları
söylemektedir: Bu devirde hukuk, çiçeklenip bütün meyvelerini veren bir ağaç haline
gelmiş ve bütün incelikleriyle yeniliklerini tüm insanlığa ve tarihe bahşetmiştir.
Serbest tartışmalarla kabul edilen bu esasları öğrenmede kendilerini talebe kabul
edenler arasından dört tanesi en büyük olmak üzere büyük hukukçular yetişmiştir.
Mesela Papinianus, Paulus, Ulpianus ve Modestinus bunlar arsındadır. Daha sonra bu
kanunlar, İmparator Jüstinianus zamanında ve onun emriyle bir hukukçular komisyonu
tarafından codex-kodifikasyon (tedvin, derginleştirme ve kanunlar derlemesi) haline
getirilmiştir. Nasıl İmam Azam (büyük hukuk âlimi) Ebu Hanife, İslam
fıkhının ilk ve en büyük bilgini ise Roma'da da Papinianus aynı pozisyonda
bulunmaktadır. Hatta bu iki hukuk bilgininin hayatlarını, hak ve hukuka kurban etmeleri
açısından bile aynı kaderi paylaştıklarını da söyleyebiliriz. Oğuzoğlu, onun
hakkında şunları yazıyor: "Bu büyük hukukçu,
imparator Septimus Severus'un teveccühünü kazanmış ve onun zamanında en yüksek
memuriyetlere kadar yükselmişti. İmparator Caracalla, kardeşi Geta'yı öldürterek,
tek başına hükümran olmak istiyordu. Bu hareketine, meşru bir şekil vermesini
Papinyanus'dan talep etmişti. Bu büyük hukukçu, böyle haksız bir hareketin hukuken
meşru gösterilmesine imkân olmadığını bildirerek, imparatorun bu talebini reddetti.
Fakat bunu hayatiyle ödeyen Papinianus, bir hukukçunun nasıl bir harekete sahip olması
lazım geldiğini, kendisinden sonra, bu meslekte çalışanların hepsine böylece
anlatmış ve öğretmiş oldu."[1] Halife
II. Mervan, gönüllerini almak ve yönetime karşı muhalefetlerini yumuşatmak için
Irak valisi İbn Hübeyre aracılığı ile birçok âlime memurluk teklif etmiştir. Bu
arada Ebu Hanife'ye de Küfe kadılığı veya beytülmal eminliği teklif edilmiş, her
türlü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapse atılmış ve dövülmüştür. Daha
sonra Halife Mansur, Ebu Hanife'nin kendisine bağlılığını denemek amacıyla yeni
kurulan Bağdat şehrinin kadılığını ona teklif etti. Ebu Hanife bu teklifi kabul
etmeyince Bağdat'ta hapse atılmış, işkence edilmiş ve dövülmüştür. Onun
zehirlendiği ve hapisten cenazesinin çıktığını söyleyenler de vardır. (Diyanet
Ansiklopedisi). Bu iki abide şahsiyetin gösterdiği eşsiz davranış ile hukukun, zalim
imparator ve zalim halifelerin istek ve arzularının değil, hakkın bir aracı olduğu
açıkça görülmektedir. Abdülkerim Ünalan'ın da eserinde bahsettiği gibi hak,
uygunluk anlamına da geldiğinden bu hak erenler de karşı karşıya geldikleri vaziyet
karşısında böylece hak ve hukuka uygun davranmışlardır.[2] İslam'da
ise hukuk çalışmalarının İslam dininin gelmesinden bir asır sonra başladığını
söyleyebiliriz. Zira Raşid halifeler döneminde fıkıh ameli idi; bir mesele
karşısında sahabe Kitap, sünnet ve rey ictihadı ile hüküm veriyorlar, bu ise benzer
olaylar için bir fıkıh kuralı, dini bir düstur oluyordu. Daha sonra toplumda
görülen bazı hukuk dışı davranışlardan ötürü Hicazda özellikle Medine'de
sünnetin tespitine, Kitab ve sünnete bağlı nazari bir fıkhın "fıkhi
hükümlerin" tesisine yöneldiler.[3] İslam
geldiği zaman Arabistan henüz devlet aşamasına gelmemişti. Kuran-ı Kerim sayesinde
Araplar, yepyeni bir düşünce, insana bakış ve hukuk anlayışını öneren Hz.
Muhammed'in etrafında toplandılar. 622 yılında Mekke'den Medine'ye hicret eden Hz.
Peygamber, aşiretleri birleştirerek ilk Medine sözleşmesi ile Medine kent devletini
kurdu. Bundan sonra bir yönetici olarak Hz. Peygamber bizzat kendisi bu Medine Site
devletini on sene yönetti ve çok kısa bir zamanda tüm Arabistan'ı Medine devletinin
sınırları içine kattı. Ancak onun getirdiği idare şeklinde yerinden yönetim
sistemi uygulanıyordu. Çünkü her belde başkanı, kendi yöresini kendi anlayış,
ictihad ve istişaresine göre yönetiyordu. Peygamber döneminden sonra, onun
kendi zaman ve şartlarına göre bir nevi Kur’an-ı Kerim’i anlama ve uygulama demek
olan Kuran öğretisinin yanında bir de sünnet öğretisi başladı. Az önce
bahsettiğimiz gibi sünnete dayalı nazari fıkıh sayesinde büyük fıkıhçılar
yetişti ve bu büyük hukukçuların emekleriyle fıkıh bilimselleşti. O kadar ki,
böylece Roma’daki hukuk ile İslam’daki fıkıh anlayışları arasında birtakım
fark ve ayrılıklar bile ortaya çıkmıştı. Roma hukukunun kaynağı bizzat
Roma’nın siyasi ve idari gücü olup dolayısıyla o, kişilere dayanarak ve
yöneticilerin uygulamalarından destek alarak, gelişmiş bir hukuktur. İslam fıkhı
ise böyle değildir; o, Kuran’a dayanarak gelişmiş, dolayısıyla dayanağı kitap
olan ve insan iradesinin ürünü olmayan bir hukuktur. Roma hukuku, sadece ve yanız
devlet ile halk, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenler ve
mahkemelerin ne ile karar vereceklerini anlatır. İslam fıkhı ise kişilerin nasıl
davranacağını düzenler. Bu bakımdan yöneticiler de birer-kişi oldukları için
böylece onların da nasıl davranacaklarını belirlemiş olur. İslam fıkhı
topluluklara bir yük yüklemez, tam tersine bireylere yükler ve onları sorumlu tutar.
Roma hukukunda sadece ve yalnız devletin teminatında olan hükümler ele alınır, orada
kişilerin kendi davranışları ile ilgili hükümlerden bahsedilmez. İslam fıkhı ise
kişilerin tüm hareket ve davranışlarını ele alıp inceler ve bunlar hakkında
hükümler getirir. Bu kişilerin davranışlarının müeyyidesinden hareketle fiillerini
dini ve kazai diye ikiye ayırıp onların bir kısmını dini, bir kısmını da kazai
hükümler diye ikiye ayırır. Ama herhangi bir konuda önce dini hükümleri koyar,
sonra da kazai olanları belirtip dile getirir. Roma hukukunda hukuku
birleştiren kurallar, hükümdarların fermanlarıdır. İslam hukukunda ise aynı
çağda yaşayan İslam hukukçularının bir mesele üzerinde icma ve ittifak
etmeleridir. Hukuk tarihi kitaplarına bakıldığı zaman bugünkü batı hukukuna doğu
hukukunun değişik zamanlarda etki yapmış olduğu görülür. İlk etki Batı
Anadolu’da İyonyalılar zamanında görülür. Bu zamanlarda Sümerlerden alınan
etkiler ile Tevrat’tan alınan etkiler kendisini göstermektedir. Mesela Yunanlılar
meclislerin yaptığı kanunları Tevrat’ın yerine koyarak öyle uygulama yaptılar ve
böylece kanun sistemini getirmiş oldular. Onlar yine Tevrat’ın etkisiyle böylece
kralların kanun yapmasına son vermiş oldular. Aynı
zamanda bir Yahudi ve M.Ö. 335–263 yılları arasında yaşamış olan Yunanlı filozof
Kıbrıslı Zenon, Akademi’de Krates’in nezaretinde felsefeyle meşgul oldu ve Stao
Okulunu kurdu. Stoalılar tarafından benimsenen temel ilkeleri getirdi. Ona göre gerçek
olan her şey maddidir. Fakat evren, pasif bir maddeden oluşmamıştır. Değişen bir
yapısı olan düzenli bütün olan evrendeki pasif maddeden başka, doğadaki
düzenleyici, aktif öğeyi temsil eden bir güç daha vardır. Bu aktif güç, maddeden
farklı değildir, ancak maddenin değişik bir görünümüdür. O, hava akıntısı ya
da nefes gibi, sürekli olarak hareket eden ince bir şeydir. Zenon bu gücün ateş
olduğunu söyler; ona göre, bu ateş var olan her şeye yayılır. Bu maddi ateşin en temel
özelliği akıldır. Bu ateş, evrendeki en yüksek varlık türüdür. Zenon’a göre,
Tanrı her şeydir. Yani, Tanrı bireyleri birbirleriyle birleştiren ateş ya da sıcak
nefestir. O, doğanın içindeki akıl ya da rasyonel güçtür. Bu düşüncelerinden
anlaşılacağı üzere Zenon’un kendine has bir Tanrı anlayışı vardır. Bundan
dolayı o Tevrat’ın getirmiş olduğu hukuku laikleştirerek Romalılara
aktarılmasını sağlamış olmaktadır. Bu sebeple Roma hukukunun, Tevrat’ın
getirmiş olduğu hukukun laikleşmiş bir şekli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Diğer taraftan da zaten Yunandaki meclis sistemi de benimsenmiş bulunmaktadır. Roma
Hıristiyanlığı benimseyip kabul ettikten sonra artık Tevrat ve İncil onlar için
dini bir kitap olmuş ve böylece Roma hukuku bu iki kitabın etkisiyle gelişmesini
sağlamıştır. Roma hukukunda baştan sona
sürüp gelen şey, resmi akit sistemi olmuştur. Hâlbuki İslam fıkhında serbest
sözleşme sistemi getirilmiştir. İslam uygarlığı ile karşılaşan Avrupa, kendisi
resmi sözleşme sistemi uygularken Müslümanların serbest sözleşmesinden etkilenmiş
ve eski uygulamayı bırakarak serbest sözleşme sistemini geliştirmeye
çalışmıştır. Böylece en büyük ve son etkilenme asıl bundan sonra başlamış
olmaktadır. Çünkü İslam fıkhında hukuk, kişilerin serbest sözleşmeleriyle
oluşan bir olgudur. Onun için İslam fıkhında devlet sözleşme yapamaz, o sadece
yapılmış olan sözleşmeleri teyit edip güvence altına alır. Hâlbuki Roma hukukunda
devlet gerekli alanlarda sözleşmeler yapar ve hem o, ancak kendi sözleşmelerini
teminat altına alıp güvence verir. Bu sebeple o, halkın kendi kendine yapmış olduğu
serbest sözleşmelere güvence verip de onları teminat altına almaz. Bu serbest
sözleşmenin hayatın her alanında kabul edilmesi ve devletin teminatı altında olması
çok önemli bir anlayış ve çok faydalı bir husustur. Bu sayede değişik yer ve
zamanlarda birçok sorunlar kolaylıkla çözüme kavuşmuş olur. Avrupa bu esası kabul
etmiştir, ancak onu tam anlamıyla kavrayabildiğini söyleyemeyiz. Avrupa bir taraftan
serbest sözleşmeyi kabul ederken, diğer taraftan da bunun yanı sıra meclislerde
alınan kararlarda ekseriyet esasını kabul etmiştir. Hâlbuki ekseriyet kararları
günlük olarak değiştirdiği için istikrarlı bir hukukun oluşmasını
engellemiştir. Zira serbest sözleşmeler ancak hakemlik veya hakemler sistemi ile
verimli ve güzel çalışabilir. Mesela sözleşme yapanlar, bu sözleşmeleri bilen
kimseleri hakem seçerek bu sözleşmelerin kendi istekleri doğrultusunda
yorumlanmasını sağlamaya katkıda bulunurlar. Hâlbuki tayinle iş başına gelen
atanmış hâkimlerin, pek çok sayıdaki sözleşmeleri öğrenip anlamasına ve böylece
doğru bir karar vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Dolayısıyla serbest sözleşme
sistemi böyle bir ortamda artık etkisiz ve faydasız hale gelir. Burada bir örnek vermek gerekirse
Türkiye, devleti yeniden kurarken Roma hukukundan aldığı, fakat kendi bünyesine
uydurmaya çalıştığı nikâh törenini veya evlenme meselesini ele alabiliriz. Her
şeyde olduğu gibi Roma hukukunda evlenme de bir resmi forma bağlı bir şekilden
ibarettir. Hâlbuki İslam hukukunda evlenme ve nikâhlanma tamamen serbest bir sözleşmeden
ibarettir. Yalnız sözleşme yapılırken şahitlerin huzurunda olması gerekir, o kadar.
Roma’da ise evlenme kilisede ve papazın huzurunda yapılır. Bizde ise bugün kilisenin
yerini nikâh veya düğün salonu almış, papazın yerini de belediye başkanı veya
onun vekili almıştır. Oysa İslam’da kişi istediği zaman istediği yerde ve
istediği şekilde evlenebilir. Yani İslam’da serbest sözleşme esas olduğundan nikâhlanma
da serbest olup o, bir forum ve şekle uydurulmaz. Eğer belediye veya devlet bunu kayıt
altına almak istiyorsa ilgililerin bir telefon etmesi bu işi halleder. Bunca masrafa,
emeğe, zaman ve mekân israfına lüzum yoktur. Her ev ve her cami bir düğün salonu
olabilir. Bu serbest sözleşme sistemi,
aynı zamanda zorunlu olarak yerinden yönetim modelini getirir. Zaten kentler bile bu
serbest sözleşmelerle meydana gelip oluşur. Fakat batı medeniyeti,
merkezci-sömürgeci bir zihniyete sahip olduğu için, böyle bir anlayışa sahip
olmasıyla yerinden yönetimi getirmemiştir. Tam tersine hukukta Yargıtay denetimini
getirmek suretiyle yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmış ve böylece
hukukun üstünlüğünü de şahıs ve merkezin etkisiyle zedelemiştir. Bu sebepledir
ki, İslam fıkhında hukukta üst merci teoriği ve pratiği yoktur. Hakemlerce verilmiş
olan kararlar kesin olup sadece uygulamaya bırakılır. Yanlış hüküm verdiğine
inanılan hakemler aleyhine dava açılabilir. Neticede bu hakemler, mahkûm olurlarsa,
her ne kadar onların verdiği bu karar iptal edilmese bile, hakemler çekilen zararı
tazmin ederler. Bu bakımdan mevzuatın yapılması başka bir şey, mevzuatın
anlaşılıp uygulanması ise başka bir şeydir. Uygulamada halka danışmanlık yapan
hukukçular bulunacaktır. Aldıkları bu fetvalarla ile hareket eden kişi ve kişiler,
yapılan bir yanlıştan dolayı sorumlu tutulmazken, bu yanlış fetvayı verenler
sorumlu olacaklardır. Bu husus başlangıçta akıle veya meakil kurumu ile kısmen
uygulanmış olmakla beraber sonraları terkedilmiştir. Batı hukukunda ise böyle bir
kurumun kendisinden değil, adından bile bahsedilmemektedir. Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki, batı uygulaması, Roma hukuku ile İslam hukukunun bir karmasından
ibarettir ve bu görünümü ile çok dağınık bir mevzuattan ibarettir. İşte bu
sebeple batı dünyası bilim ve teknik sorunları çözmüş gibi bir imaj verirken,
hukuki konularda meselelere çözüm getirmekten uzak kalmış bir resim çizmektedir.
Burada çok açık bir örnek vermek gerekirse mesela demokrasi ile laikliği ele
alabiliriz. Çünkü batı dünyası çoğunlukçu demokrasiyi ve laiklik sistemini değer
yargıları arasında kabul etmiş ve bunlarla övünen bir pozisyona sahiptir. Hâlbuki
burada çoğunlukçu demokrasi demek çoğunluğun yönetmesi demektir. Laiklik ise
herkesin ve her kesim ve kısımın kendi dinini yaşayıp yönetmesidir. Neticede buradan
şu ortaya çıkar ki, eğer bir yerde ekseriyet sistemi varsa ve çoğunlukçu
anlayışı varsa, o yerde laiklik yok demektir. Bunun tersi olarak da eğer laiklik
varsa, artık orada ekseriyet sistemi yoktur. Hâlbuki bunlar arasında bir denge
bulunabilir. Bizim kanaatimize göre ne yazık ki, batı dünyası bu dengeyi de henüz
bulabilmiş değildir. Zaten bugünkü tabloda bunları benzer bir şekilde
uzlaştırmış görünen hiçbir ülke göze çarpmamaktadır. Bundan sonra İslam fıkhına
gelecek olursak o da bugün bundan bin sene önce duraklama döneminde kaleme alınmış
satırları arasında çökmüş bulunup hiçbir kimse ve hiçbir topluluk tarafından
uygulanmamaktadır. Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler isimlerinin başlarına her ne
kadar İslam kelimesini koysalar da onların uyguladıklarının fıkıhla yani İslam
hukukuyla uzaktan ve yakın bir alakası yoktur, diyebiliriz. Çünkü bunlar hem batı ve
hem de İslam mevzuatı ile yaşıyorlar ki, böylece bunların çelişkileri, batı
dünyasında olan çelişkilerden çok daha fazladır. Hâlbuki bugünkü İslam
fıkhını öğrenip ictihad ve şura ile onu yeniden ortaya koyarak hareket etseler,
İslam’da uyum ve ahenk bulunması dolayısıyla yaşadıkları hukuk düzenlerindeki
çelişkiler yok seviyeye inecektir. İster dindar olalım, ister
başka bir şey; ister laik olalım, ister başka bir şey, bugün bizim tam bir
çözümsüzlük içinde olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Devlet aşamasından çok
daha ileriye gitmiş olmamıza rağmen, bu kadar geliştirmiş olduğumuz ileri
uygarlığı düzenleyecek bir hukukumuz maalesef yoktur. Çünkü mevcut hukuk
sistemleri, toprağa dayalı uygarlığın ürününden başka bir şey değildir. Bunlar
artık ta Nuh-u Nebiden kalma, modası geçmiş ve devrini tamamlamış, sadece tarihi
değeri olan bir bilgi birikiminden başka bir şey olamazlar. Zira toprak ekonomisi,
komşuluk ekonomisine dayanır. Hâlbuki şimdilerde ise sanayi ekonomisi doğmuş ve o
uygulanmaktadır. Bu sanayi ekonomisi de serbest insan ilişkilerine dayanır. Oysa
bugünkü dünyada komşu komşuyu tanımıyor bile. İnsanlık âleminin beş bin yıldan
beri geliştirerek ürettiği hukuk düzeni, onları bugünkü sanayi uygarlığına
getirdi. Fakat şu, çok gerçekçi bir tespittir ki, insan kendi eliyle ürettiği
uygarlığa bugün kendisi cevap vermekten aciz hale düşmüştür. Onun için de
insanlık zamanımızda kanaatimize göre yepyeni bir hukuk düzenine gitmek zorundadır. Tarihte doğu uygarlıkları hep
yeni hukuk düzenleri ile, Sümer uygarlığı yöneticilerin yazılı kuralları ile,
İbrani uygarlığı idarecilerin üstünde Tevrat uygarlığı ile, Hıristiyanlık
uygulaması da uluslar arası ahlak ilkelerine dayanarak doğmuştur. İslam’a gelince
onun uygulaması da hukuk bilginlerinin içtihatlarıyla oluşan fıkıh uygarlığı ile
doğmuştur. Bu uygarlıkları beş yüz yıl geriden takip eden batı uygarlıkları da
teknolojide harikalar yaratmıştır. Mısır bugün hala gözleri
kamaştıran ehramları dikmiş; Yunan heykelcilik ve tiyatroda insanları şaşırtacak
bir şekilde ileri gitmiş; Roma inşa ettiği mabetleriyle erişilmez bir ün elde
etmiş; bugünkü Avrupa da büyük keşif ve icatlar ortaya koyarak adeta ulaşılmazlara
yetişmiştir. Artık batının sanayileşme
sonucu doğan bu büyük uygarlık, beş bin yıllık ihtiyarlamış tarım mevzuatı ile
işlemez hale gelmiş ve ihtiyaca yetmez olmuştur. İşte şimdi nöbet sırası
kendisine gelen doğuya yeni bir görev düşmektedir. Doğu dünyası ve İslam
dünyası, III. Bin yıl sanayi uygarlığını düzenleyebilecek bir hukuk sistemini
ortaya koyma görevi ile karşı karşıyadır. Peki, bunun yolu, usul ve yöntemi nasıl
olacaktır? Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre yeni bir peygamber, yeni bir kitap
ve böylece yeni bir din gelmeyecektir. Bugün ilmin ulaştığı bir zirvede zaten sadece
dine dayalı ve ilimden uzak yeni bir uygarlığın doğmasına imkân ve ihtimal yoktur.
Ne var ki, din olmadan, dini duygu olmadan ve inanç olmadan hukukun halka inmesi ve halk
tarafından kabul edilip benimsenmesi mümkün değildir. Onun için biz, ilmen en ileri
bir hukuk ve en üstün bir hukuk getirsek bile, buna inanan insanlar bulunmadığı
müddetçe bu hukuk hiçbir zaman işlerlik kazanamayacaktır. Bu durum ve şartlar
karşısında yapılacak iş nedir? Önce ilim adamları ve hukuk
bilginleri çalışıp çabalayarak, aşkla ve şevkle gayret göstererek III. Bin yıl
uygarlığına cevap verecek bir hukuk teorisini ortaya koymalıdırlar. Yoksa bugünkü
gibi meclislerde ekseriyet parmakları ile görüş açıklayarak, bunun bile ne kadar
göstermelik olduğu herkes tarafından çok iyi bilinir, hukuk oluşmaz ve sorunlar
çözülmez. Bu hukuk bilgini kimseler tarafından meydana getirilen hukuk teorisini
ortaya koyanlar, bu teoriyi dini cemaatlere kabul ettirmelidirler. Dini cemaatler de bu
yeni hukuk düzenini halka indirip onların bunu öğrenmesini sağlamalıdırlar.
Böylece bu yeni hukuk düzenini benimseyen halk bundan sonra siyasiler tarafından
organize edilir ve neticede bu hukuku uygulamak üzere seçilen yöneticiler, bu şekilde
iş başına gelmiş olurlar. İşte bu suretle yeniçağın ihtiyaçlarına cevap
verebilecek bir kapasiteye sahip olan bir hukuk düzeni böylece kurulmuş olur. Diğer
taraftan iş adamları da bu yeni hukuk düzeni içersinde işletmelerini kurup halkı ona
göre organize edeceklerdir. Böylece buna göre kurulacak olan sitelerde geleceğin
uygarlığının temelleri atılmış olacaktır. [1]H. Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s. 37–38 [2] Abdülkerim Ünalan, Hak Kavramı ve Kötüye Kullanılması, s. 11 [3] Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 54. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |