.

BİREY TOPLUM CEMAAT ve OLUŞUM

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

    

 Siz hiç mevsimleri düşündünüz mü? Yazla kışı, ilkbaharla sonbaharı karşılaştırıp mukayese ettiniz mi? İlkbahardaki o uyanışı ve dirilişi, tazeliği ve gençliği, sanki yeniden ve yeniden üretim dercesine çalışmaya hazırlanışı… Sonbaharda ise işin sonuna gelmeyi, yorgunluğu ve durgunluğu, yaş yetmiş, iş bitmiş dercesine sahneden çekilmeyi, çözülmeyi ve dağılmayı… İlkbahar ile yazın, sonbahar ile kışın yani mevsimlerin, sadece ve yalnız tabiata ve bitkilere ait bir şey olduğunu sanmayınız. Birey ve toplumların, cemaat ve cemaatlerin, kültür ve medeniyetlerin ve hatta dinlerin bile mevsimleri, gece ve gündüzleri vardır. Kışın bitkiler dinlenirler, yazın ise çalışırlar. Aslında gece ile gündüz de böyledir. Onun için gece durup dinlenme, gündüz ise çalışma zamanıdır. (Bak. Nebe 78/ 10–11) O sebeple Allah Teâlâ, ayette "Onlar, dinlenmeleri için geceyi, gözlerini açmaları için de gündüzü yarattığımızı görmediler mi? İman eden bir toplum için bunda bir takım ayetler (ve alınacak dersler) vardır." (Neml 27/ 86), buyuruyor. Büyük üstat Elmalılı, bu ayetin tefsirinde şunları söylemektedir. (Bu ayette) buyrulduğu üzere İslam'ın da gecesi gündüzü olacak, o da bu inkılâp âleminde gâh gecelerin ağuşu sükûnunda dinlenecek ve gâh gündüzlerin pertevi ikbalinde gözlerini açarak, Hak Teâlâ'nın huzur-u izzetinde en yüksek hayatı yaşamak için uyanacaktır. Bu ayetin işaretine nazaran İslam'ın istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. (V, 3713)   

İşte birey ve toplumların da cemiyet ve cemaatlerin de ve hatta kültür ve medeniyetlerin bile mevsimleri, kışı yazı, gecesi ve gündüzü olur. Onlar da sonbahar rüzgârlarındaki yapraklar gibi düşer, savrulur ve kaybolur. Onlar da yapraklar gibi sararıp renklerini ve tonlarını kaybederler. Kendini kaybeden sararıp solan birey, birey olur mu, o bir ceset değil midir? Yerinden ayrılıp kopmuş, asıl makamını bırakmış, oradan oraya deli dana gibi koşan ve bazen da birey duvarına toslayan toplum, toplum olur mu? O bir güruh değil midir? Yavrusuna durup süt verecek yerde onu tekmeleyen ve vuran deli düve ne ise bireyi düşünmeyen ve ona hak tanımayan ve elindeki ekmeğine ortak olan zalim toplumlar da odur. İster toplum deyin, ister devlet deyin, ne derseniz deyin, ekonomi adına enflasyon yoluyla yavuz bir hırsız gibi dar gelirlinin cebindeki paranın bir kısmını veya yarısını aparan toplum, toplum olur mu? İşte bize göre bugün tüm dünya bu son bahar mevsimini yaşamakta, kelimeler ve terimler anlamlarını yitirmiş, birey ve toplumların renkleri solmuş, birey ile toplum sanki köşe kapmaca oyunu oynar gibi, o onun, o onun alanlarına müdahale ediyorlar, girip çıkıyorlar.

Birey ile toplum, fert ile devlet arasında bir denge olmalıdır. Birey kadar topluma, toplum kadar da bireye saygı duyulmalıdır. Çünkü bireysiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Ağaçların köklerinden aldıkları usareyi tepedeki ta en uçtaki yapraklara kadar götüren birey odacıklar, görev yapan o küçük birimler değil mi? Bütün ile parça arasındaki bu denge, yapraklar arasındaki paylaşımı sağlar. Hâlbuki insanlar, yani birey ile tolum arasındaki bu denge, bugün dünyada maalesef bozuk düzenin, rejimin ve sistemin çarpıklığı yüzünden kurulamamaktadır. Zira denge kuracağım diye, toplumda sınıflar ve sınıfçılık türetmek olur mu? Bu sınıf çatışmalarıyla denge kurulur mu? Kavga, vuruşma ve çatışma ile düzen kurulur mu? Bugün böyle değil midir?  Hâlbuki çatışma, vuruşma ve kaba kuvvet insana değil, hayvanlara yakışır. İşçi sınıfı, işveren sınıfı; memur ve esnaf sınıfı, yöneticiler ve yönetilenler sınıfları bunların hepsi, toplum açısından baktığımız zaman suni-yapay bölücülükten ve bölünmüşlükten başka bir şey değildir. Bir taraftan bireyin hak ve vazifeleri, diğer taraftan da toplumun hak ve vazifeleri, doğru bir şekilde ortaya konmadıkça bu dengenin kurulması, asla mümkün değildir. Farz-ı ayın ile farz-ı kifaye ve onların insan felsefesi öğrenilip kavranmadan birey ile toplumun, fert ile devletin bilinip kavranabileceğine ümidim yoktur. Her zaman ve her yerde birey, birey deniliyor. Bu birey dedikleri, bir insan topluluğunu meydana getirenlerden her biri değil midir? Toplum da bu bireylerin bileşkesinden ibaret değil mi? Öyleyse bu bazı bireyler arasındaki ayrıcalıklar neye, toplumu sınıflara yapay bölüp ayırarak mesela askerler gibi, zengin zadegân ve işveren sınıfı gibi imtiyazlı sınıflar türetmeye ne ihtiyaç var? Bu imtiyazlı durumlar, toplumu meydana getiren bireyler arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı kaldırır, ahengi bozar, bunlar arasında kin nefret ve düşmanlık tohumları saçar. Eğer bir ülkede aile imtiyazı, mahalle veya bölge imtiyazı varsa, meslek imtiyazı varsa, eğer bir yerde insanların dilleri değil de paraları, üniformaları, elbiseleri, masaları ve kasaları veya el ve bellerindeki tabancalar konuşuyorsa, eğer bir yörede etrafına adamlarını toplayıp da onların sosyal rantını sömüren aşiret lideriyim diyenler varsa, orada insan huzuru ve orada toplum huzuru olmaz. Ben müslümanım diyenlere "Kızım Fatıma! babanın peygamber olduğuna güvenme" diyecek kadar bireye ve birey olmaya, diğer taraftan da "Cebrail bana komşudan o kadar bahsetti, o kadar bahsetti ki, nerdeyse komşu komşuya mirasçı olacak sandım" diyecek kadar topluma ve toplum olmaya önem veren bir peygambere bağlanmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü Hz. Peygamberin Muhammedi toplumunda hiçbir kimse ama hiçbir kimse asla imtiyazlı olmadı. Toplum adına soy, sop; mevki, makam, mal ve mülk gibi farklılıklar, yani iş bölümleri, yani bireyin hareket ve davranışlarında imtiyaz etkileri asla görülmedi. Suç işleyerek dengeyi bozanlar ve bilhassa toplumsal suç işleyenler cezalarını kesinlikle görürler. Hz. Peygamber'e hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları da aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,   öfkelenerek "Hırsızlık yaparak getirilen kimse, kızım Fatıma olsa bile onun elini keserdim" buyurdu (Buhari, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). O günün bu uygulaması, bugünkü toplumlarda ne kadar teorik kaldığı ortadadır. Hukukun üstünlüğü sadece sözde ve yazıda var. Zira bu anlayışa ters düşen her türlü karmaşa ve kargaşa, zulüm ve haksızlıklar her alanda kendisini göstermektedir.

Bu keşmekeşten bizi kurtaracak olan sadece Kuran ve sünnettir. Kuran, kişinin kendi kazandığı kendi lehine, fakat (sosyal rant, siyasi rant, ekonomik rantlara ve ırk, soy, sop rantlarına dayanarak ve payandalarla elde edilerek) kazandırıldığı ise onun aleyhinedir, buyuruyor. (Bakara 2/ 286). Bireyin hakkı bireye, toplumun hakkı da topluma verildiği zaman, birey kendi üzerine düşen görevi yaptığı, toplum da kendi üzerine düşen vecibeyi yerine getirdiği zaman orada birey toplum ve fert devlet kavgası ve geçimsizliği olmaz. Fakat teşvik kredisi ne demek, sen neyi nereden alıp da nereye vererek teşvik ediyorsun? Senin buna hakkın var mı? Bugün nereden ve kimden neyi ne kadar alacağını ve bunları nereye ve nasıl dağıtacağını bilmeyen ve bilemeyen bir sistem veya devletle karşı karşıyayız. Devlet dediğin, herkesin ve tüm vatandaşların kurumudur; yoksa o, sadece şu kesim, kısım ve falanların veya talan yapanların değildir. Eğer devlet, karşılıksız para basarak bireyin cebindeki paradan çalıyorsa, (çünkü bu olay, neticede post-modern bir hırsızlıktır) diğer taraftan da teşvik adı altında şuraya veya buraya aktarıyorsa ya da hortumlanıyorsa artık bu devlet, adalet değil, zulme alet ve zulüm aracı haline gelmiş demektir. Bu duruma düşürülen birey, bu devlete karşı asla sevgi ve saygı beslemez, aksine ona zalim gözüyle bakar. Birey anasıyla babasıyla değil, soyu sopu ile değil, bizzat kendisiyle değerlidir, birey insan olduğu için değerlidir. Cinsiyete dayalı ayrımcılık, ırka dayalı sınıfçılık olur mu, kürtçülük türkçülük olur mu? Bakın Akif bu konuda ne diyor:

Hani, milliyetin İslam idi… Kavmiyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

"Arnavutluk" ne demek? Var mı şeriat'ta yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri. (Safahat, Hakkın Sesleri, s. 183)

Bizim İslam anlayışımızdaki tarifimize göre birey, Allah'ın koyduğu kâinat nizamını kabul ettikten sonra bu yerküresi fabrikasında Allah'ın bir işçisi olarak çalışıp kendisi dâhil, her şeyin kendisine sahibi tarafından kendisine emanet olarak verilen ve tüm hareket ve davranışlarını bu nizam ve düzen içersinde ictihadla yapmaya çalışan akıllı ve mükellef bir kimsedir. Yoksa biz, birey derken asla şu toplumdan uzak bireyci ve bireycilik anlamındaki individüalist öğretinin bireyi değildir. Çünkü o, toplumdan ve toplum sorumluluğundan uzak, kendi merkezli, bireysel çıkarcı, egoist ve kendi etrafında dönen sentrik bir kimsedir. Bizim birey ise farz-ayın dediğimiz kendi üzerine düşen din, can, mal, akıl ve nesli koruma alanlarında görevlerini yerine getirirken, diğer taraftan da topluma ait olan ve toplumla ilgili görevleri de denetim ve gözetim altında tutup adeta onların potansiyel sahibi olan, bu anlamda bir görev yerine getirilmediği zaman onu hemen kendisi üstlenip yerine getirendir. Mesela bölgede eğitim ve öğretim, sağlık ve aile, çalışma ve yaşama alanlarındaki her türlü eksik ve aksaklıklar aklı başında mükellef her bireyi ilgilendirir. Bizim bucak dediğimiz en küçük birim, akıllı baliğ ve mükellef insana benzer, o her işini kendi içinde görür. Sağlık, iş hayatı, dini hayat, yaşama ve sosyal güvenlik bir toplumu ilgilendiren her şey, toplum adına ihtiyaç duyulan her şey, bu bucak içinde görülür. O, sadece güvenlikte ile bağlıdır. O yüzden bu merkezci zihniyet ve politicalman-yöneten insan anlayışı ve uygulamalarını biz tasvip etmiyoruz. Çünkü toplum, tek hücreli amip değildir. Bir ağaç bile öyle değildir. Yoksa topraktaki su ağacın tepesindeki yaprağa nasıl çıkardı?

Toplum ile cemaat karşılaştırmasına gelince bana göre toplum ile cemaat, farklı şeylerdir. Toplum denilince o yer ve yöredeki herkesi ilgilendiren bir hareket ve davranış, toplumsal olup toplum, herkesi kendisine bir şekilde bir bağ ile bağlayan birim demektir. Cemaat ise böyle değildir. Sanki cemaat, sadakayı temsil ederken, toplum ise zekâtı ve vergiyi temsil etmektedir. Eğer bana bugün Türkiye'de bugünkü özellikleri ile düşünce ve aktivite yönleriyle toplumsal olacak bir cemaat var mı diye sorarsanız, buna cevabım olumlu olmaz. Ben zaten bunun için hiçbir cemaate mensup değilim. Fakat bana yakın olan veya benim kendilerine yakın olduğum cemaatler vardır. Aslında kendi kanaatine göre, ileride toplum olup medeniyet kurması veya devlet olma ihtimali ve potansiyeli taşıyan bir kuruluşa her müslümanın omuz vermesi ve onlara katılması bence farzdır. Çünkü Allah Teâlâ "iyilikler kötülükleri yok eder" (Hud 11/114) buyuruyor. Onun için her müslüman iyi olmalı, teorik fikir ve pratik destek açısından iyi sistemin, toplumun ve iyi cemaatin yanında yer almalıdır.  Hak gelmedikçe batıl gitmez. (İsra 17/ 81) İyi toplum gelmedikçe kötü toplum gitmez; iyi devlet düzeni gelmedikçe kötü devlet düzeni defolup gitmez. Aslında iyi toplum vardır, kötü toplum vardır; iyi cemaat vardır, kötü cemaat vardır. İyi toplum iyi vatandaş üretir, kötü toplum da kötü vatandaş üretir. Teknik ifade ile cemi müennes kalıbı aynı zamanda sistemi, rejimi ve toplumu ifade eder. Bu anlamda Kuranda Kötü sistemlerin kötü insanlar için, iyi sistemlerin de iyi insanlar için olduğu bildirilmektedir. (Nur 24/ 26) Kötü insanlar, bozuk ve zararlı sistemler ve eksi medeniyetler ile iyi insanlar, düzgün ve faydalı sistemler ve artı medeniyetler arasında devamlı bir rekabet vardır. Zaman ve mevsim kim ve hangisinin lehine ise o, bu yaşlanmakta olan yerkürede biraz ömür sürer. Fakat o da bir zaman geçtikten sonra yaşlanmaya başlar, ihtiyarlar ve böylece ömrünü tamamlar. Bu defa nöbet sırası karşıt toplum, sitsem ve medeniyetindir. Çünkü düşüp kalkmalar, kazanıp kaybetmeler ve gücü elinde tutup kaçırmalar insanlar-sistemler ve medeniyetler arasından nöbetleşe devam edip gider. (A. İmran 3/ 140). Yoksa zulüm abad olmaz, zalim yerinde ebedi kalmaz. Zulüm üreten sistemler ve zalim toplumlar da bir gün gelir gider. Yani bu bozukluk, kargaşa ve zulüm düzeni ve kötü toplum kıyamete kadar kalıp hüküm icra etmez.

 İyi insanların iyilerle beraber olması konusunda Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye yepyeni bir toplum ve yepyeni bir devlet inşa etmeye gittiği zaman hicret etmeyip de Mekke'de kalanlarla bir velayet sorumluluğunun olmadığını söyleyen ayeti (Enfal 8/ 72) böyle ve bu şekilde anlamak gerekir. Çünkü toplum velidir ve devlet velidir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere İslam'da toplum ve devlet, imana değil, velayete dayanır; hukuka, şeriata ve kazaya dayanır.  Zira ayette Mekke'de kalanlar için "iman ettiler" denilmektedir. Onlar iman ettiler ama hicret etmediler ve hicret etmedikleri için de İslam toplum ve devletinin vatandaşlık şemsiyesinden ve velayet korumasından mahrum kaldılar.     

Toplum ile cemaat arasındaki farklardan birisi de sanki toplum, hukuku, cemaat ise ahlakı temsil eder. Hukuk, herkesi ilgilendiren bir kurallar kümesi olduğu halde, ahlak, kişi açısından yaratılıştaki farklılıklardır, diyebiliriz. Böyle olunca cemaatler arasında da farklılıklar vardır. Daha doğrusu cemaatin, kendilerince önemli gördükleri konular üzerinde çalışma ve hizmet yapmak üzere bir araya gelmiş bireyler kümesi olduğunu söyleyebiliriz. O sebeple bazı cemaat şu işe önem verirken, diğeri bu işe; birisi şu alanda daha çok çalışırken, diğer cemaat ise başka bir alanda at koşturabilir. Meseleyi biraz daha açıklamak istersek toplumda uzviyet olduğunu yani devletin gözü kulağı, eli, ayağı ve burnu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'mizin bozuk düzenindeki uygulamaya bakanlar devletin Ankara'da oturduğunu sanırlar. Çünkü Türkiye amip yapısına sahip merkeziyetçi ve sentiralist bir iskelete sahiptir. Bunun eşyanın tabiatına ters olduğunu herkes bilmelidir. Bir tek birey bile tek merkezli değil, çok merkezlidir. Zira o, dini, ilmi içtimai (idari siyasi) iktisadi ve ailevi alanların bileşkesinden ibarettir. Bu alanlardan her birisi ise bir merkezdir, denilebilir. O sebeple gözü kulağı olmayan devlet olmadığı gibi, eli ayağı ve burnu bulunmayan toplum da olmaz. Cemaatler ise belki bundan sadece bir veya iki uzva önem veren, eksik yapılı kuruluşlardır. Mesela bana göre bugün cemaatlerden hiçbirisi, her ne kadar yapıyoruz, ediyoruz ve tutuyoruz deseler de bilime önem vermemektedir. Ayrıca cemaatlerin dini, ekonomik ve psikolojik ağırlıklı hizmetler yaptıklarını da söyleyebiliriz. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra cemaat olmak ile toplum olmak, cemaatleşmek ile toplumsallaşmak aynı şeyler olmayıp farklı şeyler olduğunu dile getirmeliyim. Fakat bazen cemaatlerin de bir konuda topluma katkı yapacakları ve bazı hareket ve davranışları topluma benimsetip onu toplumsal hale getirebilecekleri de unutulmamalıdır. 

Toplumsallaşmak bizatihi bir değer midir diye soruyorsunuz. Bu tamamen sizin bakış açınıza veya baktığınız yere bağlı bir husustur. Eğer siz, A toplumunda olup B toplumundaki bir ruhsatı toplumsal hale getirmek isterseniz bu doğru değildir. Çünkü anormalliklerin kişiden kişiye intikal etmemesi gerektiği gibi, şu topluma özel bir hal de diğer toplumlar tarafından benimsenmeye çalışılmamalıdır. Mesela bir ülkede Müslümanların başında zalim bir devlet varsa, o, insanların giyim, kuşam, kılık ve kıyafetlerine karışıyor ve kadınlara başlarını zorla açtırıyorsa ve kadınlar da başı açık yaşıyorlarsa bu, zaruri ve anormal durumu, bu açıdan normali yaşayan başka bir toplum, bu hareketi benimseyip ben de başımı açayım diyemez. Bakış açınıza gelince, eğer siz değeri, birey ve toplumu ayakta tutan duygu, düşünce, hareket ve davranışlar olarak görüyorsanız o zaman biz, toplumsallaşmanın bizatihi bir değer olduğunu söyleyebilir. Yalnız burada bir hareketin değer olabilmesi için onun anormal değil, normal olması, zaruretten dolayı değil, doğal olarak alışılmış bir şey olması gerekir. Bu anlamda nikâh ve aile bir değerdir; emek çalışıp kazanmak bir değerdir; hak ve hukuka saygı bir değerdir; insanların ictihad ve görüşleri kendileri için bir değerdir. Devlet kutsal değildir ama verdiği emirler ve çıkardığı kanunlar değiştirilinceye kadar bir değer taşırlar.     

Her ne kadar değer kavramı çok yönlü ve biraz karmaşık gibi görünse de hele felsefecilerin her zaman yaptıkları gibi, değer meselesinde de yol sapması yapsalar da biz bu değer konusu üzerinde biraz duralım. Değer, eski Türkçede tegir, teg-mek, "ulaşmak" demektir. Geniş zaman ekinin kalıplaşmasıyla kelime "kıymet" karşılığı olarak tekrar canlandırılmıştır. Firuzabadi'nin Asım Efendi Kamus tercümesinde bahsedildiği üzere kıymet kelimesi, teknik ifade ile masdar bina-i nevi olup iki manası vardır. Birisi değer ve paha demektir, diğeri ise sebat ve devam manasınadır. Eğer bir şeyin devamlılığı, başka bir şeyin varlığına dayanmıyorsa "onun değeri var, yani devamlılığı var deriz. Şu halde değer, insan ve toplum açısından düşünüldüğü zaman sürekli olan veya olması gereken şeylerdir, diyebiliriz. Başka bir ifade ile bireyi, cemaati, toplumu, devleti ve medeniyeti yaşatıp ayakta tutan şeyler, değerlerdir.

Filozoflarla İslam âlimlerinin değer anlayışı farklıdır. Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer adlı eserinde çeşitli filozofların değer üzerine olan görüşlerini açıklamaktadır. Onlar bu konuda o kadar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir ki, onları toparlamak mümkün değildir. Filozoflar gerçekten hep birbirinden farklı ve irtibatsız yollarda koşmuşlardır. Hâlbuki Peygamberler silsilesi öyle değildir. Onlar hemen, hemen hep ayni şeyleri söylemişlerdir ve söylediklerinde ortak noktaları daha fazladır ve irtibatlıdır. A'raf, Hud ve Şuara surelerine bakarsanız orada Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şüayb Peygamberlerin toplumlarına hep aynı şeyleri telkin ettikleri görülür. Hatta ayette Hz Peygambere hitaben "ben peygamberlerden yenilik yapan (tamamen farklı ve yepyeni bir şey getiren) değilim de" buyrulmaktadır. (Ahkaf 46/ 9) Filozofların düşüncelerine bir örnek verelim."İnsan foetal bir varlıktır; yani ana karnından tam biyolojik gelişmesini yapmadan dünyaya gelmektedir. Bu bakımdan insan, başka hayvanlardan biyolojik bakımdan aşağıdır. Ve bunun sonucu olarak da psikolojik bakımdan onlardan yüksektir. Hayvanların içgüdüleri kuvvetlidir. İnsanın ise çok zayıftır. Hayvanlar yakın çevrelerine (Umwelten) iyi adapte olurlar. Oraya yerleşirler, mıhlanırlar. İnsan adapte olamaz ve mıhlanamaz. İnsan çevresi içinde sallanır… Kısaca insan, biyolojik bakımdan eksik bir yaratıktır. Onun için de psikolojik bakımdan hayvandan çok üstündür." (Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, s. 60). Bu cümleler hakkında benim bir şey söylememe gerek yok; bunu okuyucular en güzel bir şekilde değerlendirirler. Değerin çift kutupluluğunu iddia eden filozoflar şunu söylüyorlar. Her değer çift kutupludur. Tek kutuplu değer olamaz. Bu değerlidir dediğimiz zaman, onun karşıtı değersizdir veya "bu değerli değildir"i de içine alır. Bu özellik gerçek alanında yoktur. Değerin bu çift kutupluluğu neden ileri geliyor? Hakikat da ancak bir değer gibi ele alındığı zaman çift kutupludur. Doğru-yanlış çift kutupluluğu başka değerlerin bir türü olarak gözden geçirilebilir. Hakikat bir değer olmaktan çıktığı ve yalnız bir gerçeğin ölçüsü haline geldiği zaman çift kutupluluğunu kaybederek bir tespit halini alır". ( H.Z. Ülken a.g.e. s.223) Bize göre bu anlayış yanlıştır. Çünkü mesela biz nikâha değerli gözüyle baktığımız zaman onun zıddı olan nikâhsızlığa (serbest ilişkiye) de bir değer izafe etmemiz gerekir. Başka bir deyişle nikâha dayanan cima ile nikâhsızlığa dayanan zinanın her ikisi de değerli olması gerekir. Hâlbuki bunlar birisi diğerinden tamamen farklı, birisi faydalı, diğeri ise zararlıdır. İslam hukukçuları cimayı kabul edip şeri ve şeriata uygun bir fiil derken, zinaya hissi fiildir; yani hukuka şeriata dayanmıyor diye ayırmışlardır. (Bak Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I,30). Dinden ayrı kalan bir felsefe işte böyle dolambaçlı yollardan giderek insanı böylece dere ve tepelerde yorgun bitkin dolaştırıp durmaktadır. O sebeple bize göre felsefeye ait bir düşünce veya hüküm din ile test edilmedikçe bir değer ifade etmez. Çünkü onun doğru veya yanlış faydalı veya zararlı olduğu bilinemez. Bu sebepten dolayı biz felsefe, sosyoloji, pedagoji, psikoloji ve buna benzer ilimlerin daha çok insanla ilgili olmaları sebebiyle bunlardan gelen bütün fikir ve düşüncelerin, kural ve kanunların din ile test edilmediği müddetçe hiçbir değer taşımadığı kanaatindeyiz. Fakat bir fizik kanun veya kuralının dinle doğrulanmasına ihtiyaç yoktur.     

Hukuk kavramı, değerler kategorisine girer; hukukta hâkim olan düsturi fikirdir, vakıa fikri değildir. Eğer hukukta vakıa fikri hâkim olmuş olsaydı, bütün vakıaları, reel olmaları itibariyle, kıymet bakımından eşit gören determinizme dayalı herhangi bir pozitif bilim alanında bulunmuş olurduk. Hukuk, varlıkla ilgili hükümleri değil, değer hükümlerini formüle eder. (A.H.Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 77)

Burada Müslüman âlimlerin de değer hakkındaki düşüncelerinden bir iki örnek verelim. Mesela Ziyaüddin Serdar, değere şöyle bir tarif getirmiştir. Değerler, insanların yaşantı içindeki toplu ya da ferdi hareketlerini idare eden idealler ve kavramlardır. İslami değerler, insanın tabiatı ile bağlantılıdırlar. İnsanın ruhsal ve ahlaki gelişimine yardım ederler. Bu yol ve etkinliğin önünü bir çit gibi tıkayan değerler, gayr-i İslami değerler olarak tanımlanır. Bu değerler insan tabiatına uymazlar. Aslen ego ve cehaletten, kibir ve kapristen doğarlar ve de insanlığın tüm günahlarının kaynağıdırlar. (İslam Medeniyetinin Geleceği, s. 37)

S. Kutup da bu konuda şöyle yazıyor: İslam, insanlar arasında temel eşitlik ve herkes arasında temel adaletini açıkça ortaya koyar, fakat bundan sonra da çalışma ve gayret ile ilerlemeye açık bir kapı bırakmıştır. Ayrıca İslam, iktisadi değerlerden başka değerler olan birtakım denge değerler koymuştur. "Ey insanlar! …Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız, takvaca en ileri olanınızdır" (Hucurat 49/ 13) "…Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini artırır."(Mücadele 58/ 11) "O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan salih ameller ise Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır ve emelce daha hayırlıdır." (Kehf/ 18/ 46). Açıkça ortaya çıkıyor ki, İslam'ın hesaba kattığı ve gerçek değerler olarak ele aldığı, farklı bireylerin farklı geçim kazanma yollarına sahip olduğundan dolayı toplum içinde adaleti sağlamak için, iktisadi değerlerin dışında kalan bir takım değerler daha vardır. İslam, söz konusu gayret ve kabiliyetlerin farklı olması gibi makul nedenleri teslim eder, rütbeye, makama dayalı farklılıklara izin vermez, kesinlikle reddeder. (Değişim Sürecinde İslam, s. 137)

            İslami ilkelerin toplumsallaşması hususunda Müslümanların çalışma yapması, dini ve insani bir görevdir. Kurandaki hicretle ilgili ayetlere baktığımız zaman toplumun İslamlaşmasının veya İslami ilkelerin toplumsallaşmasının ne kadar önemli bir husus olduğu açıkça görülür. Çünkü hicret İslam ilkelerinin toplumsallaşması için yapılmış olan bir göç hareketidir. Şu ayet, böyle bir toplum kuranların gerçek kurtuluşa ermiş olacaklarını söylemektedir. “Muhacir ve ensardan ilk öncüler ve iyi amellerle onların ardınca gidenler, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.” (Tevbe 9/ 100)

İslam toplumunu kurmaya talip olanlar kendi aralarında birbirlerine karşı son derece merhametlidirler. (Fetih 48/ 29) Toplumun başındaki kimse toplum üyelerine yeteri kadar yumuşak davranmalı, sert ve katı davranmamalıdır (A. İmran 3/ 159). Topluma ait işler ve yapılacak faaliyetler, kesinlikle istişareye dayandırılmalıdır. (Şura 42/ 38). Kararlar, parmak hesabına göre değil, başkanın herkesin fikir ve görüşlerini dinledikten sonra şöyle yapalım demesiyle neticelenmiş demektir. Yapılacak işlerde kolaylık esas olup her zaman zor olan değil, kolay olan tercih edilmelidir. (Bakara 2/ 185). Toplum ve üyeler her zaman ve her yerde yaptıkları işleri Allah adına yaptıklarının farkında olarak yapacaklardır. (Nur 24/ 55) Toplum üyelerinin ve başkanların yapılacak işler hakkında Kuran ve sünnetteki verilen kararlar dışında herhangi bir tercihleri olamaz. Ahzab 33/ 36). Toplum yapacakları tüm işlerinde neyi nerde ve nasıl yapacaklarına dair sadece ve yalnız Hz. Peygamberi örnek alacaklardır. (Ahzab 33/ 21) Toplum bütün güçleriyle ilahi bir toplum olmaya çalışarak hareket edecek ve Allah’ın yardımı ila başarıya ulaşacaklardır. Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri veli (yönetici) edinirse, şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlar, galip gelenlerin ta kendileridir. (Maide 5/ 56).         

 

  


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.