. | BİREY TOPLUM CEMAAT ve OLUŞUM Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Siz hiç mevsimleri
düşündünüz mü? Yazla kışı, ilkbaharla sonbaharı karşılaştırıp mukayese
ettiniz mi? İlkbahardaki o uyanışı ve dirilişi, tazeliği ve gençliği, sanki
yeniden ve yeniden üretim dercesine çalışmaya hazırlanışı… Sonbaharda ise işin
sonuna gelmeyi, yorgunluğu ve durgunluğu, yaş yetmiş, iş bitmiş dercesine sahneden
çekilmeyi, çözülmeyi ve dağılmayı… İlkbahar ile yazın, sonbahar ile kışın
yani mevsimlerin, sadece ve yalnız tabiata ve bitkilere ait bir şey olduğunu
sanmayınız. Birey ve toplumların, cemaat ve cemaatlerin, kültür ve medeniyetlerin ve
hatta dinlerin bile mevsimleri, gece ve gündüzleri vardır. Kışın bitkiler
dinlenirler, yazın ise çalışırlar. Aslında gece ile gündüz de böyledir. Onun
için gece durup dinlenme, gündüz ise çalışma zamanıdır. (Bak. Nebe 78/ 10–11) O
sebeple Allah Teâlâ, ayette "Onlar, dinlenmeleri için geceyi, gözlerini
açmaları için de gündüzü yarattığımızı görmediler mi? İman eden bir toplum
için bunda bir takım ayetler (ve alınacak dersler) vardır." (Neml 27/ 86),
buyuruyor. Büyük üstat Elmalılı, bu ayetin tefsirinde şunları söylemektedir. (Bu
ayette) buyrulduğu üzere İslam'ın da gecesi gündüzü olacak, o da bu inkılâp
âleminde gâh gecelerin ağuşu sükûnunda dinlenecek ve gâh gündüzlerin pertevi
ikbalinde gözlerini açarak, Hak Teâlâ'nın huzur-u izzetinde en yüksek hayatı
yaşamak için uyanacaktır. Bu ayetin işaretine nazaran İslam'ın istikbali gece
değil, gündüzdür; sönük değil parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu
dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. (V, 3713) İşte birey ve toplumların da cemiyet
ve cemaatlerin de ve hatta kültür ve medeniyetlerin bile mevsimleri, kışı yazı,
gecesi ve gündüzü olur. Onlar da sonbahar rüzgârlarındaki yapraklar gibi düşer,
savrulur ve kaybolur. Onlar da yapraklar gibi sararıp renklerini ve tonlarını
kaybederler. Kendini kaybeden sararıp solan birey, birey olur mu, o bir ceset değil
midir? Yerinden ayrılıp kopmuş, asıl makamını bırakmış, oradan oraya deli dana
gibi koşan ve bazen da birey duvarına toslayan toplum, toplum olur mu? O bir güruh
değil midir? Yavrusuna durup süt verecek yerde onu tekmeleyen ve vuran deli düve ne ise
bireyi düşünmeyen ve ona hak tanımayan ve elindeki ekmeğine ortak olan zalim
toplumlar da odur. İster toplum deyin, ister devlet deyin, ne derseniz deyin, ekonomi
adına enflasyon yoluyla yavuz bir hırsız gibi dar gelirlinin cebindeki paranın bir
kısmını veya yarısını aparan toplum, toplum olur mu? İşte bize göre bugün tüm
dünya bu son bahar mevsimini yaşamakta, kelimeler ve terimler anlamlarını yitirmiş,
birey ve toplumların renkleri solmuş, birey ile toplum sanki köşe kapmaca oyunu oynar
gibi, o onun, o onun alanlarına müdahale ediyorlar, girip çıkıyorlar. Birey ile toplum, fert ile devlet
arasında bir denge olmalıdır. Birey kadar topluma, toplum kadar da bireye saygı
duyulmalıdır. Çünkü bireysiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Ağaçların köklerinden
aldıkları usareyi tepedeki ta en uçtaki yapraklara kadar götüren birey odacıklar,
görev yapan o küçük birimler değil mi? Bütün ile parça arasındaki bu denge,
yapraklar arasındaki paylaşımı sağlar. Hâlbuki insanlar, yani birey ile tolum
arasındaki bu denge, bugün dünyada maalesef bozuk düzenin, rejimin ve sistemin
çarpıklığı yüzünden kurulamamaktadır. Zira denge kuracağım diye, toplumda
sınıflar ve sınıfçılık türetmek olur mu? Bu sınıf çatışmalarıyla denge
kurulur mu? Kavga, vuruşma ve çatışma ile düzen kurulur mu? Bugün böyle değil
midir? Hâlbuki çatışma, vuruşma ve kaba kuvvet insana değil, hayvanlara
yakışır. İşçi sınıfı, işveren sınıfı; memur ve esnaf sınıfı, yöneticiler
ve yönetilenler sınıfları bunların hepsi, toplum açısından baktığımız zaman
suni-yapay bölücülükten ve bölünmüşlükten başka bir şey değildir. Bir taraftan
bireyin hak ve vazifeleri, diğer taraftan da toplumun hak ve vazifeleri, doğru bir
şekilde ortaya konmadıkça bu dengenin kurulması, asla mümkün değildir. Farz-ı
ayın ile farz-ı kifaye ve onların insan felsefesi öğrenilip kavranmadan birey ile
toplumun, fert ile devletin bilinip kavranabileceğine ümidim yoktur. Her zaman ve her
yerde birey, birey deniliyor. Bu birey dedikleri, bir insan topluluğunu meydana
getirenlerden her biri değil midir? Toplum da bu bireylerin bileşkesinden ibaret değil
mi? Öyleyse bu bazı bireyler arasındaki ayrıcalıklar neye, toplumu sınıflara yapay
bölüp ayırarak mesela askerler gibi, zengin zadegân ve işveren sınıfı gibi
imtiyazlı sınıflar türetmeye ne ihtiyaç var? Bu imtiyazlı durumlar, toplumu meydana
getiren bireyler arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı kaldırır, ahengi bozar,
bunlar arasında kin nefret ve düşmanlık tohumları saçar. Eğer bir ülkede aile
imtiyazı, mahalle veya bölge imtiyazı varsa, meslek imtiyazı varsa, eğer bir yerde
insanların dilleri değil de paraları, üniformaları, elbiseleri, masaları ve
kasaları veya el ve bellerindeki tabancalar konuşuyorsa, eğer bir yörede etrafına
adamlarını toplayıp da onların sosyal rantını sömüren aşiret lideriyim diyenler
varsa, orada insan huzuru ve orada toplum huzuru olmaz. Ben müslümanım diyenlere
"Kızım Fatıma! babanın peygamber olduğuna güvenme" diyecek kadar bireye ve
birey olmaya, diğer taraftan da "Cebrail bana komşudan o kadar bahsetti, o kadar
bahsetti ki, nerdeyse komşu komşuya mirasçı olacak sandım" diyecek kadar topluma
ve toplum olmaya önem veren bir peygambere bağlanmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü
Hz. Peygamberin Muhammedi toplumunda hiçbir kimse ama hiçbir kimse asla imtiyazlı
olmadı. Toplum adına soy, sop; mevki, makam, mal ve
mülk gibi farklılıklar, yani iş bölümleri, yani bireyin hareket ve
davranışlarında imtiyaz etkileri asla görülmedi. Suç işleyerek dengeyi bozanlar ve
bilhassa toplumsal suç işleyenler cezalarını kesinlikle görürler. Hz. Peygamber'e
hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları da
aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
öfkelenerek "Hırsızlık yaparak getirilen kimse, kızım Fatıma olsa bile onun
elini keserdim" buyurdu (Buhari, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). O günün bu
uygulaması, bugünkü toplumlarda ne kadar teorik kaldığı ortadadır. Hukukun
üstünlüğü sadece sözde ve yazıda var. Zira bu anlayışa ters düşen her türlü
karmaşa ve kargaşa, zulüm ve haksızlıklar her alanda kendisini göstermektedir. Bu keşmekeşten bizi kurtaracak olan
sadece Kuran ve sünnettir. Kuran, kişinin kendi kazandığı kendi lehine, fakat (sosyal
rant, siyasi rant, ekonomik rantlara ve ırk, soy, sop rantlarına dayanarak ve
payandalarla elde edilerek) kazandırıldığı ise onun aleyhinedir, buyuruyor. (Bakara
2/ 286). Bireyin hakkı bireye, toplumun hakkı da topluma verildiği zaman, birey kendi
üzerine düşen görevi yaptığı, toplum da kendi üzerine düşen vecibeyi yerine
getirdiği zaman orada birey toplum ve fert devlet kavgası ve geçimsizliği olmaz. Fakat
teşvik kredisi ne demek, sen neyi nereden alıp da nereye vererek teşvik ediyorsun?
Senin buna hakkın var mı? Bugün nereden ve kimden neyi ne kadar alacağını ve
bunları nereye ve nasıl dağıtacağını bilmeyen ve bilemeyen bir sistem veya devletle
karşı karşıyayız. Devlet dediğin, herkesin ve tüm vatandaşların kurumudur; yoksa
o, sadece şu kesim, kısım ve falanların veya talan yapanların değildir. Eğer
devlet, karşılıksız para basarak bireyin cebindeki paradan çalıyorsa, (çünkü bu
olay, neticede post-modern bir hırsızlıktır) diğer taraftan da teşvik adı altında
şuraya veya buraya aktarıyorsa ya da hortumlanıyorsa artık bu devlet, adalet değil,
zulme alet ve zulüm aracı haline gelmiş demektir. Bu duruma düşürülen birey, bu
devlete karşı asla sevgi ve saygı beslemez, aksine ona zalim gözüyle bakar. Birey
anasıyla babasıyla değil, soyu sopu ile değil, bizzat kendisiyle değerlidir, birey
insan olduğu için değerlidir. Cinsiyete dayalı ayrımcılık, ırka dayalı
sınıfçılık olur mu, kürtçülük türkçülük olur mu? Bakın Akif bu konuda ne
diyor: Hani, milliyetin İslam idi… Kavmiyet
ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a
milliyetine. "Arnavutluk" ne demek? Var mı
şeriat'ta yeri? Küfr olur, başka değil, kavmini
sürmek ileri. (Safahat, Hakkın Sesleri, s. 183) Bizim İslam anlayışımızdaki
tarifimize göre birey, Allah'ın koyduğu kâinat nizamını kabul ettikten sonra bu
yerküresi fabrikasında Allah'ın bir işçisi olarak çalışıp kendisi dâhil, her
şeyin kendisine sahibi tarafından kendisine emanet olarak verilen ve tüm hareket ve
davranışlarını bu nizam ve düzen içersinde ictihadla yapmaya çalışan akıllı ve
mükellef bir kimsedir. Yoksa biz, birey derken asla şu toplumdan uzak bireyci ve
bireycilik anlamındaki individüalist öğretinin bireyi değildir. Çünkü o, toplumdan
ve toplum sorumluluğundan uzak, kendi merkezli, bireysel çıkarcı, egoist ve kendi
etrafında dönen sentrik bir kimsedir. Bizim birey ise farz-ayın dediğimiz kendi
üzerine düşen din, can, mal, akıl ve nesli koruma alanlarında görevlerini yerine
getirirken, diğer taraftan da topluma ait olan ve toplumla ilgili görevleri de denetim
ve gözetim altında tutup adeta onların potansiyel sahibi olan, bu anlamda bir görev
yerine getirilmediği zaman onu hemen kendisi üstlenip yerine getirendir. Mesela bölgede
eğitim ve öğretim, sağlık ve aile, çalışma ve yaşama alanlarındaki her türlü
eksik ve aksaklıklar aklı başında mükellef her bireyi ilgilendirir. Bizim bucak
dediğimiz en küçük birim, akıllı baliğ ve mükellef insana benzer, o her işini
kendi içinde görür. Sağlık, iş hayatı, dini hayat, yaşama ve sosyal güvenlik bir
toplumu ilgilendiren her şey, toplum adına ihtiyaç duyulan her şey, bu bucak içinde
görülür. O, sadece güvenlikte ile bağlıdır. O yüzden bu merkezci zihniyet ve
politicalman-yöneten insan anlayışı ve uygulamalarını biz tasvip etmiyoruz. Çünkü
toplum, tek hücreli amip değildir. Bir ağaç bile öyle değildir. Yoksa topraktaki su
ağacın tepesindeki yaprağa nasıl çıkardı? Toplum ile cemaat karşılaştırmasına
gelince bana göre toplum ile cemaat, farklı şeylerdir. Toplum denilince o yer ve
yöredeki herkesi ilgilendiren bir hareket ve davranış, toplumsal olup toplum, herkesi
kendisine bir şekilde bir bağ ile bağlayan birim demektir. Cemaat ise böyle değildir.
Sanki cemaat, sadakayı temsil ederken, toplum ise zekâtı ve vergiyi temsil etmektedir.
Eğer bana bugün Türkiye'de bugünkü özellikleri ile düşünce ve aktivite
yönleriyle toplumsal olacak bir cemaat var mı diye sorarsanız, buna cevabım olumlu
olmaz. Ben zaten bunun için hiçbir cemaate mensup değilim. Fakat bana yakın olan veya
benim kendilerine yakın olduğum cemaatler vardır. Aslında kendi kanaatine göre,
ileride toplum olup medeniyet kurması veya devlet olma ihtimali ve potansiyeli taşıyan
bir kuruluşa her müslümanın omuz vermesi ve onlara katılması bence farzdır.
Çünkü Allah Teâlâ "iyilikler kötülükleri yok eder" (Hud 11/114)
buyuruyor. Onun için her müslüman iyi olmalı, teorik fikir ve pratik destek
açısından iyi sistemin, toplumun ve iyi cemaatin yanında yer almalıdır. Hak
gelmedikçe batıl gitmez. (İsra 17/ 81) İyi toplum gelmedikçe kötü toplum gitmez;
iyi devlet düzeni gelmedikçe kötü devlet düzeni defolup gitmez. Aslında iyi toplum
vardır, kötü toplum vardır; iyi cemaat vardır, kötü cemaat vardır. İyi toplum iyi
vatandaş üretir, kötü toplum da kötü vatandaş üretir. Teknik ifade ile cemi
müennes kalıbı aynı zamanda sistemi, rejimi ve toplumu ifade eder. Bu anlamda Kuranda
Kötü sistemlerin kötü insanlar için, iyi sistemlerin de iyi insanlar için olduğu
bildirilmektedir. (Nur 24/ 26) Kötü insanlar, bozuk ve zararlı sistemler ve eksi
medeniyetler ile iyi insanlar, düzgün ve faydalı sistemler ve artı medeniyetler
arasında devamlı bir rekabet vardır. Zaman ve mevsim kim ve hangisinin lehine ise o, bu
yaşlanmakta olan yerkürede biraz ömür sürer. Fakat o da bir zaman geçtikten sonra
yaşlanmaya başlar, ihtiyarlar ve böylece ömrünü tamamlar. Bu defa nöbet sırası
karşıt toplum, sitsem ve medeniyetindir. Çünkü düşüp kalkmalar, kazanıp
kaybetmeler ve gücü elinde tutup kaçırmalar insanlar-sistemler ve medeniyetler
arasından nöbetleşe devam edip gider. (A. İmran 3/ 140). Yoksa zulüm abad olmaz,
zalim yerinde ebedi kalmaz. Zulüm üreten sistemler ve zalim toplumlar da bir gün gelir
gider. Yani bu bozukluk, kargaşa ve zulüm düzeni ve kötü toplum kıyamete kadar
kalıp hüküm icra etmez. İyi insanların iyilerle beraber
olması konusunda Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye yepyeni bir toplum ve yepyeni bir
devlet inşa etmeye gittiği zaman hicret etmeyip de Mekke'de kalanlarla bir velayet
sorumluluğunun olmadığını söyleyen ayeti (Enfal 8/ 72) böyle ve bu şekilde anlamak
gerekir. Çünkü toplum velidir ve devlet velidir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere
İslam'da toplum ve devlet, imana değil, velayete dayanır; hukuka, şeriata ve kazaya
dayanır. Zira ayette Mekke'de kalanlar için "iman ettiler"
denilmektedir. Onlar iman ettiler ama hicret etmediler ve hicret etmedikleri için de
İslam toplum ve devletinin vatandaşlık şemsiyesinden ve velayet korumasından mahrum
kaldılar. Toplum ile cemaat arasındaki farklardan
birisi de sanki toplum, hukuku, cemaat ise ahlakı temsil eder. Hukuk, herkesi
ilgilendiren bir kurallar kümesi olduğu halde, ahlak, kişi açısından
yaratılıştaki farklılıklardır, diyebiliriz. Böyle olunca cemaatler arasında da
farklılıklar vardır. Daha doğrusu cemaatin, kendilerince önemli gördükleri konular
üzerinde çalışma ve hizmet yapmak üzere bir araya gelmiş bireyler kümesi olduğunu
söyleyebiliriz. O sebeple bazı cemaat şu işe önem verirken, diğeri bu işe; birisi
şu alanda daha çok çalışırken, diğer cemaat ise başka bir alanda at koşturabilir.
Meseleyi biraz daha açıklamak istersek toplumda uzviyet olduğunu yani devletin gözü
kulağı, eli, ayağı ve burnu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'mizin bozuk
düzenindeki uygulamaya bakanlar devletin Ankara'da oturduğunu sanırlar. Çünkü
Türkiye amip yapısına sahip merkeziyetçi ve sentiralist bir iskelete sahiptir. Bunun
eşyanın tabiatına ters olduğunu herkes bilmelidir. Bir tek birey bile tek merkezli
değil, çok merkezlidir. Zira o, dini, ilmi içtimai (idari siyasi) iktisadi ve ailevi
alanların bileşkesinden ibarettir. Bu alanlardan her birisi ise bir merkezdir,
denilebilir. O sebeple gözü kulağı olmayan devlet olmadığı gibi, eli ayağı ve
burnu bulunmayan toplum da olmaz. Cemaatler ise belki bundan sadece bir veya iki uzva
önem veren, eksik yapılı kuruluşlardır. Mesela bana göre bugün cemaatlerden
hiçbirisi, her ne kadar yapıyoruz, ediyoruz ve tutuyoruz deseler de bilime önem
vermemektedir. Ayrıca cemaatlerin dini, ekonomik ve psikolojik ağırlıklı hizmetler
yaptıklarını da söyleyebiliriz. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra cemaat olmak
ile toplum olmak, cemaatleşmek ile toplumsallaşmak aynı şeyler olmayıp farklı
şeyler olduğunu dile getirmeliyim. Fakat bazen cemaatlerin de bir konuda topluma katkı
yapacakları ve bazı hareket ve davranışları topluma benimsetip onu toplumsal hale
getirebilecekleri de unutulmamalıdır. Toplumsallaşmak bizatihi bir değer
midir diye soruyorsunuz. Bu tamamen sizin bakış açınıza veya baktığınız yere
bağlı bir husustur. Eğer siz, A toplumunda olup B toplumundaki bir ruhsatı toplumsal
hale getirmek isterseniz bu doğru değildir. Çünkü anormalliklerin kişiden kişiye
intikal etmemesi gerektiği gibi, şu topluma özel bir hal de diğer toplumlar
tarafından benimsenmeye çalışılmamalıdır. Mesela bir ülkede Müslümanların
başında zalim bir devlet varsa, o, insanların giyim, kuşam, kılık ve kıyafetlerine
karışıyor ve kadınlara başlarını zorla açtırıyorsa ve kadınlar da başı açık
yaşıyorlarsa bu, zaruri ve anormal durumu, bu açıdan normali yaşayan başka bir
toplum, bu hareketi benimseyip ben de başımı açayım diyemez. Bakış açınıza
gelince, eğer siz değeri, birey ve toplumu ayakta tutan duygu, düşünce, hareket ve
davranışlar olarak görüyorsanız o zaman biz, toplumsallaşmanın bizatihi bir değer
olduğunu söyleyebilir. Yalnız burada bir hareketin değer olabilmesi için onun anormal
değil, normal olması, zaruretten dolayı değil, doğal olarak alışılmış bir şey
olması gerekir. Bu anlamda nikâh ve aile bir değerdir; emek çalışıp kazanmak bir
değerdir; hak ve hukuka saygı bir değerdir; insanların ictihad ve görüşleri
kendileri için bir değerdir. Devlet kutsal değildir ama verdiği emirler ve
çıkardığı kanunlar değiştirilinceye kadar bir değer taşırlar.
Her ne kadar değer kavramı çok
yönlü ve biraz karmaşık gibi görünse de hele felsefecilerin her zaman yaptıkları
gibi, değer meselesinde de yol sapması yapsalar da biz bu değer konusu üzerinde biraz
duralım. Değer, eski Türkçede tegir, teg-mek, "ulaşmak" demektir. Geniş
zaman ekinin kalıplaşmasıyla kelime "kıymet" karşılığı olarak tekrar
canlandırılmıştır. Firuzabadi'nin Asım Efendi Kamus tercümesinde bahsedildiği
üzere kıymet kelimesi, teknik ifade ile masdar bina-i nevi olup iki manası vardır.
Birisi değer ve paha demektir, diğeri ise sebat ve devam manasınadır. Eğer bir şeyin
devamlılığı, başka bir şeyin varlığına dayanmıyorsa "onun değeri var, yani
devamlılığı var deriz. Şu halde değer, insan ve toplum açısından
düşünüldüğü zaman sürekli olan veya olması gereken şeylerdir, diyebiliriz.
Başka bir ifade ile bireyi, cemaati, toplumu, devleti ve medeniyeti yaşatıp ayakta
tutan şeyler, değerlerdir. Filozoflarla İslam âlimlerinin değer
anlayışı farklıdır. Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer adlı eserinde çeşitli
filozofların değer üzerine olan görüşlerini açıklamaktadır. Onlar bu konuda o
kadar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir ki, onları toparlamak mümkün değildir.
Filozoflar gerçekten hep birbirinden farklı ve irtibatsız yollarda koşmuşlardır.
Hâlbuki Peygamberler silsilesi öyle değildir. Onlar hemen, hemen hep ayni şeyleri
söylemişlerdir ve söylediklerinde ortak noktaları daha fazladır ve irtibatlıdır.
A'raf, Hud ve Şuara surelerine bakarsanız orada Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şüayb
Peygamberlerin toplumlarına hep aynı şeyleri telkin ettikleri görülür. Hatta ayette
Hz Peygambere hitaben "ben peygamberlerden yenilik yapan (tamamen farklı ve yepyeni
bir şey getiren) değilim de" buyrulmaktadır. (Ahkaf 46/ 9) Filozofların
düşüncelerine bir örnek verelim."İnsan foetal bir varlıktır; yani ana
karnından tam biyolojik gelişmesini yapmadan dünyaya gelmektedir. Bu bakımdan insan,
başka hayvanlardan biyolojik bakımdan aşağıdır. Ve bunun sonucu olarak da psikolojik
bakımdan onlardan yüksektir. Hayvanların içgüdüleri kuvvetlidir. İnsanın ise çok
zayıftır. Hayvanlar yakın çevrelerine (Umwelten) iyi adapte olurlar. Oraya
yerleşirler, mıhlanırlar. İnsan adapte olamaz ve mıhlanamaz. İnsan çevresi içinde
sallanır… Kısaca insan, biyolojik bakımdan eksik bir yaratıktır. Onun için de
psikolojik bakımdan hayvandan çok üstündür." (Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve
Değer, s. 60). Bu cümleler hakkında benim bir şey söylememe gerek yok; bunu
okuyucular en güzel bir şekilde değerlendirirler. Değerin çift kutupluluğunu iddia
eden filozoflar şunu söylüyorlar. Her değer çift kutupludur. Tek kutuplu değer
olamaz. Bu değerlidir dediğimiz zaman, onun karşıtı değersizdir veya "bu
değerli değildir"i de içine alır. Bu özellik gerçek alanında yoktur. Değerin
bu çift kutupluluğu neden ileri geliyor? Hakikat da ancak bir değer gibi ele
alındığı zaman çift kutupludur. Doğru-yanlış çift kutupluluğu başka değerlerin
bir türü olarak gözden geçirilebilir. Hakikat bir değer olmaktan çıktığı ve
yalnız bir gerçeğin ölçüsü haline geldiği zaman çift kutupluluğunu kaybederek
bir tespit halini alır". ( H.Z. Ülken a.g.e. s.223) Bize göre bu anlayış
yanlıştır. Çünkü mesela biz nikâha değerli gözüyle baktığımız zaman onun
zıddı olan nikâhsızlığa (serbest ilişkiye) de bir değer izafe etmemiz gerekir.
Başka bir deyişle nikâha dayanan cima ile nikâhsızlığa dayanan zinanın her ikisi
de değerli olması gerekir. Hâlbuki bunlar birisi diğerinden tamamen farklı, birisi
faydalı, diğeri ise zararlıdır. İslam hukukçuları cimayı kabul edip şeri ve
şeriata uygun bir fiil derken, zinaya hissi fiildir; yani hukuka şeriata dayanmıyor
diye ayırmışlardır. (Bak Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I,30). Dinden ayrı kalan
bir felsefe işte böyle dolambaçlı yollardan giderek insanı böylece dere ve tepelerde
yorgun bitkin dolaştırıp durmaktadır. O sebeple bize göre felsefeye ait bir
düşünce veya hüküm din ile test edilmedikçe bir değer ifade etmez. Çünkü onun
doğru veya yanlış faydalı veya zararlı olduğu bilinemez. Bu sebepten dolayı biz
felsefe, sosyoloji, pedagoji, psikoloji ve buna benzer ilimlerin daha çok insanla ilgili
olmaları sebebiyle bunlardan gelen bütün fikir ve düşüncelerin, kural ve kanunların
din ile test edilmediği müddetçe hiçbir değer taşımadığı kanaatindeyiz. Fakat
bir fizik kanun veya kuralının dinle doğrulanmasına ihtiyaç yoktur.
Hukuk kavramı, değerler kategorisine
girer; hukukta hâkim olan düsturi fikirdir, vakıa fikri değildir. Eğer hukukta vakıa
fikri hâkim olmuş olsaydı, bütün vakıaları, reel olmaları itibariyle, kıymet
bakımından eşit gören determinizme dayalı herhangi bir pozitif bilim alanında
bulunmuş olurduk. Hukuk, varlıkla ilgili hükümleri değil, değer hükümlerini
formüle eder. (A.H.Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 77) Burada Müslüman âlimlerin de değer
hakkındaki düşüncelerinden bir iki örnek verelim. Mesela Ziyaüddin Serdar, değere
şöyle bir tarif getirmiştir. Değerler, insanların yaşantı içindeki toplu ya da
ferdi hareketlerini idare eden idealler ve kavramlardır. İslami değerler, insanın
tabiatı ile bağlantılıdırlar. İnsanın ruhsal ve ahlaki gelişimine yardım ederler.
Bu yol ve etkinliğin önünü bir çit gibi tıkayan değerler, gayr-i İslami değerler
olarak tanımlanır. Bu değerler insan tabiatına uymazlar. Aslen ego ve cehaletten,
kibir ve kapristen doğarlar ve de insanlığın tüm günahlarının kaynağıdırlar.
(İslam Medeniyetinin Geleceği, s. 37) S. Kutup da bu konuda şöyle yazıyor:
İslam, insanlar arasında temel eşitlik ve herkes arasında temel adaletini açıkça
ortaya koyar, fakat bundan sonra da çalışma ve gayret ile ilerlemeye açık bir kapı
bırakmıştır. Ayrıca İslam, iktisadi değerlerden başka değerler olan birtakım
denge değerler koymuştur. "Ey insanlar! …Şüphesiz Allah katında en değerli
olanınız, takvaca en ileri olanınızdır" (Hucurat 49/ 13) "…Allah, sizden
iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini
artırır."(Mücadele 58/ 11) "O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.
Kalıcı olan salih ameller ise Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır ve emelce
daha hayırlıdır." (Kehf/ 18/ 46). Açıkça ortaya çıkıyor ki, İslam'ın
hesaba kattığı ve gerçek değerler olarak ele aldığı, farklı bireylerin farklı
geçim kazanma yollarına sahip olduğundan dolayı toplum içinde adaleti sağlamak
için, iktisadi değerlerin dışında kalan bir takım değerler daha vardır. İslam,
söz konusu gayret ve kabiliyetlerin farklı olması gibi makul nedenleri teslim eder,
rütbeye, makama dayalı farklılıklara izin vermez, kesinlikle reddeder. (Değişim
Sürecinde İslam, s. 137)
İslami ilkelerin toplumsallaşması hususunda Müslümanların çalışma
yapması, dini ve insani bir görevdir. Kurandaki hicretle ilgili ayetlere baktığımız
zaman toplumun İslamlaşmasının veya İslami ilkelerin toplumsallaşmasının ne kadar
önemli bir husus olduğu açıkça görülür. Çünkü hicret İslam ilkelerinin
toplumsallaşması için yapılmış olan bir göç hareketidir. Şu ayet, böyle bir
toplum kuranların gerçek kurtuluşa ermiş olacaklarını söylemektedir. “Muhacir ve
ensardan ilk öncüler ve iyi amellerle onların ardınca gidenler, işte Allah onlardan
razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan
cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem
kurtuluş budur.” (Tevbe 9/ 100) İslam toplumunu kurmaya talip olanlar
kendi aralarında birbirlerine karşı son derece merhametlidirler. (Fetih 48/ 29)
Toplumun başındaki kimse toplum üyelerine yeteri kadar yumuşak davranmalı, sert ve
katı davranmamalıdır (A. İmran 3/ 159). Topluma ait işler ve yapılacak faaliyetler,
kesinlikle istişareye dayandırılmalıdır. (Şura 42/ 38). Kararlar, parmak hesabına
göre değil, başkanın herkesin fikir ve görüşlerini dinledikten sonra şöyle
yapalım demesiyle neticelenmiş demektir. Yapılacak işlerde kolaylık esas olup her
zaman zor olan değil, kolay olan tercih edilmelidir. (Bakara 2/ 185). Toplum ve üyeler
her zaman ve her yerde yaptıkları işleri Allah adına yaptıklarının farkında olarak
yapacaklardır. (Nur 24/ 55) Toplum üyelerinin ve başkanların yapılacak işler
hakkında Kuran ve sünnetteki verilen kararlar dışında herhangi bir tercihleri olamaz.
Ahzab 33/ 36). Toplum yapacakları tüm işlerinde neyi nerde ve nasıl yapacaklarına
dair sadece ve yalnız Hz. Peygamberi örnek alacaklardır. (Ahzab 33/ 21) Toplum bütün
güçleriyle ilahi bir toplum olmaya çalışarak hareket edecek ve Allah’ın yardımı
ila başarıya ulaşacaklardır. Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri veli
(yönetici) edinirse, şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlar, galip gelenlerin ta
kendileridir. (Maide 5/ 56). *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |