.

RAMAZAN ve İŞ HAYATI

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

    

 

İslam dini, evrensel bir din, tüm insanlığa ve tüm hayata ve kül hayatın bütün alanlarına gelmiş, teori ve pratik, düşünce ve uygulama, iman, amel ve ahlakı kucaklayan aileden ekonomiye, fertten devlete, sosyal hayattan siyasi hayata kadar bir dizi esaslar getirmiş bir din olması dolayısıyla oruç ibadeti ile iş hayatı ve çalışma düzeninde organik bir ahenk kurmuştur. İslam zorluk değil, kolaylığa, karanlık değil, aydınlığa, zarar değil, faydaya, zulüm değil adalete, güzelliklere yardım ve paylaşmalara sevgi ve barışa açık bir dindir. O sebeple İslam’da hayat öyle düzenlenmiştir ki, çalışma oruca zarar vermediği gibi, oruç ta çalışmaya engel olmaz. Mesela oruç sağlığa zarar vereceği kanaati belirir belirmez terk edilir. Hz. Peygamber’in bir uygulaması bunun açık örneğidir. Cabir (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber, Fetih yılı ramazan gününde Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Kura’ül Gamim denilen yere kadar orucunu tuttu. İnsanlar da onunla beraber oruç tuttular. Kendisine “Oruç insanları çok bunalttı, insanlar senin ne yapacağına bakıyorlar” denilince o, hemen bir bardak su getirterek ikindi vaktinde su içti. İnsanlar da kendisini takip ediyorlardı. Bazı insanların oruçlarına devam ettikleri haberi kendisine ulaşınca “onlar asilerdir”, buyurdu. (et-Tac, Kitab-üs Sıyam, Bab: 6; Rudani Cem’ul Fevaid, Oruç Bahsi, II, 61, V. Zühayli İslam Fıkhı, III, 173). Enes rivayet ediyor ki, Hz. Peygamberle beraber bir yolculuğa çıkmıştık. Aramızda oruç tutanlar ve tutmayanlar vardı. Sıcak bir gündü, konacak yere indik. Çoğumuz gölgeliklere çekildi, kimisi elbisesi, kimimiz de eliyle kendisini güneşten koruyordu. Oruç tutanlar sıcaktan düşüp bayıldılar. Bunun yanında oruç tutmayanlar ise kalkıp çadırları kurdular ve develeri suladılar. Bu hizmeti gören Hz. Peygamber, “Bugün oruç tutmayanlar, sevabın tamamını alıp götürdüler, buyurdu.” (Müslim Sıyam, 16)

 

Bilindiği gibi Ramazan ayı, güneşe değil, gökteki aya bağlı olarak yılda bir defa gelen ve 34 yılda senenin bütün ay ve mevsimlerini dolaşan, böylece yılda en kısa gün ve en uzun günleri dolaşan bir oruç ayıdır. Yani Müslümanlar, bu 34 yıl zarfında en kısa günde oruç tuttukları gibi en uzun günde de oruç tutarlar. Yer kürenin kendi etrafında dönmesinden dolayı gece-gündüz meydana geldiğini, güneşin etrafında dönmesinden dolayı da mevsimlerin meydana geldiğini biliyoruz. Yerkürede güneş gören yerlerde gündüz, görmeyen yerlerde ise gece olur. Bu gece ve gündüzlerin yıl boyu eşit olmamasının bazen uzun, bazen da kısa olmasının sebebi yer küre ekseninin eğik olmasından kaynaklanmaktadır. Özetleyecek olursak dünyanın; biri Güneş, öbürü kendi ekseni çevresinde olmak üzere iki türlü hareketi vardır. Dünyanın Güneş çevresinde bir kez dolanması bir yılda tamamlanır. Bu hareketten mevsimler oluşur. Dünyanın kendi çevresinde dönmesinden gece – gündüz meydana gelir. 1 Mart ve 23 Eylül'de gece ile gündüz birbirine eşit olur. 21 Aralık'ta en uzun gece, en kısa gündüz, 21 Haziran'da en uzun gündüz, en kısa gece yaşanır. Şimdi Diyanet 2008 takvimine bakarak en uzun gündüz ve en kısa gündüz olan 21 Haziran ile 21 Aralık günlerinde İzmir'de Müslümanlar kaç saat oruç tuttuklarını öğrenebiliriz. 21 Haziran 2008 Cumartesi günü İzmir'de oruç tutan bir Müslüman gece 03.49 dan gündüz 20.47 ye kadar yani yaklaşık 17 saat oruç tutar. 21 Aralık 2008 Cuma günü ise gece 04.43 den gündüz 18.33 e kadar yani yaklaşık 14 saat oruç tutar. Bu demektir ki çalışan insanlar ister 17 saat oruç tutsun, ister 14 saat oruç tutsun, bütün gün boyu çalışmalarını oruçlu ağızlarıyla yapacaklardır. Hâlbuki ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe çok daha uzun gündüzlere rastlanmaktadır.  

Bugün dünyadaki iş hayatı, fabrikaların çalışma şekli ve zaman ayarlamaları, her ne kadar ekonomik açıdan verimli olduğu iddia edilse bile, insan hayatındaki alanlar itibariyle düşünecek olursak bir takım sıkıntılar doğmaktadır. Biz zaten bugünkü medeniyetin insanların dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanları arasına bir ahenk ve uyum getirdiğine asla kani değiliz. Bilakis daha zıtlaşma, kavga ve savaş getirmiştir. Mesela ekonomik hayat ahlakla, siyasi hayat dinle, idari hayat ise hem din ve hem de ahlakla çatışmakta, çelişmekte ve böylece insan fıtratına ters düşmektedir. Sekiz on saat iş başında çalışmak durumunda olan bir müslüman ibadeti ile işi arasında sıkışıp kalmaktadır. Bir de işin kendisinden kaynaklanan zorluklar vardır. Mesela bir demir çelik fabrikasında bilmem kaç derece sıcaklık veren ateşin karşısında terleyip durmadan su kaybeden bir müslüman, güneşin altında tarlasında ekim dikim yapan veya harmanını dövüp kaldıran insanların oruç tutmalarının ne kadar zor olduğunu bilen bilir. Onun için ilgili ayette geçen takat kelimesi ve Hz. Peygamberin uygulaması bu konuda bize ışık tutmaktadır.

 

Oruç tutmamak için mazeret sayılan yolculuk, hastalık, hamilelik ve emzikli olmak, yaşlılık, açlık ve susuzluk tehlikesinin yanında ikrah ve baskı tehdidi altında kalmadan sonra zor işlerde çalışmaktan bahsedilmektedir. Kuranda oruç hakkında hüküm getiren ayetlere baktığımız zaman hasta veya yolcu olanların tutamadıkları gün sayısınca başka günlerde kaza etmelerinin gerektiği görülür. (Bakara 2/ 184) Ancak bu ayette daha genel bir ifade daha vardır. “Oruç tutmaya güç yetiremeyen kimselerin bir fakiri doyuracak kadar bir bedel vermeleri gerekir” buyrulmaktadır. Bazıları bu ayetin Arapça metnine bakarak burada bir olumsuzluk yoktur, öyle olmasına rağmen “güç yetiremeyenler” diye nasıl olup ta böyle olumsuz anlam çıkarıyorlar diyebilir. Olumsuzluk kelimenin özünde var. Eğer Ahter-i Kebir sözlüğüne bakarsanız, orada “tavk” kelimesinin karşılığında “boğmak” kelimesinin yazıldığını görürsünüz. Yani o zaman mana kişi oruç tuttuğu takdirde boğulur, bayılır, yorgun ve bitkin hale gelir yani oruca takat yetiremez demek olur. Öyleyse kendilerine oruç tutmak zor gelen kimseler, bu halleri, daha doğrusu mazeretleri devamlı olduğu takdirde onlar oruç tutmazlar bunun karşılığında bedel verirler.

 

İş hayatında zor işlerde çalışma konusunda Vehbe Zühayli, İslam Fıkhı adlı eserinde (III, 179) şunları yazmaktadır: Çok zor işlerde çalışan kimselerin orucu hakkında Ebu Bekir el-Acurri, şöyle demiştir: Çalıştığı işi zor olan kimse, eğer oruç tuttuğu takdirde canının telef olmasından korkarsa, bakılır, eğer işini bırakmak hayatının devamına zarar verecekse orucunu bozar ve tutamadığı bu günler yerine kaza eder. Eğer işini bırakmaktan dolayı kendisine bir zarar gelmeyecekse o şayet orucunu bozarsa günahkâr olur. Eğer işi terk etmekle göreceği zarardan yine kurtulamıyorsa bu özür sebebiyle orucunu bozmakta herhangi bir günah yoktur. Fıkıhçıların cumhuru ve çoğunluğuna göre maden işçiliği gibi, ağır işlerde çalışan kimselere, eğer çalışma esnasında şiddetli susuzluk ve açlık sebebiyle kendilerine zarar gelmesinden endişe ediliyorsa onların oruçlarını bozmaları caizdir. Onların bu günler yerine kaza etmeleri gerekir. Eğer bu zarar bilfiil gerçekleşirse onların üzerine oruçlarını bozmaları vacip ve gerekli olur. Çünkü Allah Teala ayette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler karşılıklı anlaşarak yaptığınız ticaretin dışında mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı son derece merhametlidir.” (Nisa 4/ 29).

 

İslam Müslümanlara dini hayatta bu kadar kolaylıklar getirmesine rağmen Müslümanların yaşamakta oldukları düzenleri yüzünden toplumda bir takım sıkıntılar çekilmektedir. Bunların asıl sebebi rejim veya sistem dedikleri bozuk düzenin bizzat kendisidir. “Din siyasete karışmaz, din işleri ayrı, dünya işleri ayrı, din işleri başka devlet işleri başka” diye her gün nakarat halinde söyleyip durdukları şey aslında bir kandırmaca ve yutturmacadan ibarettir. Çünkü din devlete karışmıyor, tam tersine devlet dine karışıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ile dini tekelinde tutuyor. O sebeple dinin devlete karışması tam anlamıyla düzmece bir yalandan ibarettir. Laiklik adı altında din düşmanlığı yapılmaktadır. Dini öğrenmek ve öğretmek bu memlekette yasaktır. Hiçbir kimse evinde, camide, bir lokal, dernek veya cemiyet salonunda dini öğretemez. Burada bir anımı sizlerle üzülerek paylaşmak isterim. Rahmetli İzmir müftüsü Haydar Hatipoğlu bir gün fakültemize gelmişti. Giderken beni de arabasına aldı ve beraber gidiyorduk. Kendisine hocam dedim, fakülte camisini göstererek burada her öğle veya ikindiden sonra fıkıh okutmak istiyorum. Okutamazsınız hocam, dedi. Neden dedim, çünkü yasaktır. Camide iman, ibadet ve ahlakın dışında bir şey okutulup öğretilmez, fıkıh ise muamelattır. Yüreğime taş gibi oturan bu sözler karşısında ne diyeceğimi bilemedim.       

  

Benim inancıma göre bu medeniyet gidiyor, yıkılış çatırtısının seslerini Obama’nın adaylığında duyuyorum. Küresel ısınma ve de ekolojik dengenin bozulmasında görüyorum. Bu Rönesans medeniyetinin tavanı insanlığın üzerine fena düşecek. Onun için yine benim kanaatime göre geleceğin medeniyeti ise İslam esasları üzerine Müslümanlarla onlara arka çıkan kimseler tarafından kurulacaktır. Eğitim öğretim, iş hayatı, sağlık … ve aile anlayışı ile ve tabi her şeyi ile bozuk olan bu medeniyetin yerine her bakımdan dengeli, emeğe saygılı ve onu bir mal gibi sendika ağaları tarafından pazarlamayan, her bir dar gelirli fakir ve çalışamayan devletten maaşını alan, herkesin kendi işini kendisinin yaptığı, toplum ve devlet adına kimsenin karışmadığı, hiçbir kimseye din adına olsun ve devlet adına olsun hiçbir fikrin saman çöpü ağırlığı kadar bile bir fikir empozesi ve baskısı yapılmayan, insanların insanca anlaşan, paylaşan ve kaynaşan bir toplum olan, oruç tutanların da tutmayanların da kol kola olan çalışanların da çalışmayanların da her kesin birbirine sevgiyle yaklaşan bir toplum, tüzük yönetmelik kanun manun yapılırken dine ilim kadar, ilme de din kadar saygı gösterilen bir toplum… İnşallah işte böyle bir toplumda adil, dengeli ve ahenli bir toplumda yüz veya taş çatlasın yüz elli sene sonra buluşmak üzere sizleri davet ediyorum. 

 

İslam dininin her türlü zulümlere göğüs gerdiğini, her türlü ahval ve şartlar altında yaşayabilecek kural ve kanunlar ürettiğini, bu hasta çağın tek ilacının İslam’da olduğunu söylerken İslam’ın hayatı ne kadar kolaylaştırdığını anlatma bakımından bir örnek vererek yazıma son veriyorum. İslam hayat dini, hayatın tümünü kucaklayan bir din olduğu için insanların sağlık hastalık, normal ve anormal durumlarına uygun bir şekilde ve inananlarına faydalı olan ibadet esaslarını ve bunların kural ve kaidelerini getirmiştir. Bu konuda İslam âlimlerinin kolaylık dini olan bu İslam’ın kaynaklarına dayandıkları ve onun esasları ve temel hükümleri etrafında dönüp dolaştıkları için namaz kılmada hasta veya engelli olmaları sebebiyle onlar için ne güzel hükümler getirmişlerdir. Mesela oturma ve diz çökme özürlüsü olanlar, dikelip ayakta duramayanlar ve secde yapamayanlar için belki hiçbir dinde eşine rastlanmayan cümleler kurmuşlardır: “Hastaya mutlaka şöyle otur da namaz kıl denilmez. Kendisine nasıl kolay gelir ve huzur içinde durabiliyorsa, o şekilde oturup namazını kılar. Sahih olan da budur.” (Bak. C. Yıldırım, İslam Fıkhı, I, 451)     

  


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.