. | ARAŞTIRAN ELEŞTİREN AYIKLAYAN ve Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Söz ola kestire başı, Söz ola kestire savaşı, Söz ola ağulu aşı, Bal ile yağ eder bir söz.
Yunus
Emre Önce söz vardı; hiçbir şey yoktu. Allah murad
etti ve "kün" (ol) dedi ve varlık meydana geldi. İşte böyle Allah'ın
"ol" buyurmasıyla olan şeyler var olduğu gibi, sözü emri ve kelamıyla emir
vererek var ettiği ve edeceği şeyler de vardır. Yani Allah bir taraftan "kün"
emriyle kevni kanunları koyarken, diğer taraftan da emir vererek teşrii kanunları
koymuştur. Allah'ın "ol" demesiyle olan şeylerde ve yaratmalarda insan irade
ve çabasının hiçbir hükmü yoktur. Ancak teşrii kanunlar insanların onlara uyup
itaat etmesi veya etmemesi ile uyum ve uyumsuzluk meydana gelir. Enfal Suresinde
sahabelerin Bedir savaşında Şam’dan gelmekte olan kervan üzerine yürümek gibi bir
istekleri olduğu açıklanmaktadır. Ama Allah'ın muradı ise farklıydı. "Hâlbuki
Allah, kelimeleriyle hakkı yerine getirmek ve kâfirlerin arkasını kesmek
istiyordu." (Enfal, 8/ 7). Elmalılı Merhum bu ayetin açıklamasında şöyle
diyor: Yani siz kervanı vurmak gibi, şanı ve şerefi olmayan küçük şeyler
istiyordunuz. Oysa Allah, hakkınızda daha şerefli olan yüksek şeyler murad ediyordu.
Hakkın yücelmesini ve kâfirlerin kahrolmasını, hak dinin şan ve şeref kazanmasını
takdir ve irade buyurdu… Allah Teala bu hakkı yerine getirmeyi doğrudan doğruya
yaratmayla değil, kelimeleri ile yani emri ile yerine getirmek istiyordu. (Hak Dini IV,
205) Biz de bu ayetin Müslümanlara bugünkü Türkiye ve dünya şartları içersinde şöyle
dediğine inanıyoruz. Allah'ın yarattığı fen bilimlerine dayanan Batı medeniyetinden
korkmayın ve ona bel bağlayıp da taraftar olmayın. Bilakis Allah'ın kelimeleri ve
emirleri üzerine kurulan sosyal hareket ve davranışları öne çıkarırsanız, bu
konuda mücadele eder ve uğraş verirseniz, tek kelime ile yeni bir medeniyet kurmaya
çalışırsanız, Allah'ın izni ve iradesiyle karşınızdakilerin arkası kesilir ve
siz başarıya ulaşırsınız. Ancak bu konuda ölçülü davranmak, yine Allah'ın
koyduğu hareket ve davranış kurallarına uyarak değişim ve dönüşümü gerçekleştirme
yolunda, son derece yavaş yavaş ilerlemek gerekir, diye düşünüyorum. İnsan bünyesi
ile insan toplumunun kanun ve kuralları hemen hemen aynıdır, diyebilirim. Bilindiği
gibi bünyenin kendi kendine iyi etme mekanizmaları vardır. Hasta bir bünyenin ilaç ve
iyileştirici araçları kullanması ise yardımcı unsurlardır. Bünye kendisini belli
bir süreç içersinde sağlıklı hale getirir. Hap ve iğne gibi araç ve gereçler ise
süreci kısaltabilir ve iyileşmeyi çabuklaştırabilir. Toplum da böyledir
diyebiliriz. Hasta toplumun iyileşmesi ve bozuk toplumun düzelmesi için belli bir
sürenin geçmesi gerekir. Toplum çabuk düzelip iyileşsin diyerek, hızlandırıcı
tedbirler almak, çoğu zaman sıkıntı ve zarar doğurur ve belki o belli süreci daha
da uzatabilir. Hastalığın bünyeye ve topluma gelip girmesi, belli bir kanun ve
kurallar dâhilinde olduğu gibi çıkıp gitmesi de yine o belli kanun ve kurallar dâhilinde
olmalıdır. Yoksa acele gidiş ecele gidiş olur. Bu konuda şairin yakınmaları şöyle
olmuş: Makale-i Kazım Mektep ve medresede fıkıh ve feraiz yerine, Okumak Fransızca şimdi ibadet gibidir.
Hükmolur
haksıza haklı deyü davada,
Pasaportu
olan sahib-i hüccet gibidir. Kalmadı müzekker ile müenneste hicap, Bakılırsa günümüz ruz-u kıyamet gibidir.
Ne
evamir ne nevahi ne namaz ne niyaz,
Asrımız
saye-i şahanede cennet gibidir. Yazmadım mahlasımı görürse vüzera, Hakkıma vaz-ı kürek derler adalet gibidir.
Ne
güzel tab'a muvafık geldi bu kafiyede,
Kazımın
nutku aynı keramet gibidir.
İnsan, ünsiyet eden, çevreye uyum sağlayan bir
varlık demek olmakla beraber o kendisini feda ederek, yok ederek uyum sağlamaz.
İnsanın yolu, iyiye uymak kötüyü kaldırmak, doğrunun yanında, yanlışın ise
karşısında olmak, faydalıyı yapmak zararlıdan kaçmak ve güzelin yanında yer almak
çirkinlikleri ise yok etmeye çalışmak olmalıdır. Ancak insanın iyiyi kötüden,
faydalıyı zararlıdan, adili zalimden, güzeli çirkinden ve doğruyu yanlıştan
ayırabilmesi için onun elinde bir takım ölçü ve ölçeklerin bulunmasında
zorunluluk vardır. Bu konu üzerinde biraz duralım. Allah Teala Kuran-ı Kerimde "şüphesiz biz
her şeyi kader (ölçü) ile yaratmışızdır" (Kamer 54/ 49) buyuruyor. Bu
ayetin tefsirinde S. Kutup şöyle yazıyor: Evrendeki büyük küçük her şey, yüce
Allah'ın belirli bir kadere göre yoktan var ettiği yaratıklarıdır. Bunlar belirli
bir amaca göre yaratılmış ve Allah'ın hikmetine göre planlanmışlardır. Evrende hiçbir
şey rasgele, tesadüfen ve boşu boşuna yaratılmamıştır. Yani Allah her şeyi…
İrili ufaklı her nesneyi… Konuşabileni, konuşamayanı, hareket edebilen ve edemeyen
her varlığı… Geçmişte ve şu anda var olan her şeyi, bilinen ve bilinmeyen her
yaratığı ve her şeyi belirli bir plan ve kadere göre yaratmıştır. Bu öyle bir
plan ve kaderdir ki, her şeyin gerçek yüzünü belirler, niteliğini, miktarını,
zaman ve mekânını, çevresindeki eşya ile olan ilişkilerini ve bu evrene olan
etkilerini belirler, sınırlandırır. Gerçekten bu kısa ayet öyle görkemli, kapsamlı,
muazzam bir gerçeğe işaret eder. Bu gerçeğin doğru olduğunun delili, şu uçsuz
bucaksız evrenin bizzat kendisidir. Bu evrenle yüz yüze olan, onunla karşılıklı
etki ve tepkiye giren, ondan izlenimler ve mesajlar alan, kendisinin de evrenin bütününde,
onun uyumlu bir parçası olduğunu hisseden insan kalbi, bu gerçeği tümüyle kavrar.
Evrende her şey, sözünü ettiğimiz bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir kadere ve
plana göre yaratılmıştır. Bu evrenle yüz yüze gelen her kalb, onun bütününe
damgasını vuran ilahi kaderi, onun gerçekliğini algılamakta gecikmez. Sonra bilimsel araştırma, gözlemle ve deney
yoluyla bu gerçek kaderin her şeye damgasını vurduğu hakikati araştırmaya çalışır.
Ancak bu, sözünü ettiğimiz bilimsel araçların yapabilecek olduğu yardım ve insan
aklının kapasitesi oranında olur. İnsan bu yöntemle her şeyin ilahi bir plana göre
işlediği gerçeğinin bilgisini elde eder. Ne var ki, bu gerçeğin büyük bir
bölümü ve daha fazlası hep bilimsel yöntemlerle kavranılan kısmın ötesinde kalır.
İşte insan o kalan bölümü fıtratı ile idrak eder ve evrenin ahenkli olgusundan elde
ettiği izlenimle bu gerçeği çözer. Çünkü insan fıtratının bizatihi kendisi,
hatta her zerresi bir plana göre yaratılmış olan şu uyumlu, ahenkli evrenin bir parçasıdır.
(Fi Zılal-il Kuran, XI, 145)
Bu ayetten anlaşıldığına göre kâinat ve varlıklar
âlemi, ölçü ve ölçekler üzerine oturmaktadır. Onun için tüm varlıkların her türlü
davranışları ölçülü, tartılı ve ölçekli olmak zorundadır. Zaten böyle bir
dünyada bundan başka bir şey olamaz. O yüzden insanın dışında olan diğer bütün
varlıklar, hayvanlar, bitkiler ve cansızlar konulmuş olan bu ölçülere, tartılara,
kanun ve kurallara tamamen uyum sağlamaktadırlar. Siz ağaçtan düşen bir yaprak ile
havadan yere düşen bir taş parçasının bu düşüşlerini seyredip hiç mukayese
ettiniz mi? Yaprak, bir sağa bir sola, salına salına sanki oyun oynar gibi, dans eder
gibi düşmez mi? Taş da nasıl düşüyor bilirsiniz. İşte bunlar hep ölçülü
davranışlardan birer örnektir. Gece ile gündüzün, yaz ile kışın, gök ile yerin
ölçüsüz olduğunu sanmayınız. İnsanın dışındaki varlıklar âleminde cansızlardan
canlılara, hayvanlardan bitkilere, bitkilerden tüm diğerlerine varıncaya kadar
aralarında tam bir uyum ve ahenk olduğunu gözlerimizle görmüyor muyuz? Onların
arasında itiraz, eleştiri, kavga ve savaş var mı? Hayır, yoktur, çünkü onlar
ölçünün dışına çıkmazlar ve ölçüyü kaçırmazlar. Sahi bu yırtıcı olmayan
hayvanlar, aralarında birleşip de yırtıcı hayvanların kökünü kazısalar olmaz
mı, dediğim zaman buna aklı ve bilgisi olan herkes güler. Çünkü hayvanlar yaratılış
kanun ve kurallarına itaat ederler. Zira eşyanın bir tabiatı var ve vurulan bu tabiat
mührünün içinde ölçüler, tartılar ve ölçekler var ve tüm bu kural ve kanunlara
karşı uyum ve ahenk sağlayan hareket ve davranışlar vardır. Varlıklar arasında eşsiz ve müstesna bir yeri
olan ve tüm yaratıkların kendisine hizmet ettiği, kâinat fabrikasının sahibinin kâhyası
ve kalfası olan insana gelince, onun da apayrı bir yeri vardır. Ancak o, dünyaya iman
ve amelden, düşünce ve fikrinden, hareket ve davranışlarından imtihan vermek için
gelmiştir. O, akıl sahibi olduğu için, ölçü ile düşünmeyi, ölçülü davranmayı,
ölçülü konuşmayı, ölçülü yazmayı, çizmeyi, kazanmayı, kullanmayı ve
harcamayı öğrenip bilmelidir. O her şeyden önce konulmuş olan bu ölçüleri öğrenmeli
sonra da uygulamaya koymalıdır. Çünkü ölçünün dışında bir şey olmaz. Kader
ölçüsünü bilip uygulamayanlar, yolda trafik kazası yaparlar. Kaza ile kaderi
ayıranlar, teori ile pratiği, nazariye ile tatbikatı da ayırdıkları için, tasarımcılarla
uygulamacılar ve teorisyenlerle pratisyenler ayrı ayrı kopuk kümeler oluşturdukları
için, ölçeklere ters düştüler ve ölçüleri kaçırdılar. Hâlbuki biz bugün araştıran,
eleştiren, ayıklayan ve uyum sağlayan bir insan ve toplum istiyoruz. Yanlışların diz
boyu olduğu bir zamanda doğruyu araştırmadan olur mu? Yanlışlarla doğruların bir
arada beraber uygulandığı ve yanlışların doğru gibi algılandığı bir ortamda
eleştirmeden ayıklamadan ve gerçekleri söyleyip yazıp çizmeden olur mu? Bu körü
körüne gidiş olmaz! Her Müslüman her şeyden önce nasıl davranacağını, kendi
hareket ve davranış modelini, kendi gücüne ve kuvvetine bakarak, şartlara bakarak ve
hiç şüphesiz bilgi kaynağı Kur'an ve sünnete bakarak çıkarmalıdır. İstiklal
mahkemelerinin hemen hemen her şehirde meydanlardaki çınarlara insan astıkları zaman
bu büyük millet adeta dinin özünden süzülmüş bir sonuç cümle söylemiştir: Men'ine
kadir değiliz. Öyleyse elini sürme,
güç ile def edemediğini söz ile def et; söz de söyleyemiyorsan gönül ile def et. Ülkedeki
ve dünyadaki sosyal ve siyasal olayları ve ekonomik olayları böyle tahlil etme
gücünden yoksun olan bir insan, birey ve bireyler güdülen sürü olmaktan öteye
geçemezler. Bunlar yanlışa ve zulme itiraz dahi edemezler. Hani Müslüman bir
kötülük gördüğü zaman gücü kadar onu uzaklaştırmaya çalışacaktı. Ebu Said
el-Hudri (r.a) der ki: Resulüllah'ı (s.a) şöyle derken işittim: Sizden kim bir kötülük
görürse onu eliyle hemen değiştirsin. Eğer gücü yetmezse diliyle, bunu da
yapamazsa kalbiyle (onu reddetsin, ona karşı koysun ki) bu (sonuncu) imanın en zayıf
derecesidir." Aslında burada güç ve kuvvete bağlı olarak, üç kademeli
bir aksiyondan bahsedilmektedir. Toplumdaki, sosyal, siyasal ve ekonomik alanlardaki
kötülükler önce kalb, gönül ve kafada onun kötü, yanlış ve zararlı hükmünün
verilmesi, sonra bunun sözlü ve yazılı olarak bildirilip ilan edilmesi ve sonra da
fiili olarak müdahale ile onun ortadan kaldırılmasıdır. Bize olaylar hakkında hüküm
verdiren ve neyin iyi ve neyin kötü olduğunu gönlümüze ve kalbimize bildiren bize
göre dindir. Kötülüğü, yanlışı ve zulmü ortadan kaldırmada sadece bir yol ve
tek metot yoktur. Kişi gücüne göre kuvvet kullanarak eliyle, yazarak konuşarak ve söyleyerek
diliyle ve yüzünü asarak, kaşlarını çatarak ve el-yüz eğerek itirazlarda
bulunabilir. Bu itiraz konusunda M. Hamidullah, şöyle bir açıklama yapmaktadır "Eğer biz, din kelimesiyle insanın, sadece
yaratanı ile olan ilişkilerini kastediyorsak, hemen söyleyelim ki, İslam sadece bir
din değildir; o bundan çok daha fazla bir şeydir. İslam, kendi müntesiplerine gerek
ruhani ve gerekse maddi ve sosyal hayatın her evresinde bir hareket ve davranış kaide
ve kuralı verir. Bu anlamda İslam mevcut Brahmanlığa bir itirazdır ki, buna göre
kurtuluş, yalnız Brahmanların irsi bir sınıfı (kastı) içinde doğmuş olanların
hakkı idi. O bugünkü Hıristiyanlığa karşı da bir itirazdır k, buna göre insan
aslında günahkârdır ve başka bir kimse onun kurtuluşu için feda edildiğinden,
kendi yaptıklarından dolayı sorumlu değildir. Aynı zamanda bizzat Hz. İsa
tarafından tesis edilmiş olan kanunun Saint Paul tarafından yürürlükten kaldırıldığı
şekline de bir itirazdır. (Paul'un Romalılara Mektubu, X, 4; Matta, V, 18) Saint Paul'a
göre Hıristiyan olmayanlara verilen "söz" ve bunlarla yapılan
""barış sözleşmeleri" bağlayıcı bir vasıta değildir. (Yazarın Müslim
Conduct of State, 4. baskı, s. 120; ayrıca bak Kuran ile olan farkını karşılaştır.
İsra 17/ 34. İslam mevcut olan Mecusiliğe, Zerdüştlüğe ve putperestliğe, insandan
irade ve ihtiyarı alıp götüren her şeye karşı bir itirazdı. (M. Hamidullah, İslam
Hukuku Etütleri, s. 155.) İslam açısından baktığımız zaman gerçekten
bugünkü düzen ve sistemler yanlışlarla doludur. Tabi bu sistemdeki arıza, eksik ve
aksaklıklar, zarar ve ziyan olarak, israf ve haksızlık olarak vatandaşa yani bireylere
yansımaktadır. Burada toplumdaki uygulama alanlarından bazı örnekler vermeye çalışalım.
Mesela demokrasi dedikleri şeyi particiliğe dayandırarak ta ilk baştan bölücülük
yapılmaktadırlar. Ayrıntılarına girmiyorum; ancak particilik bölücülükten başka
bir şey değildir. Yönetimde kuvvetler ayrılığı diyorlar, yasama, yürütme ve yargı
diyerek Hıristiyanların teslisi gibi üçe ayırdık diye insanları uyutup
aldatıyorlar. Aslında hangi parti kazanırsa bütün bu görevleri o yapmıyor mu, bunun
ayrılığı neresinde? Güya bunların devlet anlayışında veya hukuk anlayışında
eşitlik var, öyle mi? Hayır asla, mesela bunların verdikleri maaş ve ücret
cetvellerine bakalım. Bakmaya da gerek yok; bugün herkes biliyor ki, memurların
maaşları başbakanın iki dudağı arasındadır. Bunların bilimsellik, hakperest ve
adaletle hiçbir ilişkisi yoktur. Şu kesimin veya bu kesimin maaşları artırılsın,
artırılacak artır, gibi sanki emir ve komuta zinciri içersinde krallar ve firavunlar
devrinden kalma usuller uygulanmaktadır. Tahsili aynı, adamın yaşı aynı ve bütün
donanımları aynı olduğu halde alanları farklı olduğu için maaşları farklı,
neden bunun sebebi nedir? Bu zulümden ve haksızlıktan başka bir şey değildir. Ahmet’in
hakkını Mehmet’e vermek kadar bir haksızlık ve zulüm olabilir mi? Mesela askerlerle
siviller arasındaki bu kadar açık maaş farkının sebebi nedir? Bu düzenlerin adı
bize göre kula kul düzenidir. Çünkü bugün içerde ve dışarıda uygulanan düzenler
iş başındakilerin istek ve arzularını yerine getirmede bir vasıtadan başka bir şey
değildir. Reis bey böyle istedi, bakan bey böyle buyurdu, başbakan böyle emrettiler
ve cumhurbaşkanının takdirleri böyle tecelli etti, gibi bu nakaratları her zaman
işitip duymuyor muyuz? Bizim bugüne kadar araştırıp vardığımız neticeye göre
bilimle dine ve dinle bilime uygun olmayan, zıt olan ve ters düşen her emir kanun ve
uygulama toplumda fesat doğurmaktadır. Böylece sınıfçılık yapma, arkadaş ve
meslektaş tutma tek kelime ile adam kayırma cinayetleri işlenmektedir. Onun için çağdaş
toplumlarda düşmanlık esas olup gerçek dostluk ve kardeşlik yoktur. Hevalara, istek
ve arzulara uyulmaktadır. Hâlbuki heva perestlik küfürden başka bir şey değildir. Bize göre devletle vatandaş arasında en önemli
bağ vergidir. Bu konuda uzun bir araştırma yaptığım için gönül rahatlığı ve
vicdan huzuru ile söylüyorum ki, bu medeni toplumda hiçbir vergi türü dışarıda
kalmamak üzere tüm vergiler zulüm ve haksızlıktan ibarettir. Bu konuda fazla bilgi
almak isteyenler www.enfal.de sitesine bakabilirler. Meclislerde alınan grup kararları üyelerin
iradelerini ellerinden alma değil de nedir? İşte aslında bunların yani
kul-teokrasilerin demokrasisi budur. Allaha kulluğu bırakanlar, kula kul olmak durumunda
kalırlar. Hele işçilere gelecek olursak, onların işleri
hepten yürekler acısıdır. Ekonomik açıdan işçilik aşamasını yaşayan bu dünya,
işçi-insanları aynı tüccarların ellerindeki satılan eşya ve malların seviyesine düşürmüştür.
Para babalarının ve tüccarların mallara fiyat biçtikleri gibi, emekçilerin
emeklerini sendika ağaları pazarlamaktadır. Hiçbir kimse, bu konuda bize seçim ve
vekâlet mekalet gibi ucuz kelimelerden bahsetmesin. Yoksa biz, hangi işçi, emeği için
bir pazarlık yapabilme şansına sahiptir sizin düzende diye soru sorarız. Hiç mübah
bir şey bir toplumda zaruri ve zorunlu uygulama alanına konabilir mi? Farz-ı kifaye
felsefesini bilmeyenler, görevin yerine getirilmesi açısından devleti, kamuyu ve
toplumu ve onun çalışma çarkını anlayıp kavrayamazlar. İşte size bir acayip iş
daha! Vatan savunmasına herkes katılacak ve katılıyor; acaba neden, ben de bilmiyorum.
Ortalıkta dolaşan bir söz var, bu millet asker millet diye, belki ondandır. Bunların
hepsi bize göre gerçeklerden uzak, hakikatten daha çok yanlışa yakın olan
şeylerdir. Evet, isteyen askere gider, istemeyen gitmez, gitmeyen erkeler de gitmedikleri
için bedellerini öderler. Herkesin asker olduğu zaman ise, eğer hiçbir kimse askere
gitmek istemiyorsa işte o zaman herkesin askere gitme zorunluluğu vardır. Kamuya
çalışmak, toplum için emek harcamak ve kamu görevi yapmak bir hak değil, bir görevdir.
O nedenle “Yaşama hakkı” ifadesi ne kadar doğru ise “seçme ve seçilme hakkı”
sözü o kadar yanlıştır. Evet, doğrudur, yaşamak bir haktır; fakat maalesef seçmek
ve seçilmek bir hak değil bir görevdir. İslam terminolojisinden bihaber olanlar,
toplumu kavramaktan uzak olurlar. Bu çeşit hak yani yaşama hakkı bir vasıf ve
özellik ya da ehliyet istemez. Yani yaşamak için 18 yaşına girmeye ihtiyaç yoktur.
Fakat devlet görevi vasıf ister, özellik ister ve ehliyet ister. İşte bu açıdan
bakıldığı zaman hak ile vazife farkı net bir şekilde fark edilmektedir. İşte bu
medeniyet, hak ile vazifeyi ayıramadığı için kadını erkek, erkeği de kadın gibi gördü,
diyebiliriz. İnsanların tümünü de fotokopi zannettiler. Hayvanların, bitkilerin ve
cansız varlıların ise zaten hiç adı yok. Bilim ve teknoloji gücü ne güne duruyor;
medeniyeti kuranlar bilgi güç demektir, demediler mi? Eşya ve varlıkta biz, bu sayede
her şeyi yapabiliriz. Dağları devirir, çayları çeviririz biz, karaları deniz,
denizleri de kara yaparız biz; hatta iklimleri bile değiştiririz; artık kışlar yaz
olur, yazlar da kış haline gelir. Netice olarak da hayat olur bir zehir.
Bunlar İslam epistemolojisi ile elde edilmiş olan
bilgilerden sadece birkaç örnektir. İslam bilginlerinin insan ve eşyaya bakışı ile
batılı düşünürlerin insan ve eşya hakkındaki algılamaları görüldüğü gibi
çok farklıdır. Sosyal olayları, siyasal, ekonomik ve insani olayları deney ve gözlemlere
tabi tutamadığınıza göre, bunları bir varlığın organı gibi laboratuarlarda
araştırma ve incelemeye tabi tutamadığınıza göre insanın her hareketini bilime
indirgeyemezsiniz. Çünkü insan, duyulardan ve bilimden de öteye dayanan yanı bulunan
bir varlıktır. Bize göre insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir
düzlemde yaşayan varlıktır. Gelin din kadar bilime, bilim kadar da dine önem verelim.
Dış duyularımıza hitap eden olaylarla iç dünyamıza hitap eden olayları
birleştirelim. Değer hükümlerine dayanan hukuk, ahlak, sosyoloji, diplomasi, ekonomi
ve bu gibi olayların bilgi ve hükümlerini laboratuarlarda veya arı ve karınca gibi
hayvanların hayatlarında değil, dinde, gelenekte, adet ve örfte, ictihad ve icmalarda
arayalım. Netice
olarak, ülkede ve dünyada meydana gelen haksızlık, zulüm ve işkenceler yanlış düşünce
ve uygulamalar, faydadan daha çok zarar getiren kanun ve kurallar, bireylerden ziyade
toplumlardan kaynaklanmaktadır. Devletlerin sahip olduğu rejim, sistem ve tolum
anlayışlarından yani medeniyetin bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu bozuk düzenin
düzelebilmesi için biz, fikir ve düşünce özgürlüğünü teklif ediyoruz. Konuşmayı,
tartışmayı, görüşmeyi ve herkesle diyalogu öneriyoruz. Bunun için fikri, zikri,
duygu ve düşüncesi ne olursa olsun; sosyal statüsü, toplumdaki konumu, dini,
cinsiyeti, milliyet ve mensubiyeti, yaşı ve başı ne olursa olsun, herkes ama herkes ve
her insan ancak saygı görmelidir. Herkes, istediğini kabul etmek ve istemediğini de
ben bunu istemiyorum diyebilmek hak ve salahiyetine sahip olmalıdır. Kimse kimsenin
emrinde olmadığı gibi, hiçbir kimse de hiçbir kimseye emir veremez. Emirler ve
görevler toplum için ve toplum adınadır. Şahısların hâkim olduğu bir düzen değil,
mevzuatın çalıştırıldığı bir sistem ve herkesin mevzuata uyduğu bir insanlık düzeninde
buluşmak üzere diyoruz. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |