. | ALLAH İNSAN VE KÂİNAT ÜÇLÜSÜNÜN İRTİBATI VEYA
SÜNNETÜLLAHA YENİ BİR BAKIŞ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Bugünkü medeniyetin, bugünkü kültürün ve
bugünkü ilim ve din anlayışlarının Allah, insan ve kâinat denildiği zaman
bunlardan her birini yerli yerine koyabildikleri görüşünde değilim. Her varlığın
hakkını vermek ve her varlığı yerli yerine oturtmak değil, bilakis varlıkların
haklarını ellerinden almışlar, evin sahibini evinden çıkartıp onun yerine
yabancıları koymuşlardır. Sanki artık, sahip kiracı, kiracı da evin sahibi olmuş
gibidir. Bir defa bu medeniyet ve bu kültür, kâinatı, onu var etmiş olan, onun kural
ve kanunlarını koymuş olan, onun sahip ve maliki olan Allah'ın elinden sanki almış,
aralarındaki irtibatı sanki koparmıştır. Hâlbuki insan, hayvan, bitki ve
cansızlardan meydana getirilmiş bulunan bu kâinat makinesinin tapusu, Allah'ın
elindedir. Bu makineyi Allah yapmış ve o yaratmıştır, kullanmak ve faydalanmak üzere
insana emanet etmiştir. Kuran sayfalarındaki konuyla ilgili ayetler, "Göklerde
olanlar ve yerde bulunanlar Allah'ındır."[1]
diye, "Göklerin ve yerin ve bu iki arsında olanların mülkü-yönetimi Allah'a
mahsustur."[2]
diye ve "âlemlerin Rabbi Allah'tır[3],
göklerin, yerin ve bunlar arasındaki olanların Rabbi Allah'tır[4]
ve her şeyin Rabbi Allah'tır"[5]
diye sessiz sessiz çığlık atıyorlar. Biz Allah'ı tanıdık mı, biz halik nedir,
ülûhiyet nedir, rububiyet nedir, öğrendik mi, kaynaklardan ve hem de tabii ki, ilahi
kaynaklardan Allah-kâinat ilişkisini araştırdık mı? Biz okullarımızda
Allah-varlık ilişkisinin ne olduğunu öğrencilerimize anlatıp öğretiyor muyuz?
Yoksa dinden kopuk ilim anlayışı modasının ve propagandalarının etkisi altında
kalarak, okulları, dini okullar ve düz okullar, dini liseler ve düz liseler diyerek
ikiye mi ayırdık, böldük ve bölücülük mü yaptık. Yoksa batının
filozoflarının ve Dekartların etkisi altında kalarak din başka şey, ilim başka şey
mi dedik. Yoksa biz, batıdan din düşmanlığını mı aldık; din dünyaya karışmaz,
din devlete karışamaz deyip yasak duvarları mı ördük ve yasakçı kanunlar ve
anayasalar mı koyduk. Eğer gerçekten böyle yaptıysak, vah vah bize, tüh tüh bize ve
yazıklar olsun bize! Hani Albert Einstein, "Dinsiz ilim kör, ilimsiz din
topaldır", demişti. İşte dinle bilimi bölenler, kâinatla Allah'ı birbirinden
koparanlar, tabiat tabiat deyip tabiat kanunları deyip tabiat perestlik yapanlar
bölücülük yaptılar. İşte bu bölücüler Allah, insan ve kâinat ilişkisini
anlayamazlar ve sünnetüllahı kavrayamazlarBiz 1989 yılında 27–30 Haziran
günlerinde On dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yapılan
"Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları ve Problemleri Sempozyumu"na
"Din ve Bilimlerde Terim Tarif ve Tasniflerin yenilenmesi" başlığını
taşıyan bir tebliğimizle katılmıştık. 26–28. 10,1990 tarihinde Amerika'nın
Michigan-Detroit kentinde Nineteenth Annual Conference of the Association of Muslim Social
Scientists (Müslüman Sosyal Bilim Adamları Birliğinin Ondokuzuncu Olağan Kongresi)ne
de "The Joining Together of Religion and Science in Bringing About Social
Change" Sosyal Değişmede Din ile Bilimin Birleştirilmesi) başlığında bir
tebliğ sunmuştum. Bu her iki tebliğ de www.enfal.de
sitesinde okuyucuların tetkik ve tenkitlerine arz edilmiştir. Biz bu iki tebliği konumuz açısından
birleştirip özetleyecek olursak şunları söylemek mümkündür. Allah'ın varlık
âleminde din ve bilim kanunlarını koyup bunları çalıştırdığı, din kurallarını
Allah koyduğu gibi, bilim kurallarını da yine onun koymuş olduğu, âlemlerin Rabbi
olan Allah'ın "kün" (ol) demesiyle var olan tabiatta kevni kanunların cereyan
ettiği ve bilhassa birey ve toplum olarak insanda ise teşrii kanunların yürürlükte
olduğu; fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi ilimlerin yeryüzünde her yerde hemen
hemen aynı olduğu, insana ait kanun ve kuralların ise biraz esnek olduğu; Batıda
Rönesansla başlayan fikir hareketleri, fen bilimlerinde gerçeği yakalarken sosyal
bilimlerde çok büyük fahiş hatalar yaptığı, çünkü din ile bilimi ayırdığı ve
hatta ayırmak ne kelime, karşıt belki de çelişen ve çekişen iki kurum olduğu; onun
için bizim her zaman söylediğimiz gibi sosyal bilimlerin din olup ancak din ve bu
sosyal bilimlerde terim tarif ve tasniflerin eskidiği bir gerçektir. O sebeple de
göğü yükselten ve dengeyi kuran her şeyi de çift çift yaratan Allah'ın bu
değişmez sünnetine uyarak fen bilimleri ile sosyal bilimleri dengeleyerek ve bunlara da
bilim-din adı vererek yepyeni bir düşüncenin ortaya çıkmasına şiddetle
ihtiyacımız vardır. Eğer bunu yaparsak yeryüzündeki bütün varlıklar fayda
görecek, ama eğer yapmazsak herkes zarar görüp sıkıntı çekecektir. Onun için biz
dine veya sosyal bilimlere irade kanunu deyip tabiat veya fen bilimlerine de irade dışı
kanunlar adı verip bunların her ikisinin de acıkmamızda ve yememizde görüldüğü
gibi, insan bünyesinde bulunmakla insanı din ile bilimin kesiştiği düzlemde yaşayan
bir varlık olarak tarif etmiş bulunuyoruz. Hz. Peygamber'in bir hadisinden ilham alarak
insan ve toplum hayatının bir vücut gibi uzviyet olduğunu ve deniz kıyısındaki kum
taneleri veya fizikteki gibi karışım değil, un helvasındaki veya kimyadaki gibi bir
bileşim olduğunu söylüyoruz. Gerçekten kâinat, ilahi buyruklara pek kulak
asmayan kimselerin şaşıracakları ve sapacakları kadar karmaşık görülebilir.
Çünkü kâinat, her an milyarlarca faaliyetlere sahne olmaktadır. Herkesin ve her
varlığın gösteri yapıp rolünü oynadığı veya başka bir ifade ile ilahi iş
bölümünde ve onun tasarladığı senaryoda kendisine düşen rolü oynadığı bizim
ifade ile amel ettiği bir alandır. Bu haliyle o, dev bir laboratuara veya eşi olmayan
muazzam bir sahneye benzemektedir. Böylece kâinat, sanki müthiş manevraların
yapıldığı bir kışla ve bir ordugâh, akıllara durgunluk verecek kadar büyük bir
fuar ve devasa bir pazaryeri veya sanki sayısız canlıların ve milyarlarca yaratığın
faydalandığı yiyip içtiği büyük ve geniş bir sofradır. Bunun için kainatta cereyan eden kanunların hiç
değişmeden ve değişiklik geçirmeden sebep sonuç ilişkisi yolunda devam ettiğini
söyleyenler ve determinist bir epistemoloji anlayışını ortaya koyanlar olduğu gibi,
varlık alemini Allah'ın yarattığı bir arabaya benzeterek Allah onu bir itekledi,
artık kendi kendisine otomobil isminin tam anlamıyla yolunda devam edip gitmektedir.
Diğer taraftan Allah'ın sanki değişmez kanunları yok gibi illet, şart ve sebepleri
ortadan kaldırarak, Allah her şeye kadirdir ve o dilediğini yapar şeklinde düşünen
ve söyleyenler de vardır. Bunu iki yolu, tavsif etmek gerekirse bunlardan birisi ifrat
diğeri de tefrittir. Başka açıdan bakıldığı zaman da kâinat olaylarında başka
bir yanlış daha yapılmaktadır. Bu tarihi bir hatadır. Daha doğrusu zamanı ve
çağı iyi kavrayamayıp zamane olan, tarihselcilik yapan kimseler de vardır. Bugün bu
ekolün temsilcisi aynı zamanda müslüman olan merhum Fazlurrahman'dır. Biz, bunların
olaylara tarihselci bir yaklaşımla ortaya koymalarını asla tasvip etmiyoruz. Aslında
bunlar ve onların öne sürdüğü fikirler, deterministlerin ve onların iddia ettikleri
fikir ve düşüncelerin başka bir versiyonu ve başka bir varyantından başka bir şey
değildir, diyebiliriz.[6]
Mesela zamane olmayan kimseler, demokrasi kavramının tabu olduğu bir yerde ve zamanda
bir ellerinde din, diğer ellerinde ilim ölçü ve ölçekleriyle olayı mihenge vururlar
ve hayır hayır sizin anladığınız ve uyguladığınız manada bu demokrasi bir
bölücülüktür, diye yazılarında ilan ederler. Gerçekten zaman önemlidir; zaman
denilen şey terimleri, kelimeleri ve fikirleri kendi rengini boyar. Gecenin rengi
karanlıktır; gece medeniyetinde, sisteminde, kural ve kanunlarında karanlıklar olur,
meçhuller ve belirsizlikler olur; hatta yanlışlar bulunur. İşte onlardan birisi de
sünnetüllahın sadece tabiat kanunlarından ibaret sanılmasıdır. Mesela bu konuda
çok sevdiğimiz merhum M. Zekai Konrapa hocamız aynen şöyle diyor. "Gözün
görebildiği ve göremediği şu kâinattaki olaylar bazı prensiplere göre meydana
gelir. Bunlara "tabiat kanunları" denir. Bu kanunlar ancak, tecrübe ile
bilinir: Ateşin yakması, ağaçların yetişmesi, güneşin doğması, yağmurun
yağması gibi tabiat olayları hakkında edindiğimiz bilgiler, ya kendi gözlerimize
veya başkalarının görgülerine dayanır. Tabiat kanunlarına dinimizde "ilahi
sünnetler" adı verilir. Cenab-ı Hak; kâinat makinesini idare için, bir takım
kanunlar yaratmıştır. Bu makinenin her parçası, bu kanunlara bağlıdır. İster
"tabiat kanunları" diyelim, isterse "ilahi adetler" adını verelim,
bu kanunlar asla değişmez." Hocamız bu düşüncelerini Fetih suresindeki şu
ayete dayandırmıştır.[7]
Bu ayeti Hüseyin Atay şöyle tercüme etmiştir: "Allah'ın önceden gelip
geçmişlere uyguladığı yasası budur. Allah'ın yasasında değişme bulamazsın"[8]
Görüldüğü gibi tercüme bize tabiat kanunlarından daha ziyade Allah'ın sosyal
kanunlarını hatırlatmaktadır. Hâlbuki Hasan Basri Çantay, Meal diye
isimlendirdiği tercümesinde bu ayet hakkında Beyzavi ve Medarik'e dayanarak şöyle bir
yorum getirmiştir. Allah'ın öteden beri cari olagelen sünneti (âdeti budur). Yani
Allah Teala geçmiş ümmetlere gönderdiği peygamberlerinin behemehal galip gelmelerini
eski bir kaide ve kanun olarak vaz etmiştir. [9] Aynı buna benzer bira ayet Ahzab suresinde geçer;
orada şöyle buyrulmaktadır: "Bu, Allah'ın daha öncekilere de uyguladığı bir
yasası (sünnetüllahı)dır ve sünnetullahta (Allah'ın yasasında) asla bir
değişiklik bulamayacaksın."[10]
Bu ayetin aslında geçen "ellezine" o kimseler ki kelimesi, teknik ifade ile
cemi müzekker kalıbı olup sadece insanları ifade eder. Burada fi harfi kullanılmakla
insanlarda veya toplumlarda denilmek suretiyle sünnetullahın toplumlarda cereyan ettiği
ifade edilmiş olmaktadır. Konumuzla ilgili Kuranda Fatır suresinde başka bir
ayet daha vardır. Orada şöyle buyrulmaktadır: "Çünkü onlar yeryüzünde
kibirlendiler ve kötü tuzaklar planladılar. Oysa kötü tuzak sahibinden başkasını
kuşatmaz. Onlar öncekilere uygulanan yasayı mı bekliyorlar? Allah'ın yasasında
hiçbir değişiklik bulamazsın. Allah'ın yasasında bir başkalaşma da
bulamazsın"[11]
Yine H. B. Çantay, bu ayette geçen "Tebdil" (değişme) zata,
"tahvil" (başkalaşma) vakte aittir, demiş ve Beyzavi ve Şeyhzade'ye
dayanarak şöyle bir açıklama getirmiştir: Yani Allah'ın emirlerine isyan edenlere,
ilahi kanun gereğince azaptan başka bir şey terettüp etmez. Azaba herhangi bir şey de
bedel olamaz. Azabın vakti de başka vakitlere çevrilmez. (Medarik) Azabın zati
mahiyeti değişmez, ancak azap olarak gelir. Azap, ona hak kazananlardan başkasına da
döndürülmez. (Beyzavi, Şeyhzade)[12] Zamanla kelimelerin ve hatta terimlerin bile
anlamlarının yavaş yavaş değiştiği göz önünde tutarsak sünnetüllah'ın,
Allah'ın âdeti anlamından çıkıp tabiat kanunu anlamına doğru geldiğini anlarız.
Hâlbuki Allah'ın âdeti ile tabiat kanunu aynı veya yakın anlamları
çağrıştırıyor mu? Allah'ın âdeti dediğimiz zaman onun yapıp ettiği ve tutup
yönettiği anlaşılırken, tabiat kanunu denildiği zaman varlık âleminde yani
tabiatta sanki Allah'ın istek iradesi dışında çalışmakta olan kural ve kanunlar
akla gelmektedir. Yani sünnetüllahın sadece tabiat kanunu şeklinde anlaşılması
bilim ve teknoloji merkezli bir medeniyetin daha doğrusu batı medeniyetinin, çağın ve
modernizmin etkisinden başka bir şey değildir. Hâlbuki insan tabiat kanunlarını
kullanırken ve tabiat olaylarından faydalanırken bunu kendi kanunlarına uyarak
yapması daha faydalı olmaz mı? Daha çok hayvan, bitki ve cansızların tabi olduğu bu
tabiat kanunlarına tamamen uyduğu takdirde insan onların seviyesine inmiş olmaz mı?
Hâlbuki tabiat kanunları daha çok insan için olan sosyal kanunlarla beraber
düşünülüp ona göre bir uygulama yapılsaydı bu insanın mutluluğuna mutluluk
katmaz mıydı? Robot kanunu ile irade kanunu yani bilim ve teknoloji ile din ve diyanet
yani bunları teorisi ve pratiği birlikte yürüseydi daha insanca bir iş olmaz
mıydı? Hâlbuki birkaç asırdır böylece belki zıt iki
anlayış ortaya çıkmış oluyor ki, Mevlana Şibli değerli eseri Asr-ı Saadet adlı
kitabında sebepler ve illetler meselesinde bunu ifrat ve tefrit olarak nitelemiştir. O
bu konuda şöyle söylemektedir: Biz mucizelere inanma konusunda inançları
düzeltmekle uğraşırken sebepler ve illetler ile de meşgul olduk ve bunun da diğer
dinlerde olduğu gibi Müslümanlar arasında iki fikir ekolü meydana getirdiğini
göstermiştik. Bu fikir ekollerinden birisine göre, sebep ve illetler varlık âlemine
hâkimdir, bu kanunlar kaldırılamaz ve değiştirilemez. Bu ekole göre, dünyada
meydana gelen olaylar maddi sebepler ve illetler sayesinde meydana gelir. Bu bakımdan
tabiat kanunun bozulması mümkün değildir. Çünkü sebep ve illetler, kâinatın
düzeni, "ilahi sistem"dir. İlahi sistem ise tebdil ve tağyir kabul etmez ve
değişmez. Kuran-ı Kerim der ki, "Allah'ın nizamında bir tebdil (bozma)
bulamazsın"[13]
"Allah'ın nizamında bir tahvil (değiştirme) bulamazsın"[14]
"Allah'ın yapısı değiştirilemez."[15]
İkinci fikir ekolü Allah'ı, özel bir nizam ile
veya tabiat kanunlarıyla kayıtlı saymayı O'nun şanına ve kudretine aykırı bulur.
Cenab-ı Hakk'ı "kadir-i mutlak" tanır ve O'nun bu vasıtalarla kayıtlı
olmadığını söyler. Bu ikinci ekolün ileri sürdüğü deliller şu ayetlerdir:
"Allah her dilediği yapar"[16]
"İşte böyle! Allah dilediğini yapar."[17]
"Allah dilediğini yapar"[18]
"Allah elbette dilediğini yapar"[19]
"fakat Allah dilediğini yapar"[20]
" Allah dilediği hükmü verir"[21]
"Allah elbette dilediğini yapar"[22]
"Allah elbette her şeye kadirdir."[23]
Bu ayetler, her şeyin ilahi kudret, meşiet ve iradeye bağlı, bu itibarla âdetin
bozulmasının da mümkün olduğunu göstermektedir. Gerçek şudur ki, bu her iki ekol de ifrat ve
tefrite sapmıştır. Bunların her ikisi de Kuran ayetlerini bir bütün olarak
derinlemesine araştırıp tetkik ederek onları anlayıp kavrayamamış sonuç
bakımından varlıkların özellik, tabiat ve huylarını, akli maslahat ve hikmetlerini
anlayamamışlardır. Şibli'nin bu konudaki düşünceleri özet olarak böyledir.[24]
Sünnetullah konusunda Hamdi Döndüren de
İnsanlığa Son Çağrı Kuran-ı Kerim adlı eserinde şu bilgileri vermektedir:
"Sünnetullah, Allahın sünneti, kanunu emektir. Allahın evreni yönetirken
koyduğu kurallar, yaratıkları hakkındaki hüküm ve adetleri kastedilir. Tabiat
olaylarında sebep-sonuç ilişkisi, fizik kimya astronomi biyoloji vb. pozitif bilimlerde
görülen standart ilişkiler, canlılarda doğma büyüme ve ölme ve üreme gibi
oluşumlar hep sünnetüllahın değişmez ilkelerine göre gerçekleşir Tabiat
kanunları denilen bu kurallar aynı şartlar altında değişmeden sürüp gider. Toplumdaki aşırı dengesizlikleri düzene sokmak
üzere Cenab-ı Hakkın tabiat olaylarına müdahalesi de başka bir sünnetullah olarak
ortaya çıkar. Buna göre sünnetullah 3 e ayrılır. 1- Mucizeleri gördüğü halde ısrar ve inatla
dönemin peygamberini inkâr edenleri Allah'ın helak ederek cezalandırması. (bak.
Fatır 35/ 43; Müslim Fezail, 81) 2- Bir toplum çoğunlukla kendi özündeki etik
değerleri değiştirip bozmadıkça Allahın o toplumu değiştirmemeye söz vermesi
(Ra'd 13/ 11). 3- Evrenin yaratılışı ve yönetimi ile ilgili
olarak konulan fizik kimya biyoloji vb. kanunlar olup bunlar belli kurallara
göre varlığını sürdürür Normal şartlarda bunların değişmezliği esastır (bk.
Fussılet 43/ 12; Nahl 16/ 20–21)[25] Biz de konuya şöyle yepyeni bir açıklama
getirmek istiyoruz. Bir makinenin yapılması başka bir şey, onun kullanılması ise
başka bir şeydir. Mesela arabayı imal eden kimse onu sürmeyebilir. Otomobili kullanan
kişi de arabanın lastiği yerine başka bir şey takamaz. İşte Allah kâinatı var
etti; zamanı, mekânı maddeyi ve enerjiyi koydu ve bunlara bazı özellikler verdi. Bu
özellikler değişmemektedir. Taş düşer, taşın bu düşme özelliğini ondan hiçbir
kimse alamaz. Su ısındığı zaman buharlaşır, 100 derecede kaynar ve 550 kalori
alır, onun da bu özelliğini onun elinde kimse alamaz.
Canlı varlıkların da tabi olduğu doğal-ilahi kanunlar vardır. Canlılar beslenmeden
yaşayamazlar. İnsanların da tabi olduğu doğal kanunlar vardır. İnsandan
üzüntüyü kimse yok edemez. İnsandaki itaat ve tahakküm hissini yok etmek mümkün
değildir. Toplumlar için de toplumsal kanunlar vardır. İbn Haldun, Emile Durkheim ve
Marx gibi sosyologlar eserlerinde hep bu meseleler üzerinde durmuşlardır. Bu kanunlar
sadece kendi başlarına bir işe yaramaz. Eğer bu kanunları kullanan birey ve toplumlar
olmasa bunlar abesle iştigal olup boş yere var edilmiş olurlar. Zaten Allah da bunları
kendi için değil, kulları için var etmiştir. Bu kanunları kullananlar da melekler,
cinler, ruhlar ve insanlardır. İşte bu varlıklar, Allah'ın koyduğu bu tabiat veya
doğa kanunlarını yani Allah'ın sünnetini kullanarak yaşamakta ve evrim
yapmaktadırlar.
Acaba Allah'ın kendisi de bu kanunlardan yararlanır mı diye bir soru sormak abestir ve
boş bir şeydir. Fakat insanların Allah'ın ne yapacağını bilmeleri için Allah
kendisinin koymuş olduğu bu kanunlara uyar. Yani Allah kendi koyduğu değişmez
kanunlarına kendisi de uyar. Yani Allah, insanlara göre olan hareketlerini koyduğu bu
kurallara göre yapar ve böylece onun kulları da onun ne yapacağını bilirler. İşte
Allah'ın adil olması da böyle yani kullarına karşı adil davranması da bu şekilde
tezahür eder. Aslında Allah, isterse zulmedebilir, ama o asla zulmetmez. Allah isterse
doğa ve tabiat kanunlarını değiştirebilir ama değiştirmez. Çünkü o bunları
değiştirecek olsa kulları şaşırır. Böylece Allah'ın insanlara zulmetmemesi sonucu
insanların da adaleti tesis etmesi O'nun sünnetindendir. O isterse değiştirebilir, ama
değiştirmez. Biz ise sünnetüllahı değiştirmeyiz. Biz Allahın koyduğu bu
değişmez kanunları kullanarak faydalanmaya çalışır, böylece fizik ve metafizik
dünyamızda ilerlemeler sağlamış oluruz. Burada konuyla ilgili Elmalılı’nın
görüşlerini de aktararak yazıya son vermek istiyorum. İlimler ve tabiat ilimleri,
bizim, Allah’ın kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkânın kendisi
hususundaki imanımızın genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek
deliller kabul edilmek gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve
geliştirmeliyiz. Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah’ın kudretini terk ettik,
dünya ve ahireti bitirdik zannetmemeliyiz. Normal yakinlere, zaruri yakinleri feda
etmemeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teala ve onun ilim ve kudreti daha
önce var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyla vardır.
Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde
kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak
hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en
temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim ve fenni
boğmayalım; imkân sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkânsız demeyelim; hayır
yerine şerre koşmayalım; imkânsız sandıklarımızın mümkünlüğünü, hatta
ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri
çıkar mı? Allah’ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah’ın izniyle
yapılır. Göklere çıkılır mı? Allah’ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur
mu? Allahın izniyle sorulur. Ölen dirilir mi? Allah’ın izniyle dirilir. Fakat “iki
kere iki, tek olur mu?” olmaz. Bir şeyin parçası kendinden büyük olur mu? Olmaz.
İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir
mi? Olmaz. O, Allah’ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur, yine
kuldur. (I, 187–188) [1]
Bakara2 / 284; A.İmran 3/ 109; Nisa 4/ 126, 131, 132, 170, 171, Şura 42/ 53. [2] Bakara 2/ 107; A.Imran 3/ 189; Maide 5/ 170; Maide 5/ 120. [3] Fatiha 1/ 1 [4] Şuara 26/ 24. [5] Enam 6/ 164. [6] Bütün bu konularla ilgili, bilhassa tarihi yaklaşım
hakkında bilgi almak için sünnetullah konusunda doktora tezi hazırlayan Ömer
Özsoy'un şu eserine bakılabilir. Sünnetullah Ankara–1994 Fecir yayınları:36,
204 sayfa [7] M. Zekai Konrapa, Peygamberimizin
Hayatı, İst.–1980, s. 5–6 [8] Fetih 48/ 23 [9] Bak Hasan Basri Çantay, , Kuran-ı Hâkim ve Meal-i Kerim,
III, 944, dip not no: 47. [10] Ahzab 33/ 62 [11] Fatır 35/ 43 [12] Bak. Hasan Basri Çantay, Kuran-ı Hakim ve Meal-i Kerim, II,
778, dip not no: 64 [13] Ahzab 33/ 62 [14] Fatır 35/ 43 [15] Rum 30/ 30 [16] Büruc 85/ 16 [17] A. İmran 3/ 40 [18] İbrahim suresi 14/ 27 [19] Hacc 22/ 18 [20] Bakara 2/ 253 [21] Maide 5/ 1 [22] Hacc 22/ 14 [23] Bakara 2/ 20 [24] Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, II, 350–351 [25] Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı, Kuran-ı Kerim,
II, 691 dip not: 85 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |