. |
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Yeryüzünde ve
kâinatta her şey sebeplere bağlanmıştır. Akşam olur sabah olur; bunun bir sebebi
vardır. Yaz gelir, kış gelir; bunun bir sebebi vardır. İnsanlar zengin olur, fakir
olur; bunun bir sebebi vardır. Toplumlar iyi olur ve kötü olur; bunun bir sebebi
vardır. Devletler güçlü olur zayıf olur; bunun bir sebebi vardır. Velhasıl dünya
hayatında sebep ve şartlar çok önemli olup her şey ama her şey, sebep ve şartlara
kanun ve kurallara bağlanmıştır. Eskiler buna esbaba tevessül derlerdi. Sanki onlar
böylece sebep ve şartları bilmenin ve bunları ortaya koyup ona göre çalışıp
yorulmanın, sebep ve şartlara sarılıp yapışmanın öz ve esas olduğunu
söylerlerdi. İşte değerli insan, samimi Müslüman Mehmet Akif'in de Safahat'ının
Fatih Kürsüsündeki şu deyişleri esbaba tevessülün temel felsefesi: "Görür de halini insan, fakat, bu derbederin; Nasıl günahına girmez tevekkülün, kaderin? Sarılmadan en ufak bir işinde esbaba, Muvaffakiyete imkân bulur musun acaba? Hamakatin aşıyor hadd-i i'tidali, yeter! Ekilmeden biçilen tarla nerde var?
Göster!" (Safahat, s. 231) Dünyada sebepsiz bir şey olmaz. Onun için
Kuran-ı Kerimde "Biz Zülkarneyn'e her şeyin sebebini verdik. Böylece o, bir
sebebi izledi"(Kehf 18/ 84–85). "Sonra o bir sebebi izledi" (Kehf 18/ 89,
92) buyrulmuştur. Görüldüğü gibi burada bir ayet, bu sebebe sarılmanın ve esbaba
yapışmanın önemine işaret etmek için üç defa tekrar edilmiştir. Rağıb
müfredatında arapçada kendisiyle hurma ağacına çıkılan ipe sebep dendiğini
söylüyor ve bu ayetin anlamını şöyle açıklıyor. Yüce Allah ona, kendisiyle
hedefe ulaşacağı her türlü bilgi ve vasıtayı vermiş; o da bu vasıtalardan birine
başvurmuştur. (bak sebeb maddesi). Öyleyse sebep bir şeyin olmasına,
gerçekleşmesine yol açan, gerektiren ve onu oluşturan şeydir. Küçük işletme ve firmaların büyümeleri için
sebepler olduğu gibi, toplumların ve devletlerin de büyümeleri ve güçlenmeleri için
bir takım sebepler vardır. İster toplum deyin, ister devlet, ister kamu deyin isterse
cemiyet, ne derseniz deyin burada asıl maksat zarf değil, mazruftur. Devlet ve devlet
derken, kamu ve kamu derken burada devlete ve topluma yüklenen görev ve görevlerle
devletin yapısı ve fert ile devlet arasındaki iş bölümü çok önemlidir. Eğer bize
sorarsanız bugün dünyadaki devlet yapılanmaları asla eşyanın tabiatına uygun
değildir. Uygun olmadığı gibi, tabiata terstir; onun için de yüzde farklılıkları
bulunmakla beraber, bütün devletler kendi vatandaşlarına fayda verdikleri gibi, aynı
zamanda zarar da vermektedirler. Bir defa zamanımızdaki toplumlarda sadece ekonomide
değil, ilim, din ve siyasette de iş bölümü, üretim biçimi ve paylaşımlarda ve de
teori ve pratiklerinde, nazariye ve uygulamalarında çok büyük eksik ve aksaklıklar,
ahenk ve dengeden uzak bir yapılanma vardır. Bilhassa uygulamalarda hep keyfilikler
vardır. Örnek vermek gerekirse, iş bölümü
çarpıklığından dolayı yapısal devasa israflar vardır. Bugün 500 ve daha fazla
olan milletvekillerinin ne iş yaptıkları ve ne gibi bir hizmet ürettikleri sorulursa
ve buna doğru bir cevap verilecek olursa, onlar hiçbir şey yapmamaktadırlar demek,
güzel bir cevaptır. Hem işimize geldiği gibi, hareket ederiz biz, işimize öyle geldi
300 milletvekili; işimize geldi 450 milletvekili, hayır bu da değil, 550
milletvekili… Kanunu ancak kanun yapmayı bilenler, yapar. Kanun yapmanın ne demek
olduğunu, vekillerin arasında yüzde kaç kişi biliyor acaba? Vekiller, bu medeniyetin
siyaset kültüründe bir tek şey yaparlar, parti başkanları parmak kaldırıyorsa
onlar da kaldırırlar; eğer başkanları parmak kaldırmıyorsa onlar da kaldırmazlar.
Olan budur, bugünkü milletlerin meclislerinde. Onun için toplumdaki bu uygulamalar
baştan sona değişmelidir, diyoruz. Bu yönetim biçimi, yönetim anlayışı ve
uygulaması yanlıştır ve bunlar eşyanın tabiatına uygun değildir. Yapay sınıflar
ve yapay düşman partiler icat edilerek, denge kurulmak istenmektedir. Hâlbuki böylece
statik zeminde kurulan dengeler, küçük bir rüzgârla bozulmakta ve daha büyük
kasırgalara sebep olmaktadır. Oysa tabiatta değişim, her zaman vardır ve bu dinamik
ortamda ve doğal düzlem sayesinde küçük dalgalar değil, büyük ve çok büyük
fırtınalar bile çok kolay bir şekilde atlatılabilir. Çünkü eşyanın tabiatını
çok iyi tanıyıp kavrayarak yepyeni bir toplum inşa edildiği zaman ruh-beden ve
ulus-ülke ayaklarına dayanan bir toplumda birey açısından his, fikir, irade ve
ünsiyet dinamiklerinin, toplum açısından da din, bilim, iktisat ve siyaset düşünce
ve uygulamaları birer kurum olarak birlikte çalışmaktadırlar. İnsan, ruh ve bedenden
meydana gelir. Onun ruhi yapısı manevi yönü, bedeni yapısı ise maddi yönünü
oluşturur. İnsanların “his ve inanama”, “düşünce”, “irade” ve
“ünsiyet” yetenekleri vardır. İnsan önce hisseder ve bu hisleri ile sonra
düşünmeye başlar. Düşüncelerini oluşturup bir araya getirerek, bir karara varır
ve kendi iradesini kullanır. İradesini kullanırken de diğer insanları, yani içinde
yaşadığı toplumu hesaba katar. Böylece psikolojide insanların dört yeteneğinden de
bahsedilir. İnsanın bedenini toplumda ülke, ruhunu ise ulus
karşılar. İnsanın yetenekleri toplumda sosyal kurumları oluşturur ve bu kurumlar hep
birlikte toplumsal yapıyı meydana getirirler. Sosyolojide bu kurumlar bugün “din”,
“ilim”, “iktisat” ve “siyaset” kurumları olarak isimlenmekte ve bunlar,
araştırma ve incelemelere konu olmaktadır. (Bak. S. Akdemir, Sosyal Denge, s. 38–39).
Bu söylediklerimiz belki bugün yaptığımız yeni
bir tasniftir. Ancak bu ihtiyar güneşin altında yaşlanmış bir dünyada yeni bir şey
yoktur. Gazalinin hocası Cüveyni’ler’den Gazali’lere ve Şatıbilere kadar ve
onlardan bugüne, konuyla ilgili olarak dini korumak, aklı korumak, canı korumak, malı
korumak ve nesli korumaktan bahsedilir. Biz ise bunları dini, ilmi, içtimai (idari,
siyasi), iktisadi ve ailevi kurumlar diye toplumda fonksiyon icra eden 5 ana unsur olarak
görmekteyiz. Toplumu meydana getiren bu 5 elamanın her biri eşit bir şekilde
çalışmalıdır. Bunların yüzdeleri 20 dir. 5 tane 20 yi toplarsanız 100 eder.
Böylece her bir kurum, kendi alanında serbest bir şekilde çalışırsa o toplum
rantabldır, verimlidir, denilebilir. Fakat
bugünkü devlet ve toplularda olduğu gibi, bazı kurumların alanları daraltılmış,
bazılarının alanları ise yapay bir şekilde genişletilmiş ise, o toplum dengesizdir
ve böyle bir toplumda yaşayan insanlar da rahatsız ve mutsuzdurlar. Onun için
bugünkü dünyadaki toplum ve devlet düzenleri bozuk olduğundan, insanların yüzde
sekseni mutsuzdurlar ve huzursuzdurlar. Para
ekonomiyi ve fabrikayı, kalem bilimi ve üniversiteyi, kılıç yönetimi ve askeriyeyi,
koltuk da yönetimi ve meclisi temsil ediyorsa, bu para, kalem, kılıç ve koltuk
arasında tam bir birlik, ahenk ve tam bir iş bölümü olması lazımdır. Fakat
bugünkü devletlerde bu uyumun var olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu
bir medeniyet, kültür ve dünya görüşü meselesidir. Rönesans medeniyetinin dünya
ve devlet görüşü ise biz göre maalesef biraz çarpıktır. Beş merkezli bir toplum
yerine, iki veya üç merkezli bir toplum üretilerek, devlet yapıları bozulmuştur.
Mesela bazı ülkelerde dinin alanı son derece daraltılarak, laiklik adına din
düşmanlığı yapılmaktadır. Derin devlet adına da kılıç merkezli bir devlet
anlayışı ve uygulaması sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bize göre bu eşyanın
tabiatına aykırı olan bir yapılanma olup devlet ve toplumları çöküşe götürür.
Şimdilerde ülkemizdeki Ergenekon tartışmaları, tutuklamaları ve krizleri bunun
açık delilidir. Her devlette ve her toplumda dalgalanmalar olur, ama bunlar, bugün
olduğu gibi, statik değil, dinamik toplum ve devletlerde hiçbir iz bırakmadan geçip
gider. Bugün Türkiye ve dünya şartları çok iyi tahlil
edildiğinde Türkiye zaman ve zemin itibariyle önümüzdeki 40 ve 50 yıl içinde
kartlarını iyi oynayabilirse çok büyük avantajlara sahip olduğu, görenlerin
gözlerinden kaçmamaktadır. Fakat Türkiye’nin bir dünya devleti ya da dünyayı
yöneten bir devlet haline gelebilmesi için bu statik yapıdan kurtulması gerekir.
Geleceğin dünyasının devletini yavaş yavaş hiç acele etmeden, doğal kanunlara
uyarak, değişimde tedriç prensibi ile dünya değiştikçe kendisini, kendisi
değiştikçe de dünyayı değiştirmeye çalışmalıdır. Devlet, dile dayanır
anlayışımıza göre, ileri ve uzak hedef olarak, Türkçe konuşan yakın ve bitişik
ülkelerin kültür ve düşünce birliğine doğru gitmelerine katkıda bulunmak en
büyük gayretimiz olmalıdır. İslam’ın bilhassa bilimsel yönünden yararlanarak
eşyanın tabiatı ile uyum sağlanmalı, eskimiş, faydasız ve hatta zararlı
uygulamalar bırakılmalıdır. Giyim kuşam, kılık ve kıyafete karışılmamalıdır.
Tek merkezli, kılıç odaklı ve derinleştirilmiş bir devlet anlayışından, beş
merkezli ve beş odaklı, dış görüntüyü esas alan, ilme dayanan, gizli servislere
dayanmayan ve sadece ona dayanarak asla bir uygulama yapmayan, hele hele trafik kazası
hiç mi, hiç yapmayan bir devlet, fail-i meçhul cinayetler değil, cinayetlerin
faillerini bulan bir devlet. Zenginlere kredi veren ve ticaret kredileri açan böylece
zengini daha çok zengin eden bir devlet değil; krediyi
işçilere ve muhtaçlara açan, fakir fukaranın, garip ve gurabanın yanında olan bir
devlet; amip gibi tek hücreli ve merkezden yönetilen bir devlet değil, yerinden
yönetilen bir devlet; devlete bağlı eğitim ve öğretim değil, millete bağlı
eğitim ve öğretim diyen ve tüm eğitim ve öğretimin ücretsiz ve vakıflarla idare
edildiği, girişte imtihan değil, diploma için çıkışta ve okulu bitirişte
imtihanın yapıldığı bir eğitim ve öğretim zinciri ve devletin sadece kontrol
ettiği bir okul anlayışı; her türlü suça para cezası verildiği bir toplum değil,
ekonomik suça ekonomik ceza, dini suça dini ceza, siyasi suça siyasi ceza, hukuki suça
hukuki ceza, ilmi suça ilmi cezanın verildiği bir toplum; hem bireysel ve hem de
toplumsal, hem yöresel ve hem de küresel olan bir devlet; birey-toplum, fert-devlet;
din-bilim; dünya-ahiret; planlama ve serbestlik dengelerini kuran bir devlet. Vergileri
zengin, fakir ve herkesten alan bir devlet değil, zenginlerden vergi alan, fakirlerden
almayan, üretime, fiyatlara ve kira bedellerine karışmayan bir devlet;
üretim-tüketim, tasarruf-yatırım, ithalat ve ihracat, imar ve iskân dengelerini
sağlamış bir devlet; toplumu bir aile gibi, doğal bir uzviyet kabul eden ve tüm
vatandaşlardan sorumlu olduğunu kabul eden velayet anlayışına sahip bir devlet;
laiklik adı altında Müslümanlara baskı yapan bir devlet değil, herkese din
özgürlüğü ve herkese din ve inanç serbestliği diyen ve tüm dinlerin teminatı
benim boynumda diyebilen bir devlet; demokrasiyi vazgeçilmez partilere değil, bireylerin
kendi görüş, düşünce ve kararlarına dayandıran bir devlet; medyaya promosyon veren
ve özel muameleye tabi tutan ve şahsa ait medyayı kamu görevlisi sayan değil, onları
kendi başına bırakan bir devlet; adaleti savcılara, hükümete bağlı hakimlere, ast
ve üst mahkemelerin faaliyetlerine ve bir bakanlığa değil, reşit olan herkesin
şahitlik yapıp ve herkesin adaletten sorumlu olup katkıda bulunduğu, herkesin
birbirine veli olması dolayısıyla, iyiliği emredip kötülükten alıkoyduğu,
bağımsız mahkeme ve bağımsız hakimlerin bulunduğu ve tüm muhakemelerin tahkim
usulü ile görüldüğü, herkese adalet diyerek zulmün önlendiği bir toplum ve
devlet. Her türlü yapay sınıfların ve bölünmelerin kaldırıldığı, particilik
esası değil, bire bire birey ilişkisi, vekil ve veli anlayışı ile ve toplumun tüm
işlerini danışma ile yürüterek, bucak, il ve devlette seçim yaparak ilk toplum
yönetimi bucak deyip bucaklarda dini, ilmi, idari, iktisadi ve aile şuraları kurarak
bütün bu işleri ancak bu danışma meclisleri ile yürüten bir devlet. Kendisine gelip
sığınan herkese kucak açan, ben başka yere gideceğim diyene de güle güle diyen bir
devlet. Eğer Türkiye bu değişimleri yapar ve tüm
insanlığa benim borcum var, ben onlara hak, hukuk, adalet ve insanlık götüreceğim
derse, tabiat ve kainatın doğal-ilahi kanun ve kurallarına göre yeniden yapılanırsa,
önümüzdeki bir asır içinde dünyanın en güçlü ülkesi haline gelecektir. Mehmet Akif merhum, devletle ilgili olan ayeti
şöyle tercüme ediyor ve sonra onu şiiriyle şöyle yorumluyor: “Ya Muhammed, de ki:
Ey mülkün sahibi olan Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin; Sen mülkü
dilediğinin elinden alırsın; Sen dilediğini aziz edersin; Sen dilediğini rezil
edersin; hayır yalnız senin elindedir; Sen, hiç şüphe yok ki, her şeye kadirsin”
(A. Imran 3/ 26). “İlahi, emrinin avare bir mahkûmudur âlem; Meşiyyet Sende, her şey Sende… Hiçbir şey
değil, âdem! Fakat hala vücud isbat eder, kendince, hey sersem! Bugün, üç beş karış toprakta varlıktan
vururken dem; Yarın, toprak kesilmiş varlığından fışkırır
matem! İlahi, “Malik-el mülküm” diyorsun… Doğru,
amenna. Hakiki bir tasarruf var mıdır insan için? Asla! Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istila; Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bi
perva; Alan sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir
dünya.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |