. |
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
Mesela biz şimdi, itaat varlıkların,
Allah'ın kendileri için tayin ettiği yolda yürümeleridir desek, itaatin
kaynağının da yaratan ve yaşatan, tasarlayan ve planlayan, mutlak kudret ve hâkimiyet
sahibi yüce Allah'tır diye söylesek, Allah'ın merkezden alınıp insan merkezli bir
dünya denildiği bir zamanda bu kolay anlaşılır mı? Allah'ın insan ve toplum
üzerindeki hâkimiyeti güya alınıp kaldırılarak kozmoloji diyerek, ontoloji diyerek
göklere inhisar ettirildiği bir zamanda, hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın,
hâkimiyetin bir topluma ve ulusa ait kılındığı bir zeminde ve toplantılar tertip
ederek, İslam'ın devlet talebi yoktur diye sonuçlar çıkarıldığı bir
ortamda bence itaati anlamak da ve anlatmak da çok zordur. Çünkü kafalar karışık,
kalpler hasta ve gönüller kırıktır; ucuz çıkarlar, hevalar, meşrep ve mezhepler
var. Hâlbuki Allah'ın yaratmış olduğu bu kâinatta ve varlık âleminde
Elmalılının dediği gibi, Allah âlemlerin rabbi olduğu için evrenin hepsinde
ancak onun koyduğu kanunlar geçerlidir.(Hak Dini, I, 126) Fizik, kimya,
biyoloji…ve buna benzer ilimlerin kanun ve kurallarını Allah koyduğu gibi, sosyoloji,
psikoloji, sexology, ekonomi, politik ve benzer ilimlerin de kanun ve kurallarını Allah
koymuştur. Allah varlığı yaratırken ve bu kanunları koyarken Halik, Rab, Kadir,
Melik, Aziz, Mütekebbir, Bari, Musavvir, Hakem, Rafi, Basit, Kabid, Kahhar, Aliyy, Hafiz,
Hakim, Muktedir ve Müteal gibi yüce sıfatlarının faaliyeti ile yapıp yaratmıştır.
Bütün bunların neticesi olarak işte Allah'ın koyduğu bu kanunlara uymak itaattir ve
itaatin kaynağı da ilahi kudrettir, diyoruz ve zaten bu anlamda insanın yapıp
yaratmaya ve bir kanun ve kural koymaya hak ve salahiyeti, gücü ve yetkisi de yoktur.
Onun için Allah dini bilir, dünyayı ise biz biliriz; biz namaz, dua ve ibadette Allah'a
ve onun emirlerine uyarız, fakat aile, ekonomi ve politik kanunları biz koyarız demek,
varlığı bölmek ve tevhidden ayrılmak demektir. Böylelerine Kuran, yoksa siz
Kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle
yapanların cezası dünya hayatında rezil ve rüsvay olmaktır; kıyamet gününde ise
onlar en şiddetli azaba çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir, diyor. (Bakara 2/ 85). Bugün İslam dünyasının böylesine
perişan, böylesine rezil ve rüsvay, aciz, kıtlık, yokluk ve çaresizlik içinde
olmasının asıl sebebi burada yatmaktadır. İşte bunun için itaat kavramını
anlamak, anlatmak ve uygulamak da zordur. Ancak biz zorluklar var diye duracak ve susacak
değiliz, inandığımız gerçekleri söylemekten ve yazmaktan uzak duracak da değiliz.
Öyleyse hemen, itaatin sözlük anlamını araştırmaya başlayarak onu anlamaya ve
anlatmaya başlayalım. Asım Efendi Kamus tercümesine
itaat nedir diye sorduğumuz zaman onun, bunu bize örneklerle çok güzel bir şekilde
açıkladığını görüyoruz. Mesela yemiş vermiş bir ağaç, meyveleri
olgunlaşmış, siz de bu meyveleri gidip ondan kolayca topluyorsunuz. İşte bu ağaç
size itaat etmiştir. Uysal bir at, dizgini elinizde, hem kullanması ve hem de yedeğe
gelmesi kolay, yolda siz onu hiç zorlamadan çekiyorsunuz, o da size uyup boyun eğip
geliyor, işte atın bu size yaptığına itaat derler. Otları bol, alanı geniş ve
güzel bir mera ve bir otlak düşünün; hayvanlar gelip her tarafından girerek burada
kolay bir şekilde otluyorlar. İşte bunu kabul eden bu otlak, bu hayvanlara boyun eğip
onlara itaat etmektedir. Burada görüldüğü gibi itaat
kavramı sadece insanlarla ilgili değil, hayvan, bitki ve cansızlarla da alakalı bir
husustur. Hatta itaat, mutlak ilahi kudret ve kuvvetin ilahi güç ve marifetin ve ilahi
sanat ve estetiğin tabiat âleminin her tarafında görülüp hissedilmesiyle birlikte
varlık âleminin ve yaratılışın temel kanunlarından birisi olmuş ve olmaktadır,
diyebiliriz. Onun içindir ki, Kuran'da yer ve gökleri iki evrede, canlı ve cansız
varlıkları da dört evrede yarattığını ifade eden Allah, bundan sonra duman veya
buhar halinde olan semaya yönelerek göklere ve yere, tavan veya kerhen (isteyerek
veya istemeyerek, itaat ederek veya zorla) geliniz diye emir buyurdu. Onlar da
itaat ederek (isteyerek) geldik, dediler. (Fussılet 41/ 9–11). Artık göklerde
ve yerde olanlar ister istemez O'na teslim olmuşlardır. (A. Imran 3/ 83) Şu
halde tüm varlıklar için Allah'ın emirlerine boyun eğmek yani onun koyduğu kanun ve
kurallara uyup itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Zaten akıl ve iradeleri olmayan
hayvan, bitki ve cansız varlıklar isteseler de istemeseler de ayette belirtildiği gibi,
ilahi programa uymak ve o doğrultuda gitmek zorundadırlar. Yoksa bilhassa kurban
bayramlarında daha yakından gördüğümüz o koca koca danalar, beş on kişinin
hesabını görecek güçleriyle kuzu kuzu gelip iki üç kişinin eliyle kolayca
bıçağın altına yatarlar mı? Onların bu halleri ilahi takdire boyun eğmek, varlık
âleminde kendisine düşen iş bölümünü kabul ederek, Allah'ın emrine uyup itaat
etmekten başka ne ile izah edilebilir? Fakat yeryüzünde Allah'ın
halifesi, görevli memuru ve varlıkların hukuk emini olan insanın farklı bir itaati
olmalıdır. Çünkü insan denilen Allah halifesi bu eşsiz varlık, değerini Allah'ın
kendisine verdiği görevden almakta ve kendi özgür iradesiyle inanıp serbest bir
şekilde Allah'ın emirlerine uyup itaat etmektedir. Onun için Allah'a imandan sonra onun
en önemli iş ve eylemi itaattir. Zaten bizim anlayışımıza göre de Allah'a itaat
içinde yaşanan bir hayat, hem insan ve hem de toplum için en doğru, en faydalı ve en
güzel bir yaşayış biçimidir.(Siret Ans. VI, 13) Bir müslüman için ise itaat,
ayette iman ile irtibatlı olarak dile getirildiği için, onun gönül dünyasında
müstesna bir yere sahiptir. Zira Hak Teala, "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin,
Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur. (Nisa 4/
59). Artık müslüman, imanın verdiği güvenli bir kalb, güvenli bir gönül ve
güvenli bir inanç atmosferinin havasını teneffüs ederek ve itaat aygıtına bağlı
bir şekilde yolunda ilerlerken o hayatına hayat katmaktadır. İman ile itaati
birleştirenlerdir ki, azimli ve kararlıdırlar, genç ve dinçtirler, neşeleri neşe
katar inananlara, Allah'ın kainat fabrikasında Rabbimin kulu ve işçisiyim ben inancı
içersinde koşup yorulurlarken akıttıkları terler, gönül huzuru, kalb huzuru ve iç
huzuru olarak damla damla bir rahmet gibi yağar ruhlarına ve iç dünyalarına… Bunlar
programlanmış ve zorunlu değil, kendi özgür iradeleriyle seve seve isteyerek Allah
yolunu ve Allah'a giden yolu seçmişler yani itaati seçmiş ve o yönde
ilerlemektedirler. İman ile itaati birleştirenler, birey ile toplumu birleştirirler,
fertle devleti birleştirirler, toplumsuz birey ile devletsiz bireyin bir şey ifade
etmediğini çok iyi bilirler, yabancılaşmış ve yabancılara uymuş toplum ve
devletlerin boşuna olacağı için arkasından koşmazlar, tam tersine bir, iki, on,
yüz, bin ve milyon diyerek merkezden muhite doğru giderler, demokrasi denilen ölçüsü
olmayan, insanlarca kural ve kanunları bulunup konulmayan hayal yönetim şekilleri ile,
eskimiş ve devrini tamamlamış belirsiz aygıtlarla boşuna zaman harcama yerine oturup
önce iman ve itaat yolunu, Allah'ın istediği toplumun özelliklerini öğrenir, sonra
da çağın medinesi neresi ise oraya hicret ederek, kendi devletlerini kurarlar. İşte
Allah'a itaat böyle olur, o aynen böyle yaptığı için Resule itaat de böyle olur.
İşte böyle iman ile itaat zemininde huzur toplumunu ve huzur devletini yeniden inşa
edenler, bir taraftan bu dünyada tüm insanlık ile beraber bunun nimetlerini birlikte
yaşayıp paylaşırken, diğer taraftan şu ayette belirtildiği gibi, öbür dünyada da
onlar eşsiz nimet ve sevaplara nail olacaklardır. " Kim Allah ve Resulüne itaat
ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar,
şehitler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. İşte bu
Allah'tan bir lütuftur. Bilen olarak Allah yeter." (Nisa 4/ 69–70). Allah'a itaat ve onun Resulüne
itaat, Kurana göre imanın bir gereğidir. Çünkü Allah ayette eğer siz mümin
iseniz Allah'a ve Resulüne itaat ediniz, buyurmuştur. (Enfal 8/ 1) Müminlerin kendi
aralarında hüküm verme meselesinde Allah ve Resulü yani Kuran ve sünnet söz konusu
olunca akan sular durur. Müslümanlar Kuran ve sünnet miyarına vurmadan hiçbir
düşünceyi, fikri ve beşeri bilgiyi asla kabul etmezler. Çünkü ayette şöyle
buyrulur: Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman
mümin olanların sözü, "işittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha
kavuşanlar bunlardır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan
sakınırsa, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır. (Nur 24/
51–52) İtaat Allah'adır; çünkü Allah
mutlak bilgi ve kudret sahibidir. O yaratıp var edendir; o nedenle bitkiler,
yıldızlar ve ağaçlar ona secde ederler. (Rahman 55/ 6). Peygamberlere itaatin
meşruiyeti ise onların ilahi vahye mazhar olmalarıdır. Ey Resul! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah
seni insanlardan koruyacaktır. (Maide 5/ 67) Ey peygamber! Allah'tan kork,
kâfirlere ve münafıklara itaat etme (boyun eğme) gerçekten Allah bilendir ve
hükmedendir. (Ahzab 33/ 1) Nuh, Hud, Salih, Lut, Şüayb ve Musa (aleyhim es-selam)
gibi peygamberler, Kuranda ifade edildiği üzere kendi ümmetlerine konumuzla ilgi şu
standart cümle ile talepte bulunmuşlardır. "Allah'tan sakının ve bana itaat
edin" (Şuara 26/ 108, 126, 144, 163, Ayette geçen emir sahiplerine
itaat emri, mutlak değildir. Çünkü bu emir Hz. Peygambere itaat emri ile beraber
gelmiştir. Mutlak varlık Allah'tır, mutlak itaat de sadece O'nadır, diğerleri
ise izafidir. Neticede Allah'a bağlı olan itaatler meşru ve mubahtır. Yani emir
verenler ve amir durumunda olanlar, başkanlar, onlar Hz. Peygamber'in yolunda oldukları
müddetçe onlara itaat edilir. Aslında ayetteki "uli'l emr" ifadesi sadece
emirler ve amirler değil, İbn Arabî bana göre bu hem ulema ve hem de ümera demiştir
(Ahkâm-ül Kuran I, 452) Mevdudi de konuyla ilgili olarak
Tefhim-ül Kuran adlı eserinde şöyle söylemektedir: "Uli'l-emr" (kendilerine
yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır. Bu Müslümanların herhangi bir
işinin başında olan herkesi kapsar. Din âlimleri, düşünürler, politik liderler,
yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler.
Kısacası, müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat
edilmelidir. Onlar, a) Müslümanlardan oldukları, b) Allah'a ve Resulüne itaat
ettikleri sürece, müslümanların onlara karşı gelip toplum hayatındaki barışı
bozmaları doğru değildir. İşte bu iki şart, onlara itaat edilmesinin ön şartını
oluşturur. Bunlar hem ayette ve hem de hadsilerde açıklanmıştır. Emirlere mutlak
itaat yoktur; onlara itaat ancak birtakım şartlar dâhilinde olur. Hadsilerde zikredilen
bazı şartlar şunlardır: (Mevdudi, T. Kuran Tercümesi, I, 371) 1-Emrettiği şey günah
olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneticilerin
emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat etmesi gerekir. Eğer emir ona günah
olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat
etmemelidir. (Buhari Ahkâm, 4; Müslim, 39–40). 2-Günah olan bir konuda bir
kimseye itaat etmek haramdır. İtaat ancak doğru olan şeylerde zorunludur. (Buhari,
Müslim) 3- Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Sizin başınızda doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler
bulunacaktır. (Böyle bir durumda) kim yanlış olan şeylerden nefret ederse,
sorumluluktan kurtulacaktır, kim de bu yapılan yanlışlardan hoşlanmazsa (cezadan)
kurtulacaktır. Ashaptan bazıları, böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?
diye sorunca Hz. Peygamber, namazı kıldıkları müddetçe, hayır diye cevap
vermiştir. (Müslim, İmare, 16) Bu hadislerden Nevevi, İslam temellerinden herhangi bir
şeyi değiştirmedikleri müddetçe, sırf zulümleri ya da fasıklıkları sebebiyle
devlet adamlarına karşı isyanın caiz olmadığı manasını çıkarmıştır. (M.
Sofuoğlu, Müslim Tercümesi, VI, 56) 4- Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Sizin en kötü yöneticileriniz, sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve
sizin beddua ettiğiniz ve size beddua eden yöneticilerdir. Ashaptan bazıları Ey
Allah'ın Resulü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız? diye sorunca
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Namazı kıldıkları müddetçe,
hayır" Bütün bu hadislerden de
anlaşıldığına göre devlete başkaldırma kültürü İslam'da yoktur. Provokasyon
yapmak ve anarşi çıkartmak gibi, kanun- kural ve ahlak dışı hareket ve
davranışlar, fail-i meçhul cinayet gibi canilikler, İslam açısından asla caiz
değildir. Böyle yapmak topluma fayda değil, topluma zarar vererek onu çökertmektir.
Hz. Peygamber Mekke'de hâkim durumda olan zalim ve zorbalar yüzünden toplumda istediği
değişim ve dönüşümü yapamayacağını anlayınca Medine'ye gitmek zorunda kaldı.
Bozuk toplumları düzeltmek ya da toplumların bozulmuş yönlerini iyileştirmeye
çalışmanın yolu cihaddır. Genel anlamda dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve
başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak,
İslam'ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek demek olan cihad
engellendiği zaman o yerden hicret etmek vacip olur. Nisa Suresinin 94–100 ayetlerinde
bu konular ele alınmıştır. "Müminlerden özür sahibi olmaksızın
oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah,
mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan üstün
kıldı… Melekler, kendilerine zulmeden bu kişilerin canlarını aldıklarında,
onlara, "ne işte idiniz?" diye sorarlar. Onlar da "Biz ülkede zayıf
(müstaz'af) kimselerdik" diye cevap verirler. Melekler, "Allah'ın yeryüzü
geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya" derler. (Nisa 4/ 97).
Elmalılı, müfessirlerin açıklamasına dayanarak şöyle bir neticeye varmaktadır. Bu
ayet, bir yerde dinini ikameye imkân bulamayan bir adamın oradan hicret etmesi vacip
olduğuna delalet eder. (Hak Dini, II, 1437). Bugün benim kanaatime göre ülkemizde
başörtüsü zulmü ve buna benzer bazı hukuk ve çağdışı pirimitiv-ilkel
uygulamalar olsa da, Müslümanların İslam için çalışmalarının engellenmesi
sebebiyle hicret etmeleri gereken bir durumuna geldikleri görüşünde değilim.
Her şeyden önce müslümanlar İslamiyet'i bilmiyorlar. Evet, bu cümleyi şuurlu bir
şekilde tekrar söylemek istiyorum. Bugün İslam âlimi diye tavsif edilen kimselerin
İslam'ı çağın ilm-i hali veya projesi ya da hayat tarzı olarak bildiğini kabul
edemiyorum. İslam bilgisi olmadan, İslam ameli ve ahlakı olur mu? Müslümanlara sorun,
İslam nedir deyin; onların birçoğu İslam, namaz, oruç, hac, kadınların örtünmesi
ve içki yasağı gibi emir ve yasaklardır, diyeceklerdir. İslam karşıtlarına
sorarsanız onlar da İslam dört kadınla evlenmek, el-kol kesmek, zina eden adam ve
kadını taşla öldürmektir, töre cinayetleridir, diyeceklerdir. Neticede böyle
cevaplar karşısında bunların al birini vur birine demek lazım. En iyisi ben size
söyleyeyim, iradeli her hareket İslam'dır ve bunun İslam'da yeri vardır. Bireyden
topluma, fertten devlete ve hatta devletler camiasına varıncaya dek, tüm kurum ve
kuruluşların iğne ucu kadar boş bir yeri kalmamak üzere bütün hepsinin çözümleri
ve reçeteleri İslam'da vardır. İslam almaktır-satmaktır; evlenmek ve boşanmaktır;
konumuz olan devlete itaat etmek veya etmemektir; İslam üretimdir-yatırımdır;
şirkettir, ticarettir; para değişi kambiyodur; vergidir, seçmek ve seçilmektir.
Bunların dinle ne alakası var diyenlere biz de deriz ki, sizin dinle ne alakanız var!
Eğer bize din, Allah ile kul arasındaki münasebetlerdir derlerse, biz de onlara bu
bahsettiğimiz hususlar İslam'ın sebep-netice bağıntısına dayanan yani İslam'ın
bilimsel yönüdür, deriz; tek kelimeyle fıkıh din değil, ilimdir, deriz.
Müslümanlar ve onlara yol gösteren, dine ve İslam'a şaşı ve çeyrek bakan sözde
âlimler, siz bunlara İslam düzeninde zekât vergidir, vergi de zekâttır deyin, bunu
duyduklarında onların hemen hepsi hayır deyip itiraz edeceklerdir. Şimdi bu şekilde
bunları söyleyip yazarken Mehmet Akif merhumun çok güzel tercüme ettiğine
inandığım bir ayetin meali aklıma geliyor. "Aramızdaki beyinsizler yüzünden
bizi de helak eder misin Allah'ım!" (Araf 7/ 155). İşte biz, Allah'a ve
Resulüne, Kitap ve Sünnete itaat ediyoruz; biz hayatımızı İslam âlimlerinin icma ve
içtihat güneş ve aylarıyla aydınlatıyoruz diyebilenlere, bizim hayatımız dindir
diye iman edip ikrarda bulunanlara siz gerçekten tam bir itaat yolundasınız diyoruz.
İşte müslümanlar açısından itaatin önemi ve misyonu budur ve böyledir. Ayete dayanarak Allah'tan sonra
ikinci olarak itaat edilecek kimsenin Hz. Peygamber olduğunu söyledik ve ona itaatin de
kendisine vahiy gelmesinden dolayı meşru olduğunu ifade ettik. Ancak itaat konusundaki
ayetlerin incelenmesinden, bu itaat görevinin körü körüne şuursuzca değil, Allah ve
Resulünün çağrısının iyi bir şekilde anlaşılması ve mesajın gerçek manada
kavranması ile yerine getirilebileceği anlaşılmaktadır. Mesela "itaat"
fiili Kuranda dört yerde "semi'na" (dinleyip kavradık) fiilinden sonra yer
almıştır.(Bakara 2/ 285; Nisa 4/ 46; Maide 5/ 7; Nur 24/ 51) Bu demektir ki, itaat işi
meseleyi tam anlama ve kavrama üzerine oturacaktır. (Bak. İ.Ans.) İşte bu sebeple
emir ve tavsiyeler üzerinde düşünen ve onları tam kavramaya çalışan bazı kadın
ve erkek sahabiler, başta Hz. Peygamber olmak üzere ondan sonra da halife olan Ebu
Bekir, Ömer, Osman ve Ali'ye birçok teklif getirmiş, itirazda bulunmuş ve karşı
görüş sunmuşlardır. Burada örnek olmak üzere bir-iki meseleyi sunmaya
çalışalım. Bir gün Hz. Peygamber
arkadaşlarıyla beraber otururken Esma adındaki sahabi kadın çıka geldi. Bu olayı
kendisi şöyle anlatır: el-İstibsar'da Esma bint. Yezid es-Seken el-Ensariyye'nin
biyografisinde, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dediği kendisinden nakledilir."Ben
geride kalan müslüman kadınlar topluluğunun elçisiyim-temsilcisiyim; onlar benim
söylediğimi söylüyor ve görüşümü paylaşıyorlar. Allah seni hem erkeklere ve hem
de kadınlara gönderdi. Sana inandık ve itaat ettik. Biz kadınlar topluluğu (evlerde)
kapanmış ve kuşatılmış, evlerin temel direkleri, erkeklerin cinsel isteklerini
tatmin yeri ve çocuklarınızın anneleriyiz. Erkekler cemaatlere katılmak ve cenazelere
katılmakla (sevapta bize karşı) üstünlük sağladılar. Cihada çıktıklarında da
onların mallarını biz koruyor ve çocuklarını biz yetiştiriyoruz; onların
sevaplarına biz de ortak oluyor muyuz, ey Allah'ın Resulü? Hz. Peygamber yüzünü
ashabına çevirerek şöyle buyurdu: "Dinini öğrenmek konusunda soru sormada bu
kadının söylediklerinden daha güzelini duydunuz mu?" Onlar, "hayır ey
Allah'ın Resulü" dediler. Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu: "Dön
ey Esma ve geride kalan hanımlara bildir ki, sizden birinizin kocasına güzel zevcelik
yapması, onu hoşnutluğunu araması ve görüşüne uygun hareket etmesi, sevap
bakımından, saydıklarınızın hepsine denktir." Bunun üzerine Esma,
Resulüllah'ın kendisine söylediklerinden duyduğu sevinçten dolayı tekbir ve tehlil
getirerek geri döndü. (Kettanî, et-Teratib-ül İdariyye, II, 119; Üsd-ül Ğabe, VII,
19;el-İsabe, IV, 234) Yine sahabeden Hubab İbn-i
Münzir'in Hz. Peygamber'e itiraz yollu bir maruzatta bulunduğu kaynaklarda geçmektedir.
Bedir savaşında Kureyşliler, Müslümanlardan evvel harp sahasına vardıkları için
en hâkim noktaları işgal etmişlerdi. Müslümanların elinde bir su kuyusu bile yoktu.
Zemin o kadar kumlu idi ki, develerin ayakları bile kuma batıyordu. Hubab İbn-i
Münzir, Hz. Peygamber'in yanına yaklaşarak savaş için seçilen yerin, ilahi vahiy ile
mi tayin olunduğunu, stratejik düşüncelerin göz önünde bulundurulup
bulundurulmadığını sordu. Hz. Peygamber, hayır dedi. Bu konuda bi vahiy almadım.
Bundan sonra Hubab, ya Rasûlellah bu konuşlandırma doğru değil diyerek itiraz etti ve
su kuyularından birini işgal ederek diğer kuyuların da tahribini teklif ve tavsiye
etti. Resulü Ekrem de bu görüşü kabul ederek onun projesini yürürlüğe koydu. (Ö.
Rıza Doğrul, A. Saadet, I, 232) Hz. Ömer, yeni bir elbiseyle hutbe
okurken, "Dinleyiniz ve itaat ediniz" deyince, Selman-ı Farisi, "Senin
dinlememizi ve itaat etmemizi istemeye hakkın yok" diyerek herkese eşit biçimde
dağıtılan kumaşın nasıl kendisine böyle bir elbise olabildiğini açıklamasını
istemiştir. Hz. Ömer, oğlunun payını kendisine verdiğini açıklayınca,
"Şimdi emret, dinler ve itaat ederiz" cevabını almıştır. Bir başka
konuşmasında Hz. Ömer, "Bende bir eğrilik görürseniz beni doğrultunuz"
demiş; Müslümanlardan "Eğer sende bir eğrilik görürsek kılıçlarımızla
düzeltiriz" cevabını alınca, "Halkı arasında Ömer'i kılıcıyla
doğrultacak kimseler ihsan eden Allah'a hamd olsun" diyerek hamd etmiştir. Mehir meselesinden dolayı
Kureyşli bir kadın ile Hz. Ömer arasında geçen olay da eleştirmeye ve itiraz etmeye
çok güzel bir örnek teşkil eder. Hz. Ömer mehrin 400 dirhemden fazla olmasını
yasaklamış ve bu hususta insanlara bir hutbe vererek şöyle demişti: (Ebu Davud,
Nikâh, 27, Hadis No: 2106): "Kadınların mehirlerinde aşırıya kaçmayın. Eğer
bunu yapmak dünyada bir iyilik veya ahirette bir takva olsaydı hepinizden önce bunu
Resulüllah yapardı. Ne hanımlarından herhangi birine, ne de kızlarına 12 ukiyye (40
dirhem) gümüşten fazla Mehir vermemiştir. Kim ki, 400 dirhemden fazla verirse,
fazlasını beyt-ül mal için alırım…" Minberden indikten sonra Kureyşli bir
kadın ona şöyle dedi: "Buna hakkın yok ey Ömer!" Ömer de ona
"niyeymiş"? dedi. Kadın şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah Teala,
"Evvelki (eşinize) yüklerle Mehir vermiş de olsanız, o verdiğinizden bir şey
almayınız. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır
mısınız?" (Nisa 4/ 20). Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Bir kadın
isabet etti ve bir erkek yanıldı." Ebu Yala, el-Kebir'de şöyle rivayet etmiştir:
Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki, "Allah'ım beni affet! Bütün insanlar Ömer'den
daha iyi biliyor. Sonra minbere çıkarak şöyle ilan etti: "Ey insanlar!
Kadınların mehirlerini 400 dirhemden fazla vermenizi yasaklamıştım. Artık kim
isterse malından dilediği kadar versin." (İbn Mace, Nikâh, 17, Hadis No:
1887) Bugün demokrasi demokrasi diyorlar. Onlar bir şu özgürlük tablosuna
baksınlar, baksınlar da gerçek demokrasiyi görsünler! Kuranın hâkimiyetine
baksınlar, bir kadınla bir devlet başkanının arasındaki nezaket ve nezaheti
görsünler. Buraya kadar biz kendilerine itaat
edilmesi gereken kimseleri açıklamaya çalıştık Şimdi de itaat edilmemesi gerekenler
üzerinde duralım. Kuran-ı Kerimde itaat edilmesi emredilenler yanında itaat edilmemesi
gereken kimse ya da gruplardan da bahsedilir. Bunları şöyle sıralayabiliriz. Kâfirler
ve münafıklar (Ahzab 33/ 48) ısrarlı direnişleri ve inatları yüzünden kalpleri
Allah'ı anmaktan alıkonulmuş olanlar, hevaperest olarak, nefsanî arzularına uyup
işlerinde aşırı gidenler (Kehf 18/ 28), kötü ahlaklılar ve günahkârlar, yani
yalanlayan yalancılar, yemin edip duran aşağılık kimseler, herkesi kötüleyenler,
laf getirip götürenler, hayra engel olanlar, haddi aşanlar, kötülükle damgalanmış
olanlar, mal ve evlat sahibi olarak nüfuz ve nüfus ticareti yapanlar (Kalem
68/ 8, 10–13), Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar (Şuara 26/ 151) yönetimleri
altında bulunan kimseleri Allah yolundan uzaklaştıran gruplar (Ahzab 33/ 64–68) Kuran
bunlara itaati doğrudan bir inanç meselesi olarak ele almakta ve bu hususta yapılan
uyarıyı dikkate almayanların durumunu Allah yolundan bir kopuş olarak
değerlendirmektedir. (A.Imran 3/ 99–104; Enam 6/ 116–117, 121) Bugün insanların toplum ve devlet
olarak geldikleri nokta gerçekten çok farklı ve değişik bir yapılanma vardır. Bir
defa devlet ne kadar kötü, ne kadar gaddar ve zalim olursa olsun, en kötü ve en zalim
olan devlet devletsizlikten daha iyidir. Mal üzerinde tasarrufta bulunmak milktir, insan
üzerinde tasarrufta bulunmak ise mülktür; birincisi bireye, ikincisi ise topluma
aittir. Elmalılı, bu kelimeleri açıklarken şöyle diyor: Bu kelimeler, kuvvet manası ile
ilgilidir. Biri her şeyden önce ve bizzat insanların canları üzerinde tasarruf,
diğeri de her şeyden önce ve bizzat malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf
kuvvetidir. Hükümdarlık, umumun faydası için görüş ve tedbir, emir ve yasak, söz
verme ve uyarma, gönül okşama ve mahrum etme gibi hukuk ve yetki ile akıllı olan
insanlar üzerinde tasarruf ve hüküm icra ederek bir toplumu düzene sokma ve onu bir
tek kişi örneğinde temsil eden bağımsız bir genel nitelikli yönetim kudretini ifade
eder. Malikiyet ise, her türlü mal
varlıkları ve onların hisseleri üzerinde kişinin özel faydası için başlı
başına zabt ve tasarruf hakkı ve yetkisi demek olan özel nitelikli yönetim kuvvetini
ifade eder. Gerek mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hükümdarlığın
(yönetmenin) her ikisi de bizzat âlemlerin Rabbine aittir. Çünkü hayatı kendi elinde
olmayan insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafi, vekâleten ve iğreti
olduğu apaçıktır. Bununla beraber dünyada ve şimdiki zamanda insanlığın yalnız
bencilliğini, gururunu teşkil eden de bu izafi ve vekâleten olan otorite ve mülktür.
Çünkü bunlar, dünyada yaşama ve mutluluğun en önemli temel şartlarındandır.
Gerçekten hayat ve hayatın mutluluğu önce bir memlekete bağlıdır. Memleket ise
otorite ve mülk yeri demektir ki, buna halk dilinde vatan, İslam hukuku dili ile daha
değerli olarak dar (yurt) denilir. Bir memlekette hayat, şahsi menfaate dayalı
mülkiyet hakkına bağlı olarak, yani kişisel mülkiyet ile ayakta durur. Bunun gereği
olan hayat ve kamu yararı da hükümdar ve mülk ile yani sosyal düzeni temin eden
devlet ve devlet reisi ile sağlanır. Bunların kıvamı da her ikisinin kendine ait
(özel) ve kendi adına hareket eden kimse olmayıp birbirinin desteğine muhtaç
olduklarını bilmek ve aralarında hak oranına uygun düşen karşılıklı destek ve
düzeni bulmakla mümkündür. Kişiyi ve kişisel mülkiyeti boğan katıksız ve katı
sosyalizm, organlarının bütün özellikleri felce uğrayan ve yalnız gönlü basit ve
fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir vücuda benzer. Toplumu, sosyal mülkiyeti
boğan katı ferdiyetçilik (liberalizm) de canlılığı çözülmüş olup canı
boğazına gelmiş ve gözleri hava boşluğuna dikilmiş ölüme hazır birisinin son
nefesindeki, can çekişme anındaki krizini yaşayan bedenini andırır. Bunun için
otorite ve mülkiyetten her birinin yok olması bir felakettir. Yönetim ve otoritenin bir
kısmının veya tamamının yokluğu, bizzat kamu yararının o oranda kesilmesidir.
Bireyin sahip olduğu otorite ve mülkiyetin bir kısmının veya tamamının yok olması
da kişisel faydanın veya herkesin faydasının tükenmesi demektir. Ve çoğunlukla
birinin sona ermesi, diğerinin sona ermesini gerektirir. Bunların ikisinin birden
kaybedilmesi ise –Allah korusun- en büyük musibet ve en büyük felakettir. Bunların
her birinin yok olmasını düşünürken bile insanlık, bu acıklı sonucun yürekler
acısını duyar ve duyduğu içindir ki, bütün bu açıklık karşısında, kendisinin
şu anda göreceli (izafi) değil, gerçek ve kayıtsız şartsız bir melik (insanları
yöneten) veya malik (mala sahip olup onu yöneten) olduğu kuruntusundan kurtulmaz. (Hak
Dini, I, 93) Görüldüğü gibi
Elmalılı’nın anlayışına göre de birey toplum, fert ve devlet yapılanması çok
önemlidir. Çünkü biri diğerini, birinin eksikliği diğerini de etkiler. Onun için
biz, birey-toplum ile fert-devlet meselesine bisikletin ön ve arka tekerleklerini örnek
olarak veriyoruz. Onlar hem ayrı, hem de birbirine bağlıdırlar. Ön tekerleğin patlak
olması arka tekerleğe zarar verir. Onun için bireyin zararı toplumun zararı; bireyin
faydası toplum faydasıdır. Bugünkü kültürde birey ile toplumun; fert ile devletin
iyi bir şekilde anlaşıldığı kanaatinde değilim. Bir defa devlet hizmet yeridir;
kamusal alanda çalışanlar görev yaparlar; bu bir yetki veya alacak değil, borçtur;
hak değil, vazifedir. Şimdi ise tam tersine seçme ve seçilme hakkıdır. Çünkü
devlet rantı var, kamu rantını özele çekme ve kendi lehine kullanma var.
Demokrasilerde siyasi partiler vazgeçilmezmiş; ben size söyleyeyim, bu aynı
sendikacılıkta olduğu gibi, toplumu bölme, sınıflara ayırma ve bölücülük
yapmaktan ibarettir. İslam, suni sınıfçılık ve
sınıfları asla kabul etmez. İşçi ve işveren sendikaları niçin vardırlar, anlamak
mümkün değildir. İşçiler özürlü ya da kısıtlı mı ki, haklarını bizzat
kendileri yürütemiyor, alacaklı ya da borçlu olamıyorlar? Bu başka bir şey değil,
birey otoritesinin toplum tarafından gasp edilmesi demektir. Aynı şekilde parti ve
particik de milletvekillerinin kişiliğini elinden almış ve onları birer
özürlü ve kısıtlı haline getirmiştir. Ayrıca bir kimse, bu demokrasi ve particilik
dedikleri düzende kendisini vekâlet edecek kişiyi seçememektedir. Aslında parti
başkanı seçiliyor; milletvekilleri de onun tayin ettiği kimseler oluyor. Mesela bugün
benim oy verdiğim kimselerden hiçbirisi beni temsil etmiyor ve ben oy verdiklerimi
seçmiş değilim, bu ne biçim temsil sistemi? Öyleyse sadece bir başkan seçilsin, bu
kadar israf ve masrafa ne gerek vardır. Koca bir devleti tek bir merkezden
idare etme de yanlış bir şeydir. İzmirlilerin bir işini hiçbir görevli ve hiçbir
il, İzmirliler kadar sahip çıkamaz. Asıl varken boş yere vekâlet olmaz. Yerinden
yönetim ve yönetimde nispi temsil esas olmalıdır. Devlet, tüm toplumların ortak
noktalarının bileşkesidir. Ortak olmayan noktalara karışmadığı gibi, tüm kesim ve
kısımlara, tüm cemiyet ve cemaatlere, her türlü dernek ve kuruluşlara, dinlere ve
inanışlara aynı yakın ve uzaklıkta olup müdahale etmez. Eğer zayıflara müdahale
diyor, ama kuvvetlilerin hakkından gelemiyor dersiniz, insanlarda kuvvet değil,
hak-hukuk esastır; hayvanlarda ise hak-hukuk değil, kuvvet esastır diye cevap veririz.
Kanun koyucu, devlet ve siyaset adamı Solon, kanunu kuvvetlilerin delip geçtiği,
zayıfların ise takılıp kaldığı bir örümcek yuvasına benzetiyor. Hukuk devleti
olamayan ancak kanun devletinde kalan toplumların yapacağı bundan başka bir şey
olamaz. Biz, devlet ile millet arasındaki mevcut iş bölümünün de doğal ve doğru
olduğu görüşünde değiliz. Mesela para devletin mal ise milletin iken kamu
bankalarının yanında özel bankalar da boy göstermekte, üretimi millet yaparken izini
devlet vermektedir. Yani bugünkü bu Rönesans medeniyeti sosyolojisiyle, ekonomisiyle ve siyaset anlayışı ile eşyanın tabiatına aykırıdır. Buna göre bugünkü devletler asi evlatlara benziyor. Onları sokağa atmak daha kötü hale getirir. Onun için her müslüman, devletteki yanlışları düzeltmeye çalışır. İstek ve arzuların kanun olmayacağını, kanunu ilim adamlarının yapacağını, milletvekilliğinin bir meslek ve bir geçim aracı olmadığını bilir. Müslümanlar, kişilere bağlı nizam ve düzeni değil, nizama ve düzene bağlı kişi, kurum ve kuruluşları kabul ederler. İslam'da devlet üretime, tüketime tasarruf ve yatırma karışmaz. Sigortacılıkta olduğu gibi, borç ödeme işi meçhul bir zemin üzerine oturmaz. Yapılan tamirin ücretini asıl mükellef mi, yoksa sigorta mı ödüyor tam belli değildir. İşte bugünkü insanların yaşamakta olduğu düzen ve sistemler meçhul oldukları kadar aynı zamanda belirsizdirler. Eğer bir ülkede mevzuat değil de, kanun ve kurallar değil de daha çok yöneticilerin istek ve arzuları geçerli ise o ülke problem ve krizlerden kurtulamaz. Çünkü toplumlar her gelene göre kılıf değiştirirler ki, bunun adı teknik ifade ile münafıklıktır. Yani bugünkü Müslümanların İslam dünyasında sahip veya mensup oldukları devletlere itaat meselesi, sakal bıyık meselesi haline gelmiştir. Bana göre herkes kırmadan dökmeden eksik ve aksaklıkları görerek bunların teşhis ve tedavisine çalışmalıdır. Tabi müslüman dünyada İslam için yaşadığını hiçbir zaman aklından çıkarmayacaktır. Ülke ve dünya Müslümanları alt başlıkları bırakıp İslam’da birleştikleri gün, onu öğrenip anlayıp uygulamaya koydukları gün itaat görevlerini yapmış olacaklardır. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |