. |
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
Biz bu makalemizde
Cuma ve son öğle (zuhr-u ahir) namazını yeni bir bakışla ele almak istiyoruz.
Bilindiği gibi İslam hukukunda bir kişinin dinen sorumlu olabilmesi için onun akıllı
ve baliğ olması lazımdır. Akıllı ve buluğa ermiş kimseler ergen kimselerdir ki,
onlar Allah'ın hitabına muhataptırlar ve bunun için de mükellef-yükümlü sayılıp
sorumlu olurlar. Ergen kişi demek evlenecek çağa gelmiş kimse demektir. Şu halde
birey, evlenecek çağa gelince diğer kimselerden ayrı, müstakil ve tam bir kişilik
sahibi mükellef haline gelir. Buradan şu ortaya çıkıyor ki, birey çocukluk dönemini
bitirip ergenliğe ulaştığı andan itibaren halk deyimi ile adam sayılmaya başlamış
demektir. Bu akıl baliğ olma işi veya kişilik sahibi olma meselesi ya da ilahi düzlemde
yükün altına girerek, yükümlü olma sıfat veya özelliği yalnız bireye mahsus bir
şey değildir. Meseleye konumuz açısından baktığımız zaman mesela kurban
edilebilen hayvanlar ile Cuma namazını kılan toplumlar da aynı bu şekilde akıl
baliğ veya kişilik sahibi ya da kendilerine kişilik muamelesi yapılan varlıklar
olarak görülebilirler. Fıkıh kitaplarına
baktığımız zaman kurban edilecek hayvanların yaşlarının da belirlenmiş olduğunu
görüyoruz. Mesela koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanların kurban edilebilmeleri için
bir yaşını doldurmaları şartı getirilmiştir. Altı yedi ayını bitirmiş olan
koyunlar, aynı bir yaşını doldurmuş olanlar kadar gösterişli ve semiz iseler, onlar
da kurban edilebilirler. Bir oğlanın ergen hale gelmesi onun ihtilam olmasıyla ortaya
çıkar. Kızın da hayız görmesi demek, onun ergen hale geldiğini gösterir ve
böylece o artık çocuk yapacak seviyeye gelmiş demektir. İşte biz burada aynı yoldan
yürüyerek kurban edilecek hayvanların biyolojik yapılarını tamamlayarak üretime
geçmeleri demek olan bu hallerini, kurban edilecek duruma gelmeleri diye nitelendirmek
istiyoruz. Öyleyse akıllı ve baliğ olan mümin, hukuka ehil olup mükellef hale gelmiş
kabul edildiği gibi, mesela bir koyun da çocuk yapacak hale gelince kurbana ehil olur,
diyebiliriz. Şu halde kurbanlıklarda yaş şartı, onların kuzulayacak seviyeye gelmiş
olma halleri ile izah edilebilir. Netice olarak mümin ve kurbanlık hayvanın akıl ve
baliğ olmasını, dolayısıyla onların böylece bir hükme tabi olduklarını bu
şekilde açıkladıktan sonra şimdi sıra, üzerine Cuma kılmak farz olan kimselerin
cumayı nasıl bir toplumda eda edecekleri konusuna gelmiştir. Birey nasıl ilahi
emirler karşısında belli bir yaştan sonra kişiliğe kavuşup mükellef hale geliyorsa
toplumların da belli bir seviyeye geldikten sonra kişiliğe sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Cuma namazını bu şekilde ele alacak olursak Cuma namazı ve onun hakkındaki bütün
ihtilaflar ve zuhr-u ahir hakkındaki şüpheler bu yeni bakış açısı ile ortadan
kalkacağını ümit ediyoruz. Bilindiği gibi Cuma namazı, diğer namazlara benzemeyip
bireysel olarak eda edilen bir namaz değil, toplum olarak kılınan ve kazası olmayan
bir namazdır. Osmanlılar zamanında köylerde Cuma namazının kılınmadığını,
ancak sadece büyük yerleşim birimlerinde kılındığını biliyoruz. Hatta bu konuda
Hanefi fıkıh âlimlerinden Bürhanüddin el-Merğınani el-Hidaye adlı eserinde (I, 57)
aynen şöyle
demektedir: "Cuma ancak cami
(büyük) bir şehirde veya şehrin musallasında (namazgâh'ta) sahih olur. Köylerde
Cuma namazı sahih olmaz. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "Cuma,
teşrik (tekbirleri) ramazan ve kurban bayram (namazları) ancak mısr-ı cami (büyük
şehir) de eda edilir. Büyük şehir de başkanı ve hâkimi olan ve (bunların) hükümleri
uyguladığı ve had cezalarını tatbik ettikleri bir yerdir. Bu, Ebu Yusuf'un görüşüne
göredir. Yine Ebu Yusuf'tan bu, eğer Cuma kılacak kişiler en büyük mescidde
toplansalar onları almayan bir yerdir diye rivayet edilmiştir. 1. görüşü Kerhi
tercih etmiştir, zahir olan rivayet de budur. 2. görüşü ise Ebu Abdullah
es-Selci tercih etmiştir. Burada hüküm, musalla-namazgâh ile sınırlı olmayıp
bilakis şehrin bütün finası (yani şehrin etrafı, yöresi ve varoşları) için de
geçerlidir. Çünkü halkın ihtiyacı bakımından şehrin çevresi ve yöresi aynı
namazgâh mesabesindedir." Burada Merğınani, büyük
şehri, Ebu Yusuf'un görüşü olarak, emiri ve kadısı (başkanı ve hâkimi) bulunan
bir yer veya en büyük camisinin, Cuma namazı kılan kimselerin hepsini içine alamadığı
bir yerleşim birimi diye tarif ederken, İbn Hümam'ın Şerh-u Feth-ul Kadir adlı
eserinde (I, 410) şöyle denilmektedir. On bin kişinin yaşadığı her yer şehirdir
diye üçüncü bir görüşü olarak Ebu Yusuf'tan nakledilmektedir. Eski Diyanet İşleri
Başkanlarımızdan merhum Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini adlı eserinde (Ankara–1972,
s.172) 16 Şubat 1933 tarihinde yayınlanan bir tamimle köylere varıncaya kadar Cuma
namazı kılmaya izin verildiğinden bahsetmektedir. Bu genelgede aynen şöyle
denilmektedir: "Cuma namazı
farz ve bunun farziyeti kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Bütün mezhep imamlarınca
da kat'i olan bu cihet, onun farz ve şeraiti İslamiyye'den olmasıdır. Cumanın
sıhhati edası için serdedilen şeraiti sairenin edillesi kati olmadığından onlar müçtehitler
arasında muhtelefün fihtir. Mısr (şehir) ve izn-i hâkim şartların vücudu ve adem-i
vücudu, farz olan cumanın cevazına haizi tesir değildir. Binaenaleyh ufak bir köyde
bile bu farzı eda edecek cemaat bulunur ve müsaade (izin) için müracaat vuku bulursa,
onlara izin verilmesi iktiza edeceği…" Cuma namazı ve bilhassa
hutbe İslam toplumu için çok çok önemli ve halkın bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesinde
üstün yeri olan ve toplumun iyi yolda ilerlemesine katkıda bulunan bir ibadettir. İbn
Mace'nin Süneninde (II, 343, hadis no: 1081) Cuma bahsinde Hz. Peygamber'in bir Cuma
günü şöyle bir hutbe okuduğu Cabir b. Abdillah'dan rivayet edilmiştir: "Ey
insanlar! Ölmeden evvel Allah'a tevbe ediniz. Meşguliyet gelip çatmadan önce salih
ameller işlemeye koşunuz. Allah'ı çok zikretmek ve açık ve gizli olarak çok sadaka
vermek suretiyle onun üzerinizdeki olan hakkını yerine getirin ki, Allah size bol rızk
versin, yardım etsin ve halinizi iyileştirsin. Biliniz ki, Allah size Cuma namazını bu
makamımda, bu günümde, bu ayımda ve bu yılımda (başlamak üzere) kıyamete kadar
farz kılmıştır. Bu sebeple kim, benim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim
imamı (başkanı) olduğu halde, hafife alarak veya inkâr ederek kim cumayı terk
ederse, böylece Allah onun iki yakasını bir yere getirmez ve işinde bereketli kılmaz.
Dikkat edin! Tevbe edinceye kadar onun namazı yoktur, zekâtı yoktur, haccı yoktur,
orucu yoktur ve hiçbir iyiliği yoktur. Tevbe edenin ise Allah tövbesini kabul eder.
Dikkat edin! Hiçbir kadın bir adama, a'rabi muhacire ve facir bir kimse mümine imam
olmasın, yoksa Allah onu kılıcından ve kırbacından korkacağı bir sultanla onu
mağlup eder." Bugün Müslümanların
bilhassa ülkemizde çokça görüldüğü üzere hem İslam anlayışlarında ve hem de
uygulamalarında pek çok eksik ve aksaklıklar vardır. Farz, vacip ve sünnetler
dururken adaplara daha çok önem veririz. Bir taraftan beş vakit farz namazı bile bile
terk ederken diğer taraftan kandil günlerinde nafile namazların peşinde koşarız.
Fakir olduğumuz için üzerimize kurban kesmek vacip değilken, borçla kurban alıp
keseriz. Hatta tarlamızı satıp da hacca gideriz. Emeviler ve Abbasilerden beri devam
eden bu bozulma, yıkıntı ve çöküntüler, bazı hurafe ve batıl inanışlar ve
uygulamalar Osmanlılara da geçip bugüne kadar gelmiştir diyebiliriz. Mesela imamlık görevi
aslında topluma ait bir iş olduğu için Hz. Peygamber başta olmak üzere ondan sonra
gelen halifeler Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali bu vazifeyi bizzat kendileri yapmış
ve hutbeyi de okuyup cumayı da kendileri kıldırmışlardır. Zaten hutbeden maksat bölge
ve o yörenin problemlerini dile getirip halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesi
değil midir, yönetim ve yönlendirmede cemaati bilgilendirme ve böylece kültür ve düşünce
birliğini sağlama değil midir? Aslında işin gerçeği şudur: Bir toplumda bireyin
alanı ile toplumun alanı, ferde ait olan ile devlete ait olan ayrılmıştır. Zaten
birey, hususi velayet ile umumi velayet, başka bir ifade ile bireysel ve toplumsal
velayet ile kuşatılmış bulunmaktadır. İşte Cuma namazı ve cemaate namaz kıldırma
görevi topluma ait olan en önemli bir vazife olup amme velayetinin yani devletin
sorumluluğu altındadır. Onun içindir ki, bunu çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir halife
seçildikten sonra aşağı yukarı Yukarıda bahsettiğimiz
üzere belli bir seviyeye ulaştıktan sonra bazı toplumlar kişilik kazanırlar.
Bireyden devlete kadar giderek büyüyen bu yerleşim birimleri seçimle iş başına
getirdikleri yöneticiler tarafından idare edilirler. Bize göre toplumsal işlevlerini
kendi kendine yerine getirebilen en küçük yerleşim birimi bucaklardır. Bucakların
gelir ve giderleri vardır. Kırkta bir devlet gelirleri bucaklarda harcanır. Bucaklarda
pazarlar kurulur, bucaklarda mahkemeler vardır ve bucaklarda dini, ilmi, idari, iktisadi
ve aile şuraları vardır. Böylece bucaklar kişiliğe sahip olduğu için kendi kendine
yöneten müstakil yerleşim birimleridir. İşte böyle bir yerde Cuma namazı bucak
merkezinde bir tek yerde kılınır. Yani bu yönüyle Cuma namazı bugünkü yapıda
muhtarlıklara benzemektedir. Bir yerleşim biriminde bir muhtarlık olduğu gibi, Cuma da
bir yerde ve tek bir camide kılınır. Bugünkü gelenekte ihtiyaç olduğu için
hastane, pazaryeri ve güvenlik için polis merkezleri yapılırken Cuma camileri diye bir
şey hatıra gelmemiştir. Ayrıca büyük şehirlerde mahkemeler de merkezde
toplanmıştır. Hâlbuki bu büyük şehirler mahkemesi, polisi, pazaryeri, mektebi ve
Cuma camisi ayrı ayrı kendilerinin olan küçük birimlere bizim tasnifimiz ile
bucaklara ayrılsalar, bilhassa ahir zuhur meselesi başta olmak üzere Cuma namazı
hakkındaki ihtilaflar ve farklı görüş ve düşünceler böylece kendiliğinden bir
çözüme kavuşmuş olacaktır. Biz, askerin polisin veya hâkimlerin ayrı sitelerde,
halktan uzak, toplumsal gelişmelerin dışında, fakat topluma yön veren bir pozisyonda
olmalarını tasvip etmiyoruz. Çünkü halkın içinde olmayan ve halkını tanıyıp
yaşamayan bir hâkim kararlarında isabetli olmayabilir. Hz. Peygamberin
Medine'sinde şehir devletinde bir yerde kılınan Cuma namazı daha sonra şehirlerin büyümesi
sebebiyle birkaç yerde kılınması yüzünden bir takım kargaşa ve ihtilaflara sebep
olmuştur. Böylece iki, üç ve daha fazla sayıdaki camilerde kılınan Cuma
namazlarının kabul olmadığı; ilk iftitah tekbirini alıp namaza başlayan cemaatin
cuması kabuldür, yok hayır, ilk başlayan değil, kim daha önce bitirip selam vermişse
o caminin cuması kabuldür gibi bir takım tartışmalara girişilmiş ve âlimler de bu
toplumsal krizin önünü almak için en son öğle namazı yani Cuma kabul olmadıysa o günkü
öğle namazı anlamına gelen zuhr-u ahiri, ayette olmayan, hadiste bulunmayan ve o
zamana kadar uygulamada var olmayan bir namazı teklif etmişler, böylece bir krizi
önlemeye çalışmışlardır. Zuhr-u ahir ya da ahir
zuhur meselesi hakkında her şeyden evvel şunu belirtmek gerekir ki, asr-ı saadette,
Raşit halifeler devrinde ve müctehidlerden İmam Ebu Hanife zamanında Cuma namazının
sıhhati hakkında şüpheye düşen olmamış ve böyle ihtiyat olarak cumadan sonra öğle
namazı (veya ahir zuhur) kılınsın diyen bir kimse de ortaya çıkmamıştır. Bu
mesele daha çok hicri 5. asırdan sonra yani miladi yaklaşık olarak bin tarihlerinde
ortaya atılmış ve bir ihtiyat olarak tavsiye edilmiştir. Artık bundan sonra İslam
âlimleri ve fıkıhçılar zuhr-u ahir meselesini tartışmaya başlamışlardır. Mesela
970/ 1563 tarihinde vefat eden İbn Nüceym Bahruraik adlı eserinde (II, 151) konu
hakkında şunları söylüyor: "Zuhr-u ahir meselesi üzerinde daha çok duranlar,
zamanımızın bilgisiz kişileridir. Onların cahilliği yüzünden cuma namazı
kılındıktan sonra öğle namazı niyeti ile dört rekât namaz ortaya çıkmıştır.
Bir şehirde birkaç yerde Cuma kılmak olmaz rivayeti bulunduğundan Cuma namazının
sıhhati hakkında şüpheye düşüldüğü zaman müteahhirinden (miladi bin
tarihlerinde) bazı kimseler bu zuhr-u ahir namazını koydular. Hâlbuki bu rivayet kabul
görmüş ve tercih edilmiş bir rivayet değildir. Hem bu cumadan sonra dört rekât
namaz kılma görüşü ne Ebu Hanife ve ne de onun iki arkadaşı Ebu Yusuf ile
Muhammed'den rivayet edilmiştir. Hatta ben cahil halkın Cuma namazı farz değil, farz
olan zuhr-u ahirdir diye inanıp itikat etmesinden korkarak böyle bir namazın
olmadığına birkaç defa fetva verdim.(Bahruraik, II, 151) Ebu Hanife ve Muhammed'in
görüşüne göre bir şehirde birkaç yerde Cuma kılmak sahihtir. İnsanlara zorluk çıkarmamak
için doğru olan da budur. Birden fazla Cuma kılınan bir beldede acaba hangisi sahihtir
diye tartışmalar olmuş, bazısına göre cumaya ilk defa kılmaya başlayan camiin
cuması, bazısına göre ise cumayı ilk defa kim selam verip tamamlamış ise onun
cuması sahihtir. Bütün bunların dayanağı zayıftır; hepsi de Ebu Hanife'nin
mezhebine muhaliftir. Cumadan sonra dört rekât öğle namazı kılmak ihtiyat değildir.
Çünkü ihtiyat, iki delilden kuvvetli olanla amel etmektir. (Bahruraik, II, 154) Kasani, Bedayi adlı
eserinde (I, 261) Ebu Hanife'nin bir beldede iki, üç veya daha fazla camide Cuma kılmanın
caiz olduğu görüşünde olduğunu İmam Muhammed'in rivayet ettiğini yazmaktadır.
Yine Kasani bu mesele hakkında şöyle bir rivayetten de bahsetmektedir: Hz. Ali halife
iken bir bayram günü halka bayram namazını kıldırmak üzere, bayram namazlarına
mahsusu olan namazgâha giderken geride kalan yaşlılara ve namazgâha gelemeyenlere
bayram namazını kıldırmak için, yerine bir vekil bırakmıştır. Hz. Ali bunu birçok
sahabenin hazır bulunduğu bir zamanda yapmış ve ona bu hususta bir itiraz eden
olmamıştır. Birden fazla yerde namaz kılmak, bayram hakkında caiz olduğuna göre, bu
Cuma hakkında da caiz olur. Çünkü bu iki namaz da şehre ve şehir hükmünde olan
yerlere has kılınmakta eşittirler." İbn Abidin Dürül-Muhtar'da
(I, 843) bir yerde Cuma kılınması hakkında şunları söylüyor: "Bir tek beldede
birkaç yerde genel olarak Cuma namazı kılınabilir. Hanefi mezhebinin zahir görüşü
de budur. Zaten fetva da buna göre verilmiştir. Ancak bir yerde kılınır, birkaç
yerde kılındığı takdirde Cuma namazına ilk defa iftitah tekbiri alarak başlayanın
cuması sahihtir; bu sebeple de cumadan sonra ahir zuhur kılınır, diyenlere gelince, bu
görüşlerin hepsi, mezhebe ters düşmektedir ve Hanefi mezhebine uymamaktadır." İbn Abidin bu metni şöyle
açıklamaktadır: İmam Serahsi bu mesele hakkında şöyle diyor: Ebu Hanife'nin
mezhebine göre sahih olan şudur ki, bir tek beldenin birkaç yerinde Cuma namazı
kılmak caizdir. Biz bu görüşü alıyor ve onunla amel ediyoruz. Çünkü şehir ve
şehir hükmünde olan her yerde mutlaka Cuma namazı kılınacağı ifade
edilmiştir." İbn Abidin, ahir zuhur meselesi hakkındaki kendi görüşünü de şöyle
açıklamaktadır. "Bu mesele üzerinde
biraz durmamız gerekir. Her ne kadar el-Bahr sahibi ahir zuhur kılmanın ihtiyat
olmadığını söylemiş ve ihtiyat, iki delilden daha kuvvetli olan ile amel etmektir,
kuralını delil olarak getirmişse de ben öyle değil, şöyle söylüyorum. Ahir zuhur
kılmak bir ihtiyattır. Çünkü bunu kılmakla açık bir şekilde sorumluluktan
kurtulma olur ki, bu da bir ihtiyat sayılır. Her ne kadar birkaç yerde Cuma kılmanın
caiz olduğu delil bakımından daha üstün ve daha kuvvetli olsa da ancak bunun içinde
kuvvetli bir şüphe de yok değildir. Çünkü bunun hilafı olan bir görüş de Ebu
Hanife'den rivayet edilmiştir. İşte benim bu görüşümü
Tahavi ve Timurtaşi de tercih etmişlerdir. Muhtar sahibi de aynı şeyi benimsemiştir.
Zaten İmam Şafii'nin mezhebi de budur." (I, 844) Buraya kadar geçmiş
fukahadan ahir zuhur hakkındaki bazı görüşleri aktarmaya çalıştık. Bu mesele
hakkında Celal Yıldırım İslam Fıkhı adlı eserinde (I, 489) kendi görüşünü açıklarken
şunları söylüyor: Hutbeyi kısa okumak ve namazı biraz uzatmak sünnettir.
Hatiplerimizin çoğu ise hutbeyi gereğinden fazla uzatmakta, namazı da o nispette kısa
tutmaktadır. Ahir zuhru da buna ilave edersek, kendi kendimize ibadette bir takım
zorluklar çıkarmış oluruz. Kanaatimce kılmak isteyenlere dokunmamak, kılmayanlara da
"kıl!" diye ısrar etmemek en uygun yoldur.
İslam Ansiklopedisinde
Cuma maddesini yazan Hayreddin Karaman da şöyle bir neticeye varmıştır: Bir yerde
herhangi bir mezhep, Müctehid veya fetvaya göre cumanın vücub ve sıhhat
şartlarının gerçekleştiğine inanılıyorsa orada Cuma namazı kılınır,
inanılmıyorsa öğle namazı kılınır. Olmayan namazları icat ederek farz namazları
geçersiz kılmak veya şüpheli göstermek, Müslümanları güçlüğe maruz bırakıp sünnetten
ayrılmaya yönlendirmek anlamına gelir ki, bu kesinlikle caiz değildir. Bize gelince ise bizim görüşümüze
göre bu ihtilaflar daha çok İslam'ın devlet ve toplum hakkındaki emir ve tavsiyeleri
üzerinde içtihat yapılıp çağa göre mesela şehirlerin giderek büyümesi yanında
yeni bir şehir anlayışı projesinin yokluğunu ve yönetimlerin idare ve idari kurum ve
kuruluşlarda yeniden iş bölümü yapamadıklarını göstermektedir. Bizim anlayışımıza
göre de ahir zuhur kılmaya gerek yoktur. Ancak mensuplarını kendi velayeti altında
tutan, onların her türlü hareket ve davranışlarını denetim ve gözetim altında
bulundurarak kasıt dışı amelleri ve kazaları sigortalayan ve diyetini ödeyen en
küçük kişilik sahibi bir yerleşim biriminin gösterilmesi gerekir. Çünkü Cuma
namazı, dini, idari, sosyal ve ekonomik bütünlüğünü tamamlamış, kendi kendini yöneten
ve kişiliği olan en küçük bir yerleşim biriminde kılınır. Bu seviyeye henüz
gelememiş olan karye, mezra ve konargöçer çoban otlaklarında Cuma kılınmaz. Biz kıldık oldu zihniyetinin İslami olmadığı
kanaatindeyim. Onun için yerleşim birimleri hakkında hangilerinin kişiliği var ve
hangilerinin yoksa bunların belirlenmesi gerekir. Bu hususta bizim teklifimiz şudur. Birey kişilik sahibidir,
aile (en az 3 kişidir) değildir; mahallenin (en az 30 kişidir) kişiliği vardır, köyün
(en az 300 kişidir) yoktur; bucaklar (en az 3000 kişidir) kişilik sahibidir, kazalar
(en az 30.000 kişidir) değildir; iller (en az 300.000) kişilik sahibi olup bölgeler
(en az 3.000.000) değildir ve devlet (en az 30.000.000kişidir) de kişilik sahibidir.
İşte bu anlayışa göre yukarıda da söylediğimiz gibi bucaklarda kanunları
uygulayan yöneticiler vardır ve mahkemeler de olursa buralarda bir yerde kılınır ve
bucak yörelerinde olanlar da bucaklarına katılırlar. Bundan daha küçük olan
yerlerde şartları tamamlanmadığı için Cuma kılınmaz. Böyle bir bucakta kılınan
Cuma namazı için şüpheye mahal olmayacağından ayrıca ahir zuhru kılmaya da ihtiyaç
kalmayacaktır. Mahalli idarelerin
bilgileri dâhilinde olmak şartıyla Yahudi, Hıristiyan ve hatta ateist dünyanın her
yerinde ve dünyanın her tarafında bir cemaat teşkil eden müslümanlar Cuma namazı
kılabilirler ve bugünkü uygulamalar da bu yöndedir. Zaman zaman tartışmalara
sebep olan kadın ve kadın hakları gibi konular arasına Cuma namazı meselesi de
girmiş bulunmaktadır. Kimileri kadınlara Cuma namazı farz derken, kimileri de farz
değildir, demişlerdir. Bu konuda bizim kanaatimiz ise şudur: Kadınların Cuma namazı
hakkında vücub ehliyeti yok, fakat onlar eda ehliyetine sahiptirler. Yani kadınlara
Cuma namazı farz değildir, ama onlar cumayı kılarlarsa aynı erkek gibi, eda etmiş
olurlar ve böylece üzerlerinden öğle namazı da sakıt olur. Burada meseleyi
özetlemeye çalışırken şunları söylemek istiyorum. Biz Müslümanlar olarak
aleyhimize olsa da bazı gerçekleri kabul etmek mecburiyetindeyiz. Mesela müslümanlar
cahil, en önemli dini konularda bile aralarında bir fikir birliği, düşünce ve
uygulama birliği yok denildiği zaman asla alınmamalıyız. Şartların getirdiği
zorluktan dolayı, fiili olarak bir çözüme ulaşamamakla beraber, bugün biz teorik
olarak da birçok meselelerimizi halletmiş değiliz. Cuma namazı kadınlara farz mı,
Cuma namazı hangi yerleşim biriminde oturanlara farzdır, köylerde Cuma kılmak caiz
midir, Cuma namazı bir yerde mi kılınır, zuhr-u ahir diye bilinen ve memleketimizde
epeyce yaygın olan bu namazın aslı nedir, zuhr-u ahir kılınmasa olur mu? İşte bu
gibi sorularda bile müslümanlar dinimizi öğrenip bilip ve zaman ve mekân şartlarına
göre güçlerinin yettiği kadar, uygulama gayretinde olmadıkları için ihtilaf
ediyorlar. Kanaatime göre bugün Müslümanların en büyük açmazı, henüz daha düşünmeye
başlamamış olmaları ve meşrep, mezhep, parti, grup, siyasi düşünce ve dünya
görüşü gibi konuların etkisi altında kalmalarıdır. Bu sebeple de yaptıkları
eylemlerin İslam açısından tam yerine oturuyor mu meselesinde rahat rahat evet demek
asla mümkün değildir. Müslümanların biz yaptık oldu felsefeleri, düşünen samimi
Müslümanları gerçekten fazlasıyla üzmektedir. Hâlbuki müslümanlar gerek fert ve
gerekse toplum olarak, yapmış oldukları her hareket ve davranışta acaba Allah Resulü
olsaydı bunu yapar mıydı veya yaparsa bunu nasıl yapardı diye düşünmeleri gerekir.
Çünkü bireyler ve toplumlar, fertler ve devletler yaptıkları her iradi hareketten
Allah'a hesap vereceklerdir. Zira her iradi hareket dindir ve böylece ahirette sorumluluğu
gerektirir. Hastalar, yolcular,
kadınlar ve üzerlerine Cuma farz olmayan diğer kimseler Cuma kılmadıkları için
dinlerinde ve sevaplarında bir eksiklik olmadığı gibi, kurban kesemeyen ve hacca
gidemeyen fakirin de her hangi bir eksikliği yoktur. İslam hukukunda vazife ve görevler
şartları gerektirir. Eğer kişi için şartlar oluşmamışsa ve bu hususta kişinin de
bir iradesi söz konusu değilse burada yapılacak bir şey yoktur. Müslümanlar, Hz.
Peygamberin Mekke'den Medine'ye hicret sebebinin yepyeni bir İslami toplum inşa etmek
olduğu üzerinde durmuyor ve benim peygamberim Hz. Muhammed diyerek, ben ancak onun arkasından
giderim düşüncesiyle, saadet çağını kendi zamanına taşımak için gayret
göstermiyorsa, köylere Cuma izni vermek değil, her dağ başındaki çobana cami yapıp
hutbeler okusanız ve cumalar kıldırsanız bile bir fayda gelmez diye düşünüyorum.
Müslüman, iradeli her hareketini acaba benim yerimde Hz. Peygamber olsaydı bu işi
nasıl yapardı diye düşünmesi ve öğrenip uygulaması gerekir diyorum. Netice olarak birey nasıl
canlı bir uzviyet ise toplum da öyle canlı bir uzviyettir. Birey nasıl kişilik sahibi
ise ve gelir ve giderleri varsa, toplum da öyle kişilik sahibi olup gelir ve giderleri
vardır. Birey nasıl üretiyor ve tüketiyorsa toplum da öylece üretir, pazarlar ve
paylaşır. İslam’da birey üzerine farz olan namazlar olduğu gibi, toplum üzerine
farz olan bir namaz da vardır ve o Cuma namazıdır. İşte cuma namazı kişilik sahibi
olan en küçük bir yerleşim biriminde yani mahkemesi olan, pazarı bulunan ve güvenliği
için polis ve jandarma birimleri bulunan bir toplumda farz olup böyle bir yerleşim
biriminde Cuma namazı bir yerde kılınır ve bu sebeple de ahir zuhur kılmaya da ihtiyaç
yoktur. Bundan daha küçük olan yerlerde ise Cuma namazı kılınmaz. Böylece her bir
bucak, ayrı ve müstakil bir şehir sayılacağından orada bir yerde Cuma kılınmış
olacaktır. Bugün memleketimizdeki büyük şehirlerimizde yüzlerce Pazaryerleri ve
yüzlerce polis merkezleri vardır. Böyle büyük yerlerde yüzlerce Cuma camileri de
olacak, oralarda Cuma namazları kılınacak ve fakat Cuma bir yerde kılınmadı, kabul
değil diyerek onun için zuhr-u ahir kılalım diye tartışmalar yapılmayacaktır;
çünkü bir şehirde (yani bir bucakta) bir yerde kılınacaktır. Sonuç olarak bu
ihtilaflar, artık bugünden uzak bir şekilde sadece tarih sayfalarında kalacaktır. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |