.


İSTİKAMET ÜZERE OLMAK veya

HALİFELİK GÖREVİNİ TAM YAPMAK

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

  

Yazılarımda ve konuşmalarımda her zaman söyleyip dile getirdiğim bir konu vardır. Rönesans medeniyetinde fen bilimlerinin terim, tarif ve tasnifleri yenilenmiş, fakat sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri ise yenilenememiştir. Aksine daha da karıştırılmış, terimlerin içleri boşaltılmış veya çok farklı şeyler yüklenmiş ve böylece onlar çorba ya da halk deyimi ile arap saçı haline sokulmuştur. O sebeple bizce dini alan demek olan sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasniflerinin çok acil bir şekilde yenilenmesine ihtiyaç ve hatta zaruret vardır.
     Gerek inanç esasları ve kelam ilminin dili ve gerekse fıkıh yani İslam hukukunun dili ve kelimeleri, ıstılah ve deyimlerinin de eskidiği ve bunların da yenilenmesi gerektiği hususu açık bir gerçektir.  
     Bizim kendi meslektaşlarımız arasında konuşup tartıştığımız meselelerden birisi de İslam ilimlerinde hala daha eski âlimlerin koyduğu usul ve metodolojiyi okuyup öğretip ve onu uyguluyor olmamızdır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı anlamları kapalı ve eski kültürün ürünü olması dolayısıyla bugün istikamet nedir veya istikamet üzere olmak hangi manaya gelir diye sormaya ihtiyaç olduğu gibi, ayrıca bunu çağa göre de açıklamakta fayda vardır. Hâlbuki Kuran, istikameti anlatır, hadislerde istikamet dile getirilir, ayetlerde müstakim ölçekten, sırat-ı müstakimden ve tarik-i müstakimden bahsedilir, Allah'ın sırat-ı müstakim üzere olduğu söylenir, sadece Allah değil, onun elçisi olan Peygamber bile sırat-ı müstakim üzeredir. Kuran bir taraftan Müslümanlara namazı ikame edin, derken, diğer taraftan da ey kitap ehli, siz Tevrat'ı ikame etmedikçe… der. Bize göre kavm bilinmeden ikame, ikame bilinmeden istikamet, istikamet bilinmeden de müstakim bilinemez. Ancak bugünkü kültürde var olan izafiyet, denge ve bir takım sosyolojik kanunlara dayanmadan da istikamet ve sırat-ı müstakim kavramları kavranamaz. Çünkü ayetteki "bizi doğru yola hidayet et" duasındaki "yol" Yunus'un " Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar" ifadesindeki "yol" değil, hatta bunlar arasında dağlar kadar fark vardır. Her ne kadar Diyarbakırlı şair Said Paşa,

"Sen usandırma eli, el de usandırmaz seni  

 Hilekârlık eyleme, kimse dolandırmaz seni

Dest-i a'dadan soğuk su içme, kandırmaz seni

Korkma düşmandan ki, ateş olsa yandırmaz seni

Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni" demiş olsa da ve Mustafa b. Şemsüddin Ahteri lügatinde müstakim'in karşılığı olarak her ne kadar "doğru nesne" diye yazsa da istikameti ve sırat-ı müstakimi yeniden ve yeniden anlatmaya mecburuz. Biz burada birinci bölümde eski kültüre göre bu konuyu anlatmaya çalışacağız, daha sonra ise yeni bir metotla yani görünenden görünmeyene, maddeden manaya, eşyadan insana giderek, statikten dinamiğe ve durağan varlıktan devinen (akan) hayata geçip giderek açıklamaya çalışacağız. 
     Şimdi burada hemen istikamet üzere olmak, deyip bunlardan istikamet kelimesini ele alarak işe başlayalım. Sözlükte "doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma" gibi anlamlara gelen kavm kökünden mastar olan istikamet "doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama" manalarında kullanılmaktadır. Arapça sözlüklerde istikamet kelimesiyle ilgili olarak genellikle "dini ve ahlaki hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allaha itaat edip Hz. Muhammed'in sünnetine uyma" şeklinde özetlenebilecek açıklamalar yapılmıştır. Rağıb el-İsfahani, istikamet kelimesinin düz bir çizgi gibi dosdoğru yol hakkında kullanıldığını ve bundan dolayı hak ve hakikat yoluna "sırat-ı müstakim" denildiğini ifade ettikten sonra istikametin insanla ilgili olarak "dosdoğru yol üzerinde sapmadan ilerlemek" demek olduğunu belirtir. (el-Müfredat, s. 416–418)
     Sahabeden Süfyan b. Abdullah Hz. Peygambere gelip ya Rasûlellah, İslam'a dair bana öyle bir söz söyle ki, senden başka bu hususta kimseye bir soru sormayayım, dediği zaman  Hz. Peygamber şu az ve öz sözünü söylemişlerdir. "Allah'a iman ettim de, sonra istikamet üzere ol (dosdoğru ol)"  (Müslim, İman, 62) 
     Kuran-ı Kerimde aynı kelimenin isim ve fiil olarak birçok yerde geçtiği görülür. "Emir olunduğun gibi istikametli ol"( Hud 11/ 112). "Bizi sırat-ı müstakime yönlendir" ( Bize doğru yolu göster).(Fatiha 1/ 6) "Benim Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir" (Hud 11/ 56) "Rabbimiz Allah'tır dedikten sonra istikamet üzere olan kimselere melekler gelir "korkmayın, üzülmeyin ve size vaat edilen cennetle sevinin derler". ((Fussılet 41/ 30). "(Ey Muhammed!) de ki, ben sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahiy ediliyor. Artık ona istikamet alın ve ona istiğfar edin" (Fussılet 41/ 6) "Biz insanı en güzel takvim-(biçim)de (kıvamda) yarattık." (Tin 95/ 4). Rağıb el-İsfahani bir şeyi ikame etmek, onun hakkını vermektir, diyor. Allah şöyle buyurdu: "De ki, Ey kitap ehli! Tevratı, İncili ve Rabbinizden size indirileni ikame etmedikçe (uygulayıp hakkını vermedikçe) hiçbir şey (esas) üzerinde olmuş olmazsınız." (Maide 5/ 68). Böylece amacın onun sadece şeklen yerine getirilmesi değil, tüm şartlarını yerine getirerek kılmak olduğunu dikkat çekmiştir. Mesela birçok yerde namazla ilgili olarak "namazı ikame edin" Yani tüm şartlarını yerine getirerek, hakkını vererek kılın demek olur. (Müfredat, s. 418).

     İstikamet kelimesi tefsir kitaplarında "samimi ve kararlı bir imanla hak ve hayır yolunda istikrarlı, dengeli bir hayat sürme" şeklinde açıklanmaktadır.  

     Bu ayet ve hadisteki istikamet kelimesinin öncelikle tevhid inancında kararlılığı ifade ettiği belirtilmektedir. Nitekim Taberi'nin zikrettiği bir rivayette Resulüllah bu ayeti (fussılet 41/ 30) okuduktan sonra, "Rabbimiz Allah'tır" diyerek iman eden insanların önemli bir bölümünün daha sonra küfre döndüğünü söylemiş, ardından da şöyle demiştir: "Her kim imanla ölürse işte o istikamet sahibi olanlardandır." (İ. Ans. İstikamet mad.)

     Fahreddin Razi'nin deyişine göre ayetteki "Rabbimiz Allah'tır diyenler" bölümünün iman ve ikrarla, "istikamet üzere olanlar" bölümünün de iyi ve güzel işlerle ilgili olduğunu düşünmek daha doğrudur. Razi  bu ayeti açıklarken insanın manevi bakımdan yeterli olabilmesi için kesin bilgi ve iyi davranışa sahip olmasını hatırlattıktan sonra bütün bilgilerin başında Allah'ı bilmenin (marifetullah) geldiğini, öyleyse bu ayete göre insanın yetkinliğinin Hakk'ın zatını tanıyıp O'nun yolunda bulunmaya, bu yolda iyilik etmeye bağlı olduğunu belirtir. Bütün iyi davranışların vazgeçilmez şartı, ifrat ve tefrite sapmadan istikrarlı ve dengeli bir şekilde orta yolu takip etmektir. "Böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara 2/ 143) "Bize doğru yolu göster" (Fatiha 1/ 6) mealindeki ayetlerde olduğu gibi bu ayetteki "istikamet üzere olanlar" ifadesinde de bu husus dile getirilmiştir.  
     İslam'da görevler yükseldikçe sorumluluklar da artar. Mesela ümmeti için gece kalkıp Allah rızası için teheccüd namazı kılmanın hükmü mendub olduğu halde, bazı selefi âlimler bunun Rasul-ü Ekrem için nafile değil, İsra suresinin 79. ayetine dayanarak, farz olduğunu söylemişledir. Bu görev sorumluluğu ve Risalet vazifesini tebliğ bilincinde olan Hz. Peygamber, "Emir olunduğun gibi istikametli ol"( Hud 11/ 112) ayeti geldiği zaman çok etkilenmiş ve "Hud suresi beni ihtiyarlattı" buyurmuşlardır. (Tirmizi, Tefsir, 56/6). Fahreddin Razi, bu emrin itikadi ve ameli hükümlerin tamamını kapsadığına işaret ederek bu konularda her türlü aşırılıktan uzak bir şekilde yaşamanın zorluğuna dikkat çeker. Ona göre Hz. Peygambere, aynı zamanda İslam dininin çok önemli bir ilkesinin ortaya konduğu bu ayettekinden daha ağır bir görev yükleyen başka bir ayet gelmemiştir. (M. el-Ğayb, XVIII, 71–72) 
     Enam 6/ suresinin 151-153 ayetlerinde sırat-ı müstakim-doğru yol şöyle açıklanmaktadır: "…Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin…kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allahın yasakladığı cana haksız yere kıymayın!..Yetim malına yaklaşmayın, ölçü ve tartıyı adaletle yapın, söz söylediğiniz zaman yakınlarınız bile olsa adaletli olun. Allaha verdiğiniz sözü tutun. Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun; başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırırlar."  Görüldüğü gibi bu ayetlerde istikamet üzere olan kimsenin uyacağı emirler ve uzaklaşacağı nehiler sayılmıştır. Kaynaklarda bu ayetler açıklanırken istikamet kavramı ve müstakim yol hakkında "İslam dışı her türlü inançtan ve sünnete aykırı düşünce ve davranışlardan, bidat ve hurafelerden uzak durarak Kuran ve sünnet hükümlerine göre yaşamak" şeklinde yorumlar yapılmıştır. (Bak. Kurtubi)
     Gökyüzü ile yer ayette belirtildiği üzere Allah emri ile kaim oluyorlar, yerlerinde duruyorlar. "Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması O'nun ayetlerinden (varlığının  delillerinden) dir." (Rum 30/ 25) Elmalılı bu ayetin tefsirinde çekim ve denge kanunları hep Allah'ın emrinden ibarettir demiştir. Şu halde kâinatın, varlık âleminin, insan, hayvan, bikri ve cansız varlıkların bunları hepsinin varma olma sebebi Allah'ın koyduğu kaim kanununa veya başka bir ifade ile istikamet kanununa yani tüm nizam içersinde sana düşen görevi yerine getirme esasına bağlıdır.
     Kaim olma bir duruş ve bir davranış göstermektir. Bu iyi de olabilir, kötü de olabilir. Mesela yine aynı kökten gelen kelime kullanılarak ayette "faiz yiyen kimseler şeytan çarpmış kimse gibi ayakta dururlar." (Bakara 2/ 275) buyrulmuştur. Buna Muhammed Esed davranırlar, demiştir.
     Sosyal olaylarda da denge ve çekim kanunları ve mütekabiliyet esasları vardır. Allah müslümanlara müşriklerle yapmış oldukları antlaşmalarda Elmalılının ifadesiyle onlar size istikamet ettikleri müddetçe siz de onlara müstakim olun buyurmuştur. (Tevbe 9/ 7)       Kuranda Mearic 70/ 19 insanın şerre ve sıkıntılara karşı dayanıksız ve sabırsız, hayır ve iyilikler konusunda ise paylaşmaz ve vermez olduğundan bahsedilirken bu eksi durumda olmayan toplumun özellikleri de sayılmıştır. O toplum yani eksiden istisna edilip artı yüklü olan toplum, onlar namazlarında devamlıdırlar; onların  mallarında fakir fukara için beli bir hak vardır; onlar ahireti, hesap gününü tasdik ederler; Allah'ın azabından korkarlar; ırz ve namuslarını korurlar; emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler; şahitlikleri ile beraber ayakta dururlar ve  namazlarını korurlar. İşte onlar cennetlerde ikram olunanlardır. (Mearic 70/ 19–35)      
     Burada onlar şahitliklerinde doğrudurlar, dürüsttürler deyin, onlar şahitlik kurumunu bir toplum olarak ayakta tutarlar deyin veya onlar doğru şahitlik yapmakla ayaktadırlar deyin ve nasıl tercüme ederseniz edin, bu ayette tolumla şahitlik, şahitlikle toplum arsında bir dayanışma olduğu gerçektir. Toplum ancak adil şahitlik yapmakla kaim olup ayakta durabilir. Bu demektir ki, şahitlik yaşarsa toplum yaşar, şahitlik çökerse toplum da çöker.
     Kuranda geçen ilgili kelimelerden birisi de Allah'ın Esma-ül Hüsna (güzel isimlerinden) birisi olan kayyum isim ve sıfatıdır.  Bu isim ayetlerde hep Allah'ın Hayy (hayat sahibi) sıfatı ile beraber gelmiştir. "O el-hayyü kayyumdur" (Allah daima diridir, bütün varlığın idaresini yürütendir.) Bakara2/ 255; A. Imran 3/ 2; Taha 20/ 111). Elmalılı bu kayyum ismine, bütün varlıkları görüp gözeten, her şeyi yöneten yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyuran diye açıklamıştır. (Hak Dini, II, 293)
     Peygamberlerin üzerlerine yüklenen ağır görevden dolayı istikamet üzere olmaları zaten bir zaruretin ifadesidir. Vahiy, peygamberlerin gidecekleri yolları aydınlatır, onlar vahyin ışığında yürürler. Kendisine vahyedilen arı bile var olduğu günden beri hiç şaşmadan balını üretmektedir. Ayette "Rabbin bal arısına vahyetti" buyrulmaktadır. (Nahl 16/ 68). Onun için mesela bal arılarının sanatı, şaşmak bilmeyen fıtri bir sanattır ve bütün peygamberlikler de böyle şaşmak bilmeyen ilahi bir vahidir ki, işte bu ayet ile buna işaret buyrulmuştur, denilmiştir. (Elmalılı, II, 78). Hz. Peygamber de Risalet vazifesini yaparken ve Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ ederken örnek olması bakımından bunları bizzat yaşayıp kendi üzerinde temsil edip gösteriyordu. Bana bakın, ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın, diyordu. Allah onun hakkında "Sen sırat-ı müstakim üzeresin" buyurduktan sonra artık onun istikamet üzere olduğunda zerre kadar şüphe yoktur.  Ancak aynı zamanda bir insan olması dolayısıyla irade kanunlarına tabi olduğu için vahyin yol göstermediği zamanlarda o aynı arı gibi programlanmadığından hata yapma ihtimali her zaman vardır. Ama bu onun için bir eksiklik teşkil etmez; çünkü bunlar önemine binaen daha sonra vahiy ile düzeltiliyordu. Mesela Tebük seferine katılmak istemedikleri için gelip Hz. Peygambere mazeret üreten münafıklara izin vermesi üzerine "sen onlara niçin izin verdin, Allah seni affetsin" diye bir düzeltme gelmiştir. (Tevbe 9/ 43).
     Peygamber olsa da İslam'da hiçbir şahsın ve hiçbir kimsenin vahye, ayet ve hadise dayanmadan kendi isteği ile bu haramdır veya bu helaldir deme hak ve salahiyeti yoktur. Kanun ve kural koyma, herhangi bir konuda yasak veya serbestlik getirme hakkı yalnız Allah'a aittir. Zaten "elhamdülillah" demek bu demektir. Hamd Allah'ın dediğimiz zaman asıldaki   "li" harfi, mülkiyet bildirdiği için bu, bize hamdin yani kanun ve kural koyma işinin yalnız Allah'ın mülkiyeti altında olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah bütün âlemlerin rabbidir. Elmalılı bu hakikati "gerçekten Allah Teala âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir" şeklinde dile getirmiştir. (Hak Dini I, 126). Tekrar edecek olursak sıfat ve mevkileri ne olursa olsun hiçbir kulun hüküm koyma hak ve salahiyeti yoktur. Bu sadece Allah'a mahsustur. Peygamberlerin bu mevzudaki ifadeleri Allah'ın iradesini ve hükmünü kullarına bildirmek ve açıklamaktan ibarettir.
     "Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'in Rab edindiler." (Tevbe 9/ 31) ayetinin manası hakkında, İslâm'a girmeden önce Hıristiyan olan Adiy b. Hatim demiştir ki, ben Hz. Peygamber'e geldim. Boynumda altından bir haç vardı. Rasülüllah Berae suresini okuyordu. Bana "ya Adiyy şu boynundaki putu at, dedi" (Tirmizi, Tefsir, IX, 10) Ben de çıkarıp attım. Hz. Peygamber bu ayeti okuyunca ben ya Rasûlellah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?" Ben de evet, dedim. "İşte bu onlara ibadettir.", buyurdu. (Hak Dini, IV, 318). Bir başka ayetin meali de şöyledir: "Dilinizi yalana alışmış olduğu için herşeye "şu haram, bu helâldir" demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz..." (Nahl 16/ 116). Bu sebepledir ki selef âlimleri, hakkında kesin nass bulunmayan şeyler için "haram" demekten kaçınır, "mekruh, sevimsiz, hoş değil…" gibi ifadeler kullanmayı tercih ederlerdi.
     Hz. Peygamber hanımı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içmiş ve bu sebeple de onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bundan rahatsız olan Hz. Aişe ile Hafsa Peygamber'e senden meğafir kokusu geliyor, dediler. Hz. Peygamber meğafir yemediğini söyleyip demek ki balı yapan arı meğafir yalamış dedi ve bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etti. İşte bunun üzerine "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah affeder ve bağışlar" (Tahrim 66/ 1) ayeti ile başlayan Tahrim suresi inmiştir. Burada Hz. Peygamber'in yapmış olduğu bir hareket ve almış olduğu bir karar Allah tarafından vahiy ile düzeltilmiştir ki, o da ortada etkileyici bir sebep olmadan helal bir şey insanlar tarafından haram kılınamaz. 
     Hz. Peygamberin zaten istikamet üzere olduğu belli bir gerçektir. Fakat onun düşünce ve hayatı, hareket ve davranışları, teori ve pratiği hakkında bir usulü ve metodu var mıydı veya bu neydi ve nasıldı diye bir soru sorulacak olursa buna bizim cevabımız şudur.   Kuran'da da birkaç yerde geçtiği ve emredildiği üzere ( Enam 6/ 106; Hud 11/ 109; Ahzab 33/ 2) Hz. Peygamber'in vahye uymaktan ve vahyin dediklerini yerine getirip yapmaktan başka bir işi yoktu.  Mesela bir ayette "ve sana ne vahy olunuyorsa ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret." (Yunus 10/ 109) başka bir ayette de "Ey peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme… Rabbinden sana vahyedilene uy" buyrulmaktadır. (Ahzab 33/ 1–2) Hz. Peygamber, bildiklerine dayanarak karar verirdi, bir konuda eğer henüz vahiy gelmemiş ise ve o konu acil de değilse vahyin gelmesini beklerdi, eğer acil bir durum varsa bilgisine ve düşüncesine göre ve kıyas  yaparak hemen karar verip uygulamaya koyardı.  Tabi bu karar her zaman isabetli olmayabilirdi. Hz. Peygamber Bedir savaşında askerlerini konuşlandırdı. Hubab b. Münzir Ya Rasûlellah, siz bunu vahiy eseri olarak mı yaptınız, yoksa kendinizin içtihadı mı diye sordu. Hz. Peygamber kendi içtihadım, diye cevap verdi. Hubab, öyleyse burası konaklanacak yer değil, deyip başka bir yer gösterdi Müslümanlar da onun fikrini desteklediler ve böylece Hz. Peygamber de ondan vazgeçip bu fikri kabul etti. (Büyük İslam Tarihi I, 379). Netice olarak Hz. Peygamberin düşünce ve hayatında, hareket ve davranışlarında esas olan usul ve yöntemin, vahiy, içtihat ve istişare olduğunu söyleyebiliriz.
     Meseleye inananlar açısından baktığımız zaman şu dünya hayatında zaten yapılacak başka bir şey de yoktur. Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamaktan başka, müslümanların kendilerini fıtri, doğal ve ilahi olan İslam'a teslim etmelerinden başka bir çıkar yolları olamaz. Çünkü İslamsız istikamet olmadığı gibi, imansız da hayat olmaz. İstikametini kaybeden birey ve toplumlar, dengesini kaybedip düşen ve kırılan cisimlere benzer. Aslında insanlık tarihinin sayfaları çökmüş, yıkılmış ve yok olmuş toplum ve devletlerle doludur. Bir bina için şakul ve çekül ne ise birey ve toplumlar için istikamet de odur. Şakulü ve çekülü bozuk binalar çöker; istikameti bozuk olan toplumlar da yok olup gider. Zamanımızda yapıldığı gibi anketler, deneyler, gözlemler, istek ve arzular bize istikameti gösteremediği gibi, istikamet üzere olmayı da açıklayamaz. Zira bize doğru ile yanlışı, zararlı ile faydalıyı, iyi ile kötüyü, zulüm ile adaleti açıklayıp öğreten ancak vahiydir ve dindir. O sebeple bize hem birey ve hem de toplum olarak yön verip ayakta tutacak olan temel esaslarımız, Kuran, sünnet, içtihat ve istişaredir.    
     Şimdi de bu ikinci bölümde istikamet meselesini bir de varlık, âlem, yaratılış, kâinat ve kâinattaki nizam ve düzen açısından bakarak anlamaya çalışalım ve hilafet görevini tam yapmak diyerek işe başlayalım. Her şeyden önce şunu söyleyelim ki, bir konu hakkında doğru bilgilere ulaşabilmemiz için o konunun azından kesinlikle Allah kâinat ve insan üçlü boyutunda ele alınıp incelenmesi gerekir. Konu insan ve insanın davranışı olunca da Allah'ı nazar-ı itibara almadan bilimsel anlamda hiçbir şey söylenemez ve bir hüküm ortaya konamaz. Çünkü insan Allah'ın yeryüzündeki halifesi, memuru ve onun özel bir görevlisidir. Özeldir, çünkü insan hiçbir yaratığa benzememektedir; görevlidir ve memurdur, çünkü o kâinatta bulunan yer küresindeki kendi emrinde olmayan ve tabiat kanunları ile ya da sevk-i tabiileriyle çalışıp varlıklarına devam ettiren hayvan, bitki ve cansızlarla beraber ve onlardan faydalanarak yaşamak zorundadır. Bir nizama ve bir düzene uyup onun dışına çıkamayan bir varlık ve varlıklarla nizamsız ve düzensiz bir varlık nasıl uyum sağlayabilir? Bu sebeple o çevre ile uyum sağlayamazsa yani diğer varlıklar bir nizam ve düzen içinde bulunurken ve onlar kendi kanun ve kurallarına uyarken, insanın kuralsız ve kanunsuz, nizamsız ve düzensiz yaşamaya kalkması bir doku uyuşmazlığına sebep olur ki, bu bizzat insanın kendisinin ölümü demektir. Böylece insanın kendine göre istediği gibi, ben öyle de yaparım böyle de yaparım kabilinden bir düzen uydurması da mümkün değildir. Varlıkların en gelişmişi ve sahip olduğu kabiliyet, yetenek, tüm melekeleri ve aklı ile insan, mukayesesiz en üstün bir varlıktır. Onun için Hz. Ali'nin insan hakkında şöyle dediğini Elmalılı eserinde (IX, 312) nakletmektedir.   

"İlacın sendedir de farkında olmazsın.

Derdin de sendendir, fakat ki, görmezsin.

Sanırsın ki, sen sade küçük bir cisimsin.

Oysa sende dürülmüş en büyük âlem"

       Allah, yer ve gökleri, canlı ve cansızları, bitki ve hayvanları evre evre yarattı. Kuran'da Fussılet Suresinde 9. ve 10. ayetlerinde buna "iki günde" ve "dört günde" denilmek suretiyle bu dönemlere işaret edilmiştir. Böylece Allah yıldızları, gezegenleri ve cansızları bir dönemde; canlıları, bitkileri, hayvanları ve insanları ise diğer dönemde var etti. Böylece önce gökler, sonra yer, sonra canlı varlıklar ve en sonunda da Allah'ın halifesi insan yaratılmış oldu. Allah insanı yeryüzünde hem cinslerine ve hem de diğer varlıklara karşı kendisini temsil etmek üzere ve onun adına hareket etmesi için görevlendirmiştir. Bundan dolayı kendisini çok iyi bir şekilde temsil edebilmesi için ona ne gerekiyorsa vermiştir. Onu gerekli olan bütün melekelerle donatmıştır. Kendisi gibi onu mürid (irade sahibi ve iradesini kullanan) kılmıştır.  Kuranda da bu konuda ayrıca "ben ona ruhumdan üfledim" (Hıcr 15/ 29) buyrulmuştur.
     Kâinatta Allah tarafından konulmuş kevni kanunlarla çalışan bir nizam vardır. Biz buna hayvan, bitki ve cansızlar âlemi diyoruz. Diğer taraftan da yine Allah tarafından konulmuş teşri kanunlarla oluşmuş akıl ve irade sahibi olan insan ve insanların kurduğu bir irade nizam ve düzeni vardır. Nizam ve düzen, delillerle sabit olmuş bir hükümler topluluğudur. Hükümler ise mükellef ve yükümlülerin iman, ahlak, amel ve diğer mükelleflerle olan münasebetleri bakımından onların yüklenmiş oldukları hak ve vazifeleri, alacak ve borçlarıdır. İman, bu nizamın içine girmeye karar vermektir. Ahlak ise bu nizama girmedeki ihlâs ve samimiyettir. Amel ve uygulama da -bir bakıma biz buna istikamet de diyebiliriz-  nizamın bir gereği olan mükellefiyettir. Ünsiyet ise mükellef ve yükümlülerin amel ve uygulamalarında bulunması gereken uygunluktur. İslam, hakkı kalp ile tasdik, icmalen de olsa dil ile ikrar etmektir. "Hakka inandım ve hükümlerine teslim oldum", demektir. Hakkın bilinmemesi, ona iman etmeye bir engel teşkil etmez. Mükellef ve yükümlüler önce hak ne ise ona inanır, sonra da onu arayıp bulmaya çalışırlar. Hak, nizama uygun olan şeydir. İşte biz bu sebeple hak üzere olmak istikamet üzere olmak, istikamet üzere olmak da nizama ve düzene uygun hareket ve davranışlar içersinde olmaktır, diyoruz.
     Nizam ve düzeni, canlı ve cansızları yaratıp var eden Allah koyup kurmuştur. O, âlemi çift çift yaratmış, kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. İşte bu sebeple hamd O'na aittir.
     Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte istikamet üzere olanlar demek, bu açıklanan nizamda üzerlerine düşen rolü tam olarak yerine getirenler demektir. İşte Peygamberlerin Risalet, insanların ise hilafet görevleri bunu gerektirir. Sırat-ı müstakim üzere olan tüm peygamberlerin istikamet üzere olduklarını ben söyleyeyim. İnsanların ise bugün istikamet üzere olup olmadıklarını siz söyleyin.

     İstikametten uzaklaşmada dâhili unsurlar mı daha etkilidir, yoksa harici unsurlar mı diye bir soru sorabilirsiniz. Hemen söyleyelim ki, birey ve toplum yöresel ve küresel kavramları tam tarif edilip anlaşılmadan buna tam ve doğru bir cevap bulmak zordur. Çünkü bireyle toplum arasında bir denge bulunduğu gibi, iç ve dış, yöresel ile küresel alanda da bir denge, geliş gidiş, etki ve tepki münasebetleri vardır. Yalnız burada iki şey arasındaki denge demek değer verme açısından fifty fifty demek değildir. Çünkü ayette istikamet üzere olan peygamberin görevini yaparken topluma karşı korunacağı ifade edilmiştir. "Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Maide 5/ 67). Şu halde bireyin daha önemli olduğu burada görülmektedir. Mesela dünya ile ahiret dengesinde de aynı şeyi araştıracak olursak "…ahiret yurdu ise müttakiler için daha hayırldır." (enam 6/ 32) "Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise işte asıl gerçek hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı." (Ankebut 29/ 64) gibi ve benzer ayetlerle karşılaşırız. Bunları ifade ettikten sonra biz, istikametten uzaklaşmada, toplumun bozulma ve çözülmesinde kötülüklerin yayılması ve toplumun dağılmasında iç dinamiklerin dış dinamiklerden, dâhili odakların da harici odaklardan daha etkin olduğu hakkındaki görüşümüzü dile getirmeliyiz. Ancak bu meseleye merkez ile muhit terimleri ile bir çözüm arayacak olursak, bütün peygamberlerin yepyeni bir toplum oluşturmada veya toplumları iyileştirmede merkezden muhite doğru bir yol izlemiş olduklarını görürüz.

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.