Yazılarımda ve konuşmalarımda
her zaman söyleyip dile getirdiğim bir konu vardır. Rönesans medeniyetinde fen
bilimlerinin terim, tarif ve tasnifleri yenilenmiş, fakat sosyal bilimlerin terim, tarif
ve tasnifleri ise yenilenememiştir. Aksine daha da karıştırılmış, terimlerin
içleri boşaltılmış veya çok farklı şeyler yüklenmiş ve böylece onlar çorba ya
da halk deyimi ile arap saçı haline sokulmuştur. O sebeple bizce dini alan demek olan
sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasniflerinin çok acil bir şekilde yenilenmesine
ihtiyaç ve hatta zaruret vardır.
Gerek inanç esasları ve
kelam ilminin dili ve gerekse fıkıh yani İslam hukukunun dili ve kelimeleri, ıstılah
ve deyimlerinin de eskidiği ve bunların da yenilenmesi gerektiği hususu açık bir
gerçektir.
Bizim kendi
meslektaşlarımız arasında konuşup tartıştığımız meselelerden birisi de İslam
ilimlerinde hala daha eski âlimlerin koyduğu usul ve metodolojiyi okuyup öğretip ve
onu uyguluyor olmamızdır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı anlamları kapalı ve
eski kültürün ürünü olması dolayısıyla bugün istikamet nedir veya istikamet
üzere olmak hangi manaya gelir diye sormaya ihtiyaç olduğu gibi, ayrıca bunu çağa
göre de açıklamakta fayda vardır. Hâlbuki Kuran, istikameti anlatır, hadislerde
istikamet dile getirilir, ayetlerde müstakim ölçekten, sırat-ı
müstakimden ve tarik-i müstakimden bahsedilir, Allah'ın
sırat-ı müstakim üzere olduğu söylenir, sadece Allah değil, onun elçisi
olan Peygamber bile sırat-ı müstakim üzeredir. Kuran bir taraftan
Müslümanlara namazı ikame edin, derken, diğer taraftan da ey kitap
ehli, siz Tevrat'ı ikame etmedikçe… der. Bize göre kavm bilinmeden ikame,
ikame bilinmeden istikamet, istikamet bilinmeden de müstakim bilinemez. Ancak bugünkü
kültürde var olan izafiyet, denge ve bir takım sosyolojik kanunlara dayanmadan da
istikamet ve sırat-ı müstakim kavramları kavranamaz. Çünkü ayetteki "bizi
doğru yola hidayet et" duasındaki "yol" Yunus'un "
Dağ
ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar" ifadesindeki "yol" değil, hatta
bunlar arasında dağlar kadar fark vardır. Her ne kadar Diyarbakırlı şair
Said Paşa,
"Sen usandırma eli,
el de usandırmaz seni
Hilekârlık
eyleme, kimse dolandırmaz seni
Dest-i a'dadan soğuk su
içme, kandırmaz seni
Korkma düşmandan ki,
ateş olsa yandırmaz seni
Müstakim ol,
Hazret-i Allah utandırmaz seni" demiş olsa da ve Mustafa b. Şemsüddin
Ahteri lügatinde müstakim'in karşılığı olarak her ne kadar "doğru nesne"
diye yazsa da istikameti ve sırat-ı müstakimi yeniden ve yeniden anlatmaya mecburuz.
Biz burada birinci bölümde eski kültüre göre bu konuyu anlatmaya çalışacağız,
daha sonra ise yeni bir metotla yani görünenden görünmeyene, maddeden manaya, eşyadan
insana giderek, statikten dinamiğe ve durağan varlıktan devinen (akan) hayata geçip
giderek açıklamaya çalışacağız.
Şimdi burada hemen
istikamet üzere olmak, deyip bunlardan istikamet kelimesini ele alarak işe başlayalım.
Sözlükte "doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma" gibi anlamlara
gelen kavm kökünden mastar olan istikamet "doğruluk, dürüstlük,
adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama" manalarında
kullanılmaktadır. Arapça sözlüklerde istikamet kelimesiyle ilgili olarak genellikle
"dini ve ahlaki hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan
sakınma, Allaha itaat edip Hz. Muhammed'in sünnetine uyma" şeklinde
özetlenebilecek açıklamalar yapılmıştır. Rağıb el-İsfahani, istikamet
kelimesinin düz bir çizgi gibi dosdoğru yol hakkında kullanıldığını ve bundan
dolayı hak ve hakikat yoluna "sırat-ı müstakim" denildiğini ifade ettikten
sonra istikametin insanla ilgili olarak "dosdoğru yol üzerinde sapmadan
ilerlemek" demek olduğunu belirtir. (el-Müfredat, s. 416–418)
Sahabeden Süfyan b.
Abdullah Hz. Peygambere gelip ya Rasûlellah, İslam'a dair bana öyle bir söz söyle ki,
senden başka bu hususta kimseye bir soru sormayayım, dediği zaman Hz. Peygamber
şu az ve öz sözünü söylemişlerdir. "Allah'a iman ettim de, sonra
istikamet üzere ol (dosdoğru ol)" (Müslim, İman, 62)
Kuran-ı Kerimde aynı kelimenin isim ve fiil olarak birçok
yerde geçtiği görülür. "Emir olunduğun gibi istikametli ol"(
Hud 11/ 112). "Bizi sırat-ı müstakime yönlendir" ( Bize doğru
yolu göster).(Fatiha 1/ 6) "Benim Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir"
(Hud 11/ 56) "Rabbimiz Allah'tır dedikten sonra istikamet üzere olan
kimselere melekler gelir "korkmayın, üzülmeyin ve size vaat edilen cennetle
sevinin derler". ((Fussılet 41/ 30). "(Ey Muhammed!) de ki, ben
sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahiy
ediliyor. Artık ona istikamet alın ve ona istiğfar edin" (Fussılet 41/ 6)
"Biz insanı en güzel takvim-(biçim)de (kıvamda) yarattık."
(Tin 95/ 4). Rağıb el-İsfahani bir şeyi ikame etmek, onun hakkını vermektir,
diyor. Allah şöyle buyurdu: "De ki, Ey kitap ehli! Tevratı, İncili ve
Rabbinizden size indirileni ikame etmedikçe (uygulayıp hakkını vermedikçe) hiçbir
şey (esas) üzerinde olmuş olmazsınız." (Maide 5/ 68). Böylece amacın
onun sadece şeklen yerine getirilmesi değil, tüm şartlarını yerine getirerek kılmak
olduğunu dikkat çekmiştir. Mesela birçok yerde namazla ilgili olarak "namazı
ikame edin" Yani tüm şartlarını yerine getirerek, hakkını vererek kılın
demek olur. (Müfredat, s. 418).
İstikamet kelimesi tefsir kitaplarında "samimi ve kararlı
bir imanla hak ve hayır yolunda istikrarlı, dengeli bir hayat sürme" şeklinde
açıklanmaktadır.
Bu ayet ve
hadisteki istikamet kelimesinin öncelikle tevhid inancında kararlılığı ifade
ettiği belirtilmektedir. Nitekim Taberi'nin zikrettiği bir rivayette Resulüllah bu
ayeti (fussılet 41/ 30) okuduktan sonra, "Rabbimiz Allah'tır" diyerek iman
eden insanların önemli bir bölümünün daha sonra küfre döndüğünü söylemiş,
ardından da şöyle demiştir: "Her kim imanla ölürse işte o istikamet
sahibi olanlardandır." (İ. Ans. İstikamet mad.)
Fahreddin
Razi'nin deyişine göre ayetteki "Rabbimiz Allah'tır diyenler"
bölümünün iman ve ikrarla, "istikamet üzere olanlar" bölümünün
de iyi ve güzel işlerle ilgili olduğunu düşünmek daha doğrudur. Razi bu ayeti
açıklarken insanın manevi bakımdan yeterli olabilmesi için kesin bilgi ve iyi
davranışa sahip olmasını hatırlattıktan sonra bütün bilgilerin başında Allah'ı
bilmenin (marifetullah) geldiğini, öyleyse bu ayete göre insanın yetkinliğinin
Hakk'ın zatını tanıyıp O'nun yolunda bulunmaya, bu yolda iyilik etmeye bağlı
olduğunu belirtir. Bütün iyi davranışların vazgeçilmez şartı, ifrat ve tefrite
sapmadan istikrarlı ve dengeli bir şekilde orta yolu takip etmektir. "Böylece
biz sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara 2/ 143) "Bize doğru
yolu göster" (Fatiha 1/ 6) mealindeki ayetlerde olduğu gibi bu ayetteki "istikamet
üzere olanlar" ifadesinde de bu husus dile getirilmiştir.
İslam'da görevler yükseldikçe sorumluluklar da artar. Mesela
ümmeti için gece kalkıp Allah rızası için teheccüd namazı kılmanın hükmü
mendub olduğu halde, bazı selefi âlimler bunun Rasul-ü Ekrem için nafile değil,
İsra suresinin 79. ayetine dayanarak, farz olduğunu söylemişledir. Bu görev
sorumluluğu ve Risalet vazifesini tebliğ bilincinde olan Hz. Peygamber, "Emir
olunduğun gibi istikametli ol"( Hud 11/ 112) ayeti geldiği zaman çok
etkilenmiş ve "Hud suresi beni ihtiyarlattı" buyurmuşlardır.
(Tirmizi, Tefsir, 56/6). Fahreddin Razi, bu emrin itikadi ve ameli hükümlerin tamamını
kapsadığına işaret ederek bu konularda her türlü aşırılıktan uzak bir şekilde
yaşamanın zorluğuna dikkat çeker. Ona göre Hz. Peygambere, aynı zamanda İslam
dininin çok önemli bir ilkesinin ortaya konduğu bu ayettekinden daha ağır bir görev
yükleyen başka bir ayet gelmemiştir. (M. el-Ğayb, XVIII, 71–72)
Enam 6/ suresinin 151-153
ayetlerinde sırat-ı müstakim-doğru yol şöyle açıklanmaktadır: "…Allaha
hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin…kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın
ve Allahın yasakladığı cana haksız yere kıymayın!..Yetim malına yaklaşmayın,
ölçü ve tartıyı adaletle yapın, söz söylediğiniz zaman yakınlarınız bile olsa
adaletli olun. Allaha verdiğiniz sözü tutun. Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur.
Buna uyun; başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi Allah'ın yolundan
ayırırlar." Görüldüğü gibi bu ayetlerde istikamet üzere olan
kimsenin uyacağı emirler ve uzaklaşacağı nehiler sayılmıştır. Kaynaklarda bu
ayetler açıklanırken istikamet kavramı ve müstakim yol hakkında "İslam dışı
her türlü inançtan ve sünnete aykırı düşünce ve davranışlardan, bidat ve
hurafelerden uzak durarak Kuran ve sünnet hükümlerine göre yaşamak" şeklinde
yorumlar yapılmıştır. (Bak. Kurtubi)
Gökyüzü ile yer ayette
belirtildiği üzere Allah emri ile kaim oluyorlar, yerlerinde duruyorlar. "Göğün
ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması O'nun ayetlerinden (varlığının
delillerinden) dir." (Rum 30/ 25) Elmalılı bu ayetin tefsirinde
çekim ve denge kanunları hep Allah'ın emrinden ibarettir demiştir. Şu halde
kâinatın, varlık âleminin, insan, hayvan, bikri ve cansız varlıkların bunları
hepsinin varma olma sebebi Allah'ın koyduğu kaim kanununa veya başka bir ifade ile
istikamet kanununa yani tüm nizam içersinde sana düşen görevi yerine getirme esasına
bağlıdır.
Kaim olma bir duruş ve bir
davranış göstermektir. Bu iyi de olabilir, kötü de olabilir. Mesela yine aynı
kökten gelen kelime kullanılarak ayette "faiz yiyen kimseler şeytan
çarpmış kimse gibi ayakta dururlar." (Bakara 2/ 275) buyrulmuştur. Buna
Muhammed Esed davranırlar, demiştir.
Sosyal olaylarda da denge ve çekim kanunları ve mütekabiliyet
esasları vardır. Allah müslümanlara müşriklerle yapmış oldukları antlaşmalarda
Elmalılının ifadesiyle onlar size istikamet ettikleri müddetçe siz de onlara
müstakim olun buyurmuştur. (Tevbe 9/ 7) Kuranda
Mearic 70/ 19 insanın şerre ve sıkıntılara karşı dayanıksız ve sabırsız, hayır
ve iyilikler konusunda ise paylaşmaz ve vermez olduğundan bahsedilirken bu eksi durumda
olmayan toplumun özellikleri de sayılmıştır. O toplum yani eksiden istisna edilip
artı yüklü olan toplum, onlar namazlarında devamlıdırlar; onların
mallarında fakir fukara için beli bir hak vardır; onlar ahireti, hesap gününü
tasdik ederler; Allah'ın azabından korkarlar; ırz ve namuslarını korurlar;
emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler; şahitlikleri ile beraber ayakta dururlar
ve namazlarını korurlar. İşte onlar cennetlerde ikram olunanlardır.
(Mearic 70/ 19–35)
Burada onlar
şahitliklerinde doğrudurlar, dürüsttürler deyin, onlar şahitlik kurumunu bir toplum
olarak ayakta tutarlar deyin veya onlar doğru şahitlik yapmakla ayaktadırlar deyin ve
nasıl tercüme ederseniz edin, bu ayette tolumla şahitlik, şahitlikle toplum arsında
bir dayanışma olduğu gerçektir. Toplum ancak adil şahitlik yapmakla kaim olup ayakta
durabilir. Bu demektir ki, şahitlik yaşarsa toplum yaşar, şahitlik çökerse toplum da
çöker.
Kuranda geçen ilgili kelimelerden birisi de Allah'ın Esma-ül
Hüsna (güzel isimlerinden) birisi olan kayyum isim ve sıfatıdır. Bu isim
ayetlerde hep Allah'ın Hayy (hayat sahibi) sıfatı ile beraber gelmiştir. "O
el-hayyü kayyumdur" (Allah daima diridir, bütün varlığın idaresini
yürütendir.) Bakara2/ 255; A. Imran 3/ 2; Taha 20/ 111). Elmalılı bu kayyum ismine,
bütün varlıkları görüp gözeten, her şeyi yöneten yönlendiren, yarattıklarını
koruyan, kayıran ve doyuran diye açıklamıştır. (Hak Dini, II, 293)
Peygamberlerin üzerlerine yüklenen ağır görevden dolayı
istikamet üzere olmaları zaten bir zaruretin ifadesidir. Vahiy, peygamberlerin
gidecekleri yolları aydınlatır, onlar vahyin ışığında yürürler. Kendisine
vahyedilen arı bile var olduğu günden beri hiç şaşmadan balını üretmektedir.
Ayette "Rabbin bal arısına vahyetti" buyrulmaktadır. (Nahl 16/
68). Onun için mesela bal arılarının sanatı, şaşmak bilmeyen fıtri bir sanattır
ve bütün peygamberlikler de böyle şaşmak bilmeyen ilahi bir vahidir ki, işte bu ayet
ile buna işaret buyrulmuştur, denilmiştir. (Elmalılı, II, 78). Hz. Peygamber de
Risalet vazifesini yaparken ve Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ ederken örnek
olması bakımından bunları bizzat yaşayıp kendi üzerinde temsil edip gösteriyordu. Bana
bakın, ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın, diyordu. Allah onun
hakkında "Sen sırat-ı müstakim üzeresin" buyurduktan sonra
artık onun istikamet üzere olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. Ancak aynı
zamanda bir insan olması dolayısıyla irade kanunlarına tabi olduğu için vahyin yol
göstermediği zamanlarda o aynı arı gibi programlanmadığından hata yapma ihtimali
her zaman vardır. Ama bu onun için bir eksiklik teşkil etmez; çünkü bunlar önemine
binaen daha sonra vahiy ile düzeltiliyordu. Mesela Tebük seferine katılmak
istemedikleri için gelip Hz. Peygambere mazeret üreten münafıklara izin vermesi
üzerine "sen onlara niçin izin verdin, Allah seni affetsin" diye
bir düzeltme gelmiştir. (Tevbe 9/ 43).
Peygamber olsa da İslam'da hiçbir
şahsın ve hiçbir kimsenin vahye, ayet ve hadise dayanmadan kendi isteği ile bu
haramdır veya bu helaldir deme hak ve salahiyeti yoktur. Kanun ve kural koyma, herhangi
bir konuda yasak veya serbestlik getirme hakkı yalnız Allah'a aittir. Zaten
"elhamdülillah" demek bu demektir. Hamd Allah'ın dediğimiz zaman asıldaki
"li" harfi, mülkiyet bildirdiği için bu, bize hamdin yani kanun ve
kural koyma işinin yalnız Allah'ın mülkiyeti altında olduğunu söylemektedir.
Çünkü Allah bütün âlemlerin rabbidir. Elmalılı bu hakikati "gerçekten
Allah Teala âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları
geçerlidir" şeklinde dile getirmiştir. (Hak Dini I, 126). Tekrar edecek
olursak sıfat ve mevkileri ne olursa olsun hiçbir kulun hüküm koyma hak ve salahiyeti
yoktur. Bu sadece Allah'a mahsustur. Peygamberlerin bu mevzudaki ifadeleri Allah'ın
iradesini ve hükmünü kullarına bildirmek ve açıklamaktan ibarettir.
"Onlar, Allah'ı bırakıp
hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'in Rab edindiler." (Tevbe 9/ 31) ayetinin
manası hakkında, İslâm'a girmeden önce Hıristiyan olan Adiy b. Hatim demiştir ki,
ben Hz. Peygamber'e geldim. Boynumda altından bir haç vardı. Rasülüllah Berae
suresini okuyordu. Bana "ya Adiyy şu boynundaki putu at, dedi" (Tirmizi,
Tefsir, IX, 10) Ben de çıkarıp attım. Hz. Peygamber bu ayeti okuyunca ben ya
Rasûlellah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Allah'ın
helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram
kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?" Ben de evet,
dedim. "İşte bu onlara ibadettir.", buyurdu. (Hak Dini, IV,
318). Bir başka ayetin meali de şöyledir: "Dilinizi yalana alışmış
olduğu için herşeye "şu haram, bu helâldir" demeyin, zira Allah'a karşı
yalan uydurmuş olursunuz..." (Nahl 16/ 116). Bu sebepledir ki selef
âlimleri, hakkında kesin nass bulunmayan şeyler için "haram" demekten
kaçınır, "mekruh, sevimsiz, hoş değil…" gibi ifadeler kullanmayı tercih
ederlerdi.
Hz. Peygamber hanımı Zeyneb'in
evinde bal şerbeti içmiş ve bu sebeple de onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bundan
rahatsız olan Hz. Aişe ile Hafsa Peygamber'e senden meğafir kokusu geliyor, dediler.
Hz. Peygamber meğafir yemediğini söyleyip demek ki balı yapan arı meğafir yalamış
dedi ve bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etti. İşte bunun üzerine "Ey
Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah affeder ve bağışlar" (Tahrim 66/ 1) ayeti
ile başlayan Tahrim suresi inmiştir. Burada Hz. Peygamber'in yapmış olduğu bir
hareket ve almış olduğu bir karar Allah tarafından vahiy ile düzeltilmiştir ki, o da
ortada etkileyici bir sebep olmadan helal bir şey insanlar tarafından haram
kılınamaz.
Hz. Peygamberin zaten istikamet
üzere olduğu belli bir gerçektir. Fakat onun düşünce ve hayatı, hareket ve
davranışları, teori ve pratiği hakkında bir usulü ve metodu var mıydı veya bu
neydi ve nasıldı diye bir soru sorulacak olursa buna bizim cevabımız şudur.
Kuran'da da birkaç yerde geçtiği ve emredildiği üzere ( Enam 6/ 106; Hud 11/ 109;
Ahzab 33/ 2) Hz. Peygamber'in vahye uymaktan ve vahyin dediklerini yerine getirip
yapmaktan başka bir işi yoktu. Mesela bir ayette "ve sana ne vahy
olunuyorsa ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret." (Yunus 10/
109) başka bir ayette de "Ey peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve
münafıklara itaat etme… Rabbinden sana vahyedilene uy" buyrulmaktadır.
(Ahzab 33/ 1–2) Hz. Peygamber, bildiklerine dayanarak karar verirdi, bir konuda eğer
henüz vahiy gelmemiş ise ve o konu acil de değilse vahyin gelmesini beklerdi, eğer
acil bir durum varsa bilgisine ve düşüncesine göre ve kıyas yaparak hemen karar
verip uygulamaya koyardı. Tabi bu karar her zaman isabetli olmayabilirdi. Hz.
Peygamber Bedir savaşında askerlerini konuşlandırdı. Hubab b. Münzir Ya Rasûlellah,
siz bunu vahiy eseri olarak mı yaptınız, yoksa kendinizin içtihadı mı diye
sordu. Hz. Peygamber kendi içtihadım, diye cevap verdi. Hubab, öyleyse burası
konaklanacak yer değil, deyip başka bir yer gösterdi Müslümanlar da onun fikrini
desteklediler ve böylece Hz. Peygamber de ondan vazgeçip bu fikri kabul etti. (Büyük
İslam Tarihi I, 379). Netice olarak Hz. Peygamberin düşünce ve hayatında, hareket ve
davranışlarında esas olan usul ve yöntemin, vahiy, içtihat ve istişare olduğunu
söyleyebiliriz.
Meseleye inananlar açısından
baktığımız zaman şu dünya hayatında zaten yapılacak başka bir şey de yoktur.
Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamaktan başka, müslümanların kendilerini fıtri,
doğal ve ilahi olan İslam'a teslim etmelerinden başka bir çıkar yolları olamaz.
Çünkü İslamsız istikamet olmadığı gibi, imansız da hayat olmaz. İstikametini
kaybeden birey ve toplumlar, dengesini kaybedip düşen ve kırılan cisimlere benzer.
Aslında insanlık tarihinin sayfaları çökmüş, yıkılmış ve yok olmuş toplum ve
devletlerle doludur. Bir bina için şakul ve çekül ne ise birey ve toplumlar için
istikamet de odur. Şakulü ve çekülü bozuk binalar çöker; istikameti bozuk olan
toplumlar da yok olup gider. Zamanımızda yapıldığı gibi anketler, deneyler,
gözlemler, istek ve arzular bize istikameti gösteremediği gibi, istikamet üzere
olmayı da açıklayamaz. Zira bize doğru ile yanlışı, zararlı ile faydalıyı, iyi
ile kötüyü, zulüm ile adaleti açıklayıp öğreten ancak vahiydir ve dindir. O
sebeple bize hem birey ve hem de toplum olarak yön verip ayakta tutacak olan temel
esaslarımız, Kuran, sünnet, içtihat ve istişaredir.
Şimdi de bu ikinci bölümde istikamet meselesini bir de
varlık, âlem, yaratılış, kâinat ve kâinattaki nizam ve düzen açısından bakarak
anlamaya çalışalım ve hilafet görevini tam yapmak diyerek işe başlayalım. Her
şeyden önce şunu söyleyelim ki, bir konu hakkında doğru bilgilere ulaşabilmemiz
için o konunun azından kesinlikle Allah kâinat ve insan üçlü boyutunda ele alınıp
incelenmesi gerekir. Konu insan ve insanın davranışı olunca da Allah'ı nazar-ı
itibara almadan bilimsel anlamda hiçbir şey söylenemez ve bir hüküm ortaya konamaz.
Çünkü insan Allah'ın yeryüzündeki halifesi, memuru ve onun özel bir görevlisidir.
Özeldir, çünkü insan hiçbir yaratığa benzememektedir; görevlidir ve memurdur,
çünkü o kâinatta bulunan yer küresindeki kendi emrinde olmayan ve tabiat kanunları
ile ya da sevk-i tabiileriyle çalışıp varlıklarına devam ettiren hayvan, bitki ve
cansızlarla beraber ve onlardan faydalanarak yaşamak zorundadır. Bir nizama ve bir
düzene uyup onun dışına çıkamayan bir varlık ve varlıklarla nizamsız ve düzensiz
bir varlık nasıl uyum sağlayabilir? Bu sebeple o çevre ile uyum sağlayamazsa yani
diğer varlıklar bir nizam ve düzen içinde bulunurken ve onlar kendi kanun ve
kurallarına uyarken, insanın kuralsız ve kanunsuz, nizamsız ve düzensiz yaşamaya
kalkması bir doku uyuşmazlığına sebep olur ki, bu bizzat insanın kendisinin ölümü
demektir. Böylece insanın kendine göre istediği gibi, ben öyle de yaparım böyle de
yaparım kabilinden bir düzen uydurması da mümkün değildir. Varlıkların en
gelişmişi ve sahip olduğu kabiliyet, yetenek, tüm melekeleri ve aklı ile insan,
mukayesesiz en üstün bir varlıktır. Onun için Hz. Ali'nin insan hakkında şöyle
dediğini Elmalılı eserinde (IX, 312) nakletmektedir.
"İlacın sendedir
de farkında olmazsın.
Derdin de sendendir,
fakat ki, görmezsin.
Sanırsın ki, sen sade
küçük bir cisimsin.
Oysa sende dürülmüş
en büyük âlem"
Allah, yer ve gökleri, canlı ve cansızları, bitki ve hayvanları evre evre
yarattı. Kuran'da Fussılet Suresinde 9. ve 10. ayetlerinde buna "iki günde"
ve "dört günde" denilmek suretiyle bu dönemlere işaret edilmiştir. Böylece
Allah yıldızları, gezegenleri ve cansızları bir dönemde; canlıları, bitkileri,
hayvanları ve insanları ise diğer dönemde var etti. Böylece önce gökler, sonra yer,
sonra canlı varlıklar ve en sonunda da Allah'ın halifesi insan yaratılmış oldu.
Allah insanı yeryüzünde hem cinslerine ve hem de diğer varlıklara karşı kendisini
temsil etmek üzere ve onun adına hareket etmesi için görevlendirmiştir. Bundan
dolayı kendisini çok iyi bir şekilde temsil edebilmesi için ona ne gerekiyorsa
vermiştir. Onu gerekli olan bütün melekelerle donatmıştır. Kendisi gibi onu mürid
(irade sahibi ve iradesini kullanan) kılmıştır. Kuranda da bu konuda ayrıca "ben
ona ruhumdan üfledim" (Hıcr 15/ 29) buyrulmuştur.
Kâinatta Allah tarafından
konulmuş kevni kanunlarla çalışan bir nizam vardır. Biz buna hayvan, bitki ve
cansızlar âlemi diyoruz. Diğer taraftan da yine Allah tarafından konulmuş teşri
kanunlarla oluşmuş akıl ve irade sahibi olan insan ve insanların kurduğu bir irade
nizam ve düzeni vardır. Nizam ve düzen, delillerle sabit olmuş bir hükümler
topluluğudur. Hükümler ise mükellef ve yükümlülerin iman, ahlak, amel ve diğer
mükelleflerle olan münasebetleri bakımından onların yüklenmiş oldukları hak ve
vazifeleri, alacak ve borçlarıdır. İman, bu nizamın içine girmeye karar vermektir.
Ahlak ise bu nizama girmedeki ihlâs ve samimiyettir. Amel ve uygulama da -bir bakıma biz
buna istikamet de diyebiliriz- nizamın bir gereği olan mükellefiyettir. Ünsiyet
ise mükellef ve yükümlülerin amel ve uygulamalarında bulunması gereken uygunluktur.
İslam, hakkı kalp ile tasdik, icmalen de olsa dil ile ikrar etmektir. "Hakka
inandım ve hükümlerine teslim oldum", demektir. Hakkın bilinmemesi, ona iman
etmeye bir engel teşkil etmez. Mükellef ve yükümlüler önce hak ne ise ona inanır,
sonra da onu arayıp bulmaya çalışırlar. Hak, nizama uygun olan şeydir. İşte biz bu
sebeple hak üzere olmak istikamet üzere olmak, istikamet üzere olmak da nizama ve
düzene uygun hareket ve davranışlar içersinde olmaktır, diyoruz.
Nizam ve düzeni, canlı ve
cansızları yaratıp var eden Allah koyup kurmuştur. O, âlemi çift çift yaratmış,
kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve
bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve
iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. İşte bu sebeple hamd O'na
aittir.
Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli
kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah,
ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını;
iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini
gerçekleştirmiştir. İşte istikamet üzere olanlar demek, bu açıklanan nizamda
üzerlerine düşen rolü tam olarak yerine getirenler demektir. İşte Peygamberlerin
Risalet, insanların ise hilafet görevleri bunu gerektirir. Sırat-ı müstakim üzere
olan tüm peygamberlerin istikamet üzere olduklarını ben söyleyeyim. İnsanların ise
bugün istikamet üzere olup olmadıklarını siz söyleyin.
İstikametten uzaklaşmada dâhili unsurlar mı daha etkilidir,
yoksa harici unsurlar mı diye bir soru sorabilirsiniz. Hemen söyleyelim ki, birey ve
toplum yöresel ve küresel kavramları tam tarif edilip anlaşılmadan buna tam ve doğru
bir cevap bulmak zordur. Çünkü bireyle toplum arasında bir denge bulunduğu gibi, iç
ve dış, yöresel ile küresel alanda da bir denge, geliş gidiş, etki ve tepki
münasebetleri vardır. Yalnız burada iki şey arasındaki denge demek değer verme
açısından fifty fifty demek değildir. Çünkü ayette istikamet üzere olan
peygamberin görevini yaparken topluma karşı korunacağı ifade edilmiştir. "Ey
Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik
görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."
(Maide 5/ 67). Şu halde bireyin daha önemli olduğu burada görülmektedir. Mesela
dünya ile ahiret dengesinde de aynı şeyi araştıracak olursak "…ahiret
yurdu ise müttakiler için daha hayırldır." (enam 6/ 32) "Bu
dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurdu ise işte asıl
gerçek hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı." (Ankebut 29/ 64) gibi ve
benzer ayetlerle karşılaşırız. Bunları ifade ettikten sonra biz, istikametten
uzaklaşmada, toplumun bozulma ve çözülmesinde kötülüklerin yayılması ve toplumun
dağılmasında iç dinamiklerin dış dinamiklerden, dâhili odakların da harici
odaklardan daha etkin olduğu hakkındaki görüşümüzü dile getirmeliyiz. Ancak bu
meseleye merkez ile muhit terimleri ile bir çözüm arayacak olursak, bütün
peygamberlerin yepyeni bir toplum oluşturmada veya toplumları iyileştirmede merkezden
muhite doğru bir yol izlemiş olduklarını görürüz.