.

    Müstekbir İnsan Sınıf Cemaat ve Düzenler
Müstaz’af İnsan Sınıf Cemaat ve Nizam

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


Ezen Baskı Yapan Sömüren Horlayan Aşağılayan ve Kibirlenen Müstekbir İnsan Sınıf Cemaat ve Düzenler

Ezilen Baskı Gören Sömürülen Horlanan Aşağılanan ve Küçümsenen Müstaz’af İnsan Sınıf Cemaat ve Nizam

 

Ben bu yazıyı yazmaya başladığım zaman takvim 14 Şubat 2008 Perşembe gününü gösteriyordu. Bugün ülkede ve tüm dünyada her türlü olaylar, siyasi, iktisadi askeri ve sivil olaylar hep kendi şartları içersinde cereyan edip gidiyor. Hem birey ve hem de toplum açısından hayat, yatağında akıp giden ırmaklara benzer, diyebiliriz. İnsan eli değmemiş dereler; tepeler, dağlar ve ovalardan kıvrıla kıvrıla akıp giden nehirler en kısa, en doğru, en barışçıl, en adil ve en ekonomik yolu bulmuş olarak hayatlarına devam ediyorlar. Fakat bugün insan ve toplumların bu nehirler kadar doğal ve onlar kadar tabiata uygun ve hatta fıtratlarını yaşayıp kendilerine yakışır ve yaraşır bir hayatta olduklarını söyleyebilir miyiz? Toprak suya müdahale eder mi, onun bileşimini değiştirir mi? Bu toprak-su birlikteliği nasıl bir beraberlik ki, yüz yıllardır, hatta milyon yıllardır kavga yok, dövüş yok, kibir, gurur yok, ezmek ve ezilmek yok, eğer sömürü ve baskı derseniz o zaten hiç yok. Toprağa sorun, sudan memnundur, suya sorun, topraktan memnundur. Toprak der ki eğer su olmasa ben yokum, su der ki toprak olmasa ben nerede eğleşir dururum. İşte toprak ile  su, koyun koyuna girmiş, sarmaş dolaş olmuş sevgililer gibi böylece hayatlarını devam ettirip gidiyorlar. Biz insan olarak bu toprak ile suyu kıskanıyoruz, onları özlüyoruz içimizden, onları tebrikler tebrikler! diye haykırarak alkışlıyoruz.

Bu duygu ve düşüncelerden sonra insana döndüğümde ondaki gördüklerim, birey ve toplum birlikteliğindeki o yıkıntılar ve çöküntüler, kavgalar ve dövüşler, fert ile devlet ve devletler arasında olan ilişkilerdeki aldatmalar, kandırmalar, baskılar, zulümler, dövüşecek öküzlerin kafalarını sallaya sallaya kuvvet gösterisinde bulundukları gibi, ben ben ve ben diyen kaba kuvvet sahibi üst kattakiler ve tepeden bakışları, dünya benim emrimde yürüyor kuruntusuna kapılmış olanların insanlığın başına himen kesilmesi ve onların emir eri olan ülke, bölge ve illerdeki yöneticilerin alt kattakileri çiğneyip ezmesi, zerre kadar insanlık haysiyet ve şerefini tanımadan sömürmesi ve insan denilen bu eşsiz varlığı bir hayvan mesabesine indirgemesi… Heyhat... Her taraf serap, insanlık bugün insanlıktan çok uzak.

Ya Rab! Sen meleklere ben yeryüzüne halife tayin edeceğim demiştin. Onlar da Aaa! Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek olanları mı, diye sordular.(Bakara 2/ 30). Yoksa bugünkü insanlar senin halifen değil de bozguncu, baskıcı ve kan dökücü varlıklar mı? Yoksa bu tip ve bu grup insanlar çoğunlukta olup da onlar mı iş başında? Allah Âdem’i yarattı ve ona varlığın isimlerini öğretti. Sonra Allah, itiraz eden meleklere bu varlıkları sordu, onlar da bilemediler ve hatalarını anladılar. Bu defa Allah meleklere Âdem için secde edin diye emir verdi. Tüm melekler secde etti, fakat İblis secde etmedi, o Allah'ı tanımadı, dinlemedi, kibirlenip büyüklendi ve böylece kâfirlerden oldu. (Bakara 2/ 24). Ey Allah’ım! Yoksa bugün senin Âdeme verdiğin eğitim ve öğretimi kabul etmeyen, seni ilah ve mülkün sahibi olarak tanımayan, büyüklenip senin emrini dinlemeyen, İblis mirasçısı müstekbirler, hâkim biziz ve hâkimiyet bizim elimizde diyerek ve öyle sanarak hâşâ ilahlık mı taslıyorlar? Evet, aynen öyledir, bu Rönesans medeniyetini kuranlar ekonomi ve siyasete yön verenler, Karun ve Firavun misali benlik büyüklüğüne kapılarak Allah'ın mülkünde gaspçılık yapıp talan ve yağmacılığa başvurdular ve çapulculuk ettiler. Vurdular, kırdılar, ezdiler, horladılar, zulmettiler, baskı yaptılar, kibirlenerek aşağıladılar ve sömürdüler. Evet, bunlar Allah’ın koyduğu ekonomik ve siyasi düzeni tanımayıp reddettiler ve Allah’ın mülkünde tanrıtanımazlık günahını işlediler. "Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin Allah'ım!" (A'raf 7/ 155)

Ancak bu böyle gider sanmayın, insan vücuduna ve toplum bedenine batmış bu dikenleri, insan haysiyet ve şerefini ayaklar altına alan ve kişiliğini elinden alıp onu bir enstrüman gibi kullanan nizam ve düzen tanımaz bu anarşist ve teröristleri, Allah'ın koyduğu biyolojik ve sosyolojik kanunlar, bir gün gelip bunları bünyesinden temizleyip dışarı atacaktır. Geceden sonra gündüz gelir; gece medeniyetinden sonra gündüz medeniyeti gelir. Sonbahar ve kıştan sonra ilkbahar ve yaz gelir. Cemre düşer havaya, suya ve toprağa, ısınır yer, ısı, ışık ve nem gelir, böylece çimlenir toprak, ağaçlar da çiçek açar, yeşil yeşil, yaprak yaprak, bunda asla zerre kadar bir şüphe yok. Yalnız müslümanlar, Allah'ın koyduğu doğal-ilahi olan düzeni öğrenerek hayatlarında en kısa, en faydalı, en güzel ve en doğru yolu bulup uygulamaya koymalı ve artık öğrenme ve öğrendiklerini uygulamaya başlamış olmalıdırlar.       
                 İslam'a göre insanoğlu için hayat bir imtihandır. Çükü Allah, insanlardan hangileri daha güzel işler yapacak diye imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı var etmiştir. (Mülk 67/ 2) Aslında bu imtihan hayatı da bildiğimiz ve henüz daha bulup da bilemediğimiz bir takım dengelerden ibarettir. Zira insan hayatı demek, Allah, kâinat ve insan düzleminde üç boyutuyla birlikte hareket ve davranışlarda bulunmak demektir. İşin gerçeğine bakacak olursanız, gökler hep birbiriyle ahenkli yaratılmış olup varlık âleminde ve insan hayatında da hiçbir uygunsuzluk ve düzensizlik bulunmaz; gözler çevrilsin semaya bir eksiklik, aksaklık ve çatlak görülmez. (Mülk 67/ 3).   

İnsan ve toplum hayatının nasıl olduğunu anlamak için Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman bir balans, ölçü, mizan ve denge görüyoruz. Zaten Allah bunu Kuran’da Rahman Suresi’nde açık açık söylüyor. “Allah göğü yükseltti ve mizanı-balansı bozmayın diye dengeyi-balansı ve ölçüyü koydu. Ta ki, ölçüyü ve teraziyi denk tutun ve dengeyi kurmakta eksiklik yapmayın” buyurdu. (Rahman 55/ 7–9). Aslında Allah, bu ayetlerde konumuz olan insan ve toplum hayatındaki var olan dengelerden bahsetmektedir. Üzerinde duracağımız bu müstekbir ve müstaz’af sınıflar toplumda karşılıklı olarak menfi-olumsuz ve müspet-olumlu iki kümeyi ve terazinin iki kefesini meydana getirirler. Esasta bu eşyanın tabiatında mevcut olan sosyal bir olgu ve bir vakıadır. Hatta Kuran’daki iman ile küfür, iyilik ile kötülük, cennet ile cehennem de dünyaya yansıyan yönüyle hep bu sosyal dengenin iki yanını oluşturan taraflar olarak hizmet verirler. Adalet ile zulüm de böyledir. Mesela adalet işi, sadece bir bakana, savcı ve hâkimlere bırakılamayacak kadar çok ağır bir iş ve toplumsal bir olaydır. Onun için herkes adalete omuz vermelidir. Adalet sadece hâkimin mahkemede verdiği doğru bir karar değildir. İnsanın her türlü iradi hareket ve davranışlarında ya adalet veya zulüm vardır. Eğer bir ülkedeki tüm Müslümanlar ve tüm müminler (vatandaşlar) toplum için gözetleyen ve takip eden şahitler olarak adaleti ayakta tutan kimseler olup adaletin gerçekleşmesi için onun yanında yer alırlarsa kendilerini zulümden ve zalimlerden, ezen ve korkutan kodamanlardan korumuş olurlar. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. (Hud 11/ 114). Cennetin ırmakları cehennem ateşini söndürür, zenginin sadakası fakirliği kaldırır, tevazu kibri yok eder, adalet yapmak zulmü önler, kula kulluk köleliktir, Allah’a kulluk ise özgürlüktür, insanların uydurduğu düzenler kavga, savaş, yıkıntı ve çöküntü, zorluk, sıkıntı ve stres getirir, Allah’ın koyduğu nizam ise sevgi ve saygı, barış, güven, huzur ve neşe getirir.      

"Müstekbir, kendini büyük ve üstün görüp gerçekleri kabul etmeyen, hakka karşı inatla direnen kimse demektir. Rağıb el-İsfahani'nin de belirttiği gibi "büyük" ile "küçük" izafi kavramlar olup bir şey nispetle küçük olan diğerine göre büyük sayılabilir. (bak, Müfredat). Bu izafiyet ve nisbilik Kuran-ı Kerimde de görülmekte ve ayetlerde "istikbar" ile ilişkili olarak istizaf da zikredilmektedir. Müstaz'af, zayıf ve cılız olmak anlamından alınmış bir sıfat olup "zayıf ve cılız kabul edilen, hakir görülen kimse ve kimseler demektir" (Lisan-ül Arab).

İstikbar yer yer Allah'ın ayetlerini yalanlama, inatta ısrar etme, selim fıtratın istikametinden ayrılma, başkalarını Allah yolundan çevirmeye çalışma eylemleriyle birlikte zikredilmektedir. (Araf 7/ 36; 40; Nuh 71/ 7; Nisa 4/ 172; Münafikun 63/ 5) Hadiste müstekbirlerin, içine konan hiçbir şeyi tutmayan devrik testi gibi olan (Müslim, İman 231; Tirmizi, Tefsir 83/1) ve inanmaya yanaşmayan kalplere sahip oldukları belirtilmektedir (Nahl 16/ 22).

İstiz’afa örnek ise ayette Firavun dönemindeki İsrail oğulları verilerek dünyada haklı oldukları halde zayıf ve güçsüz sayılıp ezilenlerin Allah tarafından, büyüklük taslayan zalimlerin iktidarlarına ve topraklarına varis kılınacakları bildirilmektedir. (Araf 7/ 137; Kasas 28/ 5) Ayrıca zayıf ve güçsüz kalan erkek, kadın ve çocukları kurtarmak için savaş vermenin gerektiği ifade edilmektedir (Nisa 4/ 75).

Bu müstekbir ve müstaz’afların az önce de ifade etmeye çalıştığımız toplumda bulunan iyiler ve kötüler gibi iki ayrı ve karşıt, çatışan ve savaşan sınıflar olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar aynı zamanda siyasi ve ekonomik kurum ve kuruluşları vasıta yapıp kullanarak aşağıladıkları sınıfları ezerler ve onları on beş sente muhtaç ederek ayaklarının altına almak isterler. Bunları bugünkü halk arasında kullanılan kelimelerle ifade edecek olursak, ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler, horlayanlar ve horlananlar diye de ifade edebiliriz. Aslında “müstekbirun” kalıbı teşkilatlı bir cemaati, bir düzeni ve sistemi de ifade eder. Sosyal hayattaki bu ezici ve baskıcı, horlayıcı ve sömürücü grup, dernek ve cemaatler toplumda bir kesim ve kısım oluşturabileceği gibi, uygulanan sistem ve din haline getirilen düzen ve rejimler de olabilir. Allah’ın koyduğu doğal-ilahi nizamı kabul etmeyenler, kendi uydurdukları çarpık, bozuk ve zararlı sistem, rejim ve düzenlere din derler ve din gibi sarılırlar. Firavun’un kendisinde ve vatandaşlarında din mi vardı. Hâlbuki Firavun “Bana izin verin, Musa’yı öldüreyim…çünkü ben onun sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum” demişti (Mümin 40/ 26)    

Hz. Âdem’in büyüklüğünü kabul etmeyerek ilk kibirlenme olayını icat eden şeytanın ümmeti olan ve tarih boyunca kendilerini büyük göstermeye çalışan bu kalantor kimseler aslında kendilerinin büyük olmadığını biliyorlardı. Aslında ısrarla karşı çıktıkları şeylerin de bir gerçek ve bir hakikat olduğundan emin idiler. Ancak selim fıtratlarının sesini dinlemeyerek hakkı ve hak taraftarlarını baskı altında tutmak için karşıtlarıyla alay etmeyi ve kibirlenmeyi bir araç olarak kullanmışlardır. (krş. Neml 27/ 14).

Tarihteki geçmiş kavimlerin kendilerine gönderilmiş peygamberlerine karşı üstünlük taslayıp büyüklendiklerini Kuran’dan öğreniyoruz. Hud, Salih ve Şüayb peygamber bunlar arasındadır. Ülkesinde üstünlük taslayan, halkını zayıf ve güçlüler diye ikiye bölen ve zayıfları öldüren ve itidal sınırlarını çoktan aşan bir zorba olarak nitelenen Firavun ve yandaşları da Hz. Musa ile Harun’a da aynı tavrı göstermişler kibirlenip böbürlenmişlerdir. (Kasas 28/ 4; Duhan 44/ 31). Ancak İsrail oğulları da kendilerini zilletten kurtarmaya çalışan bu iki peygambere Firavun’un yaptıklarını yapmaya çalışmışlar, onları horlamışlar ve az kalsın onu öldüreceklerdi. (Araf 7/ 150). Hatta Allah, ayette İsrail oğullarının nefislerinin istemediği mesajları getiren peygamberlere karşı büyüklük tasladıklarını dile getirerek peygamberlerin bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz buyurmaktadır. (Bakara 2/ 87)              

İlahi gerçeklere karşı kendini beğenme ve kibirlenme psikolojisine kapılanlar Hz. Peygambere de aynı küstahlığı yapmışlardır. Onlar Allah’ın birçok lutfuna mazhar olmuş, Kuranın üstünlüğünü anlayabilecek kabiliyette yaratılmış oldukları halde mesela Velid b. Muğire gibi kişiler bile bile kibirlenerek gerçeğe sırt çevirmişler ve Kuran için “sihir türü bir beşer gözü” demişlerdir. (Müddessir 74/ 11–25). Hatta Hz. Peygamber, Taif Seferinde Beni Sakif’in göstermiş olduğu büyüklenme tepkisi ve güçlünün zayıfı ezme psikolojisi karşısında Allaha şöyle bir yakarışta bulunmuştur. “ Allah’ım! Gücümün yetersizliğini, çaresizliğimi ve insanlar yanında önemsiz algılanmamı sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf ve güçsüzlerin rabbi sensin, benim rabbim sensin!” (İbn Hişam, I, 420). Yine Hz. Peygamber, Mekke’de kalıp da müstekbir müşriklerin alaylı tavırları ve eziyetlerine maruz kalan müminlerin acıklı halini unutmamış, namazlarda, rükû ve secde aralarında zaman zaman bazı sahabilerin ismini bizzat anarak şöyle dua etmiştir: “Allah’ım Velid b. Velid’i, Seleme b. Hişam’ı ve Ayyaş b. Ebu Rebia ile Mekke’deki diğer müstaz’af müminleri kurtar!” (Buhari Tefsir, 4/21)

Kuranda dünyada haksız yere böbürlenenlerin gerçekleri görseler bile inanmayacakları, hedefe ulaştıran yola değil, azgınlık yoluna girecekleri söylenir ve böylelerinin özellikleri Allah’ın ayetlerini yalanlamak ve umursamazlık içinde oldukları belirtilir.(Araf 7/ 146) Müstekbirlerin en kötü davranışı Allah’ın varlığını, birliği, yüceliği ve tüm evrene hâkimiyetini kabul etmemesidir. Hz. Peygamber, kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini haber verdi. Bu kibir işte müstekbirin kibridir. Nitekim sahabiler, “İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister, bu da kibirden sayılır mı? Sorusuna karşılık Resulüllah, “Hayır, kibir gerçeği gerçek olarak görmemek, onu benimsememek ve insanları gerçeği kabul ettikleri için hakir görmektir”, buyurdular. (Müslim, İman, 147–149)

Kuranda dünya hayatında beden, servet ve itibar açısından güçlü olanlarla zayıf konumunda bulunanların ahirette birbiriyle tartışacaklarına ve zayıfların güçlülere “biz size uyduk” böylece siz bizi yoldan çıkardınız diye onları suçlayacakları dile getirilir. Fakat bu itiraz onlara bir fayda vermez. (İbrahim 14/ 21; Sebe 34/ 31–33; Mümin 40/ 47–48)

Ayet ve hadislerde güçlü, ezen ve hâkim kimse ve kimseler için kullanılan müstekbir ve zayıf, ezilen ve küçümsenen kimse ve kimseler için kullanılan müstaz’af kelimelerinin başındaki “sin” harfi kelimelerin gerçekte kuvvet ve zaaf ifade etmediğini göstermektedir. Müstekbir “kendini güçlü ve üstün gören”, müstaz’af ise başkalarında zayıf sayılan demektir. Gerçekte güçlü olan ise hakkı benimseyip temsil eden, gerçekte zayıf olan da batılı tercih edendir. (B. Topaloğlu, İ.Ans.)   

Zulüm abad olmaz; adalete aykırı hiçbir hareket ebedi hayat bulmaz. İnsanlık tarihinin beyaz sayfaları siyasi zulümlerin ve ekonomik sömürülerin kara, kömür gibi simsiyah yazılarıyla doludur. Hak gelince batılın yok olduğu gibi, adalet gelince de zulüm ortadan kalkacaktır. Yalnız ayette de belirtildiği üzere bu dengeleri adaletle ayakta tutmak gerekir. Bu dengelerin menfi ve olumsuz tarafında yer alan zulüm, kötülük, baskı ve küfür gibi şeytani işler, karşı tarafın ağır basmasıyla etkisini kaybeder ve böylece yok olmaz ama varlığı da hissedilmez hale gelir. Ancak mevsim onların mevsimi ve nöbet sırası da karşı tarafta ise aynı çağımızda olduğu gibi işte o zaman müstekbirler, sistemi arkasına alan kodamanlar hak hukuk tanımadan karşıdakini yok etmeye çalışırlar. Oysa eşyanın tabiatında gurur, kibir ve zulüm yok, adalet var, paylaşma var. Vücudun uzuvları birbirlerine karşı kibirlenip böbürlenerek diğerini ezmeye veya yok etmeye çalışıyor mu? İlahi düzende birey toplumun bir parçası ve duvarın bir tuğlası olduğu gibi, her toplum da kendinden büyük bir üst toplumun parçası olduğunu unutmamalıdır. Aslında tüm kâinat, bir tarafta insanlar, diğer tarafta hayvanlar, beri tarafta bitkiler öteki tarafta ise cansızlar olmak üzere, dört parçalı bir makine gibi yeknesak bir şekilde birlikte çalışmaktadır. Ne var ki, Allah’ın kurduğu bu düzeni algılayamayanlar veya tanımayanlar ya da ilahi buyrukları dinlemeyenler, dinleşen düzenler ve hâşâ ilahlaşan yöneticiler icat ettiler. Böylece merkeziyetçi, sömürücü-faizci, çoğunlukçu, iktidarcı, gaspçı, insan kişiliğini bölücü-köleci ve işçi üretici, insan fıtratına ters düşen bir bozuk düzen kurdular. Oysa adem-i merkeziyet, bucak, il ve devlet böylece yerinden yönet, vergide zekat, iktidar ve muhalefet diyerek çoğunluğa dayan muhalefeti de yok kabul et, hayır, temsilde olmazsa olmaz nispet, mesela iktidar yüzde 65 ise onun hakkı bu kadar olup geri kalanı da sahip olur muhalefet. Kişilerin üretim yapmaları için yönetimden izin almaları da nereden çıktı, çünkü öyle emretti merkantilist zihniyet. Sadece üretim mi ya ithalat ve ihracat, bunlar yasaktır hep; gümrük var, izinsiz ne bir mal getirebilirsin ve ne de çıkarabilirsin, buna da demeli egoist milliyet ve bencil millet, bunu da müstekbirin bir işi kabul et. Kişilik bölünmez, yoksa köle olur. Kişi demek düzenin çalışmasında görev alan kimse demektir. Seçersin ama seçilemezsin, yaşın küçük demek, başka bir şey değildir, sadece bölücülük etmek, bu kadar mı basittir bir görevli tayin etmek. Eğer biliyorsan tunç kanunu ne demek, bilirsin bozuk düzende işçi üretmek. Dede işçi, baba işçi, oğul işçi, torun işçi ve sonuna kadar işçi hep. Kâinatta ancak Allah’ın koyduğu kanunlar cereyan eder, ey insanlık, gel sen bu kanun koyma sevdasından vazgeç. Çünkü müstekbirliğin en kötüsüdür Allah’ı dinlememek ve onun düzenini kabul etmemek. Ya Rab! Bizi bu iman ile haşret!


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.