. |
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
İnsan için din hukuk ve ahlak hep
birer sosyal kurum ve kurallardır. İnsanın biyolojik olaylara ihtiyacı oldu gibi
sosyal olaylara ve ekonomik olaylara da ihtiyacı vardır. Olay, olan ve meydana gelen
demektir; ortaya çıkan her türlü hal ve keyfiyet ve hadise bir olaydır. Mesela temiz
kanın kalpten çıkıp atar ve kılcal damarlarla bütün vücuda dağılması biyolojik
bir olaydır ve insan biyolojisinin de bu bakımdan daha çok bireysel olduğunu
söyleyebiliriz. Yalnız burada bireysel ve toplumsal kelimelerini kullanırken bunların
anlamlarını çok iyi kavrayıp rengin en ince tonlarını dahi hesaba katmamız gerekir
Zaten biz de onun için insan biyolojisinin daha çok bireysel olduğunu
söyleyerek yiyecek ve içecek maddelerinin ağzımıza gelene kadar toplumsal bir tarafı
bulunduklarına işaret etmek istedik. Aslında insan denilen bireyin her tür inanış ve
düşünce, hareket ve davranışlarının mutlaka bir toplumsal boyutu da vardır. İşin
gerçeğine bakacak olursanız, tuğlayı duvardan, duvarı da tuğladan ayırmak o kadar
kolay olmadığı gibi, bireyi de toplumdan toplumu da bireyden ayırmak mümkün
değildir. Bireysel demek bireye ait, ferdi,
ve bireyle ilgili olan demektir. Toplumsal ise topluma ait, içtimai, sosyal ve toplumla
ilgili olan demektir. Social kelimesi aslında Fransızca bir kelime olup XX.
Yüzyıl başlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. İçtimai ve toplumsal
karşılığı olarak kullanılan sosyal kelimesi, bir bireyle topluluğun diğer üyeleri
arasındaki ilişkileri ifade eder. Mesela cemaatle kılınan bir namaz, herkesin, bütün
müslümanların birlikte meydana getirdikleri bir ürün ve bir amel olup aynı zamanda
sosyal bir olay olduğu gibi, toplumda sağlanması gereken adalet de yine ancak herkesin
omuz vermesiyle gerçekleştirilebileceği için sosyal bir olaydır, diyebiliriz. İşte
din, hukuk ve ahlak dediğimiz kurum, kuruluş ve kuralların bireysel tarafı bulunmakla
beraber sosyal ve toplumsal bir tarafları da vardır. Bizim kanaatimize göre temelde
din, ahlak ve hukuk kuralları aynı fizik kurallarında olduğu gibi, Allah tarafından
konulmuştur. O sebeple tabiatta mevcut olan ve sosyal hayatta uyguladığımız bütün
kural ve kanunlar Allah tarafından konulmuştur. Nasıl su katı sıvı ve gaz gibi üç
çeşit halde bulunabiliyorsa ve bunu Allah yapmışsa, insanların mal üretmelerini ve
alış verişte bulunmalarını, insanların nikaha dayalı aile kurmalarını ve
çoluk çocuk sahibi olmalarını, insanların vücutlarını örtünmelerini ve
giyim-kuşam, kılık ve kıyafet sahibi olmalarını isteyen ve koyan da Allah'tır.
Böylece gerek tabiatta ve gerekse sosyal hayatta cereyan eden tabii ve sosyal olayların
kanunlarının Allah'ın bir iradesinden ibaret olduğu iyi bilinmelidir.
Dini, hukuku ve ahlakı koyan Allah
olduğuna göre bunların uygulaması da onun istek ve iradesine göre yapılmalı derim.
Eğer bu kurum, kuruluş ve kurallar kendi alanlarında tam kapasiteleriyle normal ve
doğal bir şekilde çalışırsa o toplumlar normal toplumlardır. Dini olaylar dini
hareket ve davranışlarla, hukuki olaylar hukuki hareket ve davranışlarla ve ahlaki
olaylar da yine ahlaki hareket ve davranışlarla üretilip yürütülüyorsa o toplum
normal bir toplumdur ve bu toplumda tam bir iş bölümü var demektir. Biz bunlara İslam
hukukundaki teknik terim ile azimet-(normal ve doğal) toplumları diyoruz.
Eğer din, hukuk ve ahlak kuralları tam çalışamıyor, eksik
çalışıyor veya kendi alanlarında değil, alan kayması olmuş, hukuk ahlaka tasallut
etmeye başlamış, ahlaki bir olay hukuki bir davranışla yönetilip yönlendiriliyorsa,
ya da din ve din temsilcileri, din adamları kendi istek ve arzularına ve de keyiflerine
göre hukuku yönetmeye kalkarlarsa o toplumlar da anormal toplumlardır. Toplumlarda
kuruluş dönemlerinde ikame kanunları çalışabilir, bu faydalı da olur. Ancak ikame
kanunları, mesela servis yolu devamlı olamaz. Çünkü hukukun kanunları ile ahlakın,
ahlakın kanunları ile dinin kanun ve kuralları aynı renkte olsalar bile aralarında
ton farkları vardır. Şu halde biz insanlara düşen, hangi alanda zemin ve zamanda
olursak olalım gücümüzün yettiği kadar dini ahlaki ve hukuki hareket ve
davranışlar içersinde olmamızdır Bir ahlak kuralı ebedi olarak
hukuk tarafından yönetilip yönlendiriliyor ve öyle uygulanıyorsa ve bu kuruluşunu
tamamlamış tam bir devlet-toplum olmuş bir yerde yapılıyorsa ve bu hem de iyi niyet
ile yapılmışsa teknik ifade ile buna ruhsat toplumları adı verilir. Meselenin
daha iyi anlaşılması için biz bunları sağlıklı toplumlar ve hasta
toplumlar diye de ifade edebiliriz. Bunları iyi niyetle yapanlara ruhsat toplumları,
kötü niyetle yapanlara ise hasta toplum da diyebiliriz. Burada bir örnek vermek gerekirse
ahlaki bir olayın hukuk ile muamele gördüğünü şu misal ile açıklayabiliriz.
Mesela İzmir'in Kemeraltı caddesinde Şen Kasap dükkânının önüne gelen bir kadın
vitrinin önünde çırılçıplak soyundu ve yürümeye başladı. Bu durumda normal bir
insan veya İslam toplumunda yapılacak şey, o caddede bulunan insanların hemen bir
çarşaf veya battaniye bulup kadının üzerini örterek duruma ilk yardım
yapmalarıdır. Çünkü bu insanların önünde çıplak olma işi ahlaki daha doğrusu
ahlakdışı bir olaydır. Burada ahlaki bir olay yine ahlaki bir davranışla
yönlendirilmiştir. Bu sebeple bu ilk yardımı yapan esnaf, doğru bir davranışta
bulunmuştur. Eğer onlar böyle yapmayıp da hayır biz karışamayız herkes hürdür
veya devletin polisi vardır diye ahlak polisine telefon etmeye kalkarlarsa işte o zaman
bu ahlaka hukukun karışmasıdır ki, bunun çok zararları da olabilir. Hatta
verdiğimiz örnekte polis ne zaman gelecek ve bu görüntü de çoluk çocuk, kadın ve
erkek herkesi tedirgin edecektir. İtfaiye gelinceye kadar herkes ve bütün komşular
yangını söndürmeye çalışmalıdırlar. Onun için ahlak, insanların oradan buradan
emir alarak yaptıkları hareket ve davranışlar değil, bilakis kendi vicdanlarında
duyduğu olumlu hislere dayanarak faaliyette bulunmalarıdır. Bu yüzden ahlak dışı
olayları ve toplumda görülen gayr-i ahlaki hareket ve davranışları hukukla ve
kanunla yok etmeye çalışmak fayda verse bile tam olarak derde deva olmaz. Çünkü ceza
ve karşılık, yapılan işin ve ortaya konun davranışın kendi cinsinden olmalıdır.
Hukukun dinselleştiği veya ahlaka
büründüğüne de bir örnek vermek gerekirse Hz. Peygamber’in Medine’de
devletin-toplumun kuruluş evresinde veya daha sonra sahabilerin gösterdikleri hareket ve
davranışları buna iyi bir misal olabilir. Mesela Hicretin 9. yılında Medine'de büyük bir kıtlık
oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam'da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük
bir ordu hazırladı. Resûlüllah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken,
kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebu
Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanması için bağışladı. Aslında bir
ordunun ihtiyacı olan her türlü teçhizat ve mühimmatın temini hukuki bir olay olup
devletin vergileri ile gerçekleştirilir. İşte Hz. Ebu Bekir olayın farkına
vardığı için sadece vergiler yetmeyeceği ve hukuk çaresiz kalacağı için hukuksal
bir olay karşısında dini ve ahlaki hareket ederek malının hepsini getirip vermiştir.
İşte biz buna da hukukun ahlaksallaşması diye ifade etmek istiyoruz. Bilhassa
laikliği savunan ve laiklik üzerine oturan devlet ve toplumlarda önemli olan hukuktur.
Hukukun arkasında devlet olup onu yürütüp uygulayan da devlettir. O sebeple laik bir
devlet din ve ahlaki olaylara karışmaz. Eğer laik bir devlette giyim kuşam kılık ve
kıyafet gibi din ve ahlakla ilgili olaylara karışılıyorsa o devlete laik demekten
daha ziyade primitif ve ilkel kelimeleri daha çok yakışır. Hukuka destek ve onun aciz
kaldığı yerde dini ve ahlaki fedakârlık ise kişinin vicdani ve kendi ihtiyari
davranışından başka bir şey olamaz. Yani din ve ahlak alanlarında hukukun
zorlayıcı gücü kullanılamaz. Bunu yapanlar zalimlerin ta kendileridir. Hukuk
herkesi ilgilendiren bir husustur. Ahlak ise yaratılış itibariyle fıtri farklılıklar
demek olup herkesin kendi vicdanında duyacağı his ve duygunun derecesine göre
yapacağı fedakârlık demektir. Bu sebeple ahlakin müeyyidesi devlet değil,
vatandaşların tasvip veya reddi, alkış ya da yuhalamalarıdır. Dinin müeyyidesi de
cennet ve cehennem, istek ve korkusudur, denilebilir. Din,
hukuk ve ahlak hepsi yerli yerinde olup tam kapasite ile çalışıp kendi alanlarında
çalıştıkları zaman bunu gerçekleştiren topluma mutlu toplum adı verilebilir.
Aslında Allah’ın koymuş olduğu doğal-ilahi bir ahlak düzeni ve bir hukuk düzeni
vardır. Buralarda insanların doğruyu araştırırken bu pozisyonda ve bu şartlar
altında Allah’ın benden istek ve muradı nedir, bu durumda ben nasıl bir karar
vermeliyim sorusuna birey ve toplum olarak ictihat ve şura ile ve bunlara dayanarak
vereceğimiz kararlar bizi ilahi murada yaklaştıracaktır.
Müminlerin dini hayatlarında ibadet ve itaatlerini icra ederken Kuran ve
sünnetin ışığında Hz. Peygamberi örnek alarak vermiş oldukları kararlar ve
uygulamaları da Allah’ın bizden istemiş olduğu teori ve pratikler, düşünce ve
amellerdir. Zaten bizim kanaatimize göre insanlar, birey ve toplumlar teorik ve pratik
dünyalarında, düşünce ve davranışlarında doğal-ilahi olana ne kadar
yaklaşırlarsa o kadar mutluluğa yaklaşmış olurlar.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |