. |
Siz bir arkadaşınızı ele alıp
onu anlamaya ve öğrenmeye çalıştığınız zaman siz onu ancak size bakan tarafıyla,
göründüğü kadarıyla ve göründüğü şekliyle anlayabilirsiniz. Üzerinde elbisesi
bulunduğu için onun derisini göremezsiniz. Üzerinde elbise olmasa ve deriyi görseniz
bile derinin altında ne olduğunu bilemezsiniz. Eğer deriyi kesip yüzseniz ve mesela kişinin
beynine ulaşsanız yine et ve kemik olarak görürsünüz. Beynin içinde neler bulunduğunu
anlayıp bilemezsiniz. Beynin bilgisayarını okusanız bile onun ruhunu okuyamaz ve
bilemezsiniz. İşte her şeyden önce
şunu bilmemiz gerekir ki, Allahın ne yaptıklarını biliriz ve ne yapacaklarını
biliriz. Fakat onun ne olduğunu ve bunları nasıl yaptığını bilemeyiz. Çünkü o,
biz onu ancak hissedip fark edebildiğimiz kadar biliriz. Bizim Allah'ı öğrenmeğe çalışırken
onun nasıl yaptığından ve nasıl uyguladığından çok, neler yaptığından ve neler
yapacağından haberdar olmamız gerekir. Zaten meselenin bizi ilgilendiren tarafı da
sadece bu olmalıdır. Böylece bizim etrafımızda bir
zaman ve mekân örtü ve perdeleri ile çevrilmiş ve kapatılmış olduğumuzu bilmemiz
gerekir. Konuya daha bir açıklık getirmek için burada bir örnek vermek gerekirse
mesela tirene binmiş olan bir kişi, içinde bulunduğu vagon ile çevrelendiği için
öndeki vagonu geçmeden ileriye gidemez. O eğer
geri gitmek isterse yine aynı şey söz konusu olur. Ama o trenden inerse istediği
vagona binebilir. İnsanoğlu trenden inebilir ve istediği vagona binebilir ama o
kendisini kuşatan çevre ve mekândan uzaklaşamaz. Fakat otomobil tiren gibi vagonlardan
ibaret olmadığı için ve siz otomobiliniz ile beraber olduğunuz için bir kara yolunda
giderken önünüzdeki arabayı geçebilirsiniz. Ama yolda giderken otomobiliniz yolun dışına
çıkamaz. Eğer çıkarsa buna yolda ilerleme denmez, kaza denir. Mesela bir koyun bir kalenin içine
kapısından geçmeden giremez ama kuş uçarak istediği yere konabilir. Bir dairenin
merkezinde iseniz siz bütün fertleri birden görebilirsiniz. Çünkü kimse sizin ne
önünüzde ve ne de arkanızdadır. Eğer siz dairenin üzerinde iseniz sizin
önünüz ve arkanız var, demektir ve dolayısıyla önünüzdekileri görür, arkanızdaki
kimseleri ise göremezsiniz. İşte Allah zamanın ve mekânın
dışındadır. Fakat o geçmişi ve geleceği birden görür ve yapar. Ama biz zamanın içinde
bulunmaktayız. O nedenle biz geri dönüp gidemediğimiz gibi önümüzdeki zamanı da
atlayamayız. O halde şimdi biz zamanın içinde olmayan hiçbir şeyi düşünemiyoruz
demektir. Onun için mekânsız ve zamansız varlıklar bizim için yok hükmündedir
desek hata etmiş olmayız. Allah da zamanın ve mekânın dışındadır. Bu
demektir ki, biz onun zatını ve sıfatını algılayamayız ve düşünüp bilemeyiz.
Böyle olunca artık o bizim için sanki yok gibi bir şeydir. Yani onun zatı bizim algı
alanımızın dışındadır. Ama zamanı ve mekânı Allah var etmiştir: Zamanda ve mekânda
ne varsa hepsi onun eseridir. O halde onu bu şekilde ele aldığımızda o her yerde ve
her zaman vardır. Geçmişte vardı ve gelecekte de vardır. Yukarıda da vardır,
aşağıda da vardır. Kendisini göremiyoruz ama yarattığı bu büyük alemi görüyor
ve yapmakta olduğu şeyleri de biliyor ve görebiliyoruz. İşte biz Allah'ı zaten bu yönüyle
tanımak zorundayız. Yukarıdaki koyunun kapıyı geçmeden
kale içine girmesi bir çelişkidir. Ama kuşun kapı dışından girmesinde bir çelişki
yoktur. O halde bize çelişki gibi gelen bazı kavramlar zaman ve mekân dışına çıkınca
bu çelişki gibi gelen şeyler de kaybolup ortadan kalkar. Aslında işin gerçeğine
bakarsanız ortada bir çelişki bile yoktur. Bu açıklamalardan sonra insanlar için son
derece çetrefilli gibi görünen kader ve kaza meselesini ve irade melesini
inceleyebiliriz. 1- Hem
insanda ve hem de doğada Allah'ın koyduğu değişmez ve başkalaşmaz kural ve kanunlar
vardır. Her zaman ve her yerde bu kanunlar geçerlidir. Bu kanunlara
"sünnetüllah" denir. İnsan bu kanunlardan yaralanarak çalışır ve yaşar.
O bunlarda herhangi bir değişiklik yapamaz. 2-
Allah bu kanunları değiştirebilir ve başka kanunlar
getirebilir. Fakat bu âlemde Allah onları değiştirmiyor. Ancak ahirette olduğumuz
zaman bu kanunların orada değişmiş olduğunu göreceğiz. Bu dünya ile öbür
dünyada cari olan kanunlar arsındaki farka bir örnek verecek olursak ölümü
gösterebiliriz. Bu kâinatta ölüm, öbür dünyada ise ölümsüzlük vardır.
3-
Allah kâinatı israfsız ve son derece uygun bir şekilde düzenlemiştir. Eksik
bir şey olmadığı gibi, fazla bir şey de yoktur. Eğer insan ölüyorsa, Allah böyle
istediği için ölüyor. Eğer mesela ayı kuzuyu yiyorsa başkasını beceremediği için
değil, Allah bunun böyle olmasını istediği için yiyor ve Allah’ın muradının böyle
olduğundan dolayı böyle yapıyor.
Böyle iki taraf olup da zıt
olan şeyleri, bir oyunda bulunan karşı iki takımına benzetebiliriz. Mesela bir oyunda
iki takım oluşturur, onlar oynarken siz de seyredersiniz. Tabi bu durumda oyun
kalmayacağı için onlardan her hangi birinin yok olmasını da istemezsiniz. Ama
tuttuğunuz takımın galip gelmesini istersiniz. Allah'ın iradesi ve meşieti dışında
bir şey olmaz. Fakat Allah bu olanların bazısından razıdır, bazısından ise razı
değildir. Ama o onun olmasını istemiştir ve yapmıştır. Bugün bunların hepsi ilmen
kanıtlanmış bulunmaktadır. Mesela gökte ay olmasaydı yer dönmeye devam edemez,
belli bir zaman sonra durur ve böylece onun bir tarafı hep güneşe bakardı. Eğer
gezegenler olmasaydı ay yere düşerdi. İnsandan da söz edecek olursak mesela insan
vücudunda boş olup işe yaramayan iğne ucu kadar bile bir yer yoktur. İşte her şey
bir hikmete dayalı olarak, öyle olması gerektiği için öyle olmuş ve öyle yaratılmıştır,
diyebiliriz. 4-
İnsanın da bu âlemde büyük bir görevi bulunması
itibariyle onun boş yere yaratılmamış olduğunu söylemeliyiz. Zaten kâinat onun
için yaratılmış ve o bu kâinatta Allah'ın halifesi olmuştur. Bu yeryüzünde olan
Âdem oğullardır ve diğer gezegenlerde olanlar da ilk insanın oğulları olup hepsi görevlidirler
ve hepsi Allah'ın halifesidirler. 5- İşte
burada insan ya yüklendiği hilafet görevini yerine getirip cennete gider. Yahut
muhalefet görevini yüklenir cehenneme gider. Bu bir takdir-i ilahidir. Yani bir şeytan
hizbi, bir de rahman hizbi olacak ve bunlar kıyamete kadar sürüp gidecektir. Şeytanın
takımını tutanlar cehenneme, Rahman'ın takımını tutanlar ise cennete gideceklerdir.
Takımlar olacak ama kimin hangi takıma gideceğini Allah irade etmiyor, o bu kararı
insana bırakıyor. Artık insan da kendi isteği ile ister şeytanın, isterse rahmanın
hizbine katılmış olacaktır. 6-
Ancak burada çözemediğimiz bir soru vardır. Benim
şeytan taifesine mi yoksa rahman taifesine mi katılacağımı Allah biliyorsa benim
iradem yok oluyor, bilmiyorsa o her şeyi bilmiyor demektir. İşte bu çelişki
çözülemediği için insanlar fırkalara ayrılmışlardır. Biz bu problemi şöyle
çözmek istiyoruz. a)
İrade zaman içinde oluşan bir olaydır. Bunu söylerken
tabi ki, Allah'ın iradesi yoktur, demek istemiyoruz. Ancak Allah'ın iradesi zamanın
dışındadır. O zamanı ve mekânı var eden bir iradedir. Bizim irademizden çok daha
üstün bir iradedir. Ne var ki bizim beynimiz zaman ve mekân dışı şeyleri düşünemediğimiz
için onu düşünemiyor ve böylece bu bize çelişki gibi geliyor. İşte biz buna bu
bir müteşabihtir deyip öylece inanıp kabul edip geçmeliyiz, diyoruz. b)
Bu meseleyi bizim kanaatimize göre çözmeye çalışacak
olursak “şey” demek dilenmiş, yapılması istenmiş olan bir şey demektir. Yani
plan demektir ve kader demektir. “Murad” ise tahakkuk etmiş ve gerçekleşmiş olan
şey demektir. Fakat biz bütün muradımıza eremeyiz; çünkü bizim her istediğimiz
olmayabilir. Ancak Allah için murad demek hudüs demektir, fiil demektir ve olmuş
demektir. Allah’ın meşieti ise öyle değildir. Çünkü Allah onu Ahmet'in meşietine
ve dileğine bağlamıştır. O dilerse böylece Allah'ın isteği de gerçekleşmiş
olur. Eğer biz bunu mantık terimleriyle söyleyecek olursak Allah'ın bir şarta
bağlamadığı meşietler murad haline gelir ve gerçekleşir. Allah'ın insanın
meşietine bağladığı meşiet murad haline gelmez. Ancak kişi de meşiet ederse o
zaman gelir. Meşietimiz o gün alacağımız karara bağlı olacağından biz onu şimdi
bilemeyiz. Çünkü olmayan şey bilinmez. Böyle şartlı meşietlerin sonuçları var
olmadıkları için, onu da Allah'ın bilmesi gerekmez. Çünkü o şey değildir. Şey
istenmiş-dilenmiş bir nesne demektir. Bu böyle olsun dersek o olacak olan şeydir. Ama
daha olup olmadığı belli olmayan, şey değildir. Hâsılı irade edilmemiş olan
şey yoktur. Olmayan bir şeyin de bilinip bilinmemesi söz konusu olamaz. Bu Allah
için de böyledir. Allah'ın zaman ve mekân dışı oluşu sebebiyle oradaki oluşları
bizim mantığımızla çözmemiz mümkün değil, çözemeyiz. Hâlbuki bu sözler
insanları tatmin etmez ve bu akılla orasını öğrenmeye çalışırlar. Hâlbuki ne
bulurlarsa o değildir. Bu sonsuz kavramı ile eşleşir. En büyük sayıdan daha büyük
bir sayı yoktur. Öyleyse bu olmayan bir en büyüktür. Çünkü en büyükten daha
büyük bir şey olamaz. O burada düşünebildiğimizden başka bir şeydir. İşte
Allah'ın zatı ve sıfatları böyledir. Allah semidir, basirdir diyoruz.
Alimdir diyoruz, mürittir diyoruz. Bütün bunları şunun için söylüyoruz: Çünkü
Halik mahlûktan daha aşağı bir varlık olamaz. O halde bizde olan her özellik onda da
vardır. Bu bakımdan semidir, basirdir, alimdir müriddir ama onun işitmesi, görmesi
bilmesi ve irade etmesi bizimkilere benzemediği için o bize benzer bir semi, basir ve
alim değildir. Biz ışıkla görürüz, ses titreşimleri ile duyarız, biz tasavvur ve
tasdikle biliriz, biz beynimizdeki önermelerle irade ederiz. Allah ise bu işlevlerini
vasıtasız yapar. Matematikte sonsuz ne ise kelamda da Allah'ın kaderi ve ilmi de odur.
Bu sonsuz vardır ama bizim beynimiz onu kavrayıp kabullenemez. Geçmişte ne olmuş ise
o kaderdir ve hayırdır. Gelecekte olanlar ise irademize tabidir ve bizim için şer
olabilir. Bunu İslam Tarihinden bazı örnekler vererek açıklamaya çalışalım. a)
Eğer Mekkeliler İslamiyet'i kabul etselerdi, böylece
hicret olmaz ve Medine Devleti kurulamazdı. Bundan sonra da Emeviler, Abbasiler, Selçuklular
ve Osmanlılar olmaz ve böylece İslam uygarlığı doğmazdı. b)
Hz. Peygamber ölmeseydi vahyin yerini istişare almaz ve böylece dört halifenin
peygambersiz uygulama örnekleri ortaya çıkmazdı. c)
Hz. Ali taraftarları galip gelseydi içtihat usulü doğmazdı ve neticede fıkıh
ilmi meydana gelmezdi. Bu suretle de yöneticiler insanları istişare ile yönetmeye
devam ederlerdi. d)
Yönetim Emevi ailesinden sonra Araplarda kalmaya
devam etseydi belki coğrafi büyüme ve yayılma olmaz ve böylece bugünkü bu Avrupa
uygarlığı da doğmazdı. e)
Osmanlılar yıkılmasaydı cumhuriyet kurulamazdı.
Sosyalizm gelmeseydi insanlar ekonomide adaleti düşünmez ve böylece düzen tartışmaları
başlamazdı. Sosyalizmin eleştirileri fanatizmi ortadan kaldırdı diyebiliriz. Şimdi
biz dine daha akılcı bir gözle bakıyor ve bu akıl nakil birlikteliğinin, ilim din ve
Kuran tabiat beraberliğinin geleceğin dünyası olacağına inanıyoruz. Görülüyor ki olan her şeyde bir hayır vardır. Tarihi yazanlar için hayır ve şer vardır ama tarihte şer yoktur. Kaderde hep hayır vardır. Şer ancak o kişiler için olup hatta onlar için de geçicidir, diyebiliriz. Çünkü sonunda ahiret uladan- son evvelden ve sonuç başlangıçtan daha hayırlıdır. İnşallah cehennemin bile sonu hayır olacaktır diye ümit etmek istiyoruz.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |