.


MEŞİET ve İRADE YA DA   İRADE ve KADER


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


Siz bir arkadaşınızı ele alıp onu anlamaya ve öğrenmeye çalıştığınız zaman siz onu ancak size bakan tarafıyla, göründüğü kadarıyla ve göründüğü şekliyle anlayabilirsiniz. Üzerinde elbisesi bulunduğu için onun derisini göremezsiniz. Üzerinde elbise olmasa ve deriyi görseniz bile derinin altında ne olduğunu bilemezsiniz. Eğer deriyi kesip yüzseniz ve mesela kişinin beynine ulaşsanız yine et ve kemik olarak görürsünüz. Beynin içinde neler bulunduğunu anlayıp bilemezsiniz. Beynin bilgisayarını okusanız bile onun ruhunu okuyamaz ve bilemezsiniz.

 İşte her şeyden önce şunu bilmemiz gerekir ki, Allahın ne yaptıklarını biliriz ve ne yapacaklarını biliriz. Fakat onun ne olduğunu ve bunları nasıl yaptığını bilemeyiz. Çünkü o, biz onu ancak hissedip fark edebildiğimiz kadar biliriz. Bizim Allah'ı öğrenmeğe çalışırken onun nasıl yaptığından ve nasıl uyguladığından çok, neler yaptığından ve neler yapacağından haberdar olmamız gerekir. Zaten meselenin bizi ilgilendiren tarafı da sadece bu olmalıdır.

Böylece bizim etrafımızda bir zaman ve mekân örtü ve perdeleri ile çevrilmiş ve kapatılmış olduğumuzu bilmemiz gerekir. Konuya daha bir açıklık getirmek için burada bir örnek vermek gerekirse mesela tirene binmiş olan bir kişi, içinde bulunduğu vagon ile çevrelendiği için öndeki vagonu geçmeden ileriye gidemez.  O eğer geri gitmek isterse yine aynı şey söz konusu olur. Ama o trenden inerse istediği vagona binebilir. İnsanoğlu trenden inebilir ve istediği vagona binebilir ama o kendisini kuşatan çevre ve mekândan uzaklaşamaz. Fakat otomobil tiren gibi vagonlardan ibaret olmadığı için ve siz otomobiliniz ile beraber olduğunuz için bir kara yolunda giderken önünüzdeki arabayı geçebilirsiniz. Ama yolda giderken otomobiliniz yolun dışına çıkamaz. Eğer çıkarsa buna yolda ilerleme denmez, kaza denir.

Mesela bir koyun bir kalenin içine kapısından geçmeden giremez ama kuş uçarak istediği yere konabilir. Bir dairenin merkezinde iseniz siz bütün fertleri birden görebilirsiniz. Çünkü kimse sizin ne önünüzde ve ne de arkanızdadır.  Eğer siz dairenin üzerinde iseniz sizin önünüz ve arkanız var, demektir ve dolayısıyla önünüzdekileri görür, arkanızdaki kimseleri ise göremezsiniz.    

 İşte Allah zamanın ve mekânın dışındadır. Fakat o geçmişi ve geleceği birden görür ve yapar. Ama biz zamanın içinde bulunmaktayız. O nedenle biz geri dönüp gidemediğimiz gibi önümüzdeki zamanı da atlayamayız.  O halde şimdi biz zamanın içinde olmayan hiçbir şeyi düşünemiyoruz demektir. Onun için mekânsız ve zamansız varlıklar bizim için yok hükmündedir desek hata etmiş olmayız.  Allah da zamanın ve mekânın dışındadır. Bu demektir ki, biz onun zatını ve sıfatını algılayamayız ve düşünüp bilemeyiz. Böyle olunca artık o bizim için sanki yok gibi bir şeydir. Yani onun zatı bizim algı alanımızın dışındadır. Ama zamanı ve mekânı Allah var etmiştir: Zamanda ve mekânda ne varsa hepsi onun eseridir. O halde onu bu şekilde ele aldığımızda o her yerde ve her zaman vardır. Geçmişte vardı ve gelecekte de vardır. Yukarıda da vardır, aşağıda da vardır. Kendisini göremiyoruz ama yarattığı bu büyük alemi görüyor ve yapmakta olduğu şeyleri de biliyor ve görebiliyoruz. İşte biz Allah'ı zaten bu yönüyle tanımak zorundayız.

Yukarıdaki koyunun kapıyı geçmeden kale içine girmesi bir çelişkidir. Ama kuşun kapı dışından girmesinde bir çelişki yoktur. O halde bize çelişki gibi gelen bazı kavramlar zaman ve mekân dışına çıkınca bu çelişki gibi gelen şeyler de kaybolup ortadan kalkar. Aslında işin gerçeğine bakarsanız ortada bir çelişki bile yoktur. Bu açıklamalardan sonra insanlar için son derece çetrefilli gibi görünen kader ve kaza meselesini ve irade melesini inceleyebiliriz.

1-     Hem insanda ve hem de doğada Allah'ın koyduğu değişmez ve başkalaşmaz kural ve kanunlar vardır. Her zaman ve her yerde bu kanunlar geçerlidir. Bu kanunlara "sünnetüllah" denir. İnsan bu kanunlardan yaralanarak çalışır ve yaşar. O bunlarda herhangi bir değişiklik yapamaz.

2-       Allah bu kanunları değiştirebilir ve başka kanunlar getirebilir. Fakat bu âlemde Allah onları değiştirmiyor. Ancak ahirette olduğumuz zaman bu kanunların orada değişmiş olduğunu göreceğiz. Bu dünya ile öbür dünyada cari olan kanunlar arsındaki farka bir örnek verecek olursak ölümü gösterebiliriz. Bu kâinatta ölüm, öbür dünyada ise ölümsüzlük vardır.

                     3-  Allah kâinatı israfsız ve son derece uygun bir şekilde düzenlemiştir. Eksik bir şey olmadığı gibi, fazla bir şey de yoktur. Eğer insan ölüyorsa, Allah böyle istediği için ölüyor. Eğer mesela ayı kuzuyu yiyorsa başkasını beceremediği için değil, Allah bunun böyle olmasını istediği için yiyor ve Allah’ın muradının böyle olduğundan dolayı böyle yapıyor.

          Böyle iki taraf olup da zıt olan şeyleri, bir oyunda bulunan karşı iki takımına benzetebiliriz. Mesela bir oyunda iki takım oluşturur, onlar oynarken siz de seyredersiniz. Tabi bu durumda oyun kalmayacağı için onlardan her hangi birinin yok olmasını da istemezsiniz. Ama tuttuğunuz takımın galip gelmesini istersiniz. Allah'ın iradesi ve meşieti dışında bir şey olmaz. Fakat Allah bu olanların bazısından razıdır, bazısından ise razı değildir. Ama o onun olmasını istemiştir ve yapmıştır. Bugün bunların hepsi ilmen kanıtlanmış bulunmaktadır. Mesela gökte ay olmasaydı yer dönmeye devam edemez, belli bir zaman sonra durur ve böylece onun bir tarafı hep güneşe bakardı. Eğer gezegenler olmasaydı ay yere düşerdi. İnsandan da söz edecek olursak mesela insan vücudunda boş olup işe yaramayan iğne ucu kadar bile bir yer yoktur. İşte her şey bir hikmete dayalı olarak, öyle olması gerektiği için öyle olmuş ve öyle yaratılmıştır, diyebiliriz. 

4-       İnsanın da bu âlemde büyük bir görevi bulunması itibariyle onun boş yere yaratılmamış olduğunu söylemeliyiz. Zaten kâinat onun için yaratılmış ve o bu kâinatta Allah'ın halifesi olmuştur. Bu yeryüzünde olan Âdem oğullardır ve diğer gezegenlerde olanlar da ilk insanın oğulları olup hepsi görevlidirler ve hepsi Allah'ın halifesidirler.

5-     İşte burada insan ya yüklendiği hilafet görevini yerine getirip cennete gider. Yahut muhalefet görevini yüklenir cehenneme gider. Bu bir takdir-i ilahidir. Yani bir şeytan hizbi, bir de rahman hizbi olacak ve bunlar kıyamete kadar sürüp gidecektir. Şeytanın takımını tutanlar cehenneme, Rahman'ın takımını tutanlar ise cennete gideceklerdir. Takımlar olacak ama kimin hangi takıma gideceğini Allah irade etmiyor, o bu kararı insana bırakıyor. Artık insan da kendi isteği ile ister şeytanın, isterse rahmanın hizbine katılmış olacaktır.

6-       Ancak burada çözemediğimiz bir soru vardır. Benim şeytan taifesine mi yoksa rahman taifesine mi katılacağımı Allah biliyorsa benim iradem yok oluyor, bilmiyorsa o her şeyi bilmiyor demektir. İşte bu çelişki çözülemediği için insanlar fırkalara ayrılmışlardır.  Biz bu problemi şöyle çözmek istiyoruz.

a)        İrade zaman içinde oluşan bir olaydır. Bunu söylerken tabi ki, Allah'ın iradesi yoktur, demek istemiyoruz. Ancak Allah'ın iradesi zamanın dışındadır. O zamanı ve mekânı var eden bir iradedir. Bizim irademizden çok daha üstün bir iradedir. Ne var ki bizim beynimiz zaman ve mekân dışı şeyleri düşünemediğimiz için onu düşünemiyor ve böylece bu bize çelişki gibi geliyor. İşte biz buna bu bir müteşabihtir deyip öylece inanıp kabul edip geçmeliyiz, diyoruz.  

b)        Bu meseleyi bizim kanaatimize göre çözmeye çalışacak olursak “şey” demek dilenmiş, yapılması istenmiş olan bir şey demektir. Yani plan demektir ve kader demektir. “Murad” ise tahakkuk etmiş ve gerçekleşmiş olan şey demektir. Fakat biz bütün muradımıza eremeyiz; çünkü bizim her istediğimiz olmayabilir. Ancak Allah için murad demek hudüs demektir, fiil demektir ve olmuş demektir. Allah’ın meşieti ise öyle değildir. Çünkü Allah onu Ahmet'in meşietine ve dileğine bağlamıştır. O dilerse böylece Allah'ın isteği de gerçekleşmiş olur. Eğer biz bunu mantık terimleriyle söyleyecek olursak Allah'ın bir şarta bağlamadığı meşietler murad haline gelir ve gerçekleşir. Allah'ın insanın meşietine bağladığı meşiet murad haline gelmez. Ancak kişi de meşiet ederse o zaman gelir. Meşietimiz o gün alacağımız karara bağlı olacağından biz onu şimdi bilemeyiz. Çünkü olmayan şey bilinmez. Böyle şartlı meşietlerin sonuçları var olmadıkları için, onu da Allah'ın bilmesi gerekmez. Çünkü o şey değildir. Şey istenmiş-dilenmiş bir nesne demektir. Bu böyle olsun dersek o olacak olan şeydir. Ama daha olup olmadığı belli olmayan, şey değildir.

Hâsılı irade edilmemiş olan şey yoktur.  Olmayan bir şeyin de bilinip bilinmemesi söz konusu olamaz. Bu Allah için de böyledir. Allah'ın zaman ve mekân dışı oluşu sebebiyle oradaki oluşları bizim mantığımızla çözmemiz mümkün değil, çözemeyiz. Hâlbuki bu sözler insanları tatmin etmez ve bu akılla orasını öğrenmeye çalışırlar. Hâlbuki ne bulurlarsa o değildir. Bu sonsuz kavramı ile eşleşir. En büyük sayıdan daha büyük bir sayı yoktur. Öyleyse bu olmayan bir en büyüktür. Çünkü en büyükten daha büyük bir şey olamaz. O burada düşünebildiğimizden başka bir şeydir. İşte Allah'ın zatı ve sıfatları böyledir.  

Allah semidir, basirdir diyoruz. Alimdir diyoruz, mürittir diyoruz. Bütün bunları şunun için söylüyoruz: Çünkü Halik mahlûktan daha aşağı bir varlık olamaz. O halde bizde olan her özellik onda da vardır. Bu bakımdan semidir, basirdir, alimdir müriddir ama onun işitmesi, görmesi bilmesi ve irade etmesi bizimkilere benzemediği için o bize benzer bir semi, basir ve alim değildir. Biz ışıkla görürüz, ses titreşimleri ile duyarız, biz tasavvur ve tasdikle biliriz, biz beynimizdeki önermelerle irade ederiz. Allah ise bu işlevlerini vasıtasız yapar. Matematikte sonsuz ne ise kelamda da Allah'ın kaderi ve ilmi de odur. Bu sonsuz vardır ama bizim beynimiz onu kavrayıp kabullenemez. Geçmişte ne olmuş ise o kaderdir ve hayırdır. Gelecekte olanlar ise irademize tabidir ve bizim için şer olabilir. Bunu İslam Tarihinden bazı örnekler vererek açıklamaya çalışalım.

a)        Eğer Mekkeliler İslamiyet'i kabul etselerdi, böylece hicret olmaz ve Medine Devleti kurulamazdı. Bundan sonra da Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar olmaz ve böylece  İslam uygarlığı doğmazdı.

b)       Hz. Peygamber ölmeseydi vahyin yerini istişare almaz ve böylece dört halifenin peygambersiz uygulama örnekleri ortaya çıkmazdı.

c)      Hz. Ali taraftarları galip gelseydi içtihat usulü doğmazdı ve neticede fıkıh ilmi meydana gelmezdi. Bu suretle de yöneticiler insanları istişare ile yönetmeye devam ederlerdi.

d)        Yönetim Emevi ailesinden sonra Araplarda kalmaya devam etseydi belki coğrafi büyüme ve yayılma olmaz ve böylece bugünkü bu Avrupa uygarlığı da doğmazdı.

e)        Osmanlılar yıkılmasaydı cumhuriyet kurulamazdı. Sosyalizm gelmeseydi insanlar ekonomide adaleti düşünmez ve böylece düzen tartışmaları başlamazdı. Sosyalizmin eleştirileri fanatizmi ortadan kaldırdı diyebiliriz. Şimdi biz dine daha akılcı bir gözle bakıyor ve bu akıl nakil birlikteliğinin, ilim din ve Kuran tabiat beraberliğinin geleceğin dünyası olacağına inanıyoruz.

Görülüyor ki olan her şeyde bir hayır vardır. Tarihi yazanlar için hayır ve şer vardır ama tarihte şer yoktur. Kaderde hep hayır vardır. Şer ancak o kişiler için olup hatta onlar için de geçicidir, diyebiliriz. Çünkü sonunda ahiret uladan- son evvelden ve sonuç başlangıçtan daha hayırlıdır. İnşallah cehennemin bile sonu hayır olacaktır diye ümit etmek istiyoruz.

Netice olarak mutlak irade ve mutlak meşiet sahibi sadece Allah'tır. Onu bağlayan hiçbir kural ve kanun yoktur. Tabiattaki cari olan tüm kural ve kanunları koyan zaten odur. O, zaman ve mekândan münezzeh olup istediği her şeyi yapan ve sorumlu olmayandır. Onu sorgulayacak hiçbir makam, hiçbir kimse ve hiçbir şey yoktur. İnsan ise böyle değildir. İnsan mutlak değil, zaman ve mekân şartlarıyla bağımlıdır. O yüzden insan, bu şartlara uygun olarak hareket edip etmemekten dolayı neticede kendisinin başına gelecek fayda ve zararlara karşı iyi bir hesap yapma durumundadır. Çünkü ona bu konuda bir tercih yapma yetkisi verilmiştir. İnsan, şu veya bu yoldan gitme, şunu değil de bunu yapma, şunları değil de bunları tercih etme gibi bir özelliğe sahiptir. Ancak onun tercih ettiği şey ise kendisi için ya faydalı veya zararlı olabilir. Zaten bu dünya hayatı, iyi ile kötünün, fayda ile zararın, adalet ile zulmün, güzel ile çirkinin ve doğru ile yanlışın yarıştığı hatta vuruştuğu bir yerdir, diyebiliriz. İyi, faydalı, adalet, güzel ve doğruyu tercih eden birey ve toplumlar hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutlu olurlar. Kötü, zararlı, zulüm, çirkin ve yanlışı tercih eden birey ve toplumlar ise hem bu ve hem de öteki âlemde mutsuz olacaklardır.

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.