. |
Kuran-ı Kerim Mekke'de yazılmaya
başlandı ve onun ilk uygulaması da Medine'de yapıldı. Kur'an, Medine'de vahyin
ışığında yorumlanmak suretiyle Hz. Peygamber tarafından uygulamaya
konuldu. Dört halife devrinde ise vahyin yerini istişare usulü alarak yorumlama
işi dinden-vahiyden ayrılıp akla ve karşılıklı tartışmaya dayanarak bilimsel bir
hale getirildi ve böylece yorum işi dinden-vahiden ayrılmış oldu. Daha sonra
ortaya çıkan toplum baskıları ve idarecilerin yanlış uygulamaları ve saltanat
kavgaları yüzünden bıkıp kaçan müminler kendilerine bir sığınak, onlara yol gösterecek
güvenilir âlimleri aramaya koyuldular. İşte böylece fıkhın veya hukukun
bilimselleşmesi dönemi diyebileceğimiz bir dönem, müçtehitler devri başlamış
oldu. Bu içtihatlar veya müçtehitler döneminin de kendine göre bir takım evreleri
vardır. Başlangıçta Kuran'ın talimi ve kıraatin
talimi ile tedrisat, eğitim ve öğretim başlamış oldu. Bunun arkasından hadislerin
tedrisi söz konusu oldu. Üçüncü dönemde ise içtihatlar tedris edilmeye
başlandı. Bundan sonra da içtihadın yapılma şekliyle ilgili olan ilim ortaya çıkmış
oldu. İşte bu içtihat şeklini ve onun nasıl yapılacağını anlatan ilme usul-ü
fıkıh adı verildi. Buraya kadar bu ilim ve derslerin konusu din olmakla beraber
yani Kuran, sünnet ve fıkıh talim edilmekle beraber eğitim öğretim şekli, bilimsel
ve akla dayalı idi. Çünkü bunlar keramet ve mucizelere dayanılarak tedris
edilmiyordu, tam tersine akla ve mantığa, mübahase ve münakaşaya dayanılarak tedris
ediliyor ve eğitim-öğretim böyle yapılıyordu. Bundan sonra dil âlimleri ortaya
çıktı ki, onlar dil ile ilgili olan akli ilimleri geliştirdiler. Onlar bunu Kuranın
anlaşılması için koyup geliştirdiler ama kullandıkları usul vahye değil, tamamen
akla dayandığı için bu ilimler dini değil, bilimseldi. Burada bir örnek vermek
gerekirse onlar lügat ve gramer ilimlerini oluşturulurken Hz. Peygamberin sözlerinden
daha ziyade Kurana ve cahiliye şiirlerine dayandılar. Hatta İslam şairleri bile onlar
için bir dayanak teşkil etmedi, diyebiliriz. Zaten Kuranın dili de cahiliye dili idi.
İşte bu çalışmalar dini değil, tamamen akla ve mantığa dayanan bilimsel bir düşüncenin
ürünüdür, diyebiliriz. Hâlbuki eğer bunlar bir mistik düşünce ile ele alınmış
olsaydı, cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerini hiçe sayarak onların yerine İslam
şairlerinin şiirlerini esas alırlardı. Oysa onlar böyle yapmadılar. Böylece fıkıh usulü yavaş
yavaş oluşturulduktan sonra ilimde kıyas ve tüme varım sistemleri
meydana getirilmiştir. Artık bu suretle yeni yeni ilimler tedvin edilir hale geldi. Bu
defa da bilimsel dil âlimleri ve gramercileri yetişmeye başladı. Böylece dil hakkında
tamamen deneye ve tecrübeye dayalı, inanç ve dine dayanmayan ilimler geliştirildi.
Bunlar arasında en önemlileri dil bilimleridir. Bu konuda ulum-u semaniye adı verilen
sekiz çeşit ilim dalı meydana getirilmiştir. Tecvit ilmi bir ses ilmi
olup bu sayede seslerin mahreçleri tespit edildi. Boğazdan, yutaktan, damaktan,
dişlerden ve dudaktan çıkan harfler belirlendi. Bunların çıkış biçimleri tespit
edildi. Meçhure veya mehmuse ve şedide, rahviyye veya beyniyye ile huruf-u med olmak üzere gruplandı. İnce harfler ve kalın
harfler birbirinden ayrıldı. Ayrıca harflerin çıkışları meftuh, meksur, mazmum,
sakin ve müşeddede halleri ele alındı. Bunlar bizim Türkçedeki sesli harflere
tekabül eder. Bundan başka İdğam, iklab, ihfa, izhar, hazif, zikir ve ilal gibi
işlemler ele alındı. Böylece yepyeni bir fonetik ilmi doğmuş oldu.
Lügat ilmi geliştirildi.
Arapların kullandıkları cümleler kelime kelime ele alındı ve ciltler dolusu kitaplar
yazıldı. Kelimeler isim, fiil ve harf kısımlarına ayrıldı. Harflerin mebani ve
maani kısımları bulunduğu gibi, kelimeler önce mebni ve müştak olmak üzere ikiye
ayrıldı. Mebani kelimeler, bunlar harf ve zamirler gibi kökten türemeyen kelimelerdir.
Müştak kelimeler ise üç harfli kökten, değişik bir söyleyişle çıkan
kelimelerdir. Lügatler işte bu köklere göre tasnif edildi. Bugün dünyada Arapçadan
başka herhangi bir dilde böyle köklere dayalı bir lügat kitabı yoktur.
Bundan sonra sarf ilmi geliştirildi.
Bu, kelimelerin iştikakları üzerinde duran bir ilim dalıdır. Bu ilim sayesinde kök
kelimeden değişik baplara göre yeni yeni kelimler üretilir. Sonra bu kelimelerin
çekimleri yapılır. Bunların tekil, ikil ve çoğulları, erkek ve dişi olanları,
fillerde ise mazi, muzari ve emir olanları incelendi. Bunların vav, ya ve elif
harflerini içeren mudaafları incelenerek ele alındı. Bundan sonra cümlenin yapısına
geçilerek sarf ilminden sonra nahiv ilmi doğdu. Cümlede isnat, izafet ve
tavsifatlık işlemleri ile bunların öğeleri, şart, sual ve sıla cümleleri. İrap
yani kelimelerin görevlerini gösteren son harf veya harekeleri ele alındı. Cümlede
kelime yerine geçen cümleler incelendi ve böylece yeni yeni kurallar ortaya çıktı. Bundan sonra maani ilmine
geçildi. Takdim, tehir, tekit, zikr, hazf, vasl ve fasl ile tahsis ve tamim gibi çeşitli
konular üzerinde duruldu. Daha henüz batı dillerinde bunlar tasnif edilip kısımlara
ayrılarak Arapçada olduğu gibi bir ilim haline getirilememiştir. Mesela "dün ben
geldim" cümlesi ile "ben dün geldim" cümlesi arasında ne fark vardır?
"Onu bana ver" ile "kitabı bana ver" arasında ne fark vardır?
"Yarın gelir misin" ile "yarın gel" arsında ne fark vardır? Bütün
bunları inceleyen ilme "maani" adı verildi. Cümleler kurulurken kelimeler
hakiki manada kullanıldığı gibi mecazi manada da kullanılabilir. Bu yol
karşılığı ve kalıbı olmayan kavramları da anlatmamıza yarar sağlar. Bu konuda
iki şey arasındaki benzerliklerden de faydalanabiliriz. Sarih söyleriz, kinayeli
söyleriz. Hâsılı bu sayede biz dilimizde ihtiyaç duyulan evrimi sağlamış oluruz.
Artık böylece yeni yeni kavramların karşılığı olan kelimeleri de kolayca
bulabiliriz. Dil yalnız fikirleri ifade etmez;
onun dinleyiciler tarafından istek ve arzu ile kabul edilebilmesi için iyi bir ambalaja
konulması gerekir. Nasıl pazardaki arz edilen malları ambalajlayıp paketliyorsak aynı
şekilde cümleleri de paketleyip ambalajlamamız gerekir. İşte Müslümanlar bunu yapan
bir ilmi de geliştirdiler ve ona bedi ilmi veya bediiyat adını verdiler ki, bugün
buna estetik denilmektedir. Mesela bir şair şiirinde "geceyi benimle geçirecek bir
güneş istiyorum" dediği zaman bu cümlenin fizik veya astronomi açısından bir
anlamı olmayabilir, ama şair burada bir duyguyu dile getirmek suretiyle bir sanat yapmak
istemiştir, diyebiliriz. Mantık. Bu ilmi müslümanlar
geliştirmediler. Ancak müslümanlar bunu yunanlılardan aldılar ve öylece aldıkları
gibi kullandılar. Onlar bunu tasnif ettiler, tedris ettiler ve diğer ilimlerin arasına
yerleştirdiler. Diğer yedi ilmin kâşifleri Müslümanlardı. Ama sekizinci ilmin kâşifleri
değil, sadece onun alıcısı oldular. Onlar bu yedi ilmi de hep akıl ve mantıkla
geliştirdiler. Buna bir de matematik ilimlerini de ilave ettiler. İslam âlimleri bu sefer
döndüler fıkıh usulünü bu ilimlere dayanarak yeniden tedvin ettiler. Tamamen akıl
ve mantığa dayalı olarak tedvin ettiler. Kuranı değil, bütün metinlerin yorumunu
eleştiriye tabi tuttular. Şeriatın yani hukukun oluş şeklini dini duyguya ve iç
dünyaya dayandırmadan tamamen dış görünüşe bağlı olarak zahir bir şekilde ele
aldılar. Böylece onlar bütün dünyayı bugünkü uygarlığa götürecek olan yolun
kapılarını aralayıp adımlarını atmış oldular. Batılılar da az önce saydığımız
bu akıl ürünü alet ilimlerinden yani dini olmayan bu ilimlerden yararlandılar ve böylece
kendi gramer kitaplarını yazdılar. Hala daha bu konuda gelişmeler kat ederek yazmaya
devam ediyorlar. Fakat onlar bizim usul ilmini dini bir ilim sanıp belki fıkıh
kelimesine ekli olarak usul-ü fıkıh ya da fıkıh usulü denildiği için veya başka
bir sebeple ondan yararlanmak istemiyorlar. Ancak onlar böyle davranmakla ve bu usulden
uzak kalmakla kendi hukuk sistemlerinde ve yönetim biçimlerinde sebep sonuç bağıntısını
kuramadılar ve böylece hukuk ve yönetimde bilimsel olamadılar ve böylece bunlarda
geri kaldılar. Evet, onlar fen bilimlerinde Müslümanlardan aldıkları usulü uyguladılar
ve ilerlediler, fakat hukuktaki metodu kendilerine aktaramadıkları için bu konularda
çok çok geri kaldılar. Onun için usulün başlıklarını dini değil, akıl ve
mantık işi olarak ele alıp koymakta fayda vardır. Hatta bu sayede batılılar bile
bunu öğrenip uygulamaya koyabilirlerse hukuk ve yönetimde ilerleme adına bir
başlangıç yapmış olabilirler. Usul Dört Bölüm Halinde Ele Alınıp
İncelenebilir: 1- İlk girişte usul tarif
edilerek onun bir kişinin topluluk içinde hak ve yükümlülüklerini öğreten bir ilim
dalı olduğu belirtilir. Eğer ben bir topluluk içinde yaşıyorsam benim o topluma
karşı görevlerim var demektir. Aynı şekilde bu toplumun da bana karşı görevleri
vardır. Zaten birey ile toplum birbirine hak ve vazife, alacak ve borç bağları ile
bağlıdırlar. İşte usul bize bunları anlatıp öğreten bir ilim dalıdır. Görülüyor
ki, bunun mistisizm ve dini bir düşünce ile alakası yoktur. Ancak Kuran-ı Kerim
toplumu Allah'ın halifesi olarak dile getirdiği için bunlar Allah'a karşı olan hak ve
vecibeler şeklinde ifade edilmiştir. Hatta bu konuda İslam hukukçularının kamu ile
ilgili olan haklara "hukukullah" dedikleri bilinmektedir. Onun için Allah'a
izafe edilen şeyleri topluma izafe edersek mesele açıklık kazanmış olur ve böylece
akli, kazai ve ilmi bir fıkıh yani hukuk ortaya çıkmış olur. Öyleyse işte tam
burada usul-ü fıkhın tarifini yeniden vermenin zamanı gelmiş demektir. Fıkıh usulü,
delillerden hüküm çıkarma kurallarını anlatan bir ilim dalıdır. Fıkıh ise bu
delillerden çıkarılmış olan hükümlerdir.
Hüküm çıkarma kurallarını öğreten
usul-ü fıkhın dayandığı deliller dört tanedir:
a) Yazılı sözleşmeler, b) Örnek uygulamalar, c) yorumcuların ittifakları,
(ittifak meydana geldikten sonra farklı bir yorum getirmek geçersiz olur.) d) Metinlerde bulunmayan
hükümlerin, bulunan hükümlere göre akılla kıyas yapılarak uygulamaya
konulmasıdır. Saymış
olduğumuz bu dört asli delile yine dört tali delil daha ilave edilebilir. a)Aklın bir şeyi delilsiz olsa da
doğru sayması (istihsan) b) Eskiden beri gelen uygulamalar
(istishab) c) Geleneksel uygulamalar (örf) d) Yararlılık İlkesi (mesalih) Bu dört tali delil üzerinde tartışma
vardır. 2-
İkinci bölüm yazılı metinlerin tahlilleridir. Dilin
konulması, dilin kullanılması, dilin ifadesi ve dilin anlaşılması olarak incelenir.
Bunlar tamamen dil bilgisine dayanır ama mantıksal açıklamaları içerir. Bir ifadenin
başka bir ifade ile açıklanmasının hükümlerini ele alır. Nesih konusu incelenir.
Burada dini hiçbir husus ele alınmaz. Sadece örnek açıklamalar Kuran üzerinden yapılır.
Batı dünyası bunları kendi dilleri üzerinde yapabilirler. Her dilin grameri ayrı
olabilir. Fakat gramer bir ise usul de öyle olmalıdır. 3- Bundan sonra
üçüncü bölüm gelir ve burada hükümler ele alınır. Yasama yani şeriatın-hukukun
oluşması, hükümler, yükümlülükler ve yükümlü olanların özellikleri incelenir.
Görev verenler, görevliler, görevlilerin fiilleri ve sonuçları incelenmiş olur. Bütün
hukuklarda olduğu gibi bunlar ilmi bir disiplin içinde ele alınır. 4- Son olarak da
içtihat ve müçtehit konuları yani yorumlama ve yorum yapan kimselerin şart ve
sıfatları ele alınır. Görülüyor ki, usul-ü fıkhın
hiçbir konusu dini var sayımlara ve inançlara dayanmamaktadır. Böylece fıkıh usulü
demek tamamen bilimsel metotlarla hukukun oluşturulmasını sağlayan bir ilim dalı
demektir. İslam kültüründe icma kurumu vardır. Buna karşılık batıda da kararlarda
ekseriyet usulü vardır. Tabi bunların metotla ilgili bir şey olmadığını, ancak var
sayımlarla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Batı dünyasında bu ilmin
oluşmamasının sebebi, üzerinde ittifak edilmiş olan bir metnin bulunmayışıdır.
Ancak batılılar isterlerse bu ilmi iyice öğrendikten sonra bir dili kendileri için
uygarlık dili olarak ele alır ve üzerinde çalışma yapabilirler. Mesela Latinceyi ele
alır ona göre bir uygarlık anayasasını oluşturabilirler ve anayasaya kendi
hukuklarını oturtabilirler. Bu anayasada yazılan hükümler ittifakla sabit olan
hususlar olduğu gibi “veya” bağlaçlarıyla dile getirilen tercihli çeşitli
şıklar da olabilir. Batının bu ilimden
yararlanabilmesi için düşüncesinde bazı değişiklikler yapması gerekir. Mesela
batı dünyasının bazı var sayımları vardır ki, bunlar batıyı büyük felaketlere
doğru sürüklemektedir. Bu sebeple onların, vakit geçirmeden usul ve metotlarında
bazı değişikliklere gitmeleri kendi yararlarına olur.
Bir şey ilmen sabit olmamışsa
o reddedilir. Bu batının bir varsayımıdır.
Bir
şeyin yanlışlığı ispatlanmış olsa bile o kabul edilir. Bu da fanatiklerin bir
varsayımıdır.
Oysa usulcülerin var sayımı ise bir şey ispatlanmışsa o kabul edilir. Yanlışlığı ispatlanan şey de reddedilir.
Eğer bir şeyin doğru veya yanlış olduğu ispat edilememişse bu konuda doğru hangisi
ise o bulununcaya kadar çalışmalara devam edilecek demektir. Onun için böyle olan
şeyler ne kabul edilir ve ne de reddedilir. Bu varsayımın uygulanmasında
dinler şunu kabul ederler: Bir şeyin doğruluğu ilmen ispat edilmedikçe biz onu kabul
etmek zorunda değiliz. Yanlışlığı ispat edilinceye kadar da onu reddetmek zorunda
değiliz. Ama her zaman bunun doğrusunu aramakla yükümlüyüz. Tahmini de olsa bir bir
çözümler üreterek onları kabul edip uygulamaya koyabiliriz. Mesela burada bir örnek vermek gerekirse ahiret ya
vardır veya yoktur. İnsan bu iki şıktan birini kabul ederek ona göre hareket eder. Eğer
bu dünyanın sorunlarını çözerken ahireti yok sayarsak, o zaman ya varsa sorusuna
cevap vermemiş oluruz. Eğer sadece ahireti var kabul ederek ona ağırlık verirsek bu
defa da dünyayı ihmal etmiş oluruz. Artık bu durumda bize düşen ve bizim
yapabileceğimiz iş dünyayı ihmal etmeden ahireti hesaba katmak olmalıdır. Batılılar dini olan şeyleri
reddetme hususunda "Bir
şey dini ise o yanlıştır" var
sayımı üzerine hareket etmektedirler. Bu da dine karşı cephe almayı gerektirip bu
sebeple de artık din ne söylüyorsa onun aksini yapmayı bir marifet sayma sonucunu
doğurmaktadır. Hatta bu konuda bir takım yasaklar bile getirilmektedir. Mesela baş örtmek dinidir, o halde bu kötü bir şeydir
var sayımı bu mantıksızlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır, diyebiliriz. Biz dindarları
dinimiz ile tezyif ederek insanlığı bizden uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Dayanacakları hiçbir delilleri bulunmadığı için de bizi muhatap kabul etmeyerek
böylece tartışmadan kaçarak hayatlarını sürdürüyorlar. Artık bu durumda bize düşen
şey, dünyadaki büyük dinlerin tüm mensuplarına kendi usulümüzü bildirmek olmalıdır.
Bunlar arasında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler ve Hindular vardır. Yahudiler
ise her ne kadar büyük bir dinin sahibi olmasalar da büyük dinlerin ataları olmaları
dolayısıyla isterlerse gelebilirler. İşte böylece biz bir araştırma merkezi kurarak
orada usul-ü fıkıh ilmini daha da geliştirebiliriz.
Var sayımlarımız
şunlar olabilir: 1) Kitaplarımızda yer alan bugünkü
müspet ilmin verilerine uymayan yerler varsa onları tevil etmeliyiz veya bunlar müteşabihtir
diyerek inanıp geçmeliyiz. Böylece bütün dinlerde müspet bilime aykırı bir şey
kalmamış olur. 2) Tanrının varlığı, ahiret
hayatı, insanın sorumlu olduğu hususu gibi müspet bilimin konuları içinde yer
almayan ve fakat bütün dinlerin üzerinde ittifak ettiği konuları ortak bir inanç
olarak bir metinde birleştirebiliriz. 3)
Müspet ilimce yanlışlığı ispat edilmemiş olan,
dinlerin de üzerinde ittifak etmediği hususlarda her din kedi inançlarını ispat
etmeye çalışabilir. Böylece her dinin müntesipleri bunları kabul edip inanmakta
serbest olmalıdırlar. 4)
Bütün bu çalışmalarda dinlerin birbirinden
faydalanması bir prensip olarak kabul edilmelidir. Artık insanlar karşılıklı olarak
birbirini tekfir etmekten vazgeçmelidirler. Her inanan insan bir taraftan kendi dinini yaşarken
diğer taraftan da başka dinlere karşı saygılı olmasını bilecektir. İşte bütün bu hususlarda anlaşmaya
varıldıktan sonra Müslümanların geliştirdikleri usul-ü fıkıh ilmi bütün dinlere
karşı çok faydalı bir hale gelmiş olur. Çünkü böylece öyle bir fıkıh ve hukuk
sistemi geliştirilmiş olacak ki, belki bu suretle üçüncü bin yıl uygarlığının
temelleri atılmış olur. Böylece usul-ü fıkıh sayesinde
sosyal ilimler adı verilen disiplinler de müspet bilim haline gelmiş olacaktır. Artık
meclislerde kanun yapılırken keyfi isteklere göre değil de ilmin verilerine göre
kanun yapılır hale gelecektir. Bu suretle artık hukuk, istikrar kazanacak ve insanlık
âlemini bin yıl değişikliğe uğramadan yönetme sürecine başlamış olacaktır.
Şöyle bir soru sorulabilir. Peki,
bunu kim yapacak? Devletler mi yoksa Birleşmiş milletler mi yapacak? Tarihte
uygarlıkların kurulmasında ilk başlangıçta hiçbir zaman halkın çoğunluğu ve
kuvvetler görev almamışlardır. O sebeple bunun için bir dernek kurulabilir ve
dünyadaki bütün ilim adamlarından buraya katkıda bulunmaları istenebilir. Hatta
ateizmi savunan ilim adamları bile davet edilebilir. Fakat onların var sayımları
yirminci yüz yılda çürütüldüğü için onlar gelmeyebilirler. Çünkü onlar
sebepsiz sonuç olmaz diyorlar. Bundan sonra da kâinat sebepsiz
olarak var, diyorlar. Eski Yunanlılardan kâinatın sonradan var edilmediği ve hep var
olduğu var sayımı üzerinde tanrısız bir kâinatı savunanlar olabilirdi ve bu çok
görülmeyebilirdi. Zaten bu savunmayı yapanların sayısı yok denecek kadar azdır.
Oysa şimdi kâinatın sonradan yaratıldığı ilmen sabit olunca, artık tanrısız bir
kâinatı kabul etmek demek, kâinatı tanrı yapmak demektir. Ama bu yoktan kendi
kendisini var etmiş olmaz mı? Bu bir çelişki değil mi? Bugün hala ateist varsa onlar
sermayenin verdiği bir sıcaklıkla sermayedarların iflas etmiş sözcülüğünü yapıyorlar
dektir. Biz onların aramıza katılıp varsa eksikliklerimizi tamamlamalarını isteriz. Büyük dinler tetkik edildiği
zaman görülür ki, aslında bunların dayandığı temel hep aynıdır. Tanrının
varlığı, ibadet etmek, ahiret âlemine, mükâfat ve cezaya inanmak. Değişik
dinler Tanrıyı farklı bir şekilde algılamış olabilirler. Ahiret âlemi farklı
yorumlanabilir. Ama mükâfat ve mücazatta bir ihtilafın olmaması gerekir. Son olarak bir inancımı belirmek
isterim. Sadece Müslümanların değil, bugün küçülen bir dünyada tüm insanlığın
yepyeni bir usule ve buna dayalı olarak da yepyeni bir hukuka şiddetli bir şekilde
ihtiyacı vardır.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |