.


İSLAM YÖNETİMİNDE YETKİ NEDİR VE KİMDEN ALINIR.


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


 Bu konuda bize sorulan soru şudur: Gücü nasıl anlamalıyız, gücü halktan veya Hak'tan almak ne demektir, halktan veya Hak'tan alma işi nasıl ayrılır?

Konuya girmeden önce burada bir düşüncemi okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Doğu ile batının, Rönesans medeniyeti ile İslam medeniyetinin siyasete yani yönetime bakışlarında benzerlikler olduğu gibi, çok önemli farklılıklar da vardır. Siyaset, idare veya yönetim ne derseniz deyiniz, bu anlamı ve teorik düşünceyi ortaya koymak için kullanılan kelimeler, terimler, üslup ve anlatım tarzı ana fikri de ortaya koyuyor. Bu da yönetim felsefesinin ne ve nasıl olduğunu açıkça gösterip meydana çıkarıyor. İşte sizlerle asıl paylaşmak istediğim düşüncem şudur: Batı medeniyetinin yönetimi ifade etmek üzere ürettiği terminolojiye baktığımız zaman bunların güç, kuvvet, kuvvetler ayrılığı, iktidar ve otorite gibi kelimeler olduğunu görürüz. Buna karşılık İslam medeniyetinde ise imam, halife, veli, emir, iş, idare, siyaset ve mülk gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu kelimelerden yola çıkarak bu iki görüş arasında mukayese yaptığımız zaman batıda devlet güce dayanan bir zorba, vuran öldüren bir kuvvet ve korkulan bir kurum olarak görünmektedir. Devlet sanki tabir caiz ise vuran bir yumruktur. Çünkü güç esastır. Halbuki bizim eski Türkçemizde bile güç'ün anlamı yani küç şiddet ve zulüm demektir. Oysa İslami terminolojiye baktığımız zaman sanki devlet önümüzü açan ve yol gösteren bir örnek ve öncül, anne ve baba kadar velayet kanatlarının altına sığındığımız bir veli, baba ocağı ve ana kucağı, sonumuzu düşünen ve bize arka çıkan bir yardımcı, ortak işimizi iş edinen ve bize kendi işimizi öneren bir önerici ve nihayet toplumun sevk ve idaresinde neyi nerede ve nasıl yapacağında örnekler sunan bir yönlendirici olarak ortaya çıkmaktadır. Yani bugün yeryüzündeki insanlar sanki ailenin çok çok büyütülmüş bir şekli olan bir devlet ocağında değil de üvey evlat olarak yabancı bir aileye verilmiş, beslengi muamelesi gören bir zavallı durumundadır. Evin sahipleri vardır, evin tapusunu elinde tutanlar söz sahibidirler, sığıntıların ise söz söylemeye hakları yoktur. Eğer konuşacak olursa konuşmada biraz haddi de aşarsa evden kovulup sınır dışı da edilebilir.

Evet, sanki halklar ve vatandaşlar, gücü elinde tutan kuvvet sahibi, eli beli tabancalıların yanında bir sığıntı durumundadırlar. Öyle olmasaydı halkın başında olan ve cumhurun başkanı denilen şahsın sorumsuz olmasını nasıl açıklayabilirsiniz. Hâlbuki bizim anlayışımıza göre makamlar yükseldikçe sorumluluk da artar. Onun için Rabi İbn Ziyad el-Harisi Hz. Ömer'e gelip "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, Kıyamet günü senden onun mutlaka sorulacağını bil" demişti. Milli şairimiz Mehmet Akif de bu konuyu mısralarında şöyle dile getirmektedir.

"Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer'den onu"

 Tek cümleyle ifade etmek gerekirse İslam'ın devlet-sorumluluk anlayışı ile bugünkü anlayış ve uygulama arasında dağlar kadar fark vardır. Evet, aynen öyledir: Anne ve babanın evlatları vardır, devletin ise evlatları vatandaşlarıdır. Acaba devleti temsil edenler bunu bilirler mi?     

Gücü nasıl anlamalıyız meselesine gelince, yukarıdan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi aslında ortada güç diye bir şey yok, bu insanı devleti ve toplumu eşya seviyesine indiren veya ona ağaç gibi görüp şekil vermek isteyenlerin kaba kuvvetçilerin görüşünden başka bir şey değildir. O yüzden hukuk dışı her türlü muamele zulümden ibarettir. İnsan ve toplum hukuka ait olduğu gibi, hukuk da insana mahsus olan bir düzenlemedir. İslam'da tabir caiz ise herkesin yöneticiler bile mevzuata tabi olması bakımından yönetilen durumundadır. Bugün yöneticilerin istek ve arzuları kanun olduğu için kanun yapanlar yönetenler, kanun yapmayanlar ise yönetilenler olmaktadır. Yani eli sopalı bir çoban sığırları gütmüyor ve gütmemelidir. Ortada ortak bir iş vardır veya bu mekândan yeryüzü dünyasından ötelere doğru uzayıp giden yolda birlikte yolculuk vardır. Yol bellidir ve yolcular, önde gidenler, arkada gidenler ve ortada olanlar gibi oldukları yerlerde bulunanlar ile birlikte bu yolculuklarını yapmaktadırlar. İşte güç denilen şey yolu belirlemedir. Biz ise buna yönetim ve yönlendirme diyoruz ve herkes yolcudur. Burada ehemmiyet arz eden yolculuk ve vatandaşlık sıfatı çok çok önemlidir. Çünkü başka sıfatlara, ayrı sınıflara ve sınıfçılığa dayalı her türlü anlayış ve uygulamalar zulümden ibarettir. Zira devlet, tüm vatandaşların ortak noktalarının bileşkesidir. Burada   yüreğimin sızısı ile ifade etmek isterim ki, bu cennet vatanda bugün ayrımcılık yapılarak üç çeşit hukuk uygulanmaktadır. Asker, sivil ve azınlıklar diye üç kısma ayrılan vatandaşlar arasında bölücülük yapılmaktadır. Bu gruplar her bakımdan birbirinden tamamen ayrıdırlar. Uzun uzun örnekler vererek konuyu dağıtmak istemiyorum.

 Kuran'da bu yolculuğa "ve emruhum şura beynehum" (yani onların işleri aralarında danışma iledir) denilerek " işleri" kelimesiyle ifade edilmiştir. Yani nasıl yollar yürüyerek birlikte kat ediliyorsa, siyasi veya idari alanda da birlikte üretim yapılır. Mesela bir adalet işi tüm vatandaşları ilgilendiren bir konu iken ve herkesin omuzlarına ihtiyaç duyacak kadar ağır bir yük iken bu iş savcıların işi, kimse karışmasın veya herkes her mahkemeye başvuramaz gibi görüş ve uygulamalar, her zaman hâkim ve savcıların bu ağır taşın altında nasıl ezildiklerini bize göstermektedir. Herkesi ilgilendiren bir şeyi nasıl olur da siz bir kesime ve bir kısıma verebilirsiniz. Yoksa adalet ve zulüm olgusunu eşyanın tabiatına ve insanın fıtratına siz mi koydunuz?            

Ağız-giriş kapısından giren girdiler üzerinde çalışarak-anüs çıkış kapısından atıkları atarak üretim yapan vücut mekanizması ne ise insana daha doğrusu bireylere ve vatandaşlara bir birliktelik sağlayan toplum veya devlet de o olmalıdır. Vücutta kavga yok, hücreler vuruşup çatışmıyor, sınıfçılık ve ayrımcılık da yok, hele güççülük ve kuvvetçilik ise hiç yoktur. Tam tersine vücutta topluma örnek olacak kadar üstün derecede tam bir iş bölümü, üretim, dağıtım-paylaşım ve tüketim vardır. Hücre-doku-organ ve organizma hiyerarşisi yani iş bölümü çerçevesinde her kişilik sahibi iş gören, çalışıp üretim yapan birim kuvvet kullanmıyor, kendine düşen işi yapıyor. Her birimin de işinden, yaptığı üretimden ve bu birliktelikten çok memnun olduğunu sanıyorum. Ama topluma gelince bu üretim biçimi, bu paylaşım şekli ve bu tüketim anlayışı yanlıştır. Mesela kişinin sahip olduğu malın fiyatını kim belirleyecek, tarlasına pamuk eken kimse benim pamuğum şu fiyata diyecek mi, yoksa merkezde siyaset koltuğunda oturanın ağzından çıkan rakama göre mi hareket edecek? Burada asıl görevli kim, bu iş kimin işi? Burada doğru bir iş bölümü var mı? Hükümet fındık fiyatlarını belirledi haberini veren gazeteler sadece bu bilgiyi vermekle kalmıyor, aynı zamanda bir zulmün işlendiğini de duyurmuş oluyorlar. Çünkü düşük fındık fiyatı, fındık yetiştirilmesi gereken bahçeye çay ektirir ki, bu aynen ata et, ite ot kabilinden doğaya ters düşen bir şeydir. Burada işlerin kimler tarafından yürütüleceği ve iş bölümü konusuna örnek olması bakımından bir meseleye daha değinmek istiyorum. Dün köle ticareti vardı, insanların fiyatları belirlenip alınıp satılırdı. Bugün ise modern çağda, modern toplumun modern ekonomisinde işçilerin emeklerinin ücretleri üzerinde modern bir şekilde pazarlık yapılarak sendika ağaları tarafından sözleşmeler yapılıp imzalar atılıyor. Kişinin malının fiyatını kendisi belirlediği gibi, işçi de emeğinin ücretini ancak kendisi tayin eder ve isterse çalışır, istemezse çalışmaz. İşin doğalı ve doğası budur! Durun ey kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!

Burada kullandığım kelimeler teknik olarak ekonomik olabilir. Ancak ben toplumu meydana getiren tüm alanları kastediyorum. Evet, bu düzen bozuk, mesela bir din adamları camiası var. Bunlar baştan sona bir kurum, bunlara bu iş niye verildi ve kim verdi. Hz. Peygamber böyle bir şey yaptı mı? Onun kurduğu toplum düzeninde bunarlın yeri var mıydı? Bu iş bölümü yanlış olup eşyanın tabiatına ters düşmektedir. Çünkü asaletle yürütülmesi gereken işler vekâletle idare edilmektedir. Hâlbuki toplumdaki işler daha çok asaletle yürütülmelidir. Diyanet camiasında olduğu gibi işler hepten vekâlete havale edilmiş olur ki bu da zarar getirmese bile faydayı tümüyle alıp götürür.       

Gücü Hak'tan veya halktan almak, yine bizim terimle söyleyecek olursak yöneticiler yetkiyi kimden alıyorlar, Hak'tan mı yoksa halktan mı? Bu mesele üzerinde çok şiddetli tartışmalar olmuştur. Özellikle batı dünyasında dinin ve din adamlarının ve kilisenin düzenin dışına çıkarıldığı yerlerde yeryüzü gökyüzüne karşı isyan bayrağını çekmiştir. Hatta Hak ile halkı ayırmak isteyenler ve yeri gökten koparmak isteyenler tamamen havada kalan insan merkezli bir dünya hayal ve seraplarının arkasından 3 asırdır koşturup duruyorlar. Tabi bu durum dünkü uygulamanın tam tersine başka bir şeydir ve tamamen yeni bir şeydir. O sebeple bu konuda hemen pat diye bir şey söylemek yanlış olur. Bunun için önce bu konuda takip edeceğimiz yolu açıklayalım.    

   Yeni bir mesele ile karşılaştığınız zaman eğer onun hükmünü bilmiyorsanız bulup öğrenmeniz de mümkün değilse yapılacak şey esaslara gitmek ve temele inmektir, Halik ve mahlûk irtibatı ve ilişkisine yeniden başvurmaktır. Bir de meydana gelen bu yenilenme ve yenilik, başkalaşma ve değişimin de nasıl olduğunu ve hangi yolları takip ederek bu noktaya kadar geldiğini izlemekte fayda vardır. Bunu yaparsak araştırdığımız konunun hükmünü kolayca bulur ve meselesini rahtlıkla çözebiliriz. Tam burada sırası gelmişken hemen soralım, güç Hak'ta mı, yoksa halkta mı, güç Hakk'ın mı yoksa halkın mı? Daha önceleri güç Hakk'ın idiyse ne oldu da bu O'ndan alınıp halka verildi?       

Önce bu kâinat, yer ve gökler kimin, bu varlık âlemi kimin emrinde, gözümüzü açıp baktığımız zaman karşımızda gördüğümüz bu büyük ve muazzam makineyi kim çalıştırıyor. Kuran ifadesiyle söyleyecek olursak göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Allah'ındır, (Bakara 2/ 284; A.Imran 3/ 109; Nisa 4/ 132), göklerin ve yerin mülkü-yönetimi de Allah'ındır, (Maide 5/ 17) Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çekip alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini rezil edersin. Hayır, senin elindedir. Sen her şeye kadirsin. (A. Imran 3/ 26) Şu halde tabir caiz ise bu kâinat fabrikasının tapusu Cenab-ı Hakk'ın elindedir; gerçek sahip ve malik O'dur. Öyleyse bu fabrikada onun istek ve arzusu uygulanır, ancak onun koyduğu kural ve kanunlar, tüzük ve yönetmelikler geçerli olur. Elmalılı Üstadımızın deyişiyle filvaki Allah Teala Rabbülalemin olduğundan âlemlerin hepsinde onun kanunları caridir. (Hak Dini Kuran Dili, I, 125). Demek oluyor ki, tüm insan, hayvan, bitki ve cansızlar âleminde Allah'ın koyduğu kanunlar geçerlidir; Sosyolojiyi, aile ve devleti koyan Allah'tır. Ekonomiyi ve ekonomik kanunları ve tüm fen bilim ve sosyal bilim kanun ve kurallarını koyan Allah'tır; bu anlamda kimsenin bir kanun koymaya hak ve salahiyeti yoktur. Zaten kanuna aykırı bir şey koymaya kalksa bile onun hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz. Allah insan tabiatına aile olgusunu koyduğu halde aileyi kaldıralım diyenler olmadı mı? Danalara suni yem adı altında et, kemik, sakatat ve ot karışımı yedirmek isteyenler o zavallı hayvanları delirtmediler mi? Doğal-ilahi olan gerçeklere ters düşenler her zaman çözülüp dağılmaya ve çöküp yok olmaya mahkûm olacaklardır.     

Kendilerini kanun-ı Hakk'ın fevkinde tanımak isteyen ve emr-ü iradeleriyle hakk-u hakikati tağyir eylemek sevdasında bulunanlar her halde sille-i Hakk'ın darbesine mahkûmdurlar. (Elmalılı I, 879)

İşte kâinatın sahibi olan Allah kendisinin bir naibi ve halifesi olarak yeryüzünde insanı yaratmış, Âdem’den Hz. Peygambere kadar bir proje takip ederek insanları peygamberler veya onların havarileri ile yönetmiş, hatta Hz. İbrahim'e ben seni insanlara imam-başkan-(lider) tayin edeceğim demişti. İbrahim de ya Rabbi benim soyumdan da (liderler çıkar) deyince. Ahdim zalimlere ulaşmaz, buyurmuştu.(Bakara 2/ 124). Yani Allah yeryüzünü yönetmeleri için peygamberleri görevlendirmiş ve onlara yönetim görevi vermiştir. Yalnız bu dönem Hz. Peygamber'den sonra bitmiş, Yani Hz. Peygamber ile beraber yepyeni bir dönem başlamıştır. O dönem de bir Peygamber ve havari olmadan Allah'ın tayin edip görevlendirdiği bir şahıs bulunmadan insanların kendi kendine yönetmeleridir. Artık dini temsil işi, din adamlığı meselesi tarihe karışmış, böylece artık herkesin temsil hak ve vazifesinin bulunduğu bir toplum anlayışı ve uygulaması başlamıştır.                               

    İşte tam bu nokta, Şiilerle Sünniler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Şiiler Hz. Peygamberden sonra iş başına geçenlerin Allah tarafından tayin edildiklerini iddia ederken Sünniler ise hayır Hz. Peygamberle birlikte göklerin kapısı kapanmıştır, binaen aleyh bundan sonra yöneticileri işbaşına getirmenin ve toplumu temsil edecek kimseleri tayin etmenin yolu biyattir, demişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber vekil tayin etmedi, Kuran şu kimsede olsun, sizi şu veya bu sülale ya da aşiret yönetsin ve işlerinizi görsün demedi.

Şu halde Hz. Peygamber ile birlikte yönetim yetkisini verme işi yani alma işi Hak'tan halka intikal etmiştir. O güne kadar Allah tarafından veriliyordu, o günden sonra ise isteyen herkes bunu halktan almıştır, almaktadır ve alacaktır. Bu görevi alma yolu ve vasıtası ise Kuranda ve sünnette geçen ve sahabilerin de resmen uyguladıkları beyat veya biyat yoludur ki, bugün bunun yerini seçim almıştır, diyebiliriz. Bizim görüşümüze göre seçim İslam esaslarına uygun bir yoldur. Ancak seçmen ve seçenler hakkında ufak tefek bazı çelişkiler olabilir. Mesela seçmen ve seçilen yaşlarındaki farklılıklarda olduğu gibi.

Ancak burada çok önemli bir nokta vardır. Halktan yetkiyi alanlar halkın iradesini değil, ondan daha ziyade Hakk'ın iradesini nazar-ı itibara alacak ve her konuda Allah'ın muradının ne olduğunu tespit etmeye çalışacaklardır. Bunun yolu da kamuya ait olan bütün işleri ictihad ve şura ile yürütmeye çalışmak olacaktır. Milletin işlerini istişare etmeden yürütmeye kalkanlar yolda giderken tökezlemeye mahkûmdurlar. Hem bu, sadece devlet siyaseti için gerekli olan bir husus değil, tüm dernekler, cemiyetler, cemaatler ve halka dönük tüm hizmetler için geçerli olan bir husustur. Yine Elmalılı bu konuda şüphe yok ki mülk-ü hükümet pek büyük bir nimet-i ilahiyedir. Fakat insanlar kendilerini bunun sahibi asli ve hakikisi değil, sahib-i niyabi ve mecazisi bilmelidirler. (Elmalılı, I, 879) demektedir. Hatta bu kamu görevlerine en küçüğünden en büyüğüne kadar, mahalle muhtarlığından-başkanlığından devlet başkanlığına kadar olan tüm görevlerin hepsine birden emanet adı verilir. Ayette “Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi, hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 4/ 58) buyrulmaktadır. Burada bir taraftan kamu görevinin ehil olanlara verilmesi emredilirken, diğer taraftan da bu yönetim yetkisini halkın vereceği, halk kendisini yönetecekleri seçeceği dile getirilmektedir. Seçilenler de istedikleri gibi kendi keyiflerine göre bir yönetme değil, adil bir yönetim biçimi ortaya koyacaklardır ki, bu da ancak vahiy ile bildirilen kanun ve kurallara tabi olmak suretiyle gerçekleşebilir. (Bakara 2/ 170; Enam 6/ 106; Ahkaf 46/ 9). Bilhassa şu ayet çok anlamlıdır. Rabbinizden size indirilene tabi olunuz. Onun dışında birtakım velilere uymayınız” (A’af 7/ 3). Bundan başka kamu yönetimi ile ilgili esaslar getiren bir ayet daha vardır. Ey iman edenler, bizi güt demeyiniz, fakat bize nezaret-kontrol et deyiniz (Bakara 2/ 104) buyrularak gütmenin, güdümlü siyasetin ve polis devletinin yanlışlığına işaret edilerek denetim ve kontrol eden bir devlet düzeninin doğruluğuna işaret edilmiştir. Bu konuda fazla bilgi almak isteyenler Elmalılı tefsirine müracaat edebilirler.         

Yönetimde seçilenlere yetki vermiş olan halk, bunu yapmakla bizi dinleyin ve bizim dediğimizi yapın demek hak ve salahiyetine sahip değildirler. Kuran, ilimsiz, bilgisiz, yol göstericisi olmadan ve aydınlatıcı bir kitabı da bulunmadan Allah hakkında tartışma yapan kimselere Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde “Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” (Lokman 31/ 21) dediklerini naklediyor.

İslam’da mutlak varlık, mutlak hâkim ve hüküm sahibi ancak Allah olduğu için herkes ona bağlanmak ve onun adına hareket etmek zorundadır. Zaten bismillahirrahmanirrahim demek, rahman ve rahim olan Allah adına yapıyorum demektir. Kâinattaki varlıklar onun çizdiği yolda yürümek zorunda oldukları gibi, onun halifesi olan insanlar da sadece onun emir ve tavsiyelerine uyarlar, nehiy ve yasaklarından uzak kalırlar.

Özetleyecek olursak İslam’da yönetime getirilenler, yetkilerini Kuran sünnet ile ilmin ışığında ictihad ve danışma ile kullanarak toplumun işlerini yürütürler. Halk tarafından seçilip iş başına getirilirler, ama onlar adına değil Allah için ve Allah adına hareket ederler. 

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.