. |
Konuya girmeden önce burada bir düşüncemi
okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Doğu ile batının, Rönesans medeniyeti ile İslam
medeniyetinin siyasete yani yönetime bakışlarında benzerlikler olduğu gibi, çok
önemli farklılıklar da vardır. Siyaset, idare veya yönetim ne derseniz deyiniz, bu
anlamı ve teorik düşünceyi ortaya koymak için kullanılan kelimeler, terimler, üslup
ve anlatım tarzı ana fikri de ortaya koyuyor. Bu da yönetim felsefesinin ne ve nasıl
olduğunu açıkça gösterip meydana çıkarıyor. İşte sizlerle asıl paylaşmak
istediğim düşüncem şudur: Batı medeniyetinin yönetimi ifade etmek üzere ürettiği
terminolojiye baktığımız zaman bunların güç, kuvvet, kuvvetler ayrılığı,
iktidar ve otorite gibi kelimeler olduğunu görürüz. Buna karşılık İslam
medeniyetinde ise imam, halife, veli, emir, iş, idare, siyaset ve mülk
gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu kelimelerden yola çıkarak bu iki görüş
arasında mukayese yaptığımız zaman batıda devlet güce dayanan bir zorba, vuran
öldüren bir kuvvet ve korkulan bir kurum olarak görünmektedir. Devlet sanki tabir caiz
ise vuran bir yumruktur. Çünkü güç esastır. Halbuki bizim eski Türkçemizde bile
güç'ün anlamı yani küç şiddet ve zulüm demektir. Oysa İslami terminolojiye
baktığımız zaman sanki devlet önümüzü açan ve yol gösteren bir örnek ve
öncül, anne ve baba kadar velayet kanatlarının altına sığındığımız bir veli,
baba ocağı ve ana kucağı, sonumuzu düşünen ve bize arka çıkan bir yardımcı,
ortak işimizi iş edinen ve bize kendi işimizi öneren bir önerici ve nihayet toplumun
sevk ve idaresinde neyi nerede ve nasıl yapacağında örnekler sunan bir yönlendirici
olarak ortaya çıkmaktadır. Yani bugün yeryüzündeki insanlar sanki ailenin çok çok
büyütülmüş bir şekli olan bir devlet ocağında değil de üvey evlat olarak yabancı
bir aileye verilmiş, beslengi muamelesi gören bir zavallı durumundadır. Evin sahipleri
vardır, evin tapusunu elinde tutanlar söz sahibidirler, sığıntıların ise söz
söylemeye hakları yoktur. Eğer konuşacak olursa konuşmada biraz haddi de aşarsa
evden kovulup sınır dışı da edilebilir. Evet, sanki halklar ve vatandaşlar, gücü elinde
tutan kuvvet sahibi, eli beli tabancalıların yanında bir sığıntı durumundadırlar.
Öyle olmasaydı halkın başında olan ve cumhurun başkanı denilen şahsın sorumsuz
olmasını nasıl açıklayabilirsiniz. Hâlbuki bizim anlayışımıza göre makamlar
yükseldikçe sorumluluk da artar. Onun için Rabi İbn Ziyad el-Harisi Hz. Ömer'e gelip
"Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, Kıyamet günü senden onun mutlaka sorulacağını
bil" demişti. Milli şairimiz Mehmet Akif de bu konuyu mısralarında şöyle dile
getirmektedir. "Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir
koyunu, Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer'den onu" Tek cümleyle ifade etmek gerekirse İslam'ın
devlet-sorumluluk anlayışı ile bugünkü anlayış ve uygulama arasında dağlar kadar
fark vardır. Evet, aynen öyledir: Anne ve babanın evlatları vardır, devletin ise
evlatları vatandaşlarıdır. Acaba devleti temsil edenler bunu bilirler mi?
Gücü nasıl anlamalıyız meselesine gelince,
yukarıdan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi aslında ortada güç diye bir şey
yok, bu insanı devleti ve toplumu eşya seviyesine indiren veya ona ağaç gibi görüp
şekil vermek isteyenlerin kaba kuvvetçilerin görüşünden başka bir şey değildir. O
yüzden hukuk dışı her türlü muamele zulümden ibarettir. İnsan ve toplum hukuka ait
olduğu gibi, hukuk da insana mahsus olan bir düzenlemedir. İslam'da tabir caiz ise
herkesin yöneticiler bile mevzuata tabi olması bakımından yönetilen durumundadır.
Bugün yöneticilerin istek ve arzuları kanun olduğu için kanun yapanlar yönetenler,
kanun yapmayanlar ise yönetilenler olmaktadır. Yani eli sopalı bir çoban sığırları
gütmüyor ve gütmemelidir. Ortada ortak bir iş vardır veya bu mekândan yeryüzü
dünyasından ötelere doğru uzayıp giden yolda birlikte yolculuk vardır. Yol bellidir
ve yolcular, önde gidenler, arkada gidenler ve ortada olanlar gibi oldukları yerlerde
bulunanlar ile birlikte bu yolculuklarını yapmaktadırlar. İşte güç denilen şey
yolu belirlemedir. Biz ise buna yönetim ve yönlendirme diyoruz ve herkes yolcudur.
Burada ehemmiyet arz eden yolculuk ve vatandaşlık sıfatı çok çok önemlidir.
Çünkü başka sıfatlara, ayrı sınıflara ve sınıfçılığa dayalı her türlü
anlayış ve uygulamalar zulümden ibarettir. Zira devlet, tüm vatandaşların ortak
noktalarının bileşkesidir. Burada yüreğimin sızısı ile ifade etmek
isterim ki, bu cennet vatanda bugün ayrımcılık yapılarak üç çeşit hukuk
uygulanmaktadır. Asker, sivil ve azınlıklar diye üç kısma ayrılan vatandaşlar
arasında bölücülük yapılmaktadır. Bu gruplar her bakımdan birbirinden tamamen
ayrıdırlar. Uzun uzun örnekler vererek konuyu dağıtmak istemiyorum. Kuran'da bu yolculuğa "ve emruhum şura
beynehum" (yani onların işleri aralarında danışma iledir) denilerek " işleri"
kelimesiyle ifade edilmiştir. Yani nasıl yollar yürüyerek birlikte kat ediliyorsa,
siyasi veya idari alanda da birlikte üretim yapılır. Mesela bir adalet işi tüm
vatandaşları ilgilendiren bir konu iken ve herkesin omuzlarına ihtiyaç duyacak kadar ağır
bir yük iken bu iş savcıların işi, kimse karışmasın veya herkes her mahkemeye
başvuramaz gibi görüş ve uygulamalar, her zaman hâkim ve savcıların bu ağır
taşın altında nasıl ezildiklerini bize göstermektedir. Herkesi ilgilendiren bir şeyi
nasıl olur da siz bir kesime ve bir kısıma verebilirsiniz. Yoksa adalet ve zulüm
olgusunu eşyanın tabiatına ve insanın fıtratına siz mi koydunuz?
Ağız-giriş kapısından giren girdiler üzerinde
çalışarak-anüs çıkış kapısından atıkları atarak üretim yapan vücut
mekanizması ne ise insana daha doğrusu bireylere ve vatandaşlara bir birliktelik
sağlayan toplum veya devlet de o olmalıdır. Vücutta kavga yok, hücreler vuruşup çatışmıyor,
sınıfçılık ve ayrımcılık da yok, hele güççülük ve kuvvetçilik ise hiç
yoktur. Tam tersine vücutta topluma örnek olacak kadar üstün derecede tam bir iş bölümü,
üretim, dağıtım-paylaşım ve tüketim vardır. Hücre-doku-organ ve organizma hiyerarşisi
yani iş bölümü çerçevesinde her kişilik sahibi iş gören, çalışıp üretim
yapan birim kuvvet kullanmıyor, kendine düşen işi yapıyor. Her birimin de işinden,
yaptığı üretimden ve bu birliktelikten çok memnun olduğunu sanıyorum. Ama topluma
gelince bu üretim biçimi, bu paylaşım şekli ve bu tüketim anlayışı yanlıştır.
Mesela kişinin sahip olduğu malın fiyatını kim belirleyecek, tarlasına pamuk eken
kimse benim pamuğum şu fiyata diyecek mi, yoksa merkezde siyaset koltuğunda oturanın
ağzından çıkan rakama göre mi hareket edecek? Burada asıl görevli kim, bu iş kimin
işi? Burada doğru bir iş bölümü var mı? Hükümet fındık fiyatlarını belirledi
haberini veren gazeteler sadece bu bilgiyi vermekle kalmıyor, aynı zamanda bir zulmün işlendiğini
de duyurmuş oluyorlar. Çünkü düşük fındık fiyatı, fındık yetiştirilmesi
gereken bahçeye çay ektirir ki, bu aynen ata et, ite ot kabilinden doğaya ters düşen
bir şeydir. Burada işlerin kimler tarafından yürütüleceği ve iş bölümü konusuna
örnek olması bakımından bir meseleye daha değinmek istiyorum. Dün köle ticareti
vardı, insanların fiyatları belirlenip alınıp satılırdı. Bugün ise modern çağda,
modern toplumun modern ekonomisinde işçilerin emeklerinin ücretleri üzerinde modern
bir şekilde pazarlık yapılarak sendika ağaları tarafından sözleşmeler yapılıp
imzalar atılıyor. Kişinin malının fiyatını kendisi belirlediği gibi, işçi de emeğinin
ücretini ancak kendisi tayin eder ve isterse çalışır, istemezse çalışmaz. İşin
doğalı ve doğası budur! Durun ey kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak! Burada kullandığım kelimeler teknik olarak
ekonomik olabilir. Ancak ben toplumu meydana getiren tüm alanları kastediyorum. Evet, bu
düzen bozuk, mesela bir din adamları camiası var. Bunlar baştan sona bir kurum,
bunlara bu iş niye verildi ve kim verdi. Hz. Peygamber böyle bir şey yaptı mı? Onun
kurduğu toplum düzeninde bunarlın yeri var mıydı? Bu iş bölümü yanlış olup
eşyanın tabiatına ters düşmektedir. Çünkü asaletle yürütülmesi gereken işler
vekâletle idare edilmektedir. Hâlbuki toplumdaki işler daha çok asaletle
yürütülmelidir. Diyanet camiasında olduğu gibi işler hepten vekâlete havale edilmiş
olur ki bu da zarar getirmese bile faydayı tümüyle alıp götürür.
Gücü Hak'tan veya halktan almak, yine bizim
terimle söyleyecek olursak yöneticiler yetkiyi kimden alıyorlar, Hak'tan mı yoksa
halktan mı? Bu mesele üzerinde çok şiddetli tartışmalar olmuştur. Özellikle batı
dünyasında dinin ve din adamlarının ve kilisenin düzenin dışına çıkarıldığı
yerlerde yeryüzü gökyüzüne karşı isyan bayrağını çekmiştir. Hatta Hak ile
halkı ayırmak isteyenler ve yeri gökten koparmak isteyenler tamamen havada kalan insan
merkezli bir dünya hayal ve seraplarının arkasından 3 asırdır koşturup
duruyorlar. Tabi bu durum dünkü uygulamanın tam tersine başka bir şeydir ve tamamen
yeni bir şeydir. O sebeple bu konuda hemen pat diye bir şey söylemek yanlış olur.
Bunun için önce bu konuda takip edeceğimiz yolu açıklayalım. Yeni bir mesele ile karşılaştığınız
zaman eğer onun hükmünü bilmiyorsanız bulup öğrenmeniz de mümkün değilse
yapılacak şey esaslara gitmek ve temele inmektir, Halik ve mahlûk irtibatı ve
ilişkisine yeniden başvurmaktır. Bir de meydana gelen bu yenilenme ve yenilik,
başkalaşma ve değişimin de nasıl olduğunu ve hangi yolları takip ederek bu noktaya
kadar geldiğini izlemekte fayda vardır. Bunu yaparsak araştırdığımız konunun hükmünü
kolayca bulur ve meselesini rahtlıkla çözebiliriz. Tam burada sırası gelmişken hemen
soralım, güç Hak'ta mı, yoksa halkta mı, güç Hakk'ın mı yoksa halkın mı? Daha
önceleri güç Hakk'ın idiyse ne oldu da bu O'ndan alınıp halka verildi?
Önce bu kâinat, yer ve gökler kimin, bu varlık
âlemi kimin emrinde, gözümüzü açıp baktığımız zaman karşımızda gördüğümüz
bu büyük ve muazzam makineyi kim çalıştırıyor. Kuran ifadesiyle söyleyecek olursak
göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Allah'ındır, (Bakara 2/ 284; A.Imran 3/
109; Nisa 4/ 132), göklerin ve yerin mülkü-yönetimi de Allah'ındır, (Maide 5/
17) Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü
çekip alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini rezil edersin. Hayır, senin
elindedir. Sen her şeye kadirsin. (A. Imran 3/ 26) Şu halde tabir caiz ise bu kâinat
fabrikasının tapusu Cenab-ı Hakk'ın elindedir; gerçek sahip ve malik O'dur. Öyleyse
bu fabrikada onun istek ve arzusu uygulanır, ancak onun koyduğu kural ve kanunlar, tüzük
ve yönetmelikler geçerli olur. Elmalılı Üstadımızın deyişiyle filvaki Allah
Teala Rabbülalemin olduğundan âlemlerin hepsinde onun kanunları caridir. (Hak Dini
Kuran Dili, I, 125). Demek oluyor ki, tüm insan, hayvan, bitki ve cansızlar âleminde
Allah'ın koyduğu kanunlar geçerlidir; Sosyolojiyi, aile ve devleti koyan Allah'tır.
Ekonomiyi ve ekonomik kanunları ve tüm fen bilim ve sosyal bilim kanun ve kurallarını
koyan Allah'tır; bu anlamda kimsenin bir kanun koymaya hak ve salahiyeti yoktur. Zaten
kanuna aykırı bir şey koymaya kalksa bile onun hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz. Allah
insan tabiatına aile olgusunu koyduğu halde aileyi kaldıralım diyenler olmadı mı?
Danalara suni yem adı altında et, kemik, sakatat ve ot karışımı yedirmek isteyenler
o zavallı hayvanları delirtmediler mi? Doğal-ilahi olan gerçeklere ters düşenler her
zaman çözülüp dağılmaya ve çöküp yok olmaya mahkûm olacaklardır.
Kendilerini kanun-ı Hakk'ın fevkinde tanımak
isteyen ve emr-ü iradeleriyle hakk-u hakikati tağyir eylemek sevdasında bulunanlar her
halde sille-i Hakk'ın darbesine mahkûmdurlar. (Elmalılı I, 879) İşte kâinatın sahibi olan Allah kendisinin bir
naibi ve halifesi olarak yeryüzünde insanı yaratmış, Âdem’den Hz. Peygambere kadar
bir proje takip ederek insanları peygamberler veya onların havarileri ile yönetmiş,
hatta Hz. İbrahim'e ben seni insanlara imam-başkan-(lider) tayin edeceğim demişti.
İbrahim de ya Rabbi benim soyumdan da (liderler çıkar) deyince. Ahdim zalimlere
ulaşmaz, buyurmuştu.(Bakara 2/ 124). Yani Allah yeryüzünü yönetmeleri için
peygamberleri görevlendirmiş ve onlara yönetim görevi vermiştir. Yalnız bu dönem
Hz. Peygamber'den sonra bitmiş, Yani Hz. Peygamber ile beraber yepyeni bir dönem başlamıştır.
O dönem de bir Peygamber ve havari olmadan Allah'ın tayin edip görevlendirdiği bir
şahıs bulunmadan insanların kendi kendine yönetmeleridir. Artık dini temsil işi, din
adamlığı meselesi tarihe karışmış, böylece artık herkesin temsil hak ve
vazifesinin bulunduğu bir toplum anlayışı ve uygulaması başlamıştır.
İşte tam bu nokta, Şiilerle Sünniler
arasında ihtilaf konusu olmuştur. Şiiler Hz. Peygamberden sonra iş başına geçenlerin
Allah tarafından tayin edildiklerini iddia ederken Sünniler ise hayır Hz. Peygamberle
birlikte göklerin kapısı kapanmıştır, binaen aleyh bundan sonra yöneticileri işbaşına
getirmenin ve toplumu temsil edecek kimseleri tayin etmenin yolu biyattir, demişlerdir.
Çünkü Hz. Peygamber vekil tayin etmedi, Kuran şu kimsede olsun, sizi şu veya bu sülale
ya da aşiret yönetsin ve işlerinizi görsün demedi. Şu halde Hz. Peygamber ile birlikte yönetim
yetkisini verme işi yani alma işi Hak'tan halka intikal etmiştir. O güne kadar Allah
tarafından veriliyordu, o günden sonra ise isteyen herkes bunu halktan almıştır,
almaktadır ve alacaktır. Bu görevi alma yolu ve vasıtası ise Kuranda ve sünnette
geçen ve sahabilerin de resmen uyguladıkları beyat veya biyat yoludur ki, bugün bunun
yerini seçim almıştır, diyebiliriz. Bizim görüşümüze göre seçim İslam
esaslarına uygun bir yoldur. Ancak seçmen ve seçenler hakkında ufak tefek bazı çelişkiler
olabilir. Mesela seçmen ve seçilen yaşlarındaki farklılıklarda olduğu gibi. Ancak burada çok önemli bir nokta vardır. Halktan
yetkiyi alanlar halkın iradesini değil, ondan daha ziyade Hakk'ın iradesini nazar-ı
itibara alacak ve her konuda Allah'ın muradının ne olduğunu tespit etmeye çalışacaklardır.
Bunun yolu da kamuya ait olan bütün işleri ictihad ve şura ile yürütmeye çalışmak
olacaktır. Milletin işlerini istişare etmeden yürütmeye kalkanlar yolda giderken
tökezlemeye mahkûmdurlar. Hem bu, sadece devlet siyaseti için gerekli olan bir husus değil,
tüm dernekler, cemiyetler, cemaatler ve halka dönük tüm hizmetler için geçerli olan
bir husustur. Yine Elmalılı bu konuda şüphe yok ki mülk-ü hükümet pek büyük
bir nimet-i ilahiyedir. Fakat insanlar kendilerini bunun sahibi asli ve hakikisi değil,
sahib-i niyabi ve mecazisi bilmelidirler. (Elmalılı, I, 879) demektedir. Hatta bu
kamu görevlerine en küçüğünden en büyüğüne kadar, mahalle muhtarlığından-başkanlığından
devlet başkanlığına kadar olan tüm görevlerin hepsine birden emanet adı verilir. Ayette “Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi, hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 4/ 58) buyrulmaktadır. Burada bir
taraftan kamu görevinin ehil olanlara verilmesi emredilirken, diğer taraftan da bu yönetim
yetkisini halkın vereceği, halk kendisini yönetecekleri seçeceği dile
getirilmektedir. Seçilenler de istedikleri gibi kendi keyiflerine göre bir yönetme değil,
adil bir yönetim biçimi ortaya koyacaklardır ki, bu da ancak vahiy ile bildirilen kanun
ve kurallara tabi olmak suretiyle gerçekleşebilir. (Bakara 2/ 170; Enam 6/ 106; Ahkaf
46/ 9). Bilhassa şu ayet çok anlamlıdır. Rabbinizden
size indirilene tabi olunuz. Onun dışında birtakım velilere uymayınız” (A’af 7/
3). Bundan başka kamu yönetimi ile ilgili esaslar getiren bir ayet daha vardır. Ey iman edenler, bizi güt demeyiniz, fakat bize
nezaret-kontrol et deyiniz (Bakara 2/ 104) buyrularak gütmenin, güdümlü siyasetin
ve polis devletinin yanlışlığına işaret edilerek denetim ve kontrol eden bir devlet
düzeninin doğruluğuna işaret edilmiştir. Bu konuda fazla bilgi almak isteyenler
Elmalılı tefsirine müracaat edebilirler. Yönetimde seçilenlere yetki vermiş olan halk,
bunu yapmakla bizi dinleyin ve bizim dediğimizi yapın demek hak ve salahiyetine sahip
değildirler. Kuran, ilimsiz, bilgisiz, yol göstericisi olmadan ve aydınlatıcı bir
kitabı da bulunmadan Allah hakkında tartışma yapan kimselere Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde “Biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” (Lokman 31/ 21) dediklerini naklediyor. İslam’da mutlak varlık, mutlak hâkim ve hüküm
sahibi ancak Allah olduğu için herkes ona bağlanmak ve onun adına hareket etmek
zorundadır. Zaten bismillahirrahmanirrahim demek, rahman ve rahim olan Allah adına
yapıyorum demektir. Kâinattaki varlıklar onun çizdiği yolda yürümek zorunda
oldukları gibi, onun halifesi olan insanlar da sadece onun emir ve tavsiyelerine uyarlar,
nehiy ve yasaklarından uzak kalırlar. Özetleyecek olursak İslam’da yönetime
getirilenler, yetkilerini Kuran sünnet ile ilmin ışığında ictihad ve danışma ile
kullanarak toplumun işlerini yürütürler. Halk tarafından seçilip iş başına
getirilirler, ama onlar adına değil Allah için ve Allah adına hareket ederler.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
. |