Her din her bilim ve her medeniyet kendi zaman ve zemin
şartlarına göre yeni yeni bir takım terimler üretir. Bugün gerek halk ve gerekse
entellektüeller arasında dönüp dolaşan bazı söz ve deyimler böyledir. Mesela son
zamanlarda ülkemizde bir "mahalle baskısı" sözüdür gidiyor. Haliyle
sokaktaki sade vatandaş nedir bu mahalle baskısı, böyle bir şey olur mu, kişilere
baskı yapmak, inanmadıkları halde onları bir kararı almaya veya işi yapmaya
yönlendirmek olur mu diye soruyor. Hele bu kişi biraz dindar ise o zaman da acaba bu
işe dinimiz ne diyor, demeye başlar. İşte biz şimdi bu yazımızda İslam Dini bu
anlayışlara ne diyor acaba deyip yola çıkıyoruz.
Bugün hemen hemen mavi küremizin çoğu yerinde Rönesans
medeniyetinin yaşandığını herhalde söyleyebiliriz. Bu medeniyetin insan hakkında
birey, toplum fert ve devlet hakkında ve hatta bir çok beşeri olaylar üzerine
kendine göre düşünce üretip bunu bir çok terimlerle uygulamaya soktuğu da bir
gerçektir. Zamanımızda birçok mahfellerde hep duyduğumuz "katılımcı
demokrasi", "seçim ekonomisi", "sivil toplum", "siyasal
katılım", "lobi faaliyetleri", "iktidar", "muhalefet"
gibi ifadeler buna örnek olabilir. Burada hemen söyleyelim ki, dini toplumdan
dışlamakla çıkmaz sokağa giren bu medeniyeti kuranlar denize düşen yılana
sarılır kabilinden boğulmamak için bu can simitlerine sarılmışlardır. Çünkü
onlar toplumda dengeleri tam kuramadıkları ve nirengi noktalarını geometrik
mahallerine tam oturtamadıkları için böylece doğal olandan kaçıp yapaylığa
sığınma zorunda kalmışlardır. Zira onlar hatayı baştan yapmışlar ve dini ve dini
düşünce ve uygulamaları hayatın sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarından sıyırıp
silip sadece kiliseye hapsetmişlerdir. Böylece toplumsal hayatın bir bileşeni olan
dinin alanı son derece daralmış olduğu için zayıflamış cılızlaşmış ve
neticede toplumsal ihtiyacın ağırlığı karşısında ezilmiş ve yok olmuştur.
Mesela ahlak kavramı ekonomik alandan tamamen kovulduğu için ahlaksızlaşan ekonomi
anlayışı insanlara zararlı olan malları üretmede hiçbir sakınca görmemiştir.
İşte bu sebeplerden dolayı biz müslümanlara aldanmamak, akıntıya kürek çekmemek,
her zaman ve her yerde tüm insanlık için yararlı işler yapabilmek için işin
doğrusunu öğrenme, bilme uygulama ve de anlatma görevi düşmektedir.
İfade ettiğimiz gibi dini ilimi idari ve iktisadi
alanlarda yapılan yanlışlar yeni yanlışları doğurdu ve böylece baskı yapan veya
yapacak olan gruplar ortaya çıktı. Ortaya çıktı değil, sanki kurum haline geldi.
Halbuki geçici olan servis yolu hiç ana cadde gibi temelli olur mu? Siz hem kuvvetler
ayrılığından bahsedeceksiniz hem de kanunu yapan da uygulayan da ve denetleyen de siz
veya sizin adamlarınız olacak, böyle birşey olabilir mi? Bu bir aldatmaca ve
yutturmaca değil midir? Biz İslam Düzeninde bu yasama yürütme ve yargı üçlüsüne
bir de denetlemeyi ilave ederek bunu iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırabilen ahlak
kurumlarına, yasamayı doğruyu yanlıştan ayıran düşünebilen bilim adamlarına,
yürütmeyi faydalıyı zararlıdan ayıran siyasiler ve yargıyı da adaleti zulümden
ayıran yargı mensuplarına verildiği görüşündeyiz. Yani İslamda kuvvetler
ayrılığı değil, kuvvetler paralelliği vardır. Bu demektir ki, "ey rönesansın
müntesipleri siz düzeni yanlış temeller üzerine attınız".
Mısırda birisi çıkıp "İslamda İktidar ve
Muhalefet" adı altında bir doktara tezi hazırlıyor. Be hey şaşkın! İslam
yerinden yönetimi ve yönetimde nisbiliği öneriyor. Bu böyle iken hiç iktidar ve
muhalefet ayrımından bahsedilebilir mi? Hem İslamda ademi- merkeziyet esas olduğu gibi
demokrasinin vazgeçilmez kurumları olan particiliğin de sınıfcılığında yeri
yoktur.
Hz. Ömer danışma kurulunda vergi
gelirlerinin fazlalığından dolayı harcanacak yer bulunamdığı için artan malları
ne yapılacağını gündem maddesi olarak tartışmaya açtığı zaman meclis
üyelerinin hepsi hazinede saklansın gelecek sene harcarız görüşünü nerdeyse kabul
edip karar vereceği bir zamanda "ya Ali sen ne diyorsun, görüşünü
açıklamadın" dediğinde Hz.Ali "ben arkadaşların fikrinde değilim"
dedi. Onun bu mallar fakir fukaraya garip gurabaya ve devletin ihtiyaçlarına bu yıl
harcansın sözüne karşılık Hz.Ömer tüm çoğunluğun düşüncesini bırakıp
sadece Hz.Ali'nin görüşüne dayanarak o doğrultuda karar verdi. Bu tabloyu siz
bugünkü demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayılan parti ve bir iktidar partisinin
meclisteki tartışmalarında görebilir misiniz? Bir defa parmak hesabı çoğunluk diye
bir yanlış anlayış vardır. İkinci olarak da bir üyenin öyle kendi görüşü falan
olabilir mi? Kişi alınan grup kararına karşı çıkabilir mi? İşte grup baskısı ne
ise lobi faaliyetleri de odur, baskı grupları da odur. Hz. Ali'nin özgürlüğünün
ağırlığını tartabildiniz mi, var mı sizde onu tartabilecek bir demokrasi baskülü?
Tüm meclis üyeleri bir tarafta, yapayalnız Hz. Ali ise yek başına diğer tarafta ve
dik bir şekilde tabir caiz ise demokrat olarak kendi görüşünü savunuyor.
Milletvekilini parti başkanı seçtirirse o başkanının emrinde çalışan parmak
kaldırınca kaldıran, kaldırmayınca kaldırmayan bir otomattan öteye geçemez.
Baskı grupları, lobi veya katılımcı demokrasi ya
da siyasal katılım adına ne derseniz deyiniz bunlar idari ve siyasi kadroları
etkilemek suretiyle kendi çıkarlarını veya kendi yakın ve adamlarının
menfaatlarını korumaya çalışan onun için çabalayan kimseler değil midir? Kimin
çıkarını malını ya da menfaatını kime aktaracaksınız? Ahmedin hakkını veya şu
bölgenin çıkarını ya da falan yörenin menfaatını nasıl nereye neden havale
ettiriyorsunuz. Sebep ne? Bunun sebebi nedir? Sebebler, nedenler ve niçinler dünyasında
böyle heva ile başıboş hareket edilir mi? Hani siz sebepçi, sebep netice
bağıntısına bakan yani ilimci idiniz yani bilimci idiniz? Bilimsel davranış bunun
neresinde? İşte din bilgisini terkedenler sadece eşyayı sömürmekle kalmazlar aynı
zamanda çelişkiler içinde kalan şaşkınlar gibi bir taraftan birey birey derler
diğer taraftan da onun kişiliğini kemirip yok ederler. Ellerinde Kutsal kitapların
ölçüleri olmayanlar kişiliği olan toplumlarla olmayan toplumları ayıramazlar.
Birey, mahalle, bucak, il ve devlet bunlar kişiliği olan insan ve insan toplumlarıdır.
Bucak il ve devlet meclis üyelerine dışardan gazel okuyanlar baskı yaparak şu veya bu
yönde kural ve kanun çıkaramazlar. Eğer siz yetkisiz olduğunuz bir yerde
yöneticileri veya üyeleri sınırsız yetkilerle donatırsanız, demokrasi
tiyatrosunun baş oyuncusu şu sınıfın maaşları artırlacak, artırılsın
dediği zaman derhal artırılır. Halbuki vergiler bellidir, yani devletin bütçe
gelirleri bellidir, bunlar yaş ve tahsil baremlerine göre hak sahiplerine dağıtılır.
Bunda asla başkanın değil, tüm dünya başkanları toplansa bile onların
ellerinde yapabilecekleri bir yetkileri yoktur. Kutsal kitabı okumayanlar kimin nerede ve
ne kadar hakkı var bilemezler. Onun için bugün mal ile parayı, para ile emeği de
ayıramıyorlar. İnsanın adresini Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'anda aramayanlar işte
böyle armutlarla elmaları birlikte toplamaya başlarlar, ya fertçi olurlar ya da
devletçi, ya bireyci olurlar ya da toplumcu; halbuki bunlar her ikisi de birbirlerini
dengeleyen unsurlardır. Onun için bir hiç uğruna bireyi yok ederseniz tüm
insanlığı yok etmiş olursunuz. Bize göre bireylerin düşünce ve fikirlerine,
hüküm ve kararlarına, inanç ve kanaatlerine saman çöpü kadar baskı yapılan
bir yerde dinden, hukuktan ve insanlıktan bahsedilemez. Kişinin duygu ve düşünceleri,
inanç ve kanaatleri hüküm ve kararları onun eli kadar, gözü ve kulağı kadar
kutsaldır ve dokunulmazlığı vardır. Ancak tabii ki tebliğ var, tabii ki anlatma
açıklama beyan etme ve iletme var, ama asla asla baskı yok. O yüzden bugün
reklamcılık adı altında ekonmicilik oyununun yaptığı gözboyama faliyetlerine bile
teknik terim ile ifade edecek olursak mekruh derler.
Bütün bu
yanlışlar iş bölümünün doğru yapılmadığından kaynaklanıyor desek meseleyi
teke indirgemiş olmayız sanıyorum. Çünkü insanla ilgili her alanda her şey
tam yerliyerine oturunca tam bir iş bölümü sağlanmış olur. İşte o zaman
başkan bey biz maaşları hangi kural ve kanuna göre yapacaz diye sormaya başlar ve
devletin bir tür vakıf olduğunu yüreğinde hissederek bu organizasyon bana ait değil,
kıyamete kadar gelecek olanların burada hakkı var diyerek hareket eder.
İşte her hak
sahibinin hakkının kendisine verildiği bir toplumda sınıfa dayalı bir düzen
olmadığı için çatışmalara, sen ben kavgası yaparak karşılılklı çıkar
çekişmelerine ve baskı gruplarına yer yoktur. Gerçek ölçüyü ve ölçeği
kaybedenler insanları ve yerleşim birimlerini fotokopi zannederek kalıpçılık yapıp
tektipleştirmek isterler. İşte bu zavallılar, gerçek iş bölümünden uzak bu
acınacak kişiler, gözleriyle koklamaya ve burunlarıyla görmeye başladıkları için
Ankara'nın Çankaya'sından ve İstanbul'un Fatih'inden rahatsız olarak "mahalle
baskısı var!" "mahalle baskısı var!" diye ciyak ciyak öterler. Halbuki
bunlar birisi eski tarihin, diğeri de yeni tarihin, birisi geleneğin öbürüsü de
modernitenin örnekleri değil mi?
Neticede yapaycılığa sapmadan ve baskı maskı yapmadan,
"doğal olarak bir mevsim gelir, diğer mevsim gider; "üzüm üzüme baka baka
kararır" sosyolojisi içersinde ve sosyal değişmede din ile bilimi yeniden
yerlerine koyarak değişim ve gelişim diyecek olursak hiçbir zorluk önümüze
çıkmadığı gibi, kılık kıyafetle uğraşmak pirimitivliğinden de kurtulmuş
oluruz. Böylece dün olduğu gibi büyük millet ve büyük devlet olarak tüm
insanlığa ışık tutacak hale geliriz. Bunun için çalışanlara başarı dileklerimi
iletirken en samimi selam sevgi ve saygılarımı
sunuyorum.