. |
İslam’da
barış esastır. İslam gelinceye kadar ayrı dine, ırka ve aşirete mensup toplumlar
ayrı ayrı toplumlardı ve bunların arsında düşmanlık esastı. İslam’ın
getirdiği esaslardan birisi de toplumlar arası ve devletler arası barıştır. Fakat
maalesef bu barışın her yönde sağlandığını bugün bile söylemek mümkün değildir.
Bilhassa ekonomik hayatta tüm dünyayı alan sayan ve mal, para, kıymetli evrak ve emek
ithalat ve ihracatına serbesti getiren İslam bu konuda da dostluğu kardeşliği ve
barışı esas almıştır. İslam’a göre tüm insanlık kardeştir. Her türlü mal ve
para akımı serbesttir sadece bunun ticari vergisi vardır. Yani İslam’da gümrük
yoktur. Aslında
İslam diğer din mensuplarını da ve başkalarını da Müslümanlarla bir araya
getirerek yepyeni bir merkezi devlet anlayışı ortaya koymuştur. İslam’ın
getirdiği bu yeni toplum ve yeni devlet anlayışı doğal ömrünü tamamlamış, yeni
bir bahar ve yazın gelmesi için kış uykusuna moduna ve mevsimine
girmiştir, diyebiliriz. Tabi nöbet sırası bu arada batı dünyasına geçmiştir.
Batı dünyası Hıristiyanlık kendilerine cevap veremediği için peygambere ve
peygamberlere değil, akla ve filozoflara dayanmışlardır. Halbuki insanlık tarihinde tüm
yenilikleri peygamberler yapmış, filozoflar ise bunları anlamaya çalışmışlardır.
Bize göre batı filozofları İslam’a ve İslam toplumuna bakmışlar, onu tam
kavrayıp kendi toplumlarına öylece
aktaramadıklarından eksik ve aksaklıklar ve de yanlışlar yapmışlardır. Mesela Adam
Smith insan menfaatçidir, diyerek ekonomiyi menfaat duygusunun yöneteceğini iddia edip
buna “görünmeyen el” adını verdi. Halbuki mesela ibadetler gibi dini
hayatın dışındaki idari, siyasi, iktisadi ve ailevi hayat hep kural, kanun yönetmelik
ve kabul edilen esaslar dahilinde yürür. Yani ilmin cereyan edeceği ve ilmi kanun kural
ve esasların yerini hisler ve tatminsel iç duygular alamaz. Smith’in önerisi kargaşadan
başka bir şey değildir; çünkü ekonomi içsel değil, dışımızdaki doğal bir düzenin
kanun ve kurallarına göre hareket ve davranışlarda bulunmaktır. Smith’in
dediklerini yaptıkları için zaten bugün dünya ekonomileri karma, kargaşa ve
karışıklıktan ibarettir. Devlet
benim deyen XIV Louis ne kadar hata etmişse, bugün de katılımcı demokrasi diyenler,
baskı grupları diyenler de en az o kadar yanlış yapıyorlar. Buna karşı ben de
hayır hayır, bu katılımcı demokrasi değil, bu dışardan gazel okumaktır desem, kim
bana ne diyebilir. Yine hayır hayır, bu Rönesans medeniyeti bireyi toplumu ferdi ve
devleti anlayamadı. İnsanı anlayamadı; onun kimyasına yabancı elementler koyarak
bileşimini bozdu ve tahrip etti. Hele
hele baskı grupları anlayışının ise medyanın ve başka şeylerin silah gibi
kullanılması, insanın kullanılması... toplumun ve toplumların kullanılması, insan
açısından bu kadar kötü bir şey olamaz. Bunlar bizim insan anlayışımıza, toplum
anlayışımıza, hem fıtrata ve hem de İslam’a taban tabana zıt olan şeylerdir.
Tabi siz toplumda armut ile elmaları toplarsanız, birey alanı ile kamusal alanı
ayıramazsanız ve her alanda tam bir doğal iş bölümü yapamazsanız böyle yanlışlar
yaparsınız. Mesela
bugün dünyanın her tarafında olan meslek odaları, ticaret odaları ve sanayi odaları
da yapılmış olan bir başka yanlışlardır. Bir defa bir mesleğin icrası mubah bir
şeydir. İcrası ve ifası mubah olan bir mesleğin odasına girmek farz olur mu? Ne bu
mecburiyet? Buna kel başa şimşir tarak derler. Bir de aylık yıllık aidatları? Bu
uygulamalar o grubu kontrol altında tutmak ve gütmekten başka bir şey değildir. Mubah
öyle bir şeydir ki, onu istersen yaparsın istersen yapmazsın; yani onu yapsan da olur,
yapmasan da olur. İşte odalar da böyle olmalıdır. Bir defa kanunda tüzükte ve
yönetmelikte böyle şeyler olmaz. Bunlar bize batıdan gelmiş, vakti geçmiş, miadı
dolmuş, modası bitmiş pirimitiv usullerdir. Yalnız bunlar dediğim gibi bireyleri ve
halkı emir altında tutmak için, sürüyü gütmek için, reayayı merkeze bağlamak için
devam ettirilen yontma taş devrinin fantezileridir. Toplumda
form ve şekil uygulamak ve toplumu bir kalıba sokmak bunlar Hz. Peygamber öncesi
toplumlarda vardı. Hz. Peygamberin gelişi ile bunlar kalktı. Mesela evlenme, evlenme
işi kilisede yapılır, sadece kilisede değil, papazın huzurunda olur ve nikahı o
kıyar. Peki İslam’da papaz yok, din adamı yok, bu iş nasıl olacak? İşte
bizimkiler de belediye başkanlarını papaz yaparak, düğün ve nikah salonlarını da
kiliseye çevirerek Katolik üniformasına tıpa tıp uydular. Halbuki evlenme serbesttir;
karada, havada, denizde, her zaman her yerde kişi evlenip nikah kıyabilir. Yeter ki bu açık
olsun Adem ile Havanın, Ali ile Fatma’nın karı koca olduklarını bilen kişiler
olsun. Devlet denen aygıt bunu bilmek ve kayıt tutmak istiyorsa ilgililer tlf edip
bildirirler ve kayıtlarını tuttururlar. Bu kadar masrafa, israfa ve lüzumsuz zaman ve
enerji tüketimine yazık oluyor mu? Mesela
bir örnek daha vereyim. Bir bina yapacaksınız, inşaat projesinin üzerinde dokuz kocalı
Hürmüz’ün evrakı gibi onlarca imza var ve ruhsat almanız da bir ay sürer. İnsana
yazıktır, emeğe, harcanan zamana yazıktır, ayıptır ve günahtır. İşte israf
toplumu diye buna derler.Ama hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar hiç israf
etmezler, kural dışılık da yapmazlar. Hem israf etmezler ve hem de isyan etmezler.
Koca boğa bıçağın altına kuzu kuzu yatar. Evet doğru söylüyorum, bu varlıklar
daha Müslüman onların önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü onlar Yaratıcılarının
ve Rablerinin emrinden ve onun çizdiği yoldan milim sapmazlar. Fakat üç beş arkadaş kendi istek ve
arzularıyla, kanun, tüzük ve yönetmelik emri olmadan, bir araya gelmiş bir
dayanışma kurmuş, isteyen gelsin deyip davet ediyorlar. İsteyen de gidiyor, aidat
değil de günlünden koptuğu kadar da maddi yardım yapıyor. Buna tabii ki bir deyecek
yoktur. Fakat odaya kayıtlı olmayan mesleğini icra edemez, sözü kadar saçma bir şey
olamaz. Toplumda
hak ve adaletin sağlanması için tüm bireyler görevli iken onların bu
sorumluluklarını ellerinden alır mesela 70 milyon kişinin yapacağı bir işi 700 veya
7 bin kişiye yüklerseniz onlar bu ağır yükün altında ezilirler. Bugün dünyadaki
savcılık kurumu buna güzel bir örnek değil midir. Eşyanın tabii doğal ve ilahi bir
tabiatı vardır. Bu tabiata ters düşen her şey yanlış ve sapıktır. Buna örnek
devletten maaş alan bir hakim olur mu? Yani devletin hakimi olur mu? Devletten maaş alan
hakim bireyle toplum arasında kaldığı zaman acaba nerede yer alır? Hak hukuk ve
adalet o kadar önemli bir kurumdur ki bir bakanlık değil tüm vatandaşlar bunu ayakta
tutabilir. Mesela
bugünkü kanserli toplumların bünyesindeki urlardan birisi de medyadır. Niçin böyle
ve bu kadar bir ifade derseniz. Urlar meçhuldür, medya da meçhuldür. Medya bireyin mi,
toplumun mu, ferdin mi devletin mi belli değildir. Ama onlara sorarsanız, kasıla
kasıla biz kamu görevi yapıyoruz derler. Halbuki kamu görevi denilen şey seçimle-vekaletle
verilir veya seçilenlerin tayin etmesiyle verilir. Bunları bu özel medyayı kim seçti
ve kim tayin etti ki bunlar böyle düşünürler? Ben size söyleyeyim bunları sistem
tayin etti ve onun için bu özel madya sistemin boşluğuna oturur.Bu da toplumu etki
altında bırakma ve onu bir sürü gibi sevk ve idare etmek için kullanılan bir
maşadır. Bizim burada İzmir’de bir Havra Sokağı vardır, her gün orada pazar
kurulur; millet gider ihtiyacını oradan görür. Orada bir yoğurtçu da vardır. Biz
deriz ki bu özel medyanın havra sokağındaki yoğurtçudan farkı ne? Bir milletin %20
i bilgilenip yüksek tahsil yapmış kişiler seviyesini yükselmedikçe maşalarla
aletler, sürü ile çoban pek fark edilmez.Tabi tahsil demek, her şey demek değildir.
Hele bugünkü tahsil... Ziya Paşa’nın dediği gibi
"bed asla
necabet mi verir hiç üniforma zer düz palan vursan eşşek yine eşşektir". Bugünkü
tahsil belki cehli alır ama eşeklik baki kalabilir…. Yine
topluma gelecek olursak yasama, yürütme ve yargı diyerek murakabeyi unutanlar veya yok
sayanlar teslise dayandıkları için denetlemeyi kuramadılar. Resmi ve sivil ayrımı
yaparak toplumu ikiye böldüler ve resmiyette ve asıl görevlerinde meydana getirdikleri
boşlukları siville doldurmaya çalıştılar ve çalışıyorlar. İslam toplumunda
resmiyet bile sivildir desem hiç aşırı gitmiş olmam. Hz.
Ebu Bekir, başkan seçildiği zaman halka yaptığı konuşmada “İnsanlar! Sizin
kuvvetli saydığınız hakkı kendisinden alana kadar benim katımda zayıftır. Sizin
zayıf saydığınız ise hakkını alıp kendisine teslim edene kadar benim yanımda
kuvvetlinizdir. Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a isyan ettiğimde
ise bana itaat etme göreviniz yoktur.” demişti. Ebu Bekir’in bu konuşma metnine
baktığımız zaman şu neticeleri çıkarabiliriz: İslam hukuk toplumu olup kuvvet
toplumu değildir. İslam’da devlet bireyleri ezmediği gibi, bilakis onun her türlü
haklarını korur. Yani haklı olan aynı zamanda kuvvetlidir, kuvvet ise hak doğurmaz.
Halbuki bugün her zaman her yerde güç odaklarından bahsedilmektedir. Güç odaklarının
böylece faaliyet gösterdikleri bir yerde hukuktan, hukuk devletinden ve toplumundan ve
de hukukun üstünlüğünden asla bahsedilemez. Hem kuvvetler ayrılığı diyorlar ve
hem de yasama, yürütme ve yargıda tekelcilik yapıyorlar. Allah aşkına söyleyin:
Kimin oyu çok ise o bunları kendi tekelinde tutmuyor mu? Böyle bir iş bölümü
olabilir mi? Bu bir kandırmaca ve yutturmaca değil mi? Bu iş bölümü yanlıştır, böyle
iş bölümü olmaz. Çünkü buna hem var hem yok derler. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu
derler adama. Zaten bunların toplumu ve toplum anlayışı kavanozdaki turşudan
farksızdır. İslam’ın
önerdiği toplumda yasamayı ilim adamları yapar, dini-ahlaki kuruluşlar murakabe ve
denetleme, meslek teşekkülleri hayatın çoğunda icra işlerini yürütürken, siyasi
teşekküller de kaza işlerini yürütürler. Onun için batı terimleriyle İslam düzeni
ve İslam düşüncesi inşa edilemediği gibi batının ortaya koyduğu yamalık
kurumlarla da doğal-ilahi toplum düzenine ulaşılamaz. Toplumda
mevcut olan din, ahlak ve hukuk kural ve kurumları kendi aralarında sonra derece ahenk
ve uyumlu yaşarlar. İnsan vücudunda mevcut
olan sistemler nasıl uyumlu çalışıyor ve aralarındaki iş bölümü, üretim ve
paylaşımı nasıl ahenkli bir şekilde gerçekleştiriyorsa, İslam düzeni ve İslam
toplumu da öyle çalışır ve aynı vücudun yaptıklarını yapar. Bunun için her
şeyden önce yapılacak şey bireylerin bilgilenmesidir. Onlar yaşadıkları hayatın
dayandığı esasları bileceklerdir. Hareket ve davranış itibariyle bireyler arasında
bir birini nakzedecek kadar bir çelişki asla meydana gelmeyecektir. Mesela dine, hukuk
ve onun uygulamacısı olan devlet karışmadığı gibi, ahlaka da polis asker ve kim
olursa olsun asla baskı yapamazlar. Zaten toplumda mevcut yapısal durum buna izin
vermez. Onun için krallıklar kalktı ama particilik ve parti başkanları var, kölelik
katlı ama insanı ve insan emeğini satan pazarlayan sendikalar var diyebiliriz. Bir
partiye mensup kişi partisinden istifa edip mesela meclis başkanı oluyor, onun
tarafsızlığına bugün kargalar bile gülüyor. İnsan doğasına ters düşen her şey
yanlıştır. Bu uyduruk sendika anlayışı, particilik ve bu gibi yamalık-yapay dernekçilik
ve cemiyetçilik ayak oyunları ile insanı insanca yaşatamazsınız ve ne bireyi ve ne
de toplumu mutlu edemezsiniz. İslam’da haram ve yasaklar bellidir; onun
dışında kalan her şey de mubahtır ve serbesttir. Kimsenin mubahı günah etmeye hak
ve salahiyeti yoktur. Tüm kadınlar 5 vakit namazda camiye giderler. Hz. Peygamber’in
anlayışı ve uygulaması bu idi. Ama zamanla Müslümanlar fitne olur diye diye tam bir
fitne kazanının içine düştüler ve toplumda böylece bir cahiller kesimi ortaya çıktı.
İslam’da haremlik ve selamlık anlayışı olmadığı gibi kadını toplumdan ıskat
etmeye ve dışlamaya da kimsenin hak ve salahiyeti yoktur. Mubah bir şeyi yapmak için
herhangi bir yerden izin alamaya ihtiyaç yoktur. Mesela bir bilenin talebeye ders vermesi
mubah bir şeydir. Ama bir profesör bile bugün başka bir kurumda ders vermek için izin
almak zorundadır. Yani bugünkü Rönesans medeniyetinde mubahlar günah, günahlar da
mubah olmuş, adı hürler aslında köledir. Çünkü insan nüfusunun tüm dünyada
yüzde 80 i karın tokluğuna hizmet etmektedir. Çünkü o zavallının elinden malını
almışlardır, ona kredi yasaktır, ona bir karış toprak dahi haramdır, yasaktır,
işleyemez. Çünkü mubah topraklar artık yoktur, o mazide İslam toplumunda vardı.
Şimdilerde ise tüm topraklar evet şu mavi kürenin tüm toprakları işgal
altındadır. Deveye
boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş derler. Her sistem kendi bünyesinde
geçerlidir. Onun için ben İslam’daki STK (sivil toplum kuruluşları) ile bugünküleri
birbiri ile mukayese edilmeyecek kadar birbirinden uzak olduklarını görüyorum. Ama
geçiş dönemi diyebileceğimiz bir süre için bunlar varlıklarını devam
ettirebilirler. Ama bunlar değişmeyip ebediyen devam ederse bu inanlığın intiharı
demek olacaktır. Mesela Fakirlere yardım derneği gibi bir dernek kursak, Allah aşkına
biz uzaylı değiliz, bizzat gözlerimizle görüyor ve biliyoruz ki, bu memlekette benim
fakirim, senin fakirin ve onun fakiri yok mu? Fakirlik zenginlik ekonomik bir olaydır,
mahallenin veya bucağın fakiri vardır diyebildiğimiz gün toplumda uzviyet anlayışına
bir adım atmış oluruz. Siz
bana “Hilf-ul Fudul” cemiyetinin STK kuruluşları için bir örnek olup olamayacağını
ve bugünkü ile dünkü bu olay hakkında mukayese yapmamı istiyorsunuz. Ben bunu
kısmen buraya kadar anlattığımı sanıyorum. Eğer ortada hak ve hukuku koruyan Ebu
Bekir misali haklarını sahiplerine alıp veren bir devlet varken başka bir şeye ihtiyaç
yoktur. Zaten İslam’da devlet bireylerin sözleşmelerini, onların alacak ve borçlarını
üstlenmiş bir kurumdur. Devletin olduğu yerde ayrıca bir sigorta sistemine ihtiyaç
olmadığı gibi, alacaklılar ve borçluların ödeme sıkıntıları da olmaz. Çünkü
akıle veya maakıl sistemi devletin bir parçası olduğu gibi, devlet hem alacaklının
hem de borçlunun bir velisi, vekili ve kefilidir. Bir tüccar devlete verdiği vergi
kadar malını sigortalamış demektir. İslam bayrağının dalgalandığı yerde din dil
ırk ve vatandaş farkı gözetmeden tüm insanların can, mal, ırz ve namus güvenlikleri
devletin teminatı altındadır. Hırsızlığın İslam’da çok ağır bir cezasının
bulunmasının sebebi, toplumun ve devletin verdiği teminat ve güvenliğin ihlal
edilmesidir. Yani hırsız bu fiiliyle tüm toplumu ve devleti karşısına almış
demektir. Hilf-ul
Fudul cemiyeti, Yemendeki Zübeyd kabilesinden bir kişinin
Mekkeye gelip mallarını As b. Vaile satıp o da borcunu ödemediğinden bu zavallı
yalnız insanın ileri gelenlere de başvurması çare olmadığından Ebu Kubeys dağına
çıkıp durumunu dile getiren bir şiir okumasıyla ortaya çıkar. Bu feryadı duyan Hz.
Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalip Mekkenin en zengini ve en etkin kişisi
olan Abdullah b. Cudam et-Teymi’yi toplantı yapmaya ikna eder. Bir grup insan toplantı
yaptı. O sırada 20 yaşlarında olan Hz. Muhammed de toplantıya katıldı. Bu
toplantıda cemiyete katılan üyeler yemin ederek şöyle bir karara vardılar: “Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine
haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz. O kimse ister iyi ister kötü ister
bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket
edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları
yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı
davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat,
I, 129) İşte bu cemiyet görüldüğü üzere bir hakkı yerine
getirmek için aşiretler arası kurulmuş bir dernek ve cemiyettir, diyebiliriz. Yani
tabir caiz ise biz bunun merkezi hükümet veya merkezi devlet öncesi yapılan bir
uygulama olduğunu söyleyebiliriz. Yine biz bu gibi faaliyetlerle insanlığın devlet
anlayışına geldiğini ifade edebiliriz. Bence bugünkü problem bundan daha çok toplum
anlayışından kaynaklanmaktadır. Zira Rönesans medeniyeti toplumu, cemiyeti ve devleti
Allah’tan koparmıştır. Kainatı ve varlık alemini Allah’tan koparmak isteyenler ,
insan merkezli bir dünya kurma peşinde koşturuyorlar. Halbuki bu olacak şey değildir.
Çünkü varlık alemi insanın emrinde değildir. Fakat bugün insan ben Allah’ın yeryüzünde
halifesiyim, onun memuruyum, diyerek din ile bilimi birleştirse ve bu bileşkeden de
yepyeni bir ilahi düzen doğsa olmaz mı? Müslüman Allah’ın bir görevlisi olduğuna
göre o her şeyi Allah adına yapar. Tüm varlıklar onun kendisine Allah’ın
emanetidir. Kendisi bile kendisine Allah’tan bir emanettir. Hatta onun benim dediği eli
ayağı ve gözü kulağı bile onun kendisinin değil, ona yüce Allah tarafından bir müddet
kullanması için yani yönetip idare etmesi için emanet edip verilmiş bir vediadır.
Çünkü o bir gün gelip ahirette bunların bu emanetlerin hesabını verecektir. Onun için
Elmalılı merhum, tüm varlığın hukukunu korumak üzere Allah’ın insanı görevlendirmesiyle
onu Allah’ın hukuk emini olarak tavsif etmiştir. Müslümanlar önce bir defa İslam’ın
aynı zamanda bir nizam getirdiğine ve bir toplum düzeni olduğuna inanıp iman
etsinler. Ondan sonra da oturup İslam nasıl bir toplum öneriyor diye Kur’an ve sahih
sünnette ve geçmiş uygulamalarda araştırma yapsınlar. Benim yazılarımda da ifade
ettiğim gibi, İslam sadece bir din değildir. Aynı zamanda bir sosyal ve ekonomik düzendir.
Her sistem kendi bünyesi içersinde geçerli olduğuna göre, İslam’ın ibadetini al,
amelini alma veya inancını al, ahlakını alma, yani iman amel ve ahlak bütünlüğü
içersinde felsefe sosyoloji psikoloji ekonomi ve aile hayatı anlayışını alma, o
İslam olmaz. Burada bir başka prensibi de söyleyeyim, benim İslam anlayışım eğer
bu ise benim bunları söylemem bir şey ifade etmez. Eğer toplum bu düşüncelerin
İslam’a dayandığını ve onun kaynaklarından çıktığını kabul ederse ve bu
sadece benim için değil aynı amanda onlar için de dile getirilmiş doğrular ise işte
o zaman bir şey ifade eder. Çünkü bu düşünceler o zaman onları da bağlar. İşte
bu sebeple İslam’da her bucağın ve her ilin kendi içtihatlarına ve
araştırmalarına göre ve kendi şartlarına uygun olarak kendi toplumlarına şekil
verebilirler. Bu demektir ki A bucağında yasak olan bir şey B bucağında serbest
olabilir. Mesela çok evlenme bir yerde serbest iken başka bir yerde yasak olabilir. Yani
İslam’da bireyler fotokopi olmadığı gibi, toplumlar da fotokopi değildir. Böylece her bir yerleşim birimi kendi ihtiyaç ve
şartlarına göre STK nı kurabilir. İslam’da farz vacip sünnet ve müstehaplar aynı zamanda
bir basamaklar sırasıdır. Bin tane sünnet bir farz edemeyeceği gibi , hiçbir
müstehap da bir vacip ve bir farz muamelesi göremez ve görmemelidir. Yalnız burada
farzlar Allahın emirleri sünnetler Peygamberin verdiği emirler gibi bir yanlışa düşülmesin.
Çünkü ne farzlar vardır peygamberin sünnetine dayanır. Mesela kurban kesme hakkında
ayet vardır, yani kurbanda kurban kesme Kuran’la sabittir. Ama Şafiiler kurbana sünnet
derler. Bu delillerin kesinlik derecelerine dayanan bir şeydir. Burada uzun uzun onları
anlatmak olmaz. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, İslam düzeninde STK
na bugünkü kadar çok ihtiyaç duyulmayacaktır. Çünkü bunlar bazıları normal
kuruluşlar olmakla birlikte, anlattığım gibi bazıları da sistemin boşluğundan,
bazıları da insanları kullanmak amacından doğmuş kurumlardır. Doğal olmayan her
kurum insanlar için bir zulümdür. Mesela ayette mutlu toplumun müminlerinden
bahsederken onların vergi vermek için çalışıp faaliyet gösterdiklerinden
bahsedilir. Fakat bugün vasıtalı vergi anlayışıyla insanlara zulmedildiği için,
mükellefler, vergi vermek için üretmek ve çalışmak değil, nasıl vergi kaçırabilir
izin yollarını arıyorlar. Devlet görevini
yaparsa sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak bugünkü Türkiye ve
dünya şartlarında günahın dışındaki bütün alanlarda hizmet etmek için sivil
toplum kuruluşları olabilir, hem bunlar önemli faaliyetlerde bulunarak oluşuma
katkıda bulunabilirler. Bu yazıyı okuyan herkesi doğal-ilahi düzeni arayıp bulmak için
çalışıp uğraşmaya ve yorulmaya davet ediyorum ve tabii ki başarılar diliyorum.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
. |