![]() |
![]() |
|
. | MODERN VERGİ ANLAYIŞI
VE ZEKÂT
GİRİŞ: Ekonomideki "İnkısam"
veya "bölüşüm" konusunun çok önemli olduğunu söylemek, bir
gerçeği ifade etmek demektir. İktisatçılar, "hangi mallar, ne kadar, nasıl ve
kimler için üretilir?" problemini, toplumların çözmek zorunda olduğunu ileri
sürüyorlar.1 Çözülmesi lâzım gelen meselelerden birisi de "üretime
katılanların payları" konusudur. Dolaylı veya dolaysız olarak, üretim
faaliyetine katılmış olanların haklarını vermek de en az üretimi meydana getirmek
kadar önem taşır. Çünkü üretim neticesinde ortaya çıkan artı değerin kimin
hakkı olduğu hususu üzerinde, toplumcu ve bireyci görüşlerin tartışmaları daha
hâlâ sürüp gitmektedir. Her iki tarafın da kazançlı çıkacakları bir şekilde
anlaşmaları ve bu artı değeri emek ve sermaye arasında paylaştırmaları, bu
konuda belki en doğru bir çözüm yolu olabilir. Üretim vasıtaları arasında
emek, tabiat, müteşebbis ve sermaye gibi unsurların bulunduğu malûmdur.
İktisatçılar, üretime katılan bu elemanlara ücret, kira, kâr ve faiz adı altında,
bir bölüştürme yapmak suretiyle, hisselerini vermektedirler. İslâm'daki
bölüştürme usûlünde ise, faiz haram sayılarak, ayrı ve farklı bir yol takip
edilmiştir. Yine iktisatçılar, üretimden
hisse alanlar arasına katılması lâzım gelen faktörlerden birisinin de devlet
olduğunu ileri sürüyorlar. Umûmi menfaatlerin idaresine memur olan devletin de, diğer
faktörler gibi, bir gelire muhtaç olması son derece tabiîdir. Bu sebeple devlet de
üretimden bir pay alma hakkına sahiptir. İşte devletin, üretimden, dolayısıyla
gelir ve servetlerden almış olduğu bu hisseye vergi adı verilir.2 Şu
halde devlet, dolaylı veya dolaysız olarak, üretim hizmetlerine katılmakta ve bu
hizmete karşılık, üretimden vergi adı altında kendisine düşen payını
almaktadır.
Üretimde hangi mallar, nasıl, ne kadar ve kimler için üretilir sorusuna
karşılık; bölüştürmede üretime katılan faktörlerin ne kadar ve nasıl pay
alacakları konusu karşımıza çıkmaktadır. İşte biz, bu makalemizde İslâm'da
devletin üretimden alacağı payını yani vergiyi (zekâtı), modern vergi anlayışı
ile mukayese ederek, incelemeye çalışacağız. I-VERGİ
KAVRAMI VE ZEKÂT Bilindiği gibi vergi, devletin
üretimden aldığı paya verilen addır. Bunun ekonomide birbirine yakın, çeşitli
tarifleri yapılmıştır. Bunlardan ikisini görelim. "Vergi, kamu giderlerini
karşılamak üzere, devletin tek taraflı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak,
kişilerin gelir ve mallarından aldığı ekonomik değerlerdir."3 "Vergi,
devletin özel ve tüzel kişilerden, hukukî ve siyâsî cebirle, karşılıksız olarak,
yaptığı hasılattır."4 İslâm devletinin vergisi demek
olan zekâtın tarifine geçmeden önce İslâm hukukçularının, ayetlerde geçen bazı
kelimelerin zekât manasına geldiğini ifade ettiklerini söylemeliyiz. Bunlardan
Maverdî, eserinde "sadaka"nın zekât; zekâtın da sadaka demek olduğunu, her
ne kadar kelimeler farklı olsa bile manalarının bir olduğunu yazmaktadır.5
Aşağıdaki ayetlerde geçen zekât, sadaka, hak, infâk, ihsan ve iane kelimeleri de
aynı manada yani zekât (vergi) manasında anlaşılmışlardır.6 "Namazı
kılın, zekâtı verin"7 "Ey Muhammed ! Mallarının bir
kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak, al."8
"Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır"9,
"Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infâk etmeyenlere can
yakıcı bir azabı müjdele"10, "Ey insanlar ! kazandıklarınızın
temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infâk edin"11
"İhsan edin, şüphesiz Allah ihsan edenleri sever"12 "İyilikte
ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın (iane)"13 Şu halde zekâtın, genel manada,
bütün vergileri ifade etmek üzere, bugünkü deyimle vergi demek olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim Muhammed Hamidullah, bu konuda aynen şöyle demektedir: "Zekât
tabiri bir Müslüman’ın, Müslüman bir hükümete ödediği vergi manasına gelir.
Gerek Hz. Peygamber ve gerekse halifeler devrinde, Müslümanlardan tahsil edilen bütün
vergiler, bu tabirle ifade edilmişlerdir"14 Muhammed Ebû Zehra da
zekâttan bahsederken, "Bu dînî farizaya, tabiri caizse, içtimaî vergi demek,
daha doğru olur. Biliyoruz ki. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu topluyordu; Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) de toplamıştı", demektedir.15 Zekâtın İslâm devletinin
vergisi demek olduğunu böylece tespit ettikten sonra tarifine geçebiliriz. Vergiyi
iktisatçılar çeşitli şekillerde tarif ettikleri gibi, zekâtı da İslâm
hukukçuları, birbirine yakın tarifler yapmışlardır. Ancak biz burada bakış
açımıza en yakın olan bir tarifi vererek, bu paragrafı kapatmak istiyoruz.
"İslâm hukukunda zekât, belli bir malın, belirlenmiş şartlar dahilinde, hak
sahiplerine temlik edilmesidir"16 II-
ZEKAT - VERGİ FARKI Biz burada zekâta vergi derken
veya İslâm alimlerinin onu vergi tabiri ile ifade ettiklerini kaydederken17
zekâtın, vergiye eşit olduğunu ve dolayısıyla vergi ile zekât arasında herhangi
bir farkın bulunmadığını söylemek istemiyoruz. Zekât ile bugünkü vergiler
arasında şekil yönünden bazı benzerlikler bulunmakla birlikte, temelde büyük
farklılıklar da vardır. Zekât, devlet tarafından alınan bütün vergileri, genel
manada ifade ederken, onun İslâm devletinin vergisi olduğunu tekrar etmeliyiz. Bu
yönü ile zekât, dinî- hukuki bir devletin vergisi olmaktadır. Yeri geldikçe açıklanacağı
üzere, zekât, bugünkü devletlerin gelire veya tüketime dayalı olarak, almakta
oldukları alım vergisi, bina vergisi, emlâk vergisi, gelir vergisi, harcama vergisi,
kurumlar vergisi, sermaye vergisi ... gibi vergilerden hiçbirisine benzememektedir. Zaten
İslâm vergi sisteminde tüketime dayalı veya tüketimden dolayı herhangi bir vergi
mevcut değildir.18 Bu yönüyle İslâm vergi teorisi, sanki "vergi,
devletin üretimden aldığı bir paydır" esasını kabul etmiş gibi
gözükmektedir. Vergi mükellefi olabilmek için maldaki "nema" (üreme ve
çoğalma) vasfının şart olması da bu görüşü destekler. Bundan dolayı İslâm'da
şu veya bu vergi vardır, demek yerine, İslâm'da zekât vergisi vardır, demek en
doğrusudur. Çünkü hangi vergi çeşidini söylerseniz söyleyin, bir benzer yönü
bulunma ihtimali ile birlikte, farklı bir tarafı da mutlaka olacaktır. Meselâ
İslâm'da servet veya sermaye vergisi vardır, derseniz, bu doğru bir ifade olmaz.
Çünkü sermaye, döner ve sabit olmak üzere ikiye ayrılır. Bir nevi üretim
araçlarını ifade eden ve sabit sermaye demek olan sabit tesislerin bizzat kendilerinden
vergi alınmaz. Döner sermayeden yani fabrikalarda üretilen üründen vergi (zekât)
alınır. Ayrıca gelirler ve veraset ve
intikal yoluyla elde edilen mallar, nisaba ulaştığı ve ancak üzerinden bir yıl
geçtiği takdirde zekâta tabi tutulurlar. Yani gelir, veraset ve intikal, az olsun çok
olsun, prensip olarak, hemen doğrudan doğruya vergiye tabi tutulmaz. Halbuki modern
vergi anlayışı bunun aksinedir.19 Zekât, emlâk vergilerinden de
farklıdır. Çünkü emlâk vergileri, gayri menkûl mallardan alınır ve çoğu zaman
bölgeden bölgeye değişir. Halbuki İslâm'da sahipleri tarafından kullanılan
evlerden vergi-zekât alınmaz.20 Özet olarak söylemek gerekirse,
zekât ile verginin birbirine benzeyen ve benzemeyen yönleri vardır. Devlet
tarafından, karşılıksız olarak, cebren alınıp toplumun yararına harcanması
benzer yönleridir. Benzemeyen yönleri ise, isimleri ve bu isimlerin taşıdıkları
mana; mahiyet ve düzenlenmeleri; matrah ve miktarları; sarf yerleri ve devlet ile
alâkaları bakımından, zekât ile vergiler birbirinden ayrılmaktadırlar.21 Netice olarak, zekâtın sadece
bir vergi olmayıp İslâm dininin beş esasından biri olması dolayısıyla, aynı
zamanda ibadet yönü de bulunduğundan, bu sebeple de "dinî-malî vergi"
veya "ibadet-vergi" demenin daha doğru olacağını söyleyebiliriz. III-
İSTİFADE TEORİSİ Kaynakların kamu ve piyasa
sektörleri arasında en münasip bir şekilde dağılımı ve vergi yükünün toplumda
adaletli bir biçimde bölünmesi için iki teori geliştirilmiştir. Bunlardan
birincisi istifade, diğeri ise iktidar teorisidir. Genellikle maliyede ve özellikle
vergi teorisinde istifade prensibine dayanan bu görüş, XVIII. Y.Y. sonlarının hakim düşüncesini aksettirmektedir. Bu,
devletin sosyal mukaveleye dayandığı doktrininden kaynaklanır. Bu devlet
anlayışına göre, hak, vazife karşılığıdır; buna göre hizmet mutlaka mukabil bir
hizmetle karşılanır. Devletin vazifesi kişilerin mal ve canlarını korumak; fertlerin
ki de devletin bunun için yapacağı masraflara katılmaktır. Demek oluyor ki,
devletin yaptığı ve kişilere sağladığı hizmetler ile, fertlerden aldığı vergi
arasında tam bir alâka bulunmakta, ikincisi birincisinin neticesini teşkil etmektedir. İstifade teorisi, değişik
şekillerde izah edilmiştir. Bazılarına göre devlet, herkesin farklı paylara sahip
olduğu bir ticaret veya sanayi kurumudur. Yani devlet, bir şirket gibidir. Vergi de bu
şirketteki paylara göre ödenmektedir. Dayandığı temel fikir
itibariyle istifade teorisi, düz orantılı (mütenasip) vergi tarifesine götürür.
Zira sağlanan fayda, fertlerin ekonomik durumlarıyla orantılıdır.22 Bu teorinin bizzat kendi
içersinde çelişkiler bulunmaktadır. Ferdin ödediği vergi ile devletin
götürdüğü hizmet arasındaki adalet, nasıl sağlanacaktır. Fertlerin devlet
hizmetlerinden sağladığı faydayı ölçmek çok kere mümkün değildir. Fakir ile
zengin ödedikleri vergi nispetinde devlet hizmetlerinden faydalanacağına göre,
devletin millî savunma, emniyet, adalet ve eğitim gibi hizmetlerini, bu zengin İle
fakir sınıflar arasında nasıl paylaştıracağız. Vergi vermeyen kimseleri bu
hizmetlerden mahrum etmek haksızlık olduğu gibi, mümkün de değildir.23 Devletin ticarî bir şirket gibi
düşünülmesi ve ona göre vergi alınması, İslâm'ın devlet ve vergi anlayışı
bakımından, kabul edilemez bir husustur. İlgili naslar ve metinler ve bu konu üzerine
yazılmış İslâmî eserler incelendiği zaman devletin böyle bir müessese olmadığı
görülür. Kaynaklarda kamu görevlerinden ve devlet başkanlığından
"velayet" diye bahsedilmektedir.24 Kendisine veliyyüemr,
emîrülmüminin, halîfe gibi unvanlar verilen devlet başkanı ise, amme üzerinde
velayeti bulunan bir şahsiyettir.25 Hadislerde devlet başkanı, kendisi İle
korunulan bir kalkan ve idare ettiklerinden sorumlu olan bir çoban olarak tavsif
edilmektedir.26 Peygamber Efendimiz de bir devlet başkanı olarak, 'Velisi
olmayanın velisi benim", buyurmuşlardır.27 Netice olarak İslâm'a göre
devlet, öyle sigorta veya ticarî bir şirket değil; bilakis vatandaşlara eşit
muamele eden, bir baba gibi aralarında adalet dağıtan, koruyan, kollayan, amme
üzerinde velayeti olan, bunun için de sorumluluğu bulunan yüce, değerli ve saygın
bir makamdır. IV-
İKTİDAR TEORİSİ İktidar teorisi, organik devlet
görüşünden hareket etmekte ve kamu harcamalarının fertlere sağladığı fayda
ile, fertlerin bu harcamalara iştirakleri arasında doğrudan bir alâka olmadığı
fikrine dayanmaktadır. Diğer bir ifade ile fert, kamu harcamalarından sağladığı
faydadan müstakil olarak, bu harcamaların finansmanına katılmalıdır. Bu katılma
ise ferdin maddî ve malî iktidarı nispetinde olur. Devlet, vatandaşlar üzerine
vergi koyma hakkına sahip vatandaşlar da vergi ödemeye görevli bulunmaktadırlar.
Vergi ile devlet hizmeti arasında bir alâka mevcut değildir. Vergi vermek, devlete
karşı yerine getirilmesi gereken mücerret bir görevdir. Böyle olunca, verginin
vatandaşlar arasında dağılışının ölçüsü olarak iktidarın (yani iktisadî
gücün) alınması gerekir. Ancak bu suretle vergiyi mükellefler arasında adil bir
şekilde dağıtabiliriz. Bu adil vergi dağılımından maksat, vergi ödeyenlerin
yaptıkları fedakarlığın eşit olması hususudur. Yani iktisadî güçleri eşit
olanların eşit vergi, farklı olanların ise farklı vergi ödemeleri gerekir. Bu
teoriye göre eşitlendirilmesi gereken fedakarlık, marjinal fedakarlıktır. Gelirin
azalan marjinal fayda prensibi, yani gelir arttıkça her ilave birimin daha düşük bir
fayda sağlama esası, yüksek gelirli bir kimse tarafından ödenen bir vergi, düşük
gelirli bir kimsenin ödediği daha az bir vergiden daha kıymetli olamaz. Bu sebeple
artan oranlı (müterakkî) vergi tarifeleri, adil vergi yükü dağılımı için,
vazgeçilmez bir şarttır.28 Bu teorinin prensip olarak genelde
İslam'ın vergi anlayışına uygun olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü malı bulunan
ve iktisadî bir güce sahip olan kişi vergi vermektedir. Müterakkî usûlün
uygulanmasıyla de yüksek gelir sahibinden çok, düşük gelir sahibinden ise az vergi
alınmaktadır. Bu bakımdan İslâm'ın vergileme usûlüne benzer yönleri vardır.
Ancak İslâm vergi sisteminin ekonomik hayatta icra ettiği fonksiyonu
gerçekleştirmekten uzaktır. Çünkü müterakkî gelir vergisi anlayışında gelir,
her zaman devletle mükellef arasında paylaşılmaktadır. Meselâ belli bir noktadan
sonra gelirin yüzde yetmişi devlete vergi olarak gitse bile, yüzde otuzu mükellefe
kalmaktadır. İslâm vergi anlayışında ise, vergi, gelirle birlikte sermayeden
alındığı ve yüzde olarak alındığı için, belli bir noktadan sonra mükellef
kişi, kendisine gelir sağlayamaz ve tamamen devlete çalışmış olur. Meselâ
sermayesine yılda yüzde beş kazandıran tüccar, bu yıllık kazancını devletle
aralarında eşit olarak paylaşmak zorundadır. Yüzde iki buçuk kazandıran bir
tüccar ise tamamen devlet için çalışmış olur. Yüzde bir kazandıran kimse ise,
zarar etmiş ve dolayısıyla onun sermayesi, vergi sebebiyle yüzde bir buçuk
nispetinde küçülecek demektir. Meseleye bir başka yönden
bakacak olursak, farklılıklar, kendisini yine gösterir. Meselâ İslâm'da vergiyi
zengin öder; fakir ödemez. Zengin ile fakirin kısaca tarifi şudur: Örnek olarak koyun
ticareti ile meşgul olan bir Müslüman’ı ele alalım Eğer bu mükellef kırk koyuna
sahip ise. zengin sayılır ve vergi vermek mecburiyetindedir. Eğer otuz dokuz koyunu
olsaydı, fakir sayıldığından, vergi vermekten muaf olacaktı. Onun için İslâm'da
vergi zenginden alınır, fakirden alınmaz diyoruz. Nitekim Peygamberimiz, Muaz b.
Cebel'i (r.a.) Yemen'e gönderirken "... vergiyi zenginlerden al, fakirlere ver"29
diye emir vermişti. Bu kırk koyunu nisap olarak alma işi bizim
görüşümüzdür. Yoksa bugün 200 dirhem gümüş veya 20 miskal altın onlar paralık
vasfını kaybettiklerinden ölçü-nisap olamazlar diye düşünüyoruz. Bu hadiste görüleceği üzere,
fakir, sadece vergi vermemekle kalmıyor, üstelik verilen vergilerden kendisine pay
ayrılmakla, devlet gelirlerinden nakden veya aynen faydalanmış oluyordu. Kur'an-ı
Kerim'de de "Onların mallarından vergi al"30 buyrulmaktadır.
Serahsî, bu ayete dayanarak, verginin sebebinin mal, yani iktisadî güç olduğunu
şöyle açıklamaktadır: Allah bu ayetle malı (yani iktisadî gücü) verginin vücub
sebebi kılmıştır. Vacipler, sebeplerine izafe edilir. Bundan dolayı zekât (vergi),
mala izafe edilmiştir. Fakat her mal sahibinin vergi vermesi gerekmez. Peygamberimiz,
Muâz'a " zenginlerden al" 31, buyurduğundan, vergiyi zengin
olanlar verir. Zenginlik ise belli bir mal ile meydana gelir ki, bu da şârinin tayin
ettiği nisaptır.32 Zekâtın farz olması için,
tayin edilen belli miktarlara nisap adı verilir.33 Vergi alınan malların
nisapları Peygamberimiz tarafından tespit edilmiştir.34 Bu konuda
ayrıntılara girmeden, bir misal olmak üzere, 200 dirhem gümüş, 20 dinar altın, 5
deve, 30 sığır, 40 koyun veya keçi, toprak ürünlerinden de 5 vesk (yaklaşık 1 ton
kadar), adı geçen bu malların nisap miktarları olduğunu söyleyelim. Az önce
geçtiği üzere, bu miktarları Peygamberimiz tayin ve tespit etmiş olup bunlar hadis
kitaplarında zikredilmektedir.35 İşte belirlenen bu miktarlar, o
noktadan itibaren, mükellefe zekâtın farz olduğunu göstermektedir. Bu seviyeye
yükselmemiş, dolayısıyla bundan daha az olan mallarda vergi mecburiyeti yoktur. Bu
sebeple fıkhı bir ıstılah olan nisaba, modern ekonominin diliyle asgari geçim
indirimi veya en az geçim indirimi dersek pek hata yapmış olmayız.36
Çünkü fertlerin geçinmeleri için gerekli olan asgari gelir miktarının vergiye tabi
tutulmamasına asgari veya en az geçim indirimi denir. Asgari geçim indirimi,
esasını vergilemede iktidar teorisinde bulur ve bugün bütün gelir vergisi
sistemlerinde rastlanan bir usûldür.37 Şah Veliyullah ed-Dehlevi, bu
nisap miktarlarının hikmetini şöyle açıklamaktadır : Tahıl ve hurmanın
nisapları, 5 vesk (1 ton kadar) olarak, takdir edilmiştir. Çünkü bu kadar mal, en
küçük bir aileye, bir yıl boyunca yeter. Zira en küçük aile, karı, koca ve bir
çocuk veya bir hizmetçiden oluşur. Bir insanın günde ortalama yiyeceği bir rıtıl
(yarım kilo) veya bir müdd (yarım kilodan biraz fazla) kadardır. Her biri bu kadar
yiyecek olursa, onlara, bir yıl boyunca yeter ve artar. Geri kalan mallarını da
diğer masrafları için harcarlar.”38 Gümüşün ve gümüş paraların
nisabı 200 dirhem olarak takdir edilmiştir. Çünkü bu miktar gümüş de en küçük
bir aileye, normal fiyatlarla bir yıl boyunca yeter. Ucuzluk ve pahalılık
bakımından orta derecede olan ülkelerin piyasaları tetkik edildiğinde, bu durum
açıkça görülür.39 Biz de koyunun nisabı olan kırk
koyun üzerinden bir hesap yapalım. Ortalama bir koyunun fiyatını yetmiş beş bin
civarında olduğunu düşünecek olursak, üç milyon lira dolaylarında bir meblağ
ortaya çıkar ki, bir aile için, asgari geçim indirimi olarak, bunun iyi bir para
olduğunu söyleyebiliriz. V- VERGİ
MÜKELLEFLERİ Kanunen kendisine vergi borcu
isabet eden gerçek veya tüzel kişiye vergi mükellefi denir. Mükellef, kendi payına
düşen vergi borcunu, kanunda belirtilen süre içinde ve hazırlanması gerekli şekil
şartlarına uyarak (beyanname hazırlanması gibi) ödemek zorundadır. Misâl vermek gerekirse : Gelir
vergisinin mükellefi gerçek kişiler. Kurumlar vergisinin mükellefi kurumlar, Veraset
ve İntikal vergisinin mükellefi karşılıksız (ivazsız) olarak, bir iktisadî varlık
elde eden kişiler, Gümrük vergisinin mükellefi de vergiye tabi malı yurda getiren
ithalatçılardır.40 Modern vergi anlayışındaki vergi mükelleflerinin
tanımını böyle özet olarak verdikten sonra İslâm'ın görüşünü açıklamaya
çalışalım. İslâm hukukuna göre vergi
mükellefi şöyle tarif edilmektedir : Âkil, baliğ, hür ve nisaba malik olan her
Müslüman vergi mükellefidir.41 Böyle bir kimsenin zekât vermesinin
zaruri olduğu hususunda bütün İslâm hukukçuları ittifak etmişlerdir. Ancak yetim
(veya çocuk), deli, köle ve alacaklı veya borçlu olan, ya da vakıf malı işletenler
gibi, tam mülkiyet sahibi sayılmayan kimselerin malları vergiye tabi tutulup
tutulmaması konusunda ihtilâf edilmiştir.42 Zekât vergisinin farz olması
için mükellefin birinci vasfı, onun Müslüman olmasıdır. Bu bakımdan zekât, gayr-i
Müslimlere farz değildir. Çünkü onlar, bir Müslüman gibi inanmadıklarından,
İslâm'ın emirlerine karşı muhatap değildirler.43 Bilindiği gibi İslâm devletinde
halk, tam bir dîn hürriyetine sahip bulunmaktadır. Bu konudaki ayet, "Dinde
zorlama yoktur"44 temel prensibini getirmiştir. Bunun için halk
arasında başka dinlere mensup vatandaşlar da bulunur. Bir sınıflama yapacak olursak,
İslâm'a göre vatandaşlar, Müslim, gayr-i Müslim ve müstemen olmak üzere, üç
kısma ayrılırlar. Bu gruplar, vergi bakımından ayrı ayrı statüye tabidirler.
Gayr-i Müslimler Müslümanların yükümlü olduğu zekât vergisine karşılık; cizye,
haraç ve ticaret öşrü (gümrük) adı altında üç çeşit vergi öderler.45 İslâm hukukçuları, vergi
mükelleflerinin âkil ve baliğ olması gerektiği hususunda ittifak ederken, buluğa
ermemiş çocuk (yetim) ile, sorumluluk taşıyamayacak derecede akıl hastası olan
kimselerin (delilerin), zengin oldukları takdirde, vergi mükellefi sayılıp
sayılamayacakları konusunda ihtilâf etmişlerdir. Sahabeden Hz. Ali, İbn Ömer,
Cabir, Hz. Aişe; fukahadan İmam Malik, İmam Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, İshak ve Ebû
Sevr gibi şahıslar, bunları vergi mükellefi sayarlar. Dolayısıyla bunların
mallarından, velileri vasıtasıyla, vergi alınır. Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri,
İbrahim Nahai ve Ebû Hanife gibi İslâm alimleri ise, zengin olsalar bile, akıl
hastası ile yetim çocuğun mallarından vergi alınmaz görüşünü benimsemişlerdir.46 Bu konuda İbn Rüşt, Hz-Aliyi
birinci grupta zikrederken; Kâsânî ile Mevsıli, onu, ikinci grupta gösteriyorlar.
Buna ilâve olarak Mevsılî, Hz Ali'nin, "Çocuğa namaz farz oluncaya kadar zekât
farz olmaz", dediğini kaydetmektedir.47 Buradan anlaşılıyor ki,
herkes kendi görüşünü teyit etmek için bir mesnet aramaktadır. Bu ihtilâf, zekât (vergi), aynı
namaz gibi bir ibadet mi, yoksa fakirlerin (yani devletin), zenginler üzerindeki bir
hakkı mıdır? sorusundan kaynaklanmaktadır. Zekât aynı namaz ve oruç gibi bir
ibadettir, fikrini benimseyenler, diğer ibadetlerde aranılan mükellefin âkil ve
baliğ olma şartını vergide de düşündüklerinden, yani çocuk ve akıl hastasının
ehliyete sahip olmadıkları için, üzerlerine zekâtı farz olmadığını söylerler.
Akıl hastası ile yetim çocuğun malından vergi verilmelidir, görüşünü
benimseyenler ise böyle bir şart ileri sürmemektedirler.48 Bunları vergi mükellefi
saymayanlar, Peygamberimizin "Baliğ oluncaya kadar çocuktan, uyanıncaya kadar
uyuyandan, düşünüp anlayıncaya kadar da deliden kalem (yani sorumluluk)
kaldırıldı"49, hadisine dayanmaktadırlar; onları vergi mükellefi
sayanlar ise Peygamberimizin "Kim bir yetime veli olursa, onun malı ile ticaret
yapsın; bırakmasın, yoksa zekât onu yiyip bitirir"50, hadisi ile “Yetimlerin
mallarını geliştirin, ta ki, zekât onları yiyip tüketmesin"51,
hadisini delil getirmektedirler. Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm da bu konuda : "Bize
göre çocuğun malında zekât farzdır. Nasıl velisi onun malına bakıyor; alıyor ve
satıyorsa, vergisini de verir", demektedir.52 Kâsânî ise, İbn Ebî
Leylâ'nın, "Çocuk adına velisinin vergi vermeye hak ve salahiyeti yoktur. Bu
sebeple eğer verecek olursa, verdiği kadar malı tazmin etmesi gerekir"53
dediğini nakletmektedir. Bu mesele, çocuğun ehliyeti ile
ilgili bir konu olduğu için, bunu ehliyet açısından ele almamız gerekir. Buna göre,
malî külfetler çocukların mallarında da caridir. Mallarından haraç ve öşür
vergileri alınır. Cumhura göre mallarından zekât da verilir; çünkü onların
yanında zekât, malî bir külfet olup verilirken niyete lüzum yoktur.54 Kanaatimize göre, zekâtı namaza
benzeterek ve Peygamberimizin çocuğun, uyuyanın ve akıl hastasının sorumlu
olmadıklarını bildiren hadisine dayanarak, bunların mallarına vergi gerekmez demek,
pek isabetli bir görüş olmasa gerektir. Çünkü zekât ile namaz, birbirine yüzde
yüz benzeyen iki ibadet değildir. Biri bedenî diğeri ise malî bir vecibedir. Namaz,
mükellefin bizzat kendi zatı ve şahsı ile alâkalı olarak farz kılınmış bir
ibadettir. Bundan dolayı da bizzat kendisinin eda etmesi gerekir. Halbuki zekât böyle
değildir. Zekât, mükellefin bizzat kendi şahsından değil, onun malî gücünden
kaynaklanan bir husustur. Meselâ çocuk namaz kılmadığı zaman bu işi onun adına
yapacak birisi yoktur. Böyle bir şey düşünülemez. Halbuki vergi (zekât) malî bir
fonksiyondur. Çocuğun her türlü malî fonksiyonu devam ederken, onun adına velisi
veya vasisi alıp satıp dururken ve her türlü malî tasarruflarda bulunurken, vergi
gerekmez demek doğru olmaz. Çünkü nema, nisap ve bir yıl geçmiş olma şartlan
bulunan mallar, her türlü akitlere, hak ve vecibelere tabi tutulurken, vergiye tabi
tutulmaması hukukî bir uygulama değildir. Bir taraftan verginin sebebinin mal
olduğunu kabul ederken, diğer taraftan mal ortada bulunurken, sahibi çocuk diye vergi
almamak sebep müsebbep bağıntısını tersine çalıştırmak olur. Bu sebeple yetim
çocuklar ile akıl hastalarının malları, vergiye tabi tutulmalı ve tahakkuk eden
vergi, velileri tarafından ödenmelidir, diyoruz. VI-
VERGİLERİN TARH VE TAHAKKUKU Modern vergi anlayışına göre,
vergi konusu olan belirli bir şahıs veya şeye (olay, madde, değer vs.) ait vergi
borcunun hesaplanıp tespit edilmesine verginin tarhı denir. Bu tespit işleminde önce
kanundaki usûle göre matrah belirlenir, sonra bu matraha, vergi tarifesi uygulanarak,
vergi borcu bulunur.55 Daha önce nisap hakkında
söylediğimiz gibi, İslâm vergi sisteminde nisabı, matrahı ve vergi nispetlerini
Peygamberimiz tayin etmiştir.S6 Kuran’da bu konuda herhangi bir hüküm
yoktur. Böyle olmakla beraber, vergiye mevzu olan mallar, ilgili ayetlerde, bazen
altın ve gümüş gibi özel isim olarak 57, bazen ekin ve meyve gibi cins ve nevi olarak58,
bazen "Yerden sizin için çıkardıklarımızdan, kazandıklarınızdan
verin" 59, şeklinde umûmî olarak, bazen da "mal" adı
altında, her şeyi içine alan bir ifade ile zikredilmişlerdir.60 İslâm
hukukuna göre vergiye tabi olan bu malları şu şekilde özetlemek mümkündür : 1- Altın,
gümüş ve ekonomik değeri olan her türlü paralar. 2- Mera’larda otlayan deve, sığır,
manda, koyun, keçi. at ve diğer hayvanlar. 3- Ticarette alınan, satılan ve bütün
ticarî akitlere konu olan her çeşit mallar. 4- Bütün ziraî mahsûller; tahıllar,
sebzeler, meyveler. 5-
Petrol, maden, taş ve diğerleri gibi, yeraltı ve yerüstü
servetleri. İlk üç kalem malda verginin
tahakkuk edebilmesi için, bu mallar nisaba ulaştıktan sonra, üzerlerinden bir yıl
geçmesi yani nisaba ulaştığı andan itibaren bir yıl sonra vergi alınması
gerekir. Son iki kalem malda ise böyle bir şart yoktur. Bu mallar elde edilince
vergileri de hemen verilir.61 Modern vergide verginin
hesaplanabilmesi için beyanname usûlü, götürü usûl, karine usûlü ve idarece
takdir usûlü gibi metotlar uygulanmaktadır.62 Bunlardan sadece birincisi
yani beyanname usûlü İslâm vergi sistemine uygun düşmektedir. Buna göre verginin
tarhına esas teşkil edecek bütün bilgiler mükellef tarafından vergi memuruna
bildirilir. Meselâ altın, gümüş, para ve ticaret malı gibi ekonomik değerlerden
birisine sahip olan mükellef, kendisinin bir yıldan beri 40 Reşat altını veya 40
milyon lirasının bulunduğunu beyan ederse - nema, nisap ve yıllanma gibi şartlar
mevcut olduğundan - bu kalem mallarda vergi oranı kırkta bir olduğu için bir milyon
lirayı veya Reşat altınlarından birisini devlete vergi olarak verir. Burada koyun deve ve sığır gibi
vergi alınan hayvanlardan da misâl vermek gerekirse, onların vergilerini de yine
Peygamberimiz şöyle tahakkuk ettirmiştir. "Her 40 koyunda 1 koyun verilir. 40'dan
120 koyuna kadar 1 koyundur. 120'den 200'e kadar 2 koyun, 200'den 300'e kadar 3 koyun
verilir. Bundan sonra her 100 koyunda 1 koyun olarak devam eder". 5 deve
için 1 koyun. 10 deve için 2 koyun. 15 deve için 3 koyun. 20 deve için 4 koyun verilir 20'den 35'e kadar iki yaşında 1
dişi deve. 35'-den 45'e kadar f - yaşınca 1 dişi deve, 15'den 60'a kadar
dört yaşında 1 dişi deve, 60'dan 75'e kadar beş yaşında 1 dişi deve, 75'den 90'a
kadar iki yaşında 2 dişi deve, 90'dan 120'ye kadar dört yaşında 2 dişi deve
verilir. 120'den sonra her 50 deve için dört yaşında 1 dişi deve ve her 40 deve
için de üç yaşında 1 deve verilir. 30'dan az olan sığırın vergisi
yoktur. 30'dan 40'a kadar iki yaşında 1 dana, 40 olunca üç yaşında 1 dana verilir.
40tan çok olunca her 30 sığır için iki yaşında 1 dana ve her 40 sığır için de
üç yaşında 1 dana vergi verilir.63 Diğer usûller İse İslâm’ın
vergi anlayışına ve vergi adaletine uygun düşmemektedir. Meselâ götürü usûlde
belli bir meslek grubuna giren mükellefler, tayin edilmiş aynı vergiyi öderler ki,
bunların gelirleri eşit olmayacağı gibi, aynı ekonomik güce sahip oldukları da
iddia edilemez. İdarece takdir usûlüne göre
alman vergilerin de adil olduğu söylenemez. Meselâ dönüm başına alınan emlâk
vergileri gibi. İslâm'da tarlanın kendisinden değil, meydana gelen üründen vergi
alınır. Meselâ 100 ton buğday kaldıran bir ziraatçı, mahsulün 10 tonunu devlete
vermek mecburiyetindedir. Modem vergi anlayışındaki
verginin tahakkukuna gelince, tarh edilen bir vergi borcunun tahsil edilebilir hale
gelmesine verginin tahakkuku denir. Tahakkuk genellikle verginin tarhından sonra
cereyan eden bir olaydır, özellikle vasıtasız vergilerde bu iki olay arasında bazen
uzun olabilen bir müddet vardır. Buna mukabil vasıtalı vergilerde tarh ile tahakkuk
bir arada cereyan etmektedir.64 Verginin tarh ve tahakkukunda
uygulanacak olan ve Adam Smith tarafından ileri sürüldüğü iddia edilen vergileme
prensipleri (eşitlik, belirlilik, uygunluk ve iktisâdîlik esasları) modem vergi
uygulamalarından ziyade, İslâm’ın vergi anlayışına daha yakındır,
diyebiliriz. Çünkü bu esaslar vergilerin ihdasında, eşitlik, adalet ve uygun kaynak
dağılımı gibi, bir takım hedeflere ulaşılabilmesi için göz önünde
bulundurulması gereken esaslardır.65 Meselâ vasıtalı ve vasıtasız
vergilere baktığımız zaman, marjinal fayda açısından, bunların pek adil, eşit ve
uygun olmadığı görülmektedir. Burada anlayamadığımız bir husus, modem vergi
anlayışında vergiden, bir taraftan devletin üretimden aldığı pay diye
bahsedilirken, diğer taraftan çeşitli şekillerde tüketimden de vergi
alınmasıdır. İşte bu tüketimden alınan vergilerden birisi de vasıtalı
vergilerdir. Vergi, gelir veya serveti doğrudan doğruya teklif ediyorsa vasıtasız,
bir olayı - meselâ harcamayı- bu gücün belirtisi sayarak, vergilendiriyorsa
vasıtalı sayılmaktadır.66 İslâm vergi sisteminde tüketim
vergisi diye bir şey tanınmamaktadır.67 O sebeple İslâm'da vasıtalı
vergi kavramı yoktur. Zira bu, verginin mükellef tarafından ödenmesi esasına
dayanır. Burada verginin özellikle tüketiciye yansıtılması İslâm'ın kabul
edemeyeceği bir uygulamadır.68 Vasıtalı vergilerde zengin ile
fakirin, belli bir tüketim maddesinden alınan vergide fedâkârlığa katlanma
hususunda eşit oldukları iddia edilemez. Çünkü gelirin azalan marjinal fayda
prensibine göre, gelir arttıkça her ilâve birim, daha düşük bir fayda sağlar.
Bunun için zengin tarafından ödenen bir verginin, fakir bir kimsenin ödediği daha
az bir vergiden daha değerli olduğu kabul edilemez. Meselâ her hangi bir kalem mal
için, zengin ile fakirin ödedikleri 10'ar bin lira, aynı değerde değildir. Başka
bir tabir ile 10 bin lirayı öderken zenginin yaptığı fedakarlık ile aynı parayı
öderken fakirin katlandığı fedakarlık eşit değildir. Zenginin fakirden on misli
daha fazla ekonomik güce sahip olduğunu düşünecek olursak, fakirin 10 bin lira
ödediği yerde, zengin ancak 100 bin lira ödediği takdirde eşit fedakarlık yapmış
olurlar. Bu durumda zengin, fakirin ödediği miktara göre 90 bin lira devlete borçlu;
fakir ise zenginin ödediği 10 bin liraya karşı fazla ödeme yapmış, dolayısıyla
devletten 9 bin lira alacaklı demektir. Bu matematik ifadelerde görüleceği gibi,
vasıtalı vergilerde adaleti sağlamak mümkün olmadığından, Îslâm ekonomisinde
vasıtalı vergi yoktur. Netice olarak, vasıtalı vergi ve diğer yollardan alınan
tüketim vergisinin adil olmadığım söyleyebiliriz. Bu tüketimden vergi alınması
meselesi, herhalde iktisatçıların ihtiyaç ve fayda anlayışlarından
kaynaklanmaktadır. Herhangi bir ihtiyacı tatmin etmeye fayda denir, ihtiyacı tatmin
etme yani faydayı doğurma özelliği ise malda bulunur. Üretilen bir malın
tüketilmesiyle fayda meydana geldiği gibi, meselâ bir doktorun hastasına bakması
şekli' de, hizmet vermek suretiyle de fayda meydana gelir. Ekonomik anlayışa göre
fayda, bir ihtiyacın tatmini demek olduğundan, insana menfaat sağlama manasına gelmez.69
Bu anlayışa göre sigara, içki, afyon ve kumar aletleri gibi şeyler zararlı
olmalarına rağmen, bir ihtiyacı tatmin ettikleri için, fayda sağlamaktadırlar. Yani
bir malın üretilmesi ile, her hangi bir konuda hizmet verilmesi, fayda meydana
getirme bakımından, aynıdır. Tarlasında pamuk üreten bir kimse fayda meydana
getirdiği gibi, barınma ihtiyacını giderdiği için. evinde oturan bir kimse de
fayda elde etmektedir. Evde oturmakla, pamuk üretmek, fayda meydana getirmek
açısından, aynı şeylerdir, öyleyse pamuk üreticisinden vergi aldığımız gibi,
bina vergisi de almalıyız. İslâm ise tüketimden veya hizmet vermeden dolayı meydana
gelecek fayda ile, malın üretilmesiyle meydana gelecek faydayı aynı kabul
etmediğinden, hiçbir zaman bu anlayışa gitmemiş ve tüketimden vergi almayı kabul
etmemiştir. Bu sebeple İslâm vergi anlayışında bina vergisi gibi tüketim vergileri
yoktur. VII-
VERGİLERİN TAHSİLİ Modern vergi anlayışında vergi
borcunun mükellef tarafından ödenmesi ve bu tutarın maliye idaresi (ya da onun
temsilcisi) tarafından teslim alınması işlemine verginin tahsili adı verilir.
Tahsil, verginin tarhını ve tebliğini İzleyen bir safhadır. Ödeme ile birlikte
vergi borcu ortadan kalkar. Günümüzde vergiler devlet
tarafından tahsil edilmektedir. Tahsil eden idare, merkezî devletin bir dairesi
olabileceği gibi. mahalli bir idare de olabilir. Emanet usûlü adı verilen bu usûlde
vergi toplama işini gören kişiler devletin maaşlı memurlarıdır. Verginin ödenişi
yahut tahsili çeşitli usûllerde olabilir. En yaygın usûl, mükellefin vergiyi
maliye İdaresine bizzat ödemesidir.70 Kur'an-ı Kerimde vergilerin
tahsili ile ilgili herhangi bir usûl tarif ve teklif edilmiş değildir. Ancak "Onların
mallarından vergi al".71 "Devşirildiği gün onun vergisini
(hakkını) verin"72, “Vergiyi (infakı), gerek kazandıklarınızın
ve gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın. Kendinizin,
ancak göz yumarak, alabileceği düşük ve
bayağı şeyleri vermeye kalkmayın"73, "Neyi vergi (nafaka)
olarak vereceklerini soruyorlar; de ki, "artanı"74,
"Sen affetme yolunu tut"75 Yani
vergi alacağın zaman halka zorluk vermeyecek surette ve zaruri ihtiyaçlarından fazla
olan mallardan al)76 gibi ayetler vergilerin tahsili konusunda bazı
esaslar getirmiş bulunmaktadır Peygamberimiz, 'Tahıldan
tahıl, koyundan koyun, deveden deve, sığırdan sığır"77 derken, verginin hangi cins ve kalite
maldan tahsil edileceğini bildiren ayeti78, açıklamış oluyordu. Böylece
verilecek vergilerin ne gibi mallardan verileceği beyan edilmiş, her malın vacip olan
vergisinin kendi cinsinden ve kalitesinden olacağı79, üstün veya düşük
kaliteden olamayacağı gösterilmiş bulunmaktadır. Vergi memurunun fazla vergi alarak
mükellefi, noksan vergi alarak bütçeyi zarara sokmaya hakkı yoktur.80 Hz.
Peygamber, vergi memurlarını, mükelleften haksız vergi almamaları hususunda
uyarıyordu. “Vergi almada haddi aşan memur, vergiyi men eden kimse gibidir"81,
buyururken, böyle yapanların hiç vergi ödemeyen veya vergiye karşı çıkanlardan
hiçbir farkları olmadığını bildirmiş oluyordu. Hz.
Peygamber (s.a.v.), Muaz b. Cebel'i Yemen'e memur olarak gönderirken : "Sakın onların mallarının iyisini
alma"82, diye tavsiye etmişti. Meselâ irili ufaklı ve orta boyda
koyunları bulunan bir mükellefin vergisi, ne iyilerinden ve ne de kötülerinden
alınır; belki orta boy mallardan tahsil edilir. Hangi çeşit mal çoğunlukta ise,
vergiyi onlardan almada bir sakınca yoktur, Fakat zayıf mallar çoğunlukta iken
iyilerinden alınmaz 83. Memurlar, kendilerine pay çıkarmak için böyle bir
tasarrufta bulunamadıkları gibi, hediye dahi kabul edemezler. Hz. Peygamber (s.a.v.),
İbnü'l Lütbiyye el-Ezdî adındaki şahsı. Benî Süleym kabilesinin vergilerini
tahsile memur etmişti. Görevden dönüp Medine'ye gelince, "Bu mallar sizin, şu
mallar da bana hediyedir", dediğinde Peygamberimiz son derece kızmış ve minbere
çıkarak şöyle buyurmuştu : "Benim gönderdiğim memura ne oluyor ki,
"Bu sizindir, bu da bana hediye edilmiştir", diyor. Acaba o, anasının
ve babasının evinde otursaydı, bu mallar ona hediye miydi ?" 84 Kaynaklarda, vergilerin aynî veya
nakdî olarak tahsilinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Nakdî yani kıymet
olarak tahsil edildiği takdirde hangi fiyattan yani malın alış fiyatından mı, yoksa
günün rayici olan satış fiyatından mı takdir edileceği hususunda da yine görüş
ayrılıkları vardır 85. Biz bu konuda ayrıntılara girmeden netice olarak
şunu söyleyebiliriz : Verginin aynî olarak tahsili ve gerektiğinde yine aynî olarak
hesap yapılması prensip olarak kabul edilmiş bir esastır. Ancak vergilerin nakdî
olarak, yani malların kıymetleri üzerinden verilmesi de caizdir. Değişik şartlar
altında her iki usûlün de faydalı veya zararlı yönleri bulunabilir. Fakat nakden
alma usûlünün daha faydalı olduğu iddia edilemez 86. Aynî vergi
usûlünün mükellefe kolaylık sağladığım kabul etmekle birlikte 87,
bunun daha çok ekonominin işleyişi ile alâkalı olduğu kanaatindeyiz. Çağımız
ekonomisinin para ekonomisi halinde işlemesinden dolayı88, nakdî vergi
usûlünün daha iyi olduğu düşünülebilir. Ancak Îslâm ekonomisinin bir mal
ekonomisi olduğunu unutmamak gerekir. Modern vergide olduğu gibi,
Îslâm’da da vergileri devlet alır. Ancak Hz. Osman’ın vergi alman mallan,
görünür ve görünmez (zahirî ve bâtını) deyip iki kısma ayırması ve görünmez
mal vergi mükelleflerinin, vergilerini devlete vermeyip hak sahiplerine vermelerini
istemesi ve bu uygulamanın sahabilerin bir icmayı kabul edilmesi, vergilerin
yarısının devlete, yarısının da halka verilmesi gibi bir usûl ortaya
çıkarmıştır. Çünkü görünür malların vergisini devletin alması asıldır.
Görünür mallar, sebze, meyve, tarım ürünleri ve hayvanlar gibi gözlenip
saklanması mümkün olmayan mallardır. Görünmez mallar ise altın, gümüş, para ve
ticaret malları gibi, saklanması mümkün olan mallardır 89. Hz.
Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde bütün vergileri devlet aldığı
halde, Hz. Osman’ın niçin böyle bir tatbikata gittiği hususunda bazı yorumlar
yapılmıştır. Hz. Osman zamanında İslâm
ülkesi son derece genişlemiş, Müslümanlar çoğalmış ve insanlar değişmişti. Bu
sebeple vergilerin hükümet memurları vasıtasıyla tahsil edilmesi bazı zorluklara ve
yanlış hareketlere sebebiyet vermeye başladığından, görünmez malların
vergilerini verme işi, mükelleflerin emanetine bırakılmıştı.90 Hz.
Osman vergi memurlarının, müslümanlann gizli mallarını araştırıp
yoklamalarını ve bu hususta haksız davranışta bulunmalarım iyi görmediğinden,
bunu önlemek için, bu tür vergilerin verilmesini sahiplerine bırakmıştı 91.
Hz. Osman'ı bu çeşit bir davranışa sevk eden başka bir sebep de kendi fakir
akrabalarına zekâtı ile yardım etmek isteyenlere imkân verme düşüncesi olabilir.92 Hemen hemen bütün Hanefî
kaynaklarda, bu uygulamaya saha-biler tarafından herhangi bir itiraz yapılmadığından,
bu usûlün icma ile sabit olduğu söylenmekte ve hatta devlet başkanının bu tür
vergileri (gizli malların vergilerini) isteme hakkının bile olmadığı beyan
edilmektedir.93 Cessas, bu konuda şunları
söyler : Görünür malların vergilerini sadece devlet alır. Mükellef bunu
kendiliğinden fakire verse bile, vergi borcundan kurtulmuş olmaz. Hz. Osman hayvanlardan
vergi almak için memur görevlendirdiği halde, ticaret malları için memur
görevlendirmedi Çünkü ticaret malları görünmez mallardandı. Takat t: a-ret
malları, bir yerden başka bir yere nakledilirken, insanlar tarafından
görülebileceği için, hayvanlara benzer kabul edildi ve bu sebeple de bunların
vergilerini almak üzere memurlar tayin edildi. Bu ticaret mallarının hayvanlara
benzeyip görünür mal haline geldikleri için Ömer b. Abdülaziz memurlarına, yoldan
gelip geçen Müslüman tüccarlardan 20 dinardan 1/5 (yarım) dinar, zimmîden 20
dinardan 1 dinar vergi almalarını söyledi, Ömer İbn-il Hattab da memurlarına
Müslümanlardan 1/40, zimmîlerden 2/40, müstemenlerden (yabancı tüccarlardan) 4/40
vergi almalarını yazmıştı. Tabii ki. bu vergiler, zekâttan ayrı bir vergi değildi.94 Serahsî de vergileri devletin
alması konusunda şu ilmî açıklamaya yer verir : Vergi, imamın (İslâm Devlet
başkanının) hukukî temsil (şer'î velayet) yetkisine dayanarak, aldığı malî bir
haktır. Bu sebeple üzerinde cizye (baş vergisi) olan kimse, bu borcunu
kendiliğinden, savaşanlara veremeyeceği gibi, mükellef de devlet başkanının vergi
alma yetkisini kaldırma gücüne sahip değildir. Serahsî, bu hususu iki yönden ele
alıp açıklamaktadır : 1- Verginin
sırf Allah hakkı olması dolayısıyla, onu sadece Allah'ın haklarını alma
hususunda vekil tayin edebilen kimse alabilir ki o da devlet başkanıdır. Bu sebeple
vergisini devlet başkanı veya onun vekilinden başkasına veren bir mükellef, vergi
borcundan kurtulmuş olmaz. Buna göre biz, vergisini fakirlere dağıttığını iddia
eden 2- Vergi
memuru, fakir için çalışan bir görevlidir. Hiç şüphesiz toplanan vergilerde
fakirin de hakkı vardır. Fakat memur, vergiyi alma konusunda fakirin velisi
durumundadır. O kadar ki, fakir bu hakkını kendiliğinden isteyemez; istese bile
ödeme yapmak gerekmez.Böylece vergi borcu, çocuğa olan bir borç durumundadır ki,
borçlu, bunu çocuğun velisine vereceği yerde çocuğa vermektedir. Buna göre mükellef, kendisi ile
Rabbi arasında bulunan bir konuda fakire ödeme yapmakla borçtan kurtulmuş olur.
Artık vergisini ödediği konusunda doğru söylediği belli olunca, fazla üzerine
varılmaz. Çünkü fakir, hakkında bizzat teslim alabilen kimselerden biridir. Fakat
onun istemesiyle ödeme gerekmez. Bu sebeple vergi memuru, fakirin kanun (şeriat)
tarafından tayin edilmiş vekilidir. Vergi mükellefi, fakire istemeden ödemede
bulunduğu zaman maksat hasıl olmuş demektir. Ancak çocuk böyle değildir. Çünkü o,
hakkını teslim alabilecek kimselerden sayılmaz. Bu sebeple çocuğa ödeme yapan bir
mükellef borçtan kurtulmuş olmaz.95 Vergilerin tahsilinde zamanın da
önemli bir yeri vardır. Uygunluk prensibi, verginin, mükellef için en uygun zamanda
ve uygun tarzda tahsilini gerektirir.96 Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'de,
yukarıda geçtiği üzere, "Hasat günü hakkını verin"97
buyrulmaktadır. Bu ayette toprak ürünlerinden ne zaman vergi alınacağı hususu
belirtilmektedir. Ancak bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. îmam
Şafiî, bu a-yete dayanarak, toprak ürünleri, vergi alınacak seviyeye gelince, vergi
tahsil edilir, der. İkinci bir görüş ise, mal hasattan sonra tüketime elverişli
bir hale geldiği zaman, meselâ üzüm kurutulup yenilecek duruma geldiği, maden de
altın haline geldiği zaman vergi alınmasıdır.98 Muhammed b. Mesleme, buradaki
zamandan maksat, mahsûlün kaldırıldığı gündür, der. Bundan başka vergilerin,
malların kullanılmaya elverişli oldukları zaman alınacağını söyleyenler de
bulunmaktadır 99. Buradan şöyle bir neticeye varabiliriz ki, toprak
mahsûlleri, yıllanma şartı olmadan, üretilip mal haline geldiklerinde, vergiye tabi
tutulurlar. Bir bölgede ekip dikme ve hasat etme zamanlan yılın hep aynı mevsimlerine
rastlar. Yani ürünler mevsimlere göre elde edilirler. Dolayısıyla bu ürünlerin
vergileri de yine mevsimlere göre tahsil edilir. Böylece toprak mahsûllerinin
vergilerinin tahsilinde güneş yılının esas olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Yusuf, Müslüman, zimmî ve
yabancı tüccarlardan alman ticaret vergilerinin senelik olduğunu söyledikten sonra,
şöyle der : Senenin muayyen bir zamanında vergi alındıktan sonra, o tarihten
itibaren bir senelik süre içinde bir daha vergi alınmaz. Zira bu vergiler
seneliktir.100 Peygamberimiz,
çifte vergilemenin yokluğunu yani bir yılda iki defa vergi alınamayacağını İfade
etmek üzere. "Vergide ikileme (katlama) yoktur",101
buyurmuşlardır. Hz. Osman, bir ramazan günü
hutbeye çıkarak, "Dikkat edin, vergi ayınız gelmiş bulunmaktadır.. Kimin
malı ve borcu varsa, hesabım yapsın ve vergisini versin", buyurmuştur.102
Buradan altın, gümüş, para ve ticaret mallarının vergilerinin tahsili ramazan
ayında yapıldığı anlaşılmaktadır. Yani bu tür vergilerin tahsili ay yılına
göre yapılır. Bu durumda ay yılı, güneş yılından daha kısa olduğu için, her 33
güneş yılında 34 ay yılı vardır. Ve 33 güneş senesinde 34 ay yılı vergi vermek
gerekir. Böylece mükellef, adı geçen bu ve buna benzer mallardan 33 yılda 34 defa
vergi vermiş olur ki, bunun ekonomik hayatta önemli rol oynayacağım söyleyebiliriz.103 NETİCE: Biz, bu araştırmamızda zekâtı
modern vergi açısından incelemeye ve aralarındaki benzeyen ve benzemeyen yönleri
tespit etmeye çalıştık. Elde ettiğimiz sonuçlan şu şekilde özetleyebiliriz : İktisatçılar, üretim
vasıtaları arasında tabiat, emek, sermaye ve müteşebbis gibi unsurların bulunduğunu
kabul ederek, üretime katılan bu elemanlara kira, ücret, faiz ve kâr adı altında
hisselerini paylaştırmaktadırlar. İslâm ise faizi meşru görmediğinden, böyle
bir bölüştürmeyi kabul etmemiş; sermayesi ile çalışana kâr, emeği ile
çalışana ücret, sabit tesislere de kira vermek suretiyle, farklı bir taksim sistemi
kabul etmiştir. Modern ekonomide dolaylı veya
dolaysız olarak, üretim faaliyetine katılan faktörlerden birisi de devlettir.
Devlet, toplumun maddî ve manevî her türlü huzurunu sağlamakla görevli olduğu
için, üretimden kendi payına düşen hissesini almalıdır. İşte devletin üretimden
aldığı bu paya vergi adı verilir. Vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere,
devletin, tek taraflı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelir ve
mallarından aldığı ekonomik değerlerdir, şeklinde tarif edilmiştir. Kaynaklarda Kurân’ın bazı
ayetlerinde geçen sadaka, hak, infâk, ihsan ve iane gibi kelimelerin zekât anlamına
geldikleri ifade edilmektedir. Diğer taraftan bazı İslâm alimleri, zekâtın,
İslâm devletinin vergisi demek olduğunu açıkça bildirmektedirler. Buna ilâveten
zekâtın, üreme (nemâlanma) kabiliyeti olan mallardan alındığını da göz
önünde tutarak, İslâm devletinin üreyen her çeşit maldan aldığı zekâtın
hepsine birden, genel manada vergi diyebiliriz. Şu halde zekât, İslâm devletinin
üreyen mallardan (yani üretimden) aldığı bir pay olmaktadır. Bu bakımdan vergi
ile zekât birbirine benzer gibi görünmektedir. Zekât ile vergi, üretimden
alınmaları bakımından, birbirine benzeseler bile; vergi, tüketimden de alındığı
için, onun "devletin üretimden aldığı pay" sıfatı bir teoriden öteye
geçemez. Çünkü satış vergisi, muamele vergisi, katma değer vergisi, işletme
vergisi... gibi vergiler, tüketimden alınmaktadırlar. Vergi ile zekâtın devlet
tarafından, karşılıksız olarak, cebren alınıp toplumun yararına harcanmaları,
bunların benzer yönleridir. İsimleri ile bu isimlerin taşıdıkları mana; mahiyet ve
düzenlenmeleri; matrah ve miktarları; sarf yerleri ve devlet ile alâkaları
bakımından, zekât ile vergi birbirinden farklıdırlar. Vergi yükünün toplumda adaletli
bir şekilde bölünmesini sağlamak için, istifade ve iktidar teorisi adı altında
iki nazariye geliştirilmiştir : İstifade Teorisi, devletin sosyal
mukaveleye dayandığı doktrininden kaynaklanır. Yani hak, vazife karşılığıdır.
Devletin vazifesi, fertlerin mal ve canlarını korumak, fertlerinki de devlete vergi
vermektir. Buna göre, devletin vatandaşlara götürdüğü hizmet ile, vatandaştan
aldığı vergi arasında tam bir alâka mevcuttur. Devlet, ticarî bir şirket gibi
çalışır. Ortaklar, şirkete yatırdıkları sermayelerine göre vergi öderler.
Dayandığı temel fikir itibariyle istifade teorisi, düz orantılı (mütenasip) vergi
tarifesine götürür. Bu teoride bazı çelişkiler
göze çarpar. Meselâ ferdin ödediği vergi ile, devletin yaptığı hizmet arasında
adaleti sağlamak mümkün değildir. Çünkü ferdin, devlet hizmetlerinden elde
ettiği faydayı ölçmeye imkân yoktur. Vergi vermeyen fakir vatandaş, devletin savunma
hizmetinden nasıl mahrum edilebilir. Îslâm böyle bir devlet nazariyesini kabul
etmez. Ona göre devletle vatandaş arasındaki alâka, baba ile evladı arasındaki
alâka gibidir. Devlet vatandaşlara "velayet" anlayışı içersinde hizmet
götürür. İktidar Teorisi, organik devlet
görüşünden hareket eder. Fertlerin ödedikleri vergilerle, devletin hizmetlerinden
elde ettikleri fayda arasında doğrudan bir alâka mevcut değildir. Vatandaşlar, kamu
harcamalarından sağlayacakları menfaate bakmadan, vergi verirler. Herkes, kendi
ekonomik gücüne göre vergi öder. Böylece yüksek gelirlilerden çok, düşük
gelirlilerden ise az vergi almak için, müterakkî vergi tarifesi uygulanır. Bu teorinin, prensip olarak,
genelde İslâm'ın vergi anlayışına uygun geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü
iktisadî gücü olan mükellef vergi verir; ve çok kazanandan çok, az kazanandan da az
vergi alınır. Ancak İslâm'ın vergi anlayışında fakirden hiç vergi alınmaz.
"Nisap" miktarından daha az bir mal veya paraya sahip olan, İslâm'a göre
fakir sayılır. Vergi alınabilmesi için tayin edilen belli miktarlara nisap adı
verilir. Vergi alınan malların nisapları Peygamberimiz tarafından tespit edilmiştir.
200 dirhem gümüş, 20 dinar altın, 5 deve, 30 sığır, 40 koyun, toprak ürünlerinden
5 vesk (yaklaşık 1 ton kadar), bu malların nisap miktarlarıdır. Yani 39 koyunu
bulunan bir vatandaş fakir sayıldığından kendisinden vergi alınmaz. Şah Veliyullah
ed-Dehledi, nisap miktarındaki bir malı, 3 kişilik küçük bir ailenin bir yıllık
yiyeceği olarak, değerlendirmiştir. Müterakkî (artan oranlı) gelir
vergisi sisteminde hiçbir zaman gelirin tamamı vergi olarak verilmez. Halbuki İslâm'da
meselâ bir tüccar, yüzde iki buçuk kazandığı zaman, bu miktarı devlete vergi
olarak vereceğinden, devlet için çalışmış olur. Şu halde İslâm'da haddinden
fazla; sınırsız derecede zengin olma imkânı yoktur, demektir. Kanunen kendisine vergi borcu
isabet eden kimselere vergi mükellefi denir. Îslâm hukukuna göre âkil, baliğ, hür
ve nisaba malik olan her Müslüman vergi mükellefi sayılır. Zengin olan çocuk ile,
akıl hastalarından vergi alınıp alınmayacağı hususunda İhtilaf edilmiştir.
Kanaatimize göre, vergi, malî bir vecibe olduğu için, bunların mallarından da
vergi alınmalıdır. Hangi mallardan, ne kadar ve ne
zaman vergi alınacağı yani vergilerin tarh ve tahakkuku maliye bakımından büyük
önem taşır. Bunlarla ilgili esaslar da yine Peygamberimiz tarafından tayin ve tespit
edilmiştir. Meselâ hadise göre, yılda bir defa vergi alınacağından, çifte
vergileme sistemi yoktur. Marjinal fayda açısından, vergi yükünü katlanmadaki
fedakarlıklar eşit olmadığı için, İslâm'da vasıtalı vergiler mevcut değildir.
Ayrıca tüketime dayalı vergi alma prensipleri de bulunmamaktadır. Mükelleflere kolaylık sağlamak
için, vergiler aynî olarak alınır. Altından altın, tahıldan tahıl, koyundan koyun,
arabadan araba, petrolden petrol olarak verilir. Ancak kıymet olarak, nakden vermek de
caizdir. Nakden ödemek isteyen mükellefler, aynî malın kıymetini, rayiç piyasa
fiyatına göre değerlendirip paraya çevirirler. Vergide mallanıl ne İyileri, ne de
kötüleri alınır; orta kalitedeki malları almak en uygun olanıdır. Modern vergide olduğu gibi,
İslâm'da da vergileri devlet alır. Hz. Osman zamanına kadar bu böyle devam etmiştir.
Bazı sebepler yüzünden Hz. Osman, görünmez malların vergilerinin verilmesini
mükelleflere bırakmıştır. Hanefiler bunu, sahabîlerin İcmaı olarak
değerlendirdiklerinden, bu malların vergisini, devletin istemesi yerine, mal sahipleri
ona vekâleten, gereken yerlere verir, derler. Buna mukabil zekâtın hepsini ve bütün
vergileri devletin alması gerektiği görüşünü savunup tercih edenler de vardır ki
biz de bu görüşü benimsiyoruz. İslâm’da toprak ürünlerinin
vergisi , Kurân’ın ifadesiyle "devşirildiği gün", yani kullanılabilir
mal haline geldikleri zaman tahsil edilir. Bu demektir ki, mahsûllerin vergisi,
mevsimlere ve dolayısıyla güneş yılına göre alınır. Hz. Osman bir ramazan günü
hutbeye çıkıp vergilerin ödeme zamanının geldiğini bildirmesiyle, toprak
ürünlerinin dışındaki mallardan (altın, gümüş, para, ticaret mallan... gibi)
alman vergilerin kamerî aylara göre, diğer bir deyimle, ay yılma göre tahsil
edileceği anlaşılmaktadır. Bu durumda vergiler, bir taraftan
güneş , diğer taraftan ay yılma göre tahsil edilirken; ay yılı, güneş yılından
daha kısa olduğu için, her 33 güneş yılında 34 ay yılı vardır. Böylece toprak
ürünleri dışındaki vergi mükellefleri, 33 yılda 34 defa vergi vermiş olurlar. DİPNOTLAR
: 1- Bkz. Paul A. Samuelson, İktisat, çev : Demir Demirgil, lstanbul-1970 s. 16 2- Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi İktisat, Îzmir-1960, s.145, 146 3-
Akif Ergin ay, Vergi Hukuku, Ankara-1977, s.3 4- Memduh Yaşa, Ak İktisat Ansiklopedisi, İstanbul-1973, s. 213 5- Bkz. Ebu'l Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Maverdî, el-Ahkâmü's
Sültaniyye, Mısır-1966, s. 113 6- Şemsü'l-Eimme Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut-1398/ 1978, II, 149; Alâüddin Ebû Bekr b. Mes'ûd el-Kâsânî, Bedâi'u's Sanâi' Fî Tertîbi'ş Şerâi', Beyrut-1394/1974, II, 2; Muhammed Hamidullah, İslâm Hukuku Etütleri, çev : Kemal Kuşçu, İstanbul-1984, s. 103-104 7- Nur
24/56; Mücâdele 58/13; Müzzemmil 73/20 9-Zâriyât51/19 10-Tevbe9/34 11-Bakara 2/267 12-Bakara 2/195 13-
Maide 5/2 14-
Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İsâm, çev ; Salih Tuğ
- Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul-1969, s. 17 15-
Muhammed Ebû Zehra, Islımda Sosyal Dayanışma, çev : E, Ruhi
Fığîah - Osman Eskicioğlu, İstanbul-1969, s. 153 16-
Abdurrahman el-Cezîrî, Kitâbü'l Fıkhı Alâ'l Mezâhibi'l
Erbaa, Mısır T.Y. 2.baskı, I, 590; Ömer Nasuhl Bilmen, Hukuku Islâmlyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul-1969, IV, 77; Yusuf el-Kardâvî, İslâm Hukukunda Zekât, çev: İbrahim Sarmış, İstanbul-1984,1, 51; Yusuf Vehbi Yavuz, Islımda Zekât Müessesesi, Istanbul-1972, s. 29 17-
Bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul-1935,
III, 2572, VII, 5358; Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e.IV, 72-119; Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi, çev : M. Salt Mutlu-Salih Tuğ, istanbul-1969, II, 215-231 18- Bkz. Yusuf el-Kardavi, a.g.e. II, 531 19-
Memduh Yaşa, a.g.e. s. 832 20- M.A.Mannan,
islâm Ekonomisi, çev : Bahri Zengin, İstanbul-1973, s. 415 21- Bkz.
Yusuf el-Kardavî, a.g.e. II, 505-513; Hayreddin Karaman, Zekât, İstanbul-1984, s.
222-225; M.A.Mannan, a.g.e. s. 414-415 22- Memmduh
Yaşa, a.g.e. s. 446 24- Mâverdî,
a.g.e., s. 55, 65, 77; Ebû Yâlâ el-Ferrâ, Ahkâmü's Sültaniyye, Mısır-1966, s.
28-30; Ahmed İbn Abdulhalim, İbn Teymiye, el-Hlsbe Fi'l islâm, Kahire-1387, s. 6-8;
es-Siyâsetü'ş Şer'iyye, T.Y..Y.Y. s. 10-15 25- Ö.N.Bilmen,
a.g.e., VIII,
249 26- Müslim
b. el-Haccâc, Sahîh-u Müslim, Mısır-1374/1955, İmâra, 43, 20 27- Ahmed
İbn Hanbel, Müsned, Beyrut-1389/1969, IV, 133 28- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 418 29- Ebû
İsa Muhammed b. İsa, et-Tirmizî, Mısır-1937, Zekât, 6 31-Tirmizî, zekât, 6 32- Serahsî,
a.g.e., II,
149 33- Ö.N.Bilmen,
a,g.e., IV,
76 34- Bürhanüddin
Ali b. Ebû Bekr el-Merğînânî, el-Hidâye, Mısır-1937, I, 68; Abdullah b. Mahmûd
el-Mevsılî, el-Ihtiyâr Li Ta'lîli'l Muhtar, Mısır-1951, I, 99 35- Bkz.
Müslim, Zekât, 1-7; İbn Mâce Ebu Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen-ü
İbn Mâce, Mısır-1952, Zekât, 4,6,9,12,13; Tirmizî.Zekât, 3,4,5,7 36- Bkz.Ahmet
Debbagoğlu.lslâm İktisadına Giriş, İstanbul-1970, s.348 37- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 277 38- Şah
Veliyullah ed-Dehlevi, Huccettüllahi'l Bâliğa, Beyrut-T.Y. 11,43 39- Şah
Veliyullah ed-Dehlevi, a.g.e., II, 43 40- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 698, 699 41- Merğınânî,
a.g.e., I, 68 42- Muhammed
b. Ahmed b. Muhammed Ahmed İbn Rüşd, Bldâyetü'l Müctehid ve Nihâyetü'l Müktesıd,
Mısır-1379/1960, I, 245 43-Mevsılî, a.g.<- 1.99 44- Bak-ıra
2/256 45- Bkz.
Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara-1963, s. 84-100 46- Bkz.
İbn Rüşd, a.g.e., I, 245 47- Kâsânî, a.g.e., II, 4; Mevsılî,
a.g.e., I, 99lbn Rüşd, a.ge., I, 245 48- lbn
Mâce, Talâk, 15; Ebû Dâvûd, Hudûd, 16 49- Tirmizî.
Zekât, 15; Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kltâbü'l Emval. Kahire-1388/1968. s. 611. No:
1299 50- Ebû
Zekertyyâ Mehylddln b. Şeref en-Nevevi, el-Mec,mûT.Y.,Y.Y..V, 329; Ebû Bekr
Ah-med b. el-Huseyn b. Ali el-Beyhakî, es-Sünenü'l Kübrâ, Haydarâbâd-1352, IV, 107;
Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 611, No: 1300 51- Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 620, No: 1332 52- Kâsânî,
a.g.e., II, 4 53- Muhammed
Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev : Abdülkadir Şener, Ankara-1973, s. 323 54- Memduh
Yasa, a.g.e., s. 883 56-Merğınânî, a.g.e.. I, 68;
Mevsılî, a.g.e.. I, 99 58-En'âm6/141 59- Bakara
2/267 60- Tevbe
9/103; Zâriyât 51/19 61- İbn
Kudame, el-Muğnî, Beyrut-1985, II, 257 62- Bkz.
Memduh Yasa, a.g.e., s. 883 63- Ebû
Yusuf, Kitâbü'l Harâç, çev : AH Özek, İstanbul-1970, s. 133,134 64- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 875 65- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 947 66- Memduh
Yaşa, a..g.e., s. 945 67- Yusuf
el-Karadavi, a.g.e.. II, 531 68- Bkz.
Ahmet Debbağoglu, a..g.e., s. 342 69- Bkz.
Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İstanbul-1960, s. 39 70- Memduh
Yaşa, a.g.e., s. 877 71-Tevbe 9/103 72-En'âm6/151 73- Bakara 2/267 74-Baraka 2/219 75-Â'râf7/199 76- Yazır,
a.g.e.. III,
2356 77- İbn
Mâce, Zekât, 16 78- Bakara
9/267 79- Yazır,
a.g.e., I, 910 80- Bkz.
Mevsılî, I, 103 81- İbn
Mâce. Zekât, 14; Ebû Davûd, II, 105, No: 1585; Tirmizî, Zeket
19 82- Ebû
Davûd, II,
105, No: 1584; Bkz. İmam Şafii, el-ümm.
Beyrut-T.Y.,II,57 83- Bkz
.Ebû Yusuf, a.g.e., s. 143; İmam Şafiî, a.g.e., II, 10 84- Bkz
.Ebû Yusuf, a.g.e., s. 142; Buhâri, Ahkâm, 24. 41, bak.Zekât, 67 85- Bkz .Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 582-586; lbn
Rüşd, a.g.e„ I, 269; Yusuf el-Karadâvî, a..g.e.. I, 347 86- Bkz
Yazır, a.g.e., I, 910-912 87- Bkz
.Selim A. Sıddîkî, a.g.e., 8. 32 88- Bkz
Memduh Yaşa, a.g.e., s. 610 89- Bkz.
Mâverdî, a.g.e., b. 113; Ferrâ, a.g.e., s. 115 90- Ö.N.Bilmen,
a.g.e., IV, 78; Yazır, a.g.e., III, 2574 91- Kemâlüddln
Muhammed b. Abdilvahid İbnü'l Hümam, Fethu'I Kadir, Mısır-1315, I, 487; Mehmet b.
Firâmurz b. Ali Molla Hüsrev, Düreru'l Hukkâm, Istanbul-1972, I, 172 92- Muhammed
Ebû Zehra, I.Sosyal Dayanışma, s. 153 93- Bkz
.Cessas, a.g.e., III, 155; Ö.N.Bilmen, a.g.e., IV.78 94- Ebû
Bekr Ahmed b. Ali er-Râzı el-Cessas, Ahkâmü'l Kur'ân, Buyrut-T.Y, III, 155 95- Serahsî,
a.g.e., II,
162 96- Selim A. Sıddıki, a.g.e., s.
31 98- İmam
Şâfiî, a.g.e„ II, 36 99- Bkz.
İbn Arabî Ebû Bekr Muhammed b. Abdullah, Ahkâm-ül Kur'ân, Mısır-1972, II, 762 100-
Ebû Yusuf, a.g.e., s, 218 101- Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 519 No: 981 102- Kâsânî, a.g.e., II, 6 103-Bkz. Muhammed Hamidullah, Islama Giriş, s. 318
*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
. |
![]() |
![]() |