.

ÇARE DEĞİŞİMDİR

AMA NASIL?

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


Bugün geri ülkeler diyebileceğimiz yerlerde çekilen ekonomik, sosyal ve siyasi sıkıntıların hepsi değişim probleminden kaynaklanmaktadır. Yani hepimizin ve tüm insanlığın evrensel bir değişime ve yepyeni bir medeniyet anlayışına ihtiyaç vardır.

Son zamanlarda yazarlar gazete köşelerinde, politikacılar nutuklarında ve konuşmacılar sohbetlerinde değişimden bahsediyorlar. Fakat şimdiye kadar hiçbir kimsenin neyi, niçin ve nasıl değiştireceği hususunda bir açıklama yaptığını görmüş ve duymuş değiliz. O sebeple evet değişim ama nasıl diye sormak veya neyi, niçin ve nasıl değiştireceksiniz diye fazla bilgi istemek ya da konuyla ilgili bazı düşünceler sunmak, varlığını iddia ettikleri demokrasinin bir gereği değil mi, ?

Değişip gelişme veya değişip gerileme Allah'ın insan, hayvan ve bitki gibi canlılar için, başlangıçtan sonra varlık âleminde yürüyecekleri  yola koyduğu çıkış ve iniş merdivenlerinden başka bir şey değildir. Zaman ve mekânla kayıtlı ve bu iki şartın içerisinde olan, belki
olması zorunlu bulunan varlıkların hep değiştiğini görüyoruz. Zamanla varlıklar deforme olup şekil değiştiriyorlar. İnsanlar doğuyor, büyüyor ve yaşlanıp ölüyor. Devletler kuruluyor ve imparatorluklar çöküp yıkılıyor. Bir değişimdir devam edip gidiyor. Kural, kanun ve sistem eskiyor. Hukuk, kültür ve dünya görüşleri eskiyor. Bunların eskidiği için yenilenmesi, gelişmesi için de değişmesi gerekiyor. Bütün yaratıklar eksik ve ihtiyaç sahibi oldukları veya başka bir deyişle Allah'a muhtaç oldukları için değişirler. Sadece ve yalnız yaratıcıdır ki, ihtiyaçsız ve değişmezdir. Çünkü O, Samed'dir, herkes ve her şey O'na muhtaçtır.

Peki nedir eskiyen ve eskidiği için yenilenmesi gereken? Bir defa hemen herkesin katılabileceği husus, bilim ve teknoloji ilerlerken yani insanın kendisinin dışındaki varlıklar hakkındaki bilgisi artıp çoğalırken bunun yanı sıra kültürü ve beşerî davranışları diyebileceğimiz onun çevre ile münasebeti olduğu yerde saymaktadır.  Müslümanların fen ve sosyal ilimlerde gerilemesiyle uyanış ve aydınlanma yaparak onların yerini alan Batı dünyasında yetişen ilim adamları, bir taraftan tabiatla meşgul olurken diğer taraftan insanın özellikleri üzerinde durdular. Bilim ve teknolojik gelişmeler kesintisiz bugüne kadar uzanırken hukuk ve insanla ilgili diğer sosyal bilimler gelişme gösteremedi. Onun içindir ki, Rönesansla temelleri atılan Jan Jak Russo, Monteskiyö ve diğerleri tarafından hukuk, siyaset ve toplum için konulan bazı kanun ve kurallar, hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir. Oysa teknoloji bu kuralların pek çoğunun ötesine geçmiştir. Aslında bugün dünya toplumlarında çekilmekte olan siyasî, içtimaî ve iktisadî sıkıntılar, teknolojiye yenik düşen insan kültüründen kaynaklanmaktadır. Teknoloji, üretimi, iş bölümü sayesinde binlerce ve milyonlarca insanın müşterek malı haline getirirken, insanın kültürü olan hukuk, bunun paylaşımının nasıl olacağını hala ortaya koyamadı. Teknoloji, kıtalara ayrılmış dünyayı birleştirip tek bir kıta haline getirirken, belki bütün küre insanlarını bir aile gibi içli dışlı yaparken, eski kültüre sahip olan bir türlü kendisini yenileyemeyen insan, doğulu, batılı, güneyli ve kuzeyli olmaya devam etmektedir. Halbuki kuzeylinin yanlış bir hareketi güneyliye ve belki bütün insanlara zarar vermekte; bir batılının doğru bir davranışı doğuluya ve belki tüm küre insanlarına fayda vermektedir. Meselâ bugün bunun farkında olmayan Batı, Bosna-Hersek insanını Azerbaycan, Karabağ ve Irak insanını, hatta Güneydoğu Anadolu'da yaşayanları doğulu diye vurmakta ve vuruşturmaktadır. Ama bunun faturasını, tek üretim ve tüketim yeri haline gelen bütün dünya ödemektedir. Eğer bugün dünyanın bir kesiminde savaş var, anarşi ve terör var, ekonomik ve siyasî krizler varsa, diğer kesiminde yoksa bütünleşmiş bir dünyada böyle şeylerin olması çelişkiden başka bir şey değildir. Bileşik kaplar deneyinde birisi boş dururken diğerinin dolu olması mümkün müdür? Hukuk, fertler ile tolumun ve devletler arasındaki ilişkilerde hak ve adaleti, özgürlük ve barışı sağlayan bir kurum olarak  da anlaşılabilir. Milletler içi ve Milletler arası bu değerlerin muhafaza edildiğini kim iddia edebilir? Sıcaktan soğuğa ve soğuktan sıcağa bütün savaşlar devam etmekte, her türlü baskı ve haksızlıklar sürüp gitmekte ve bunların bir türlü önü alınamamaktadır. Bu durum hukukların, kültürün ve evrensel değerlerin aşınıp yıprandığını göstermez mi? Onun için yenilenmeye ve değişime ihtiyaç vardır. Fakat bilindiği gibi Batılılar Türkiye ve İslâm âleminde bu yenilenme ihtiyacından ve değişim zaruretinden kaynaklanan uyanış hareketlerine "Radikal İslamcı, köktenci, fundamantelist ve dinci" diyerek Müslümanları suçlamaktadırlar. Hâlbuki aileyi dağıtan, fertle devleti ayıran, kuşaklan da birbirine düşman eden, inancı sömüren çevreyi kirleten ve böylece insana mutluluk veremeyen bu medeniyetten ümidini kesen bir Müslüman'ın dinine dönmesi, Kitap ve sünnete sarılmasından daha tabii ne olabilir? Sadece Batılılar değil, bütün insanlık âlemi şunu bilmelidir ki, gelecekte kurulacak olan yeni medeniyete Müslümanların epeyce katkısı olacak ve bu tüm dünya için yarardan başka bir şey getirmeyecektir, ihsan istemiyoruz, ama şu üzerimize uzattığınız gölgeleri lütfen çekiniz. Yoksa bunu yapanlar tarihin kara sayfalarında yer alacaklardır.

Biz inşanı mutlu edemeyen bugünkü bu medeniyetin en büyük eksikliğini din dışı yapılanmasında görüyoruz, ilk ele alınacak şey Allah-insan ve kâinat üçlü dengesinin hukuk, kültür ve medeniyete zemin teşkil etmesidir. Bu yönüyle zaten eksik doğan bu medeniyet, diğer yönlerden de birçok şeylerin aşınması ve eskimesiyle topluma güç veren dinamikler arası dengeler de bozulmuştur. Asıl olan bu dengelerin yeniden kurulmasıdır. Hiçbir kimse bugün herhangi bir ülkenin şu veya bu tür sıkıntılarının mahallî veya millî olduğunu iddia edemez. Bugün Türkiye’mizin içine sürüklenmesi istenen kaosun içten ziyade dış kaynaklı olduğunu herkes bilmektedir. Bu sebeple iç kadar dış, dış kadar da iç önemlidir. O nedenle değişim denen şeyin mahallî ve yöresel olduğu kadar aynı zamanda küresel olduğu da unutulmamalıdır. Zaten işin zorluğu ve bu sebeple de uzun zamana ihtiyaç göstermesi buradan kaynaklanmaktadır.

17. asırda ileri sürülen bir devlet anlayışı ile çalışan bir  toplumda ifrat, tefrit ve bir sürü aşırılıklar hakim durumdadır. Kimilerine göre devlet, bir ticaret şirketi gibi bireylerin oturup sözleşme yaparak kurmuş oldukları bir birliktir. Saint-Simon gibilere sorarsanız zaten devlet bir şirket ve bir çalışanlar şirketidir. Böyle olunca menfaatin paylaşılması söz konusu olmaktadır. Devlet de kendi menfaatini düşünür; onun için vereceği hizmetleri ancak bir menfaat karşılığı yapar. Basitleştirecek olursak para verenin işini yapar vermeyenin işini ise yapmaz. Bu anlayışın ekonomiye yansıması ise vergilerde faydalanma teorisinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Vatandaş, devletin hizmetinden faydalandığı için vergisini verir. Oysa devlet birey açısından aynı ailede olduğu gibi doğal bir uzviyettir. Ailede veli olan anne ve babalar çocuklarına nasıl karşılıksız hizmet ediyorsa devlet de bütün vatandaşlarına karşılıksız olarak hizmet götürür. Vergi vermek faydalanmanın değil, toplumda üretim yapılmasının ve ekonomik güce sahip olmanın bir gereğidir. Onun için vergi sadece, asgarî hayat standardının üzerinde bir ekonomik varlığa sahip olanlardan alınır.

Devlet ticarî bir şirket olmadığı için, ticaret yapmak kazanıp ve kâr elde etmek amacıyla hiçbir teşebbüste bulunmaz. Devlet, tüm vatandaşları tarafından yürütülen ekonomik faaliyetlerde organize ve adaletin gözetilmesi gibi görevler üstlenir. Bu açıdan sadece KİT'lerin satılması veya devredilmesi değil, ticarî, yatırım, destekleme ve teşvik gibi kredi dağıtımlarına da son verilmelidir. Kimi vatandaşlara has evlat, kimilerine ise üvey evlat muamelesi yapmak devletin yapabileceği bir iş değildir.

Bozulmuş olan birey-toplum veya fert devlet dengesini yeniden sağlamak için, ferdin hak ve vazifeleri ile devletin hak ve vazifeleri kesinlikle ortaya konmalıdır. Devlet tüm vatandaşların müşterek olduğu yerlerde görev yapmalıdır. Onun için bugün hemen hemen bütün devletlerin kanunlarında yer alan mesela evlenme yaşı kanunu bireyle ilgili olup devletin işi olmadığından varlığı yanlıştır. Bu konuda “Velâyet-i hâssa velâyet-i âmmeden akvadır” kuralı buna işaret etmektedir. Diğer taraftan fert de devletin işine karışmaz ve kararlarına karşı gelmez. Meselâ vergileri toplamak ve gereken yerlere dağıtmak onun görevidir. Vatan müdafaasında gereken her türlü karan alıp faaliyet göstermek onun işidir. Vatandaşlara düşen, bu konuda sadece uyup itaat etmektir.

Bugün ülkemizde ve dış ülkelerde her türlü tartışmanın yapıldığı bir gerçektir. Ülkelerde değişim derken onların yapacağı işlerden birisi de ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim ve öğretim faaliyetlerini bir program dâhilinde özelleştirmeye gitmesi ve halklara devredilmesidir. Eğitim ve öğretim hizmetleri vakıflar tarafından yürütülerek vatandaşlara eşit ve ücretsiz olarak götürülmelidir. Devletin bu konuda yapacağı şey, faaliyetlerin bir plan ve program dâhilinde yürütülüp yürütülmediği, eşitlik ve adalet dağıtımının yapılıp yapılmadığını denetleyip gözetlemekten ibarettir. Devlet hizmetlerinin yürütülmesi konusunda bugünkü kültürün yanlışlarından birisi de politikayı, bir terzilik veya işçilik gibi geçim sağlayan bir meslek olarak değerlendirmesidir. Hatta bir milletvekiline işin ne mesleğin ne nereden yiyip içiyorsun denilse ben politikacıyım diye cevap verir. Oysa bizim anlayışımıza göre siyaset veya devlet yönetimi hizmeti, gelir getiren bir meslek olmaktan ziyade, kamunun verdiği icrası gerekli olan bir görevdir.  Bu hususta referansımız, "Zengin olan veli, velayet hizmetinden ücret almasın, fakir olan ise örfe göre tespit olunanı alıp yesin" prensibidir.  

Toplumun bünyesinde din-bilim, dünya-ahiret, fert-devlet, aile-toplum, sermaye ve emek dengeleri sağlanmalıdır. İnsan ve insanın kültürünün din ile bilimin verilerinden gelen bilgilerin kaynaşması olduğu yemden ortaya konmalıdır. İnsanın, yalnız dinle-bilimin kesiştikleri noktadan geçen bir düzlemde yaşayabileceğini, bunlardan herhangi birinin eksikliği halinde onu mutsuz kılacağı herkes tarafından kabul edilmelidir. Müslümanlar, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer dinlere mensup insanların inanç ve ibadetlerine, bu husustaki duygu ve düşüncelerine kesinlikle karışmaz, onlara bu hususta tam bir serbesti tanırlar. İkinci Abdülhamid zamanında İstanbul'da yapılan kimsesizler yurdunda küçük küçük mescit, havra ve kilisenin de yapılması bunun açık delilidir. Önemli olan bugün insanlığın, inanç ve ibadetlerin dışında üretim, eğitim ve öğretim, savunma ve yönetim hakkında yeniden yapılanmaya giderek bir kültür ve düşünce birliğine varmasıdır. Savaş sanayisine dayalı bir ekonomi anlayışı ile düşmanlık üzerine kurulan bir siyaset görüşünün insanlığa fayda getirdiğini söylemek mümkün değildir. “Hayat mücadeleden İbarettir, insan insanın kurdudur" gibi anlayışlar, asırlardan beri insanlığı krizden krize sürüklemiş, artık bu felsefelerin böylece iflas ettiği ortaya çıkmıştır.

Milletlerarası alanda da iki şeye temas etmek istiyorum. Bilindiği gibi bugün beşli veya yedili diye anıla güçlü ülkeler var. Bu ülkeler güçsüz ülkelere siyasî ve ekonomik baskılarını sürdürdüğü müddetçe yerküre üzerinde kan, gözyaşı, yangın, yıkıntı ve çöküntü devam edecektir. Bu ise hepimizin zayıfın ve güçlünün, zenginin ve fakirin yani tüm dünya ülkelerinin zararı demektir. Üretilen bir kurşun, çalınan bir lokma ekmek demektir. Eğer bütün dünya insanları yeryüzünde refah ve saadet istiyorsa bu yanlış anlayışların terk edilmesi gerekir.

Üretim yerinin tüm dünya olduğunu söylemiştim. Bu demektir ki Tokyo'da üretilen bir arabada, Almanya'da satılan bir televizyonda veTürkiye'de inşa edilen bir fabrikada bütün insanlığın katkısı vardır. Çünkü emek, sermaye, bilgi ve teşebbüs artık bir devletin alanı haline gelen tüm dünyada tedavül etmektedir. Verginin sebebi üretim olduğuna göre ve ekonomik güce sahip olanlar vergi verdiğine göre, zengin ülkelerin de ekonomik gücü olmayan fakir ülkelere vergi vermesi yani karşılıksız yardımda bulunması ekonomi ilminin ortaya kovdu  bir gerçeği yerine getirmek olur.

Sonuç olarak bugünkü problemlerin çözülebilmesi için, inanç ve ibadetlerin dışındaki tüm hayatin yeniden yapılanmasına ihtiyaç vardır. Bu da bir kültürün; hukuku, ekonomiyi, aileyi ve devleti ihtiva eden bir kültürün yenilenmesi yani bir medeniyetin yenilenmesi demektir. İnsan Allah'ın akıllı olarak yarattığı bir varlık olup bu sayede o kendi eliyle kendisini ateşe atmayacaktır. Bu sebeple dini, dünya görüşü, milleti ve cinsiyeti ne olursa olsun, dürüst olan tüm insanları birleşmeye ve insana uygun bir dünya kurmak için birlikte çalışmaya davet ediyorum.

Fizyokratların ileri sürdüğü doğal-ilahi düzeni insanlar yeniden kurarlarsa hastalıklara çare olacak ilacı bulmuş olurlar, diyorum.



*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.