. | ÇARE DEĞİŞİMDİR AMA NASIL? Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Bugün geri ülkeler diyebileceğimiz yerlerde çekilen ekonomik, sosyal ve siyasi sıkıntıların hepsi değişim probleminden kaynaklanmaktadır. Yani hepimizin ve tüm insanlığın evrensel bir değişime ve yepyeni bir medeniyet anlayışına ihtiyaç vardır. Son zamanlarda
yazarlar gazete köşelerinde,
politikacılar nutuklarında ve
konuşmacılar sohbetlerinde değişimden bahsediyorlar. Fakat şimdiye kadar hiçbir
kimsenin neyi, niçin ve nasıl değiştireceği
hususunda bir açıklama yaptığını görmüş
ve duymuş değiliz. O sebeple evet değişim
ama nasıl diye sormak veya neyi, niçin ve nasıl değiştireceksiniz diye fazla bilgi
istemek ya da konuyla ilgili bazı düşünceler sunmak,
varlığını iddia ettikleri
demokrasinin bir gereği değil mi, ? Değişip
gelişme veya değişip gerileme Allah'ın
insan, hayvan ve bitki gibi
canlılar için, başlangıçtan sonra varlık âleminde
yürüyecekleri yola koyduğu çıkış ve iniş merdivenlerinden başka bir şey değildir. Zaman ve mekânla
kayıtlı ve bu iki şartın içerisinde olan, belki Peki nedir
eskiyen ve eskidiği için yenilenmesi gereken? Bir defa hemen herkesin katılabileceği
husus, bilim ve teknoloji ilerlerken yani insanın kendisinin dışındaki varlıklar
hakkındaki bilgisi artıp çoğalırken bunun yanı sıra kültürü
ve beşerî davranışları diyebileceğimiz onun çevre ile münasebeti
olduğu yerde saymaktadır. Müslümanların
fen ve sosyal ilimlerde gerilemesiyle uyanış ve aydınlanma yaparak onların yerini alan
Batı dünyasında yetişen ilim adamları, bir taraftan tabiatla meşgul olurken diğer
taraftan insanın özellikleri üzerinde durdular. Bilim ve teknolojik gelişmeler
kesintisiz bugüne kadar uzanırken hukuk ve insanla ilgili diğer sosyal bilimler
gelişme gösteremedi. Onun içindir ki, Rönesansla temelleri atılan Jan Jak Russo,
Monteskiyö ve diğerleri tarafından
hukuk, siyaset ve toplum için konulan
bazı kanun ve kurallar, hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir. Oysa teknoloji bu
kuralların pek çoğunun ötesine geçmiştir. Aslında bugün dünya toplumlarında
çekilmekte olan siyasî, içtimaî ve iktisadî sıkıntılar, teknolojiye yenik düşen
insan kültüründen kaynaklanmaktadır. Teknoloji, üretimi, iş
bölümü sayesinde binlerce ve
milyonlarca insanın müşterek malı haline getirirken, insanın kültürü olan hukuk,
bunun paylaşımının nasıl olacağını hala ortaya koyamadı. Teknoloji, kıtalara
ayrılmış dünyayı birleştirip
tek bir kıta haline getirirken, belki bütün
küre insanlarını bir aile gibi içli dışlı yaparken, eski kültüre sahip olan bir
türlü kendisini yenileyemeyen insan, doğulu, batılı, güneyli ve kuzeyli olmaya devam
etmektedir. Halbuki kuzeylinin yanlış bir hareketi güneyliye
ve belki bütün insanlara zarar
vermekte; bir batılının doğru bir davranışı doğuluya ve belki tüm küre insanlarına fayda vermektedir. Meselâ bugün bunun farkında olmayan Batı,
Bosna-Hersek insanını Azerbaycan, Karabağ ve Irak insanını, hatta Güneydoğu Anadolu'da yaşayanları doğulu diye
vurmakta ve vuruşturmaktadır. Ama bunun faturasını,
tek üretim ve tüketim yeri haline gelen
bütün dünya ödemektedir. Eğer bugün
dünyanın bir kesiminde savaş var, anarşi ve terör var, ekonomik ve siyasî krizler varsa, diğer kesiminde yoksa bütünleşmiş bir dünyada böyle şeylerin
olması çelişkiden başka bir şey değildir. Bileşik kaplar deneyinde birisi boş
dururken diğerinin dolu olması mümkün müdür? Hukuk, fertler ile tolumun ve devletler
arasındaki ilişkilerde hak ve adaleti, özgürlük ve barışı sağlayan bir kurum
olarak da anlaşılabilir. Milletler içi ve
Milletler arası bu değerlerin muhafaza edildiğini kim iddia edebilir? Sıcaktan
soğuğa ve soğuktan sıcağa bütün savaşlar devam etmekte, her türlü baskı ve haksızlıklar sürüp gitmekte ve bunların
bir türlü önü alınamamaktadır. Bu durum
hukukların, kültürün ve evrensel değerlerin aşınıp yıprandığını göstermez mi? Onun için yenilenmeye ve değişime ihtiyaç vardır. Fakat bilindiği gibi
Batılılar Türkiye ve İslâm âleminde bu
yenilenme ihtiyacından ve değişim
zaruretinden kaynaklanan uyanış hareketlerine "Radikal
İslamcı, köktenci, fundamantelist ve dinci" diyerek Müslümanları suçlamaktadırlar. Hâlbuki aileyi dağıtan, fertle devleti ayıran, kuşaklan da birbirine düşman eden, inancı sömüren çevreyi
kirleten ve böylece insana mutluluk veremeyen bu medeniyetten ümidini kesen bir Müslüman'ın dinine dönmesi,
Kitap ve sünnete sarılmasından daha tabii ne
olabilir? Sadece Batılılar değil, bütün insanlık âlemi şunu bilmelidir ki,
gelecekte kurulacak olan yeni medeniyete Müslümanların epeyce katkısı olacak ve bu tüm dünya için yarardan başka bir
şey getirmeyecektir, ihsan istemiyoruz, ama şu üzerimize uzattığınız gölgeleri
lütfen çekiniz. Yoksa bunu yapanlar tarihin kara sayfalarında yer alacaklardır. Biz inşanı mutlu
edemeyen bugünkü bu medeniyetin en büyük
eksikliğini din dışı
yapılanmasında görüyoruz, ilk ele alınacak şey
Allah-insan ve kâinat üçlü dengesinin hukuk, kültür ve medeniyete zemin teşkil
etmesidir. Bu yönüyle zaten eksik doğan bu medeniyet, diğer yönlerden de birçok
şeylerin aşınması ve eskimesiyle topluma güç veren dinamikler arası dengeler de
bozulmuştur. Asıl olan bu dengelerin yeniden kurulmasıdır. Hiçbir kimse bugün
herhangi bir ülkenin şu veya bu tür sıkıntılarının
mahallî veya millî olduğunu iddia edemez.
Bugün Türkiye’mizin
içine sürüklenmesi istenen kaosun içten
ziyade dış kaynaklı olduğunu herkes bilmektedir. Bu sebeple iç kadar dış,
dış kadar da iç önemlidir. O nedenle
değişim denen şeyin mahallî ve yöresel olduğu kadar aynı zamanda küresel olduğu da unutulmamalıdır. Zaten işin zorluğu ve bu sebeple de uzun zamana ihtiyaç göstermesi buradan kaynaklanmaktadır. 17. asırda ileri sürülen
bir devlet anlayışı ile çalışan bir toplumda
ifrat, tefrit ve bir sürü aşırılıklar hakim durumdadır. Kimilerine göre devlet,
bir ticaret şirketi gibi bireylerin oturup sözleşme yaparak kurmuş oldukları bir
birliktir. Saint-Simon gibilere sorarsanız zaten devlet bir şirket ve bir çalışanlar
şirketidir. Böyle olunca menfaatin paylaşılması söz konusu olmaktadır. Devlet de
kendi menfaatini düşünür; onun için vereceği hizmetleri ancak bir menfaat
karşılığı yapar. Basitleştirecek olursak para verenin işini yapar vermeyenin işini
ise yapmaz. Bu anlayışın ekonomiye yansıması ise vergilerde faydalanma teorisinin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Vatandaş, devletin hizmetinden faydalandığı için
vergisini verir. Oysa devlet birey açısından aynı ailede olduğu gibi doğal bir
uzviyettir. Ailede veli olan anne ve babalar çocuklarına nasıl
karşılıksız hizmet ediyorsa
devlet de bütün vatandaşlarına karşılıksız
olarak hizmet götürür. Vergi vermek faydalanmanın değil, toplumda üretim yapılmasının
ve ekonomik güce sahip olmanın bir
gereğidir. Onun için vergi sadece, asgarî hayat standardının üzerinde bir ekonomik varlığa sahip olanlardan
alınır. Devlet ticarî
bir şirket olmadığı için, ticaret yapmak kazanıp ve kâr elde etmek amacıyla hiçbir
teşebbüste bulunmaz. Devlet, tüm vatandaşları tarafından yürütülen ekonomik
faaliyetlerde organize ve adaletin gözetilmesi gibi görevler üstlenir. Bu açıdan
sadece KİT'lerin satılması veya devredilmesi değil, ticarî, yatırım, destekleme ve
teşvik gibi kredi dağıtımlarına da
son verilmelidir. Kimi vatandaşlara has
evlat, kimilerine ise üvey evlat muamelesi
yapmak devletin yapabileceği bir iş değildir. Bozulmuş olan
birey-toplum veya fert devlet dengesini yeniden sağlamak için, ferdin hak ve
vazifeleri ile devletin hak ve vazifeleri
kesinlikle ortaya konmalıdır. Devlet tüm vatandaşların müşterek olduğu yerlerde görev
yapmalıdır. Onun için bugün hemen hemen bütün devletlerin kanunlarında yer alan
mesela evlenme yaşı kanunu bireyle ilgili olup devletin işi olmadığından varlığı
yanlıştır. Bu konuda “Velâyet-i hâssa velâyet-i âmmeden
akvadır” kuralı buna işaret etmektedir.
Diğer taraftan fert de devletin işine karışmaz ve kararlarına karşı gelmez. Meselâ
vergileri toplamak ve gereken yerlere dağıtmak onun görevidir. Vatan müdafaasında
gereken her türlü karan alıp faaliyet göstermek
onun işidir. Vatandaşlara düşen, bu konuda sadece uyup itaat etmektir. Bugün ülkemizde ve dış ülkelerde her
türlü tartışmanın yapıldığı bir gerçektir. Ülkelerde değişim derken onların yapacağı işlerden birisi de ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim ve
öğretim faaliyetlerini bir program dâhilinde özelleştirmeye gitmesi ve halklara
devredilmesidir. Eğitim ve öğretim hizmetleri vakıflar tarafından yürütülerek
vatandaşlara eşit ve ücretsiz olarak götürülmelidir. Devletin bu konuda yapacağı
şey, faaliyetlerin bir plan ve program dâhilinde yürütülüp yürütülmediği,
eşitlik ve adalet dağıtımının yapılıp yapılmadığını denetleyip gözetlemekten
ibarettir. Devlet hizmetlerinin yürütülmesi konusunda bugünkü kültürün yanlışlarından birisi de
politikayı, bir terzilik veya işçilik gibi
geçim sağlayan bir meslek olarak değerlendirmesidir. Hatta bir milletvekiline işin ne
mesleğin ne nereden yiyip içiyorsun denilse ben politikacıyım diye cevap verir. Oysa
bizim anlayışımıza göre siyaset veya
devlet yönetimi hizmeti, gelir getiren bir meslek olmaktan ziyade, kamunun verdiği icrası gerekli olan bir görevdir. Bu
hususta referansımız, "Zengin olan veli,
velayet hizmetinden ücret almasın, fakir olan
ise örfe göre tespit olunanı alıp
yesin" prensibidir. Toplumun
bünyesinde din-bilim, dünya-ahiret, fert-devlet, aile-toplum, sermaye ve emek dengeleri sağlanmalıdır.
İnsan ve insanın kültürünün din ile
bilimin verilerinden gelen bilgilerin kaynaşması
olduğu yemden ortaya konmalıdır. İnsanın, yalnız dinle-bilimin kesiştikleri
noktadan geçen bir düzlemde yaşayabileceğini,
bunlardan herhangi birinin eksikliği
halinde onu mutsuz kılacağı herkes tarafından kabul edilmelidir. Müslümanlar,
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi
diğer dinlere mensup insanların inanç ve
ibadetlerine, bu husustaki duygu ve düşüncelerine kesinlikle karışmaz, onlara
bu hususta tam bir serbesti tanırlar. İkinci Abdülhamid zamanında
İstanbul'da yapılan kimsesizler
yurdunda küçük küçük mescit, havra
ve kilisenin de yapılması bunun açık
delilidir. Önemli olan bugün insanlığın,
inanç ve ibadetlerin dışında üretim, eğitim ve öğretim, savunma ve
yönetim hakkında yeniden
yapılanmaya giderek bir kültür ve düşünce
birliğine varmasıdır. Savaş sanayisine dayalı bir ekonomi anlayışı ile düşmanlık
üzerine kurulan bir siyaset görüşünün
insanlığa fayda getirdiğini söylemek
mümkün değildir. “Hayat mücadeleden
İbarettir, insan insanın kurdudur" gibi anlayışlar, asırlardan beri
insanlığı krizden krize sürüklemiş, artık bu felsefelerin böylece iflas ettiği ortaya çıkmıştır. Milletlerarası
alanda da iki şeye temas etmek istiyorum. Bilindiği gibi bugün beşli veya yedili diye
anıla güçlü ülkeler var.
Bu ülkeler güçsüz ülkelere siyasî ve
ekonomik baskılarını sürdürdüğü
müddetçe yerküre üzerinde kan, gözyaşı,
yangın, yıkıntı ve çöküntü devam edecektir. Bu ise hepimizin zayıfın ve güçlünün,
zenginin ve fakirin yani tüm dünya ülkelerinin zararı demektir. Üretilen bir kurşun,
çalınan bir lokma ekmek demektir. Eğer bütün dünya insanları yeryüzünde
refah ve saadet istiyorsa bu yanlış anlayışların terk edilmesi gerekir. Üretim yerinin tüm
dünya olduğunu söylemiştim. Bu demektir ki Tokyo'da üretilen bir
arabada, Almanya'da satılan
bir televizyonda veTürkiye'de inşa
edilen bir fabrikada bütün insanlığın
katkısı vardır. Çünkü emek, sermaye, bilgi
ve teşebbüs artık bir devletin alanı haline gelen tüm dünyada tedavül etmektedir.
Verginin sebebi üretim olduğuna göre ve ekonomik güce sahip olanlar vergi verdiğine göre,
zengin ülkelerin de ekonomik gücü olmayan fakir ülkelere vergi vermesi yani karşılıksız
yardımda bulunması ekonomi ilminin ortaya
kovdu bir gerçeği yerine
getirmek olur. Sonuç olarak bugünkü
problemlerin çözülebilmesi için, inanç ve ibadetlerin dışındaki tüm hayatin yeniden yapılanmasına
ihtiyaç vardır. Bu da bir kültürün;
hukuku, ekonomiyi, aileyi ve devleti ihtiva eden bir kültürün yenilenmesi yani bir
medeniyetin yenilenmesi demektir. İnsan
Allah'ın akıllı olarak yarattığı bir
varlık olup bu sayede o kendi eliyle kendisini ateşe atmayacaktır. Bu sebeple dini, dünya
görüşü, milleti ve cinsiyeti ne olursa olsun, dürüst olan tüm insanları birleşmeye
ve insana uygun bir dünya kurmak için birlikte çalışmaya davet ediyorum. Fizyokratların ileri sürdüğü doğal-ilahi düzeni insanlar yeniden kurarlarsa hastalıklara çare olacak ilacı bulmuş olurlar, diyorum.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
. |