.

İSLAMDA DEVLET VELİDİR
(AMME VELAYETİ)

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

İktisatçılar, İhtiyaç konusunu anlatırken, ihtiyacın
insanda bulunan bir eksiklik olduğunu ileri sürerler.(1)
İnsan, bu eksikliğini gidermek için malları kullanmak
durumdadır. Malların, insanın ihtiyaçlarını
karşılayıp giderme özelliğine de fayda adı verilir.(2)
İnsanı fert ve toplum yönünden, başka bir deyişle,
malî ve idarî yönden ele alacak olursak, onun, biri
malî, diğeri de idarî olmak üzere, iki türlü ihtiyaç
içerisinde olduğunu görürüz.
İnsan, yaratılışı, fayda ve menfaati icabı, toplu
yaşayan ve böyle yaşamayı isteyip seven bir
varlıktır. Aile hayatı, ana-baba ve çocukların bir
arada yaşamaları, insan topluluğunun küçük çapta bir
örneğini teşkil eder. Kabileler, aşiretler, milletler
ise, aileye göre, giderek genişleyip büyüyen
topluluklardır. İnsan için toplu yaşamak nasıl bir
gerçek ve zaruri bir ihtiyaç ise, aileyi ve ondan daha
büyük olan toplulukları de bir ihtiyaç ve zarurettir.
Hem ferdin, hem de toplumun uyacağı bir düzenin
bulunması, her ikisi için de fayda sağlar. İnsanoğlu
ancak bu suretle sulh ve sükûn içinde yaşar ve refaha
kavuşabilir.
İnsan, cemiyet halinde olduğu, tek başına yalnız
olarak yaşamadığı içindir ki ihtiyaçlarını sağlarken,
tabiî olarak, aralarında bir mücadele başlar. Birinde
olan bir şeyin diğerinde olmaması hasebiyle, biri
diğerinin elindekine ve malına göz diker. Doğuştan
birçok yönden aynı güç ve kuvvette bulunmayan
insanların, bugün güçlü olan, zayıf olanı ezecek,
elindekini zorla alacak olursa, cemiyette huzur ve
düzen olmaz. Bir gün gelir kuvvetli, zayıf düşer, bu
defa da bir başka kuvvetli onun elindekini almaya
kalkarsa, böyle bir cemiyette huzur ve mutluluk
olmadığı gibi, çalışıp kazanma, üretip elde etme ve
bulup icat etme aşk ve şevki kırılacağı için de hiçbir
ilerleme kaydedilemez.  Şu halde yaratılışları icabı
maddeten ve manen farklı farklı olup eşit olmayan
insanların münasebetlerine, hareket ve davranışlarına
bir çeki düzen vermek zorunluluğu böylece
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İşte bunu sağlayan
en etkili araç ve vasıta da hukuktur. (3)
İnsanın bireysel ihtiyaçlarının yanı sıra, toplum
olarak da böyle bir araya gelmesinden dolayı, aynca
bir takım sosyal ihtiyaçları da ortaya çıkmaktadır.
Toplumda bulunan kimsesiz çocuk, hasta ve fakirlerin
bakımı, herkesin ortaklaşa kullanacağı yol, su ve
elektrik gibi hizmetlerin karşılanması, meydana gelen
anlaşmazlıkların halledilmesi, dışarıdan gelecek her
türlü saldırılara karşı, toplumun savunulması,
yapılacak harcamalar için mükelleflere düşen mâlî
vecîbelerin toplanıp gereken yerlere sarf edilmesi ve
daha birçok ihtiyaçlar böylece kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.(4) İşte toplumdaki kimsesizlere bakacak,
varisi olmayan biri öldüğünde geriye kalan mallarına
sahip olup ilgilenecek, anlaşmazlıkları halledecek,
toprakları koruyacak, tek kelime ile bütün âmme-kamu
işleriyle meşgul olacak(5) yetkili bir makama ihtiyaç
vardır. İşte biz bu makalemizde yukarıda belirtmeye
çalıştığımız konuları içine alan ve İslâm hukukunda
"el-Velâyetü'1-Âmme" adı verilen konuyu araştırıp
bulup ve açıklamaya çalışacağız. (6)
İslâm'da velayet bahsi, dînî, ahlâkî, itikâdî, hukukî,
siyasî, hatta tarihî boyutları bulunan çok yönlü bir
konudur. Bu konuyu bütün yönleri ile ele alacak
olursak, oldukça hacimli bir eserin meydana geleceği
şüphesizdir. Biz, bu araştırmamızda meseleye sadece
hukuk yani amme ve kamu hukuku açısından bakmaya
çalışacak ve hukukî bir kavram olan
"el-Velâyetü'1-Amme" üzerinde duracağız. Ancak şu
kadarını söyleyelim ki, konunun İslâm hukuku
açısından doğru olarak tespit edilmesi için, bunun
ayet ve hadisler ışığında ele alınması ve yer yer
mezheplerin görüşlerine de atıflar yapılması yerinde
olacaktır.
Velayet kelimesi bu şekliyle Kur'ân-ı Kerîm'de iki
yerde geçmektedir.(7) Fakat veli, evliya ve vâlî gibi,
aynı manaya gelen muhtelif kalıplar, değişik konular
için, birçok yerde kullanılmıştır. Yeri geldikçe
bunlar üzerinde durulacaktır. Hadislerde de yine “vly”
kökünden gelen çeşitli kelimeler kullanılmıştır.
el-Mu'cemü'l Müfehres Li Elfâzı'l Hadisi'n-Nebevi'ye
bakılırsa, bu eserin kaynaklarını teşkil eden hadis
kitaplarında, velayet kelimesinin sadece üç yerde
geçtiği görülür.
Kur'ân'da geçen velayet kelimesi hakkında, iki türlü
kıraat bulunduğu, hem “vilâyet”, hem de “velayet”
şeklinde okunduğu rivayet edilmektedir. Bu kelimeyi
Medine, Basra ve Küfe kıraat imamlarından bazıları
velayet; Küfe kurrasının hepsi ise vilâyet olarak
okumuşlardır.(8) Biraz sonra sözlük manası üzerinde
dururken açıklayacağımız gibi, konumuz açısından
vilâyet demek belki daha doğru olur. Nitekim Müsteşrik
Heffening de bunu, İslâm Ansiklopedisi'nde "vilâyet"
şeklinde kullanmıştır. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'in(9) Asım
kıraatinde "velayet" şeklinde okunduğu ve Türkçemizde
de böyle meşhur olduğu için, biz, velayet şıkkını
tercih etmiş bulunuyoruz.

VELAYET KAVRAMI
1- Velayetin Tanımı
a) Sözlük Anlamı
Arapçada “vly” maddesinin, "veleye" - "yeliyü" ve
"veliye" - "yeliyü" şeklinde iki türlü kullanılışı
vardır. İkinci şekli daha çok kullanılır. Araplar,
toprağı otlandırıp adeta yeşil bir damga vurduğu için,
ilkbaharda yağan ilk yağmura vesmî derler.(10) Bu ilk
yağmuru takip ettiği için, hemen onun arkasından yağan
ikinci yağmura da "vel'y" adı verirler. Ezherî,
Cevheri ve İbn Düreyd gibi büyük filologlar, velî ve
velayet kelimeleri hakkında hemen hemen birbirinden
farksız açıklamalarda bulunuyorlar.(11)
"el-Vel'yü", yakınlık ve yakın olmak demektir.
"Tebâ'ade ba'de vel'yin" (Yaklaştıktan sonra,
uzaklaştı), denir. Ebû Ubeyd ve diğerleri, "vel'y"in
yakınlık manasına geldiğini; Asmaî ise "vel'y" (ram’y)
kalıbında, bir yağmurdan sonraki yağmur demek
olduğunu söyler.(12)     
Râğıb'ın beyanına göre, "vela" ve "tevâlî", iki (veya
daha çok) şeyin, aralarında yabancı başka bir şey
bulunmadan (arka arkaya) meydana gelmesidir. Bu mana,
daha sonra yakınlık için istiare olarak kullanıldığı
ve mekânda yakınlık, nesebte yakınlık, dinde yakınlık;
sadakat, nusret ve itikadda (inançta) yakınlık gibi
manalarda kullanılmaya başlandı. (13)
Velayet ve vilâyet, her ikisi de yardım ve nusret
anlamındadır. Sîbeveyh, “Velayet masdardır, vilâyet
ise imaret (emirlik) gibi isimdir; kişinin üzerine
alıp yerine getirdiği işin adıdır", der. (14)
Zeccâc, bu kelime, velayet ve vilâyet şeklinde iki
türlü okunur; velayet okunursa, yardım ve nusret
manası kastedilmiş; vilâyet şeklinde okunursa,
emirlik manası kastedilmiş olur, diyor. (15)
Velayet, dost, arkadaş ve yardımcı olmak demektir;
vilâyet ise valinin idaresi altındaki toprak
parçasıdır ki, vilâyet veya eyalet tabir olunur. Ve
yine bu kelime, beylik, hâkimiyet ve sultanlık
manalarını da ifade eder.(16)
Şu halde bu kelimenin sözlükte velayet ve vilâyet
şeklinde iki türlü kullanılışı vardır. Velayet
denildiği zaman yardım, sevgi, arkadaşlık, dostluk,
komşuluk ve bir işi üstlenip yürütmek gibi manalara
gelir. Vilâyet denildiği zaman ise bölge (hıtta).
beylik (imâret-emirlik], vilâyet, eyalet, hükümdarlık
(saltanat) gibi anlam ve manalara gelir.(17)

b) Terim Anlamı
Velayet kelimesine, ilmî bir tabir ve deyim olarak
baktığımız zaman, İslâm literatüründe meselâ kelâm,
fıkıh ve tasavvuf açısından ele alınıp işlendiğini
görüyoruz. Her ilmin kendisine göre bir takım
terimleri bulunduğu malumdur. Bazen aynı şey, (aynı
anlam ve mana), ilimler açısından farklı kelimelerle
ifade edilir. Meselâ Nahiv ilminde özneye “fail” aldı
verilirken, Belagat ilminde buna “müsnedün ileyh”
denilmektedir. Bazan da aynı kelime ile farklı şeyler
ifade edilmiş olur. İşte velayet sözünün de böyle
çeşitli manalara gelen bir terim olduğunu
söyleyebiliriz. Velayet, hukukta herhangi bir konuda
tasarrufta bulunma yetkisi demek olurken; tasavvufta
velayet, Allah'ı tanıma, ona itaata devam etme ve
ibadetlerde ihlâslı olmaya denir.(18)
Bu açıklamadan sonra velayetin istılahî yani terim
anlamındaki izahına geçebiliriz. Herhangi bir
sebepten dolayı hak ve vazifelerini bizzat kendileri
ifa edemeyen fert ve toplumlar, başkaları tarafından
temsil edilirler.
İnsanların yetki ve görevlerinin, bizzat kendileri
tarafından yerine getirilmesi, bazen imkânsız hale
gelebilir. Fert olarak çocuk, deli, bunak, baygın ve
buna benzer kimselerin, tasarruf yetkilerini bizzat
kullanmaları mümkün olmadığı gibi, toplum olarak da
hak ve görevlerin, bizzat toplum tarafından yerine
getirilip ifa edilmesi mümkün değildir. Meselâ
herhangi bir toplumun kanun yapma ve yürütme,
vergileri tarh ve tahsil etme, yol, su, elektrik ve
buna benzer işlerin yapılmasında bir temsilciye
ihtiyacı vardır. İşte İslâm hukukunda velayet, bir
kimsenin, başka bir kimse veya toplum adına, can ve
mal hakkında sözünün geçerli olmasına yani onu temsil
etmesine denir.(19) Netice olarak velayetin, fert ve
toplum açısından bir hakkın veya bir görevin temsil
yoluyla yerine getirilmesi demek olduğunu
söyleyebiliriz.
Bugünkü medenî kanunumuzun 262–277. maddelerinde geçen
velayet sözü de bu anlamda kullanılmaktadır.

c) Velayetin Mahiyeti
Velayetin kelime manasını açıklarken onun, yardım
etmek demek olduğunu söylemiştik. Bu sebeple
kendilerine velayet yetkisi verilmiş olan kimseler
yani veliler, velisi bulundukları fert ve topluma
yardımcı olmak, onları himaye etmek, hak ve
menfaatlerini korumak durumundadır.(20) Büyük İslâm
hukukçusu Kâsânî, bu hukukî yönünden dolayı
velayetin, insanları hayvanlardan ayıran bir özellik
olduğunu söylemektedir. (21)
Velayetin, esas ve mahiyet itibariyle, umûmî, husûsî;
zâtiye, tefvîziye; ihtiyarî, icbârî, kâsıra,
müteaddiye; nefsî ve mâlî olmak üzere çok çeşitli
tarif ve taksimleri yapılmıştır. Aslında bu
taksimlerin hepsini, veli ve velayet altında
bulunanlar açısından iki ana kategoride toplamak
mümkündür. Fakat bazen babanın çocuğu üzerindeki zatî
velayeti, baba bulanmadığı zaman, tayinle olan
tefvizi velayete dönüşür ki, kaynağı bakımından
bunlar birbirinden farklı olan şeylerdir. Çünkü
babanın zatî velayeti hukuka dayanırken, tefviz
yoluyla velî olan şahsın velayeti kendisini tayin eden
makama dayanmaktadır.
Velayetin kısımlarına geçmeden evvel İbn Teymiye'nin
bu husustaki görüşlerine temas etmek yerinde olur.
Ona göre, velayeti şu veya bu şekilde taksim ve tasnif
ederken, bunların hudut ve sınırlarının kesin ve
değişmez olduğunu iddia etmek doğru değildir. Meselâ
umûmî ve husûsi velayetler ile, bir mütevellinin
velayeti sebebiyle üzerine düşen görevler, yer ve
zaman şartlarına, örf ve adete göre değişebilir; hatta
bu hususta konuşulan dilin bile etkisi vardır. Çünkü
bu konularda şeriatta herhangi bir hüküm
getirilmemiştir. Bazı yer ve zamanlarda yargı
velayetinin yetkisinde olan bir husus, başka yer ve
zamanda mesela harp (milli savunma) velayetine girmiş
olabilir. Veya bunun aksi de olabilir. Ancak burada
önemli olan husus, herhangi bir velayeti ve kamu
görevini yürütürken, zulümden kaçıp adaletli
davranabilmektir. Çünkü bu velayetlerin hepsi aynı
zamanda dinî ve şer’i yönleri bulunan bir
vazifedir.(22)
Velayeti, ilgilendiği alan itibariyle, velâyet-i âmme
ve velâyet-i hâssa olmak üzere, iki kısma
ayırabiliriz:

1- AMME-KAMU VELÂYETİ
Âmme-kamu velayeti, bütün insanları, yani
vatandaşların hepsini ve herkesi içersine alan bir
velayettir. İşte devletin velayeti böyle bir
velayettir. Devleti temsil eden valilerin ve
hâkimlerin velayetleri de âmme-kamu velayetine
dâhildir. Fakat bunların velayetleri, umumî olmakla
beraber, sadece kendi sorumluluk alanları içersinde
geçerli olur.(23) Buna göre âmme velayetini şöyle tarif
etmek mümkün: Eğer bir görev, bütün vatandaşların
(birey ve fertlerin) ortak bir menfaatini (faydasını)
temin ile ilgili veya ortak olmayıp, fakat fert fert
herkesi ilgilendiriyorsa, buna âmme velayeti adı
verilir.

2- VELÂYET-İ HASSA (ÖZEL VELİLİK)
Amme velayetinin, bütün insanları ve herkesi
ilgilendiren bir husus olduğunu söylemiştik. Velâyet-i
hassa ise, isminden de anlaşılacağı üzere, bir tek
fertle ilgilidir. Bu, tek bir şahısla ilgili ve özel
bir velayettir. Hususî velayet, çocuk, deli ve bunak
gibi tasarruf ehliyetine sahip olmayan kimselerle
ilgili bir velâyettir ki, şahıs üzerinde velayet ve
mal üzerinde velayet olmak üzere, iki kısma ayrılır.
Bilindiği gibi babaların, çocukların şahısları
üzerinde, onların bakılıp büyütülmeleri, eğitim ve
öğretimleri hususunda hak ve vazifeleri olduğu gibi,
mallan üzerinde de tasarruf yetkileri vardır. (24)

3-VELÂYET-İ ZATİYE
Velayeti, kaynağı ve sebebi bakımından da taksime tabi
tutmak, mümkündür. Bu açıdan baktığımız zaman
velayetin, zatî ve tefvîzî kısımlarına ayrıldığını
görüyoruz. Velayet görevini ya hukuk (kanun) veya
malik (velayetin sahibi olan şahıs veya toplum) verir.
Hukukun verdiği velayet, icbârî bir velayet olup bu
görevden kaçmak mümkün değildir. Zatî velayet adı
verilen bu yetki ve görev velinin bizzat kendi
şahsından ve zatından doğmaktadır. Babanın velayeti
böyle bir velayettir. Bu velayet, zatla ve şahısla
kaim olan bir velayet olduğu için, ondan istifa edip
ayrılmak olmaz. O sebeple bir babanın çocuğun
velayetinden feragat edip çekilmesi muteber değildir.
Çünkü bu, icbârî bir velayettir. Ancak veli, bu görevi
yerine getirmekten aciz veya kasti olarak yapmıyor ve
yapmamakta ısrar ediyor yahut kötüye kullanıyorsa, o
takdirde bu yetki onun elinden alınır.(25)

4- VELÂYET-İ TEFVİZİYE
Velayet görevini eğer hukuk değil de bir şahıs, makam
veya toplum veriyorsa, buna tefvizi velayet adı
verilir. Bu velayet icbârî olmayıp ihtiyarî bir
velayettir. Hiçbir şahıs veya makam, normal şartlar
altında, bu görevi yapmaya kimseyi zorlayamaz. Çünkü
bu, hukukî bir muameleden, karşılıklı rıza ile
arılaşmadan doğan bir velayettir. Vekâletle verilen
velayetler hep bu nevidendir. Mesela bugünkü
milletvekillerinin ya da Meclisin velayeti buna örnek
olabilir.
Velayet yetkisinin icra edildiği saha, her ne kadar
vekilin kendisine ait değilse de, müvekkilin kendisine
verdiği vekâletten dolayı meydana gelen yetkiye
(velayete) dayanarak, yaptığı icraat geçerlidir. İster
seçimle ister tayinle iş başına gelmiş olsun, devlet
başkanından en küçük memura kadar, bütün kamu
görevlileri, tefvîzî velayete sahip olarak
çalışmaktadırlar. Başka bir ifade ile, hâkimlerin,
mütevellilerin ve diğer bütün devlet memurlarının
velayetleri bu kabildendir. Bunların velayetleri kendi
zatlarından doğmayıp tefvizle yani görevlendirme ile
sabit olup meydana gelir. Buna göre, vekâlet usul ve
yolu ile sabit olan bu velayet, başkasının
görevlendirmesi ile meydana geliyor demektir. Onun
için vasi, kendisini tayin eden makamdan; vekil, kendi
müvekkilinden; devlet başkanı da bütün Müslümanların
kendisine bey'at etmelerinden velayetlerini alırlar.(26)

AMME-KAMU VELAYETİ
1- Kamu Velayetinin Tanımı
İnsan fert olarak, yeme, içme, giyme ve barınma gibi,
ihtiyaçlarının yanı sıra, yaratılış itibariyle medenî
olduğundan dolayı hemcinsleri ile beraber yaşaması
sebebiyle, toplum olarak da birtakım ihtiyaçları
vardır. Çocuk, kendi işlerini görmekten aciz olduğu
için, bir veliye muhtaçtır. Toplum da kendi işlerini
yürütmekten aciz olmasa bile, işin tabiatı öyle
gerektirdiği ve cemiyette iş bölümü esas olduğu için,
kamu işlerini yürütecek birisine görev vermek
durumundadır. İşte cemiyetten yetki alarak, onun
adına amme ve kamu işlerini gören bu şahıs cemiyetin
velisidir. Bir velinin yetime karşı yetki ve
sorumluluğu ne ise, Devlet başkanının halka karşı
yetki ve sorumluluğu da odur. (27)
Toplum işlerinin yürütülmesini üstlenen şahsın, bütün
fertler ve mallar üzerinde sözünün geçerli olmasına,
hukuk dilinde âmme velayeti adı verilir.(28) Âmme
velayeti, İslâm'da İmam (halife veya emir) adı verilen
Devlet başkanı tarafından yürütülür. Daha sonra
açıklayacağımız gibi, en büyük velî devlet
başkanıdır.(29)
Veli ve vasiler bulunmadığı zaman, onların bütün
salâhiyetleri sultana yani Devlet başkanına intikal
eder. Nitekim Peygamberimiz, “Velisi olmayan kimsenin
velisi, sultandır (Devlet başkanıdır)”,
buyurmuştur.(30) İşte bu intikalin sebebi, başkanın
"amme velayeti" ne sahip, ammenin velisi olma sıfatını
haiz olmasından kaynaklanmaktadır. O bu vazifeyi ya
bizzat kendisi yapar veya kâsırın-kısıtlının maslahatı
için izin verdiği kimse vasıtasıyla yerine getirir.
Kadılar (hâkimler ve valiler) bu konuda sultana
(Devlet başkanına) vekâlet ederler.(31)
2- Kamu Velayetinin Meşruiyeti
Velayet müessesesini İslâmiyet meşru kılmıştır. Bu
konuda pek çok ayet ve hadisler bulunmaktadır. Bunları
daha sonra geniş çapta ele alacağımızı ifade ederek,
birkaç tanesini zikretmeye çalışalım. Bakara Suresinin
282. ayeti, borçlanmalarda uygulanacak esasları tespit
eder. Bunlardan birisi de borçlanma işinin yazı ile
kayda geçirilmesidir. Borç alanın yazdırması
emredildikten sonra, eğer herhangi bir arızası olup,
yazdıramayacak durumda ise, velisinin yazdırması
emredilerek, şöyle buyrulmaktadır: "Eğer borçlu,
aptal veya aciz, ya da yazdıramayacak durumda ise,
velisi adaletle yazdırsın"(32). Büyük İslâm Hukukçusu
İbnü'l Arabi, ayette geçen "velisi adaletle yazdırsın"
ifadesinin, velisinin sözünün geçerli olduğuna delâlet
eder, diyor.(33)
Başka bir ayette "Allah'ın haram kıldığı cana haksız
yere kıymayın, haksız yere öldürülenin velisine, bir
yetki tanıdık"(34) buyrularak, velinin, katile ceza
verilmesi, diyet alınması veya affedilmesi hususunda
salâhiyetli olduğu bildirilmektedir.(35)
Eğer bu iki ayetteki veli, amme velayeti ile ilgili
değildir, velayeti hassa ile ilgilidir, denilecek
olursa, daha önce söylediğimiz gibi, veliyi hâssın
özel velinin bulunmadığı yerde, onun bütün hak ve
vazifeleri kamunun velisine intikal edeceği malumdur.
O sebeple bu ayetin aynı zamanda amme velayeti ile de
ilgili olduğunu söylemek mümkündür.
Asıl amme velayetinin, "Ey inananlar, Allah'a itaat
edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi olanlara
itaat edin"(36), ayetinde geçen "buyruk sahibine itaat
edin" emrine dayandığı söylenmektedir.(37) Ayetin
aslında geçen "ülü'1-emr"e (buyruk sahibine) birkaç
türlü mana verilmiştir. Bu görüşlerden birisi, bundan
maksat, hem Resulüllah zamanındaki ve hem de ondan
sonraki, müslümanların emirleridir ki, bunlar,
halifeler, sultanlar, hâkimler ve diğerleri olmak
üzere, yukarıdan aşağıya doğru sıralanırlar,
denilmiştir.(38) Gerçekten adı geçen bu kimseler, amme
velayetini haiz, toplum adına hizmet gören
şahıslardır.(39)
"İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihatta bulunanlar ve barındırıp yardım
edenler, işte onlar, birbirlerinin velisidirler. İman
edip de hicret etmeyenler ise, hicret edinceye kadar,
siz onların velayetleri konusunda hiçbir şeye sahip
değilsiniz"(40)
Kaynaklarda hicret eden, Mekke'den Medine'ye hicret
eden şeklinde açıklanmakta; Mekke'den Medine'ye
hicret eden de dâr-ı küfürden dâr-ı İslam’a gelen
diye yorumlanmaktadır.(41) Buna göre bugünkü tabirle
söylemek gerekirse, hicret eden demek, vatandaş olan
demektir. İleride açıklanacağı üzere, İslâm devleti,
sadece kendi sınırlan dâhilinde ikamet edenlerin
velisidir. İmamın-Devlet başkanın velayeti yalnız
İslâm yurdunda (Dâr-ı İslâm'da) geçerlidir; onun dâr-ı
harp üzerinde velayet görevi yoktur.(42)
Hz. Peygamber’in velayet hakkında onun dinî, ahlâki ve
hukukî yönlerini açıklayıp anlatan pek çok hadisi
vardır. Bunlardan velîsi bulunmayan kimsenin
velîsinin devlet olduğunu bildiren hadisi yukarıda
geçmiştir.(43) Mirasçısı olmayan kimselerin, miras,
alacak, borç ve diyet ödeme gibi mâli hak ve
vecibelerinin devlete intikal etliğini yine
hadislerden öğreniyoruz.(44) Memurluk görevinin bir
emanet olduğunu,(45) bu emanete ihanet edenlere Cennetin
kokusunun bile haram olduğunu,(46) Peygambere itaat
Allah'a itaat; Peygamber'e isyan Allah'a isyan; İmama
(Devlete) itaat, Peygamber'e itaat; İmama isyan
Peygamber'e isyan demek olduğunu,(47) müslümanların
işini üstlenen, sonra da onlar için çalışmayan ve
samimi davranmayan herhangi bir başkanın,
Müslümanlarla birlikte Cennete giremeyeceğini,(48) hep
hadislerden öğreniyoruz. Burada amme velayeti
açısından çok önemli gördüğümüz bir hadisin metnini
yazarak bu paragrafı tamamlamak istiyoruz:
"Her biriniz yöneticidir ve her biriniz
yönettiklerinden sorumludur. Adam, ev halkının
yöneticisidir ve yönettiği aileden sorumludur. Kadın,
kocasının evinde yöneticidir ve yönettiklerinden
sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde
yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur. (Elhasıl)
her biriniz birer yönetici ve yönettiklerinden
sorumludur."(49)
Kâsânî, eserinde Devlet başkanının zekât-vergi alma
velayetini haiz bulunduğunu ve bunun Kitap, sünnet ve
icma' ile sabit olduğunu zikreder.(50) İbn Haldun da
Mukaddime'sinde Devlet başkanının, halkın velîsi ve
emini olduğunu söylemektedir. (51)
3- Kamu Velayetinin Gayesi ve Faydası
Toplumda fertlerin doğru ve dürüst hareket etmeleri
esastır. Bütün Peygamberlerin gönderilmesi ve
Kitapların indirilmesinden maksat, insanların adil
davranmalarını sağlamaktır.(52) Şu ayet bunu çok açık
bir şekilde ifade etmektedir: "Andolsun ki biz,
insanların adil davranmaları için Peygamberlerimizi
belgelerle gönderdik ve beraberlerinde Kitap’ı ve
mizanı indirdik".(53) "Ey Muhammed, doğrusu, insanlar
arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin
diye, Kitap’ı sana hak olarak indirdik".(54) Yani
Kitap’ın asıl indiriliş hikmeti, onun insanlar
arasında hüküm ve hâkimiyet için, hakkı gösteren bir
esas olmasından kaynaklanmaktadır. (55)
İnsanlar toplum halinde beraber yaşarken işçi işveren;
amir memur; alıcı satıcı, fakir zengin olmakta ve
çeşitli pozisyonlarda ve çeşitli hareket ve
davranışlarda bulunmaktadırlar. İşte ferdin fertle,
ferdin toplumla; toplumun toplumla ve toplumun fertle
olan münasebetlerinde adaleti gerçekleştirmek için,
iyiyi emreden ve kötü davranışı yasaklayan bir makama
ihtiyaç vardır. İşte İslâm'da bütün velayetlerin
gayesi, bu adaleti sağlamak için emir ve yasaklarda
bulunmak (56) ve neticede toplumdaki insanların huzur,
refah ve saadetini sağlamaktır.
Cenab-ı Hak ayette: "Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde
(ülkede) büyük bir kargaşa, fitne ve büyük bir
bozgunluk ortaya çıkar"(57) buyurarak, velayet ve
yardımlaşma işlerinin yapılmaması halinde çok kötü
sonuçların doğacağını haber vermektedir. (58)
4- Kamu Velayetinin Sebebi
Burada her Müslümancın ve her vatandaşın velayet
kurumunun şemsiyesi altında olduğunu ve hiçbir
kimsenin açıkta kalmayacağını söylemeliyiz. Ayette
"sizin veliniz ancak Allah, Resûlü ve namaz kılan ve
zekât veren müminlerdir"(59) buyrularak, bütün
müminlerin velayet bağı ile birbirlerine bağlı
olduklarına işaret edilmektedir. Çünkü bu ayete, bir
mümin, bütün müminlerin velisi olduğu gibi, bütün
müminler de onun velisidir, şeklinde bir açıklama
getirilmiştir.(60) Yani herkesin elinden geldiği kadar,
bütün müslüman kardeşlerine her hususta yardımcı
olmaya çalışması, dinî bir vecibedir, diyebiliriz.
Nikâh, miras, himaye ve diyet ödeme gibi hukukî
durumlardaki velayet ise, İslâm hukukçuları tarafından
bir sebebe bağlanmıştır. Buna göre velayetin sebebi,
karabet, mülk, velâ ve imamet olmak üzere, dört
çeşittir. (61)
Akrabalar birbirinin velisi olduğundan, nafaka,
nikâhlama, gerektiğinde diyet alma veya ödeme gibi,
bir takım hak ve vazifelerle yükümlüdürler. Eskiden
köle sahipleri de kölelerine karşı aynı
sorumlulukları taşımaktaydılar. Hürriyetine kavuşmuş
olanların velileri de kendilerini azad eden kimselerdi
ki fıkıh dilinde bunlara velâü'l-itâka sahipleri
denir. (62)
Toplumda nesebi meçhul kimselerin bulunması mümkün
olduğu gibi, ihtida ederek İslâm devletine sığınmak
isteyen yabancılar da bulunabilir. Hâlbuki bunların
kendilerine yardım edecek bir yakınları yoktur. Böyle
kimseler arzu ettikleri herhangi bir şahısla anlaşma
yapmak suretiyle, velayet hak ve vazifelerini
karşılıklı olarak, yüklenebilirler. Buna “velâü'l
müvâlât” adı verilir. Artık bunlardan her biri belli
şartlarda diğerine varis olabilir. Bu, diğer
mezheplerde olmayıp sadece Hanefilerin kabul ettiği
bir husustur.(63) Onlar bu konuda "...kendileri ile
yeminleştiğiniz kimselere hisselerini veriniz"(64)
ayetini delil olarak ileri sürerler.
Velayetin sebeplerinden birisi de imamet yani devlet
başkanlığıdır. Peygamberimizin "velisi olmayan
kimsenin velisinin devlet" olacağı hakkındaki
hadisini daha önce zikretmiştik. İşte kişinin
hısımlarından ve diğer vatandaşlardan velisi
bulunmadığı takdirde, velayet hakkı ammeye-kamuya
intikal eder. İslâm cemiyetinde ammeyi ilgilendiren
hak ve hizmetlerin tahakkuku için, bir başkan seçilir.
Bu başkan ve onu temsil eden görevliler, velâyet-i
âmmeyi birlikte yürütürler. Çünkü dinî-amme ve kamu
işlerinin pek çoğu veliyyü'l emr adı verilen devlet
adamları (memurlar) arasında müşterektir. (65)


AMME VELAYETİ İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

Amme velayetinin, toplumun bireyleri ve omların
malları ile ilgili ortak menfaatlerin temini hususunda
söz sahibi olmak anlamına geldiğini daha önce
söylemiştik. Kur'ân-ı Kerim'de aynı anlamı ifade eden
muhtelif kelimeler bulunmaktadır. Bunlar üzerinde
biraz durmanın, bu kavramın daha iyi anlaşılması
bakımından faydalı olacağı kanaatindeyiz. Kur'ân'da
amme velayeti İle ilgili olarak kullanılan bu
tabirler, halife, imam, melik, emanet ve ülü'1-emr...
gibi terimlerdir. Ancak Asr-ı saadetten itibaren
çeşitli devirlerde velâyet-i amme makamı için,
bunlardan daha ziyade halife, İmam ve emîrü'l-müminin
gibi tabirler kullanılmıştır.(66)
"Halife", kelime olarak, başkasının arkasından gelen
ve onun yerine geçen demektir.(67) Elmalılı Hamdi
Yazır, halîfe kelimesinin, Türkçemizdeki kalfa
tabirinin aslı olduğunu ileri sürmektedir.68 Halîfe,
büyük hükümdar demektir. Arapçada "faîl" kalıbı, bazen
fail, bazen da mefûl anlamında kullanılır. Fail
anlamında kullanılırsa, daha önceki yöneticinin yerine
geçen kişi anlamına, meful anlamında kullanılırsa,
önceki yöneticinin makamına geçirilen şahıs anlamına
gelir.(69)
İbn Haldun, halife ile hilâfet terimlerini şöyle tarif
eder. "Dini koruyup dünya siyasetinin dine uygun
olarak idare etme hususunda şeriat sahibine vekâlet
etmeye hilâfet; bu işi yapan kimseye de halife adı
verilir.”(70) Başka bir tanım da şöyledir: "Halifelikten
maksat, Allah adına, bütün yeryüzünü imar etmek,
insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah'ın
emirlerini uygulamaktır"(71) Bu manada hilâfet, vekâlet
kelimesi gibi, asaletin mukabili olarak, başkasına
niyabet etmek yani az veya çok onun yerini tutarak,
onu temsil etmek demektir.(72) Râğıb, Müredât'ında,
vekilin asile (müvekkile) vekâlet etme sebeplerini;
asilin ğaib olması (başka bir yerde bulunması), vefat
etmesi, aciz olması veya vekiline şeref bahşetmesi
olarak açıkladıktan sonra, Allah'ın yeryüzünde
velilerini istihlâf etmesi bu kabildendir,
demektedir. (73)
Kur'ân'da halife kelimesi iki yerde tekil, yedi yerde
çoğul olmak üzere, dokuz yerde kullanılmıştır: "Hani
Rabbin meleklere. Ben, yeryüzünde bir halife
yaratacağım (var edeceğim), demişti."(74) "Ey Davut, biz
seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar
arasında hak (ve adalet) ile hükmet, hevese uyma,
yoksa seni Allah yolundan saptırır."(75)
Hûd Peygamber, milleti Âd kavmine, "Düşünün ki, Allah
sizi, Nuh kavminden sonra, halîfeler yaptı"(76), dedi.
Salih Peygamber Semûd kavmine, "Düşünün ki, (Allah)
sizi, Ad'den sonra halifeler yaptı, dedi."(77)
"Ya Muhammed de ki: Allah'a hamdolsun, seçtiği
kullarına selâm olsun. Allah mı hayırlı, yoksa ortak
(şirk) koştukları putlar mı? Yoksa sizi yeryüzünün
halifeleri kılan mı (hayırlı)? Hiç Allah ile beraber
bir ilâh mı var? Siz pek az düşünüyorsunuz." (78)
"Verdikleriyle imtihan etmek için, sizi yeryüzünün
halîfeleri kılan O'dur"(79) "Sizden önceki nesilleri,
zulmettikleri ve imana gelmedikleri için helak ettik…
Sonra onların arkalarından, nasıl davranacağınızı
görelim diye, sizi yeryüzünde halifeler yaptık." (80)
"Bunun üzerine Nuh'u yine tekzip ettiler; ama Biz onu
ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık ve onları
halifeler yaptık, ayetlerimizi yalanlayanları ise
suda boğduk." (81) "Ey Muhammed ümmeti, sizi yeryüzünde halifeler yapan, O'dur." (82)
"Ben yeryüzünde bir halîfe yapacağım"(83) ayetindeki
halîfelerden maksat, Hz. Adem'dir veya Adem oğludur
diye iki görüş ileri sürülmüştür. Taberî ve Razî,
herhangi bir tercih yapmadan, her iki tarafın
delillerini zikrederlerken, Sıddık Hasen Hân,
"halîfe" denilip "halâif buyrulmadığı için, bunun Hz.
Âdem olması daha kuvvetlidir, ancak burada Âdem
zikredildiği için, ondan sonrakilerin de anılmasına
ihtiyaç kalmamıştır, diyerek, Âdem ve neslinin, her
ikisinin de kastedildiğini söyleyerek, bir tevil
yapmak istemiş; halîfe diye isimlendirilmesi
konusunda ise, daha öncekinin yerine geçtiği için
değil, cezalan uygulama ve hükümleri infaz
meselesinde, yeryüzünde Allah'ın halîfesi olduğu
için, halîfe denildiği görüşünün daha doğru olduğunu
söylemektedir.(84) Bu sebeple netice olarak, bunun
herkesin, yani Âdem oğlu denen tüm insanlığın bir
vasfı olduğunu söyleyebiliriz.
İşte geçen bu ayetlere dayanarak istihlâfı umumî ve
hususî olmak üzere ikiye ayırabiliriz:

1- Umumî İstihlâf: Bütün insanlar bu manada yeryüzünün
halifesidir. Her şey onların emir ve istifadelerine
sunulmuştur. Bakara suresinin 30. ayetinden bunu
anlamak mümkündür.

2- Hususî İstihlâf:
Bu da ikiye ayrılır:
a) Devletlerin İstihlâfı: Yukarıdaki ayetlerde
zikrettiğimiz, Hûd Peygamber'in milleti olan Semûd
kavminde olduğu gibi, Allah'ın bir ümmete hâkimiyet ve
istiklâl vermesidir.
b) Fertlerin İstihlâfı: Bu da devlet başkanları için
söz konusudur ki, Kur'ân-ı Kerim bunlara "halife",
"imam" ve "melik" isimleri verir.(85) Halifenin Allah'ı
temsil etmesi, herhangi bir ferdin temsilinden farklı
değildir. İslâm cemaati onu, Allah'ın emir ve
yasaklanın uygulaması konusunda kendilerini temsil
etmek üzere, seçmişlerdir. Bu bakımdan onda bir
fertten farklı olarak, sadece toplumdan bey'atle
aldığı, cemaati temsil yetkisi vardır. (86)
"İmam", kelime olarak, kendisine uyulan, arkasından
gidilen demektir. Kendisine uyulduğu için yola,
kitaba, Kur'an’a, peygambere, askerin komutanına imam
denir. Araplar, develerin önünde şarkı türkü söyleyip
tarap yapan kimseye imam derler ki, develer bu sesin
ritim ve ahengine uyarak, yürüyüp giderler.(87)
İmam, terim olarak, aynı halife manasını ifade eder.
Zaten hilâfetin, imamet ve mülk kelimelerinin eş
anlamlısı olduğu söylenmektedir.(88) Bu sebeple imamın
halifeden farklı bir tarifi bulunmadığını kabul eden
İbn Haldun bunları aynı kabul ederek, "Hilâfet ve
imametin manası" diye başlık açmış ve her ikisi için
tek bir tarif yapmıştır.(89) Bazı kaynaklarda buna yakın
tarifler de yapılmıştır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
"İmamet, kulların dünya ve ahiret maslahat ve
menfaatlerini korumayı içersine alan umumî bir
başkanlıktır."(90) "İmam, hem din hem dünya konusunda
umumî başkanlık yetkisine sahip olan kimsedir."(91)
"imam, din işlerinde kendisine uyulan, emir ve
nehiylerinde (ahkâm ve şeriatta) sözü geçerli olan
kimsedir." (92)
Halifeye bu ad verilmesinin sebebi, din ve dünya
işlerini koruma ve bu hususta umumî başkanlık ve kamu
velayetine sahip olması noktasında Resulüllah’a halef
olmasıdır. İmam denilmesine gelince, Peygamberimiz ve
Reşid Halifeler devrinde namaz kıldırmak ve hutbe
okumak gibi görevler, başkanlığın bir gereği idi.  O
(görevli olan kimse) vekâlet vermeden, valilik ve
hâkimlik yapılmadığı gibi, kimse namaz kıldıramıyor ve
hutbe okuyamıyordu.(93) Netice olarak, namaz kıldırıp
hutbe okuduğu; emir ve nehiylerine, namaz kıldırana
uyulduğu gibi, tabi olunup itaat edildiği için Devlet
başkanına, imam adı verilmiştir, diyebiliriz.
Kur'ân-ı Kerim'de imam kelimesi, terim anlamında tekil
ve çoğul olarak, birkaç yerde geçmektedir. Bunlardan
yalnız ikisini zikredelim: "Hatırla o günü ki, bütün
insanları, imamları ile beraber çağıracağız."(94)
Burada imam. Peygamber veya başkan manalarına gelir.(95)
O gün her bir cemaat, "Ey Muhammed ümmeti!", "Ey
İbrahim ümmeti!" veya "Ey Fir'avn tebaası ", "Ey
Nemrud tebaası!" diye, uydukları şahsa izafeten,
onların adları ile anons edileceklerdir. (96)
Cenab-ı Hak Kur'ân'da İbrahim Peygamber'i insanlara
imam yaptığını haber veriyor: "Hani Rabbi İbrahim'i
bir takım emirlerle imtihan etmiş, O da onları
tamamen yerine getirmişti. Allah, "Seni insanlara
imam yapacağım", dedi. O, "Soyumdan da" deyince,
Allah, "Ahdim zalimlere ulaşmaz", buyurmuştu."(97)
Bu ayetin izahında Cessas, şunları söyler: Nübüvvet
sebebiyle din işlerinde kendisine uyulan kimseye imam
denir. Allah, insanları kendilerine uymayı mecbur
tuttuğu için, diğer peygamberler de imamdır. Halifeler
(devlet başkanları) da, insanların kendilerine
uymaları, sözlerini tutup verdikleri hükümleri kabul
etmeleri gerektiği bir makamda bulundukları için
imamdırlar. Kadılar ve fakihler de imamdır. Namaz
kıldıran kimseye de bu manada imam denir. Çünkü onun
namazına katılan herkes, ona tabi olmak ve uymak
mecburiyetindedir. İmam isminin, adını zikrettiğimiz
bu şahısları içersine aldığı sabit olunca,
Peygamberlerin, imamet makamının en yüksek
mertebesinde bulundukları görülür. Sonra Reşid
Halifeler, sonra âlimler, sonra adil hâkimler ve
Allah'ın kendilerine uymayı emrettiği kimseler, sonra
da namaz kıldıranlar ve bunun gibiler gelir. (98)
Reşid Halifelerden sonra iş başına gelenler, namaz
kıldırma görevini bizzat/kendileri yapmayıp vekil
tayin ettiklerinden; idareci ile namaz kıldıran
ayrılmış oluyordu. Bunları karıştırmamak için, camide
namaz kıldırmayı imamet-i suğrâ (küçük imamlık),
devleti, idare etmeye de imamet-i kübra (büyük
imamlık) adı verilmiştir. (99)
Ayette fasık olanlara idare görevi verilmemesi
gerektiğini bildirmek üzere, "Ahdim fasıklara
ulaşmaz", buyrulmuştur. Büyük günah işlemiş olan veya
küçük günah işlemede ısrarlı (devamlı) bulunan
müslümana fâsık adı verilir (100) ki, böylece o adalet
sıfatını yitirmiş olur. Adalet sıfatım yitirmiş
olanların azledilmiş sayılmaları tartışmalıdır. (101)
İmamet bahsi, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, mezhepler
tarihi gibi hemen hemen bütün ilim dallarının
kaynaklarına girmiş bir konudur. İmamın tayini farz
mı, değil mi, farz ise delili akıl mı nakil mi, icma'
mı yoksa hepsi mi, imamın vasıfları ve görevleri
nelerdir, hep bu meseleler ahkâm ve akait ile ilgili
kaynaklarda tartışılmıştır.
Bazıları yönetimle ilgili bu konuların, inançla ilgili
olmadığını, binaenaleyh kelâm kaynaklarından ziyade
hukuk kaynaklarında bulunması gerektiğini söyleyip
akait ile ilgili kaynaklarda geçmesinin sebebini şöyle
açıklıyorlar: "İmamet meselesi, aslında kelâm ilminin
konularından biri olmadığı halde, bidat ehlinin ve
sapık görüş sahibi kimselerin imamet konusunda bir
takım bozuk fikirler ve fasit inançlar ortaya attığı,
Raşid Halifelere ta'n ettiği ve buna benzer şeyler
yaptığı için, kelâmcılar onu, talî bir konu olarak,
eserlerine almışlardır". (102)
Böylece bu tartışmalar zamanımıza kadar gelmiş
bulunmaktadır. İmametin dinî bir müessese olmadığını
iddia eden Seyyid Bey şöyle diyor: "Evvel enirde şu
ciheti arz edeyim ki, hilâfet meselesi dinî olmaktan
ziyade dünyevî bir meseledir ve itikat meselelerinden
değil, millete ait hukuk ve mesâlih-i âmme
cümlesindendir. İtikada taalluku yoktur" (103)
Ali Abdürrâzık da "el-İslâm ve Usülü'l Hukm" adlı
eserinde benzer görüşleri savunmuş, fakat bunlar pek
hüsnü kabul görmemiştir.(104) Hatta Muhammed Ziyaüddin
er-Rîs, Ali Abdürrâzık'ın bu eserine, "el-İslâm ve'l
Hilâfet Fi'l Asri'l Hadîs" adlı 375 sayfalık bir
tenkit yazarak, görüşlerini eleştirmiştir. (105)
Ali Abdürrâzık velayet konusunda şunları yazıyor:
"Resulün, resul olmak itibariyle, haiz olduğu velayet
ile, padişahlarla, ümeranın haiz oldukları velayetin
birbirine karıştırılmamasını tekrar ihtar ederiz.
Peygamberin kavmi içinde haiz olduğu velayetin menşei,
kalbin imanıdır. Hâkimlerin velayeti ise, kalplerle
alakası olmayan maddî bir velayettir. Peygamberlerin
velayeti, hidayet ve irşat velayetidir. Hâkimlerin
velayeti, mesâlih-i hayatiyeyi idare ve yeryüzünü imar
velayetidir. Birincisi din için, ikincisi dünya
içindir; biri Allah için, diğeri insanlar içindir.
Birisi dinî başkanlık, diğeri ise siyasî başkanlıktır.
Din ile siyaset arasındaki uçurum ise, kapatılması
mümkün olmayan bir olaydır.(106)
Bu işlerin din ve dünya, din ve siyaset diye ayrılması
konusunda İbn Kayyim el-Cevziyye şunları
söylemektedir: Kimileri, hükme medar olan yolları,
şeriat ve siyaset diye; diğerleri de dini, şeriat ve
tarikat, şeriat ve hakikat, akıl ve nakil diye taksim
ettiler. Yapılan bu taksimlerin hepsi batıldır. Çünkü
din bölünmez bir bütündür. Eğer taksim yapılacaksa,
İslâm'a uyan ve uymayan hükümler onun kabul ettiği ve
etmediği şeyler diye bir taksim yapılmalıdır. Bu
sebeple siyaset, hakikat, tarikat ve akıl
olaylarından her biri İslam’a ya uygundur veya
değildir. Uygun olana sahih, olmayana fasit adı
verilir. İşte sahih (bir vücudun uzuvlarında olduğu
gibi) bölünmez bir bütün olan şeriatın, kısımlarından
biridir. Batıl (fasit) ise, şeriata zıt ve aykırı olan
şeylerdir. Bu taksim, çok önemli ve faydalı bir esas
olup, Peygamberin risaletinin umumî olduğuna; yani
müslümanların marifet, ilim ve amellerinde muhtaç
oldukları her şeye nispetle onun risaletinin umumî
olduğuna dayanmaktadır. O, ümmetini kendisinden
sonraki her hangi bir kimseye muhtaç bırakmamıştır.
Ancak onların, sadece Peygamber'in getirdiklerini
kendilerine tebliğ edecek birine ihtiyaçları
vardır.(107)
İmam Cüveynî de imametin inanç esaslarından biri
olmadığını söylemekte ve bu konuda hata edenlerin,
işin aslını bilmeyenlere göre, daha tehlikeli bir
durumda olduklarını ifade etmektedir.(108) Her halde
meseleye bakış açılarının farklı olması, bu
ihtilaflara yol açmıştır, diyebiliriz. Çünkü bazıları
meseleye sadece amel açısından baktıkları için, bunun
imanla alakası olmadığını söylemişlerdir. Hâlbuki
risaletin imametle (ve hilâfetle) alâkası olduğu -
çünkü "bütün peygamberler kendi zamanlarında ya Hz.
İbrahim ve Davud gibi tek başlarına veya Hz. Musa ile
Harun gibi birlikte Allah'ın halifesi olmuşlardır"(109)
- ve peygamberlerin risalete dayanarak, imamlık
(başkanlık) yaptıkları hakkında Cessas'ın görüşünü
yukarıda nakletmiştik. Yani Peygamberlerin amme ve
kamu velâyetine sahip olmaları onların resûl
olmalarına bağlıdır. Başka bir tabir ile bu görevi
onlara Allah vermiştir. Meselâ Peygamberimiz, zekât
toplamış, faili meçhul cinayetlerde diyet ödemiş,
suçlulara cezalar tatbik etmiş, yani amme velayetini
ilgilendiren bir takım icraatta bulunmuştur. İşte onun
bu salahiyeti, ammeye veli olması, Allah tarafından
tayin edilme, resûl olma vasfına dayanmaktadır.
Burada meseleye açıklık getirmesi bakımından
Peygamber'imizin bir hadisini zikretmek yerinde olur.
Buhari, Müslim, İbn Hanbel'in rivayetlerine göre.
Peygamberimiz buyuruyor ki: "İsrail Oğullarını
Peygamberler idare ederdi. Bir Peygamber ölünce onun
yerine başka bir Peygamber geçerdi. Artık benden sonra
Peygamber yoktur. Ancak halifeler (vekiller), var
olacaktır. (Ümmeti bu devlet başkanları idare eder).
Onlar birden fazla da olabilirler". Bunun üzerine
sahabîler:
Bize ne emredersiniz, diye sordular. Rasülüllah:
Birinciye ettiğiniz bey'ate bağlı kalınız ve onlara
haklarını veriniz (emirlerini tutup itaat ediniz).
Onlara da Allah, riayet etmelerini istediği, sizin
haklarınızdan soracaktır", buyurdu.(110)
Bu hadisin açıklamasında Kâmil Miras şunları söylüyor:
Peygamberimiz, Peygamberlerin sonu olduğundan, artık
cemiyetin nübüvvet ve risaletle idaresi devri son
bulmuş, velayetle idare zamanı başlamıştı. Amme
velayeti, halkın bey'ati ve seçimi ile elde edilen bir
nevi cumhuriyet sistemi olduğuna göre, velayet iddia
eden devlet başkanlarının teaddüd edebilmesi (birden
fazla olma) ihtimali vardı. Nitekim bu ciddi konu ilk
halife seçiminde Benû Sâid Sofasında görülmüştü.
Cemiyeti böyle bozgunculuktan korumak için, hadiste
birinci seçim ve bey'atin sahih ve ona bağlılık vacip;
ikinci bey'atin batıl ve ona uymak haram olduğu
bildirilmiştir.
Bu hadiste İslâm teşkilat hukukunun amme velayeti ve
amme haklan gibi, en önemli bir konusuna işaret
edilmiştir. İslâm dini devlet teşkilatında evvelâ bir
devlet başkanı seçimini emreder. Bu başkanlık ya
bizzat halk tarafından veya amme namına, devlet
merkezinde bulunan hall ve akd sahipleri tarafından
icra edilen bir seçim ve bey'atle elde edilir.(111)
Bey'at, kabul ve tasdik muamelesi, sadakat yemini,
salahiyeti bir diğerine devretmenin işareti, isteyerek
boyun eğip itaat etmek gibi anlamlara gelmektedir.(112)
Bey'at aslında safka, yani bir satış sırasında,
satıcı ile alıcının, hayrını gör diyerek,
tokalaşmalarıdır. Daha sonra bu kelime, el tutuşup
sözleşmek ve akit yapmak manasında kullanıldı. Bu
hareketle biri diğerine kendi zatı ve işi (malı) ile
müdahale hakkını ve itaat ve inkıyadını devretmiş
oluyordu.(113)
İbn Haldun, bey'ati şöyle açıklar: "Bey'at, itaat
etmeye söz vermektir. Bey'atta bulunan kişi, bu
davranışıyla, devlet başkanına, kendisinin ve bütün
müslümanların işlerine bakma yetkisini verdiğine,
hiçbir hususta onunla çekişmeyeceğine, kendisine
vereceği görevlerde hoşuna gitsin veya gitmesin, ona
itaat edeceğine söz vermiş olur.(114)
Kur'ân-ı Kerim'de Peygambere yapılan bey'atlerden;
kadınların ne üzerine bey'at yapacaklarından1(115),
Peygamber'e bey'at edenlerin aslında Allah'a bey'at
etmiş olduklarından(116), Allah'ın ağaç altında
Peygamber'e bey'at eden müminlerden razı
olduğundan(117), bahsedilmektedir. Aynca bu konu
hadislerde de ele alınmaktadır. Bir misal vermek
gerekirse: Ubâdet b. Sâmit, etrafında bazı sahabilerin
de bulunduğu bir sırada Resulüllah’ın şöyle
buyurduğunu nakleder: "Allah'a hiçbir şeyi şirk
koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina
etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize,
iftira etmeyeceğinize ve hiçbir marufta isyan
etmeyeceğinize, bana bey'at ediniz.(118)
Daha önce açıkladığımız gibi velayet görevi, ya
tayinle verilir -(Peygamberlerin gönderilmesinde
olduğu gibi) veya seçimle verilir. İşte bey'at,
İslâm'da halifeyi ve devlet başkanını belirlemede
uygulanan bir çeşit seçimdir. Her ne kadar bey'at
seçim demek değildir, deniliyorsa da (119) Hz. Ebu
Bekir'in iş başına gelmesi, sahabilerin, tam bir fikir
serbestîsi içerisinde tartıştıktan sonra ona bey'at
etmeleri ile olduğundan, buna seçim demekte bir mahzur
yoktur. Çünkü bu, amme-kamu velayeti görevini tevdi
etmekten başka bir şey değildir.
Yukarıda Peygamberimizin, yönetimde peygamberlik
devrinin tamamlanıp, halifelik devrinin başladığı,
başka bir ifade ile tayinle yönetim devrinin son bulup
vekâletle (bey'atle: seçimle) yönetim döneminin
başladığı hakkındaki hadisini zikretmiştik. Ancak
Şiîler, bey'atten ziyade, imamın tayinle
belirlendiğini kabul ederler. Bu tayini yapan ise
Allah’tır. Onlara göre Allah, Hz. Muhammed'e Hz.
Ali'yi halife yapması için vahiy etmiş, O da onu
halife tayin etmiştir. Hz. Ali ile beraber on iki imam
böyle vahiy yolu ile tayin edilmiş olan kimselerdir.
Yoksa insanların imam tayin ve seçimi ile ilgili her
hangi bir hak ve salahiyetleri yoktur.(120)
Ehl-i sünnet âlimleri, bey'atle iş başına getirilecek
olan imamın (devlet başkanının), kâmil ve mutlak bir
velayete sahip olmasını şart koşmuşlardır.(121)
Velayetle ilgili olan kavramlardan birisi de
emanettir. Araplar, gevşeklik, ayak kayma ve sürçme
gibi şeylerden uzak olan, sağlam bünyeli güvenilir
yavuz deveye, sabûr kalıbında "emûn", derler.
Emanet, mastar olarak, bir adamın emin ve güvenilir
olmasına denir. Yani kendisine maddi veya manevi bir
şey bırakmak istediğimiz zaman, gönül rahatlığı
içinde, hiç endişe etmeden bırakabilir ve
gerektiğinde geri alınabilir bir durumda olmasıdır.
Emanet bu manada isim olur: "Meselâ "O, emanet
sahibidir", dediğimizde, onda hıyanet bulunmadığını
kastetmiş oluruz. Emin kimsenin uhdesine bırakılan
nesneye de "emanet" adı verilir. İşte insanın
uhdesine, gerek Allah ve gerek kullar tarafından her
hangi bir suretle bırakılmış olan şeye de "emanet"
derler ki, bu, mefûl manasında mastar bir isimdir. (122)
Kâmil Miras, "Emanet kelimesi, ayet ve hadislerde
devlet ve ülü'l emir gibi, en önemli konularda
zikredilir. Bunun, kullanıldığı yerlere göre manaları
vardır. Fakat hepsinde umumi bir tabir ile hıyanet
mukabili kullanılmıştır", demektedir.(123)
Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda: "Hiç şüphesiz Allah size,
emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder"(124), buyrulmaktadır.
Râzî, bu ayeti şöyle izah eder: Allah bu ayette
müminlere bütün işlerdeki emanetleri yerine getirmeyi
emrediyor. Bu işler ister mezhep ve din, ister dünya
ve muamelat bakımından olsun, birdir.
Mekke'nin fethi günü Rasülüllah, Kâbe’ye geldiği zaman
Osman b. Talha, Kâbe’nin kapışım kilitlemiş, anahtarı
Peygamber'e teslim etmekten kaçınmış, "Rasülüllah
olduğunu bilseydim verirdim", demiş, Hz. Ali kolunu
büküp anahtarı elinden alarak kapıyı açmış. Efendimiz
içeriye girip iki rekât namaz kılmıştı. Peygamberimiz
dışarıya çıkınca amcası Abbas, Sikâyet-i zemzem
görevine ek olarak, Sidânetin yani Kâbe muhafızlığının
da kendisine verilmesini istedi ve bu ayet nazil oldu.
Bunun üzerine Rasülüllah, anahtarları Osman'a geri
vermesi ve kendisinden özür dilemesi için Hz. Ali'ye
emir verdi.(125)
İşte buna dayanarak âlimler bu ayetin, vülâtü'l umûra
yani iş başında bulunan yöneticilere, halkın hukukuna
riayet, onları din ve şeriatın gereği gibi yönetmek
ve idare işlerini ehline vermek hususunda bir hitap
olduğunu zikrederler.(126) Cessas ise ayetin son kısmına
bakarak, böyle mana verenlerin yanıldığını, ayetin
sadece yöneticileri değil, herkesi içerisine alan
umûmi bir ifade olduğunu söyler.(127) Râzî de sebebin
husûsî oluşu, hükmün umûmî olmasına mani olmayacağını
belirtip, bütün emanet çeşitlerinin bu kısımdan
olduğunu ifade ettikten sonra, emanetleri, Allah'a
karşı, kişinin kendisine karşı ve halka karşı olmak
üzere, üç kısma ayırmıştır. (128)
Elmalılı da bu konuda şöyle der: "Emanet gerek Allah
hakkı ve gerek kul hakları, başka bir deyimle, gerek
amme hukuku ve gerek hususî hukuktan insanların zimmet
ve emaneti ile ilgili olan fiil, söz, inanç, maddî,
manevî, malî ve gayri malî hukukun hepsine şamildir.
Hususî hukukla ilgili yönü ferdin emanetine bırakılan
vedia ve bir mal emanet olduğu gibi. Amme hukuku ile
ilgili yönü de velayet, imamet ve icrayi hükümet gibi
şeylerin emanet olduğudur.(129) Şu halde âmme
velayetinin, Allah'ın bir emâneti olduğunu
söyleyebiliriz.
Başka bir ayette, "Biz emaneti, göklere, yere ve
dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler ve endişeye düştüler. Pek
zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir"(130)
buyrulmaktadır. İbn Arabî bu ayette geçen emanet
kelimesine, emir ve nehîler, farzlar, hilâfet, tâat,
tevhid ve insanların vediaları gibi çeşitli manalar
verildiğini nakleder.(131)
Emanet, eminlik yani başkasının hukuku emniyet edilip
inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir.
Sonra emniyet edilip inanılan şeye de isim olmuştur
ki, burada onu şöyle anlamak gerekir: Allah'ın gerek
kendi hukuku ve gerek halkın hukuku ile ilgili emir ve
nehyinin, ahkâmının icrasına Allah'ın emini, inanç
memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer
eşyada olduğu gibi, zaruri ve cebri olarak değil, rıza
ve ihtiyar ile yaptırmak istediği ihtiyari fiillerde
emrine itaatle hilâfeti demek olan vazife ve
mükellefiyeti, göklere, yere ve dağlara arz eyledik de
onlar onu yüklenmekten imtina ettiler. Gerçi yer ve
gök Allah'ın tekvini emirlerini boyun eğerek kabul
etmişlerken, başkasının hukukunu yüklenmek manasını
ifade eden emanet kendilerine arz olunduğu zaman
çekindiler. Demek ki, emaneti yerine getiremeyen,
görevlerini yapamayanların sonu kötü olduğu gibi,
Allah ve Resulüne itaat edip de iman ile emaneti
yerine getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş ve
Allah'ın rızasına kavuşmuş olacaklardır.(132)
Emanet kelimesi hadislerde de geçmiş, hem de velâyet-i
amme manasında idareciliği veya kamu görevim ifade
etmek üzere kullanılmıştır. Bir gün sahabeden Ebû Zerr
el-Ğıfârî, Peygamber'e gelip "Yâ Rasülüllah, beni âmil
(yani vali) tayin etmez misin? diye sormuş. Bunun
üzerine Peygamberimiz, eliyle Ebû Zerr'in omzuna
vurarak şöyle buyurmuştur:
'Ya Ebâ Zerr, sen zayıfsın. Bu valilik (idarecilik)
ise muhakkak bir emanettir. Şüphe yok ki, bu emanet,
kıyamet gününde hakaret ve nedamet olacaktır. Ancak bu
emaneti, haklı olarak, üzerine alıp da onun gereği
olan vazifeleri yerine getirenler müstesnadır; (onlar
hor ve pişman olmayacaklardır).(133)
Bir bedevi Resul-ü Ekrem'e gelip "Ya Rasûlellah,
kıyamet ne zaman kopacak", diye sordu. Peygamberimiz,
"Emanet kaybedildiği zaman, kıyameti bekle", diye
cevap verdi. Bu defa bedevi, emanet nasıl kaybedilir,
dedi. Efendimiz, "Emanet, ehliyetsiz kimselere
saltanat tahtı yapılıp oturtuldu mu kıyametin
kopmasını bekle!", buyurdu. (134) İşte burudaki emanet
de devlet nüfuz ve kudreti dediğimiz amme velayetidir.
Bu siyasî vazife, yukarıdaki ayette "Emanetleri
(devlet işlerini) kabiliyetli kimselere tevdi ediniz",
şeklinde daha şümullü olarak ifade edilmiştir.(135)
İslâm'da devlet başkanı veya halîfe için kullanılan
unvanlardan biri de "emîrû'l mü'minin" lakabıdır. Emir
sözü fail kalıbında olduğu için, hem emir veren, hem
de emir alan manalarına gelir. Bir devlet başkanı için
emir veren manasını ifade etmesi daha doğrudur.
Kur'ân-ı Kerim'de bunun karşılığı olarak, "ülü'l emr"
kelimesi zikredilmiştir. Bu kelime üzerinde daha önce
durmuştuk. Burada şu kadar söyleyelim ki, ayette
"Allah'a itaat edin, Resule ve sizden emir sahibi
olanlara itaat edin",(136) şeklinde geçen ülü'l emre
itaat mutlak bir itaat değildir. Çünkü "itaat"
kelimesi, ülü'l emr için ayrıca müstakil olarak
zikredilmemiş, Resul ile beraber aynı itâata
bağlanmıştır. Onun için âlimler, bundan ülü'l emrin
Resul’e uyacağını yoksa kendi kendine müstakil bir
başkan olmadığını anlamışlardır.
Ülü'l emrin ümera, yani yöneticiler manasına geldiğini
söylemiştik. Bunun âlimler manasına da geldiği ileri
sürülmüştür. Cessâs, bunun ulema ve ümeradan herhangi
birisine tahsis gerektirmediği gibi, her ikisini de
içerisine almasında bir sakınca görmez. "Eğer bir şey
hakkında ihtilafa düşerseniz, onu, Allah'a ve Resulüne
(yani Kur'ân'a ve sünnete) götürün",(137) cümlesi, ülü'l
emirden maksadın âlimler olduğuna dalâlet eder. Çünkü
bu ayet, dinî bir problemin Allah'ın Kitabı ve
Rasûlüllah'ın sünneti ile çözülmesini emretmektedir.
Hâlbuki âlim olmayanlar bir meselenin ayet ve hadisle
çözümünü bilmezler; ayet ve hadislerin olayların
hükümlerine nasıl delalet ettiğini anlayamazlar. Bu
sebeple kendilerine itâatla emredilen ülü'l emirden
maksat, âlimlerdir.(138)


AYETLERDE VELAYET
Araştırmamızın başından beri ikili bir tasnif
yapmakta, meseleye bir fert açısından bir de toplum
açısından bakmaktayız. Ferdin menfaati, toplumun
menfaati; ferdin ihtiyacı, toplumun ihtiyacı; ferdin
velayeti ve toplumun velayeti vardır.
Kur'ân-ı Kerim'in velayetle ilgili ayetlerini toplayıp
bir tasnife tabi tuttuğumuz zaman, şu neticeler ortaya
çıkmaktadır Asıl velî ve mutlak velî Allah'tır. O'nun
dışındakilerin velayeti ise izafi ve niyabîdir. Bu
manada Allah herkesin, mümin, kâfir; melek, canlı ve
cansız bütün varlıkların velisi olup bir gün hesap
soracaktır, insan, şeytan ve ateş gibi varlıklar da
veli olur. Ancak bunların veliliği geçici ve
izafidir.
Yine veli ile ilgili ayetlere baktığımız zaman,
velayetin, din kardeşliğinde olduğu gibi, imana
dayandığını görürüz. Çünkü bir tarafta
Allah'ı, Peygamber'i ve bütün müslümanları veli
edinmiş bulunan bir müslüman topluluğu vardır; diğer
tarafta ise birbirini ve kâfirleri veli edinmiş
Yahudi, Hıristiyan ve diğerlerinin topluluğu
bulunmaktadır.
Ayetlerde fert velayetinden bahsedildiği gibi, toplum
velayetinden de bahsedilir. Müslümanların kimi veli
edinecekleri bildirilirken, kimleri veli
edinmeyecekleri de bildirilmektedir.
Hûd Suresinin 20. ve 113. ayetlerinin her ikisi de
aynı olup biri kâfirler hakkında, diğeri ise
müslümanlar hakkındadır. Muhatap ve ğâib olmalarından
başka hiç bir farkı olmayan bu ayetlere mütercimler
farklı manalar vermişlerdir.
Mâide Suresinin 55. ayeti, müslümanların velisinin,
Allah, Resulü ve müminler olduğunu bildirir. Ayetin
aslında "innemâ" (ancak) denildiği için velayete ehil
ancak, Allah, Resûlü ve müminler olduğunu söyleyen
Zemahşerî, tekil olarak, velî denildiği, çoğul olarak
evliya denilmediği, halbuki veli olanların çok
olduğundan, asıl velinin Allah olduğunu, diğerlerinin
ise tâbi olmakla velî olduklarını söylemektedir(139)
Elmalı da "Sizin her manasıyla velîniz, veliyyül
emriniz, dostunuz ve yardımcınız başkası değil, ancak
Allah ve Allah'a tâbi olarak Resûlü, Allah ve Resûlüne
tâbi olarak, müminlerdir, demektedir. (140)


1-Asıl Veli Allah'tır:
Ayetlerde "Ölüleri dirilten, her şeye kadir olan,
yağmuru indiren, rahmeti yayan, gökleri ve yeri
yaratan, beslenmeyip besleyen ve varlığı hak olan,
"Allah'ın veli (sahip ve yardımcı) olduğu
bildirilmektedir.(141) "Fakat onun velisi
bulunmamaktadır." (142)
"Müminler, kâfirler, yer ve gök ehli, günahkâr
müminler, Allah' m saptırdığı insanlar, kibirlenenler,
sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan,
senin için. Allah'tan başka veli yoktur." (143)
2- Müslümanların Velisi:
İslâm'da velâyet, imana dayanan bir müessesedir. Bu
sebeple müslümanların velisi, Allah, Rasûlü ve iman
edenler olduğunu bildiren ayetler vardır:
"Allah iman edenlerin, müminlerin, muttakilerin
velisidir".(144) "Allah veli olarak yeter."(145) "Kim
Allah'ı Peygamberini ve müminleri velî (dost yardımcı)
edinirse, şüphesiz ki üstün gelecek olanlar, Allah
taraftarlarıdır."(146) "Mümin erkek ve mümin kadınlar
birbirinin velisidir; iyiliği emreder, kötülükten alı
korlar; namaz kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve
Peygamberine itaat ederler". (147)
3- Müslümanlara Veli Olamayanlar:
"Ey iman edenler, müminleri bırakıp kâfirleri, Yahudi
ve Hıristiyanları, kendileri İnkâr ettikleri gibi,
sizin de inkâr ederek eşit olmanızı isteyen
münafıkları, küfrü imana tercih ediyorlarsa
babalarınızı ve kardeşlerinizi, benim de düşmanım,
sizin de düşmanınız olanları ve kendilerine sizden
önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye
alanları, veli (yönetici) edinmeyiniz." (148)
"Allah, sizinle din uğrunda savaşanları, sizi
yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım
edenleri veli (yönetici) edinmenizi yasak eder; kim
onları veli edinirse, işte onlar zalimdir." (149)
4- Müslümanların Dışındakilerin Velayeti:
Ayete göre "Zalimler birbirlerinin, Yahudi ve
Hıristiyanlar birbirinin velisidirler. Ehl-i kitabın
çoğu, inanmayanları veli edinirler. Eğer Allah,
Peygamber'e ve O'na indirilen Kur'ân'a inanmış
olsalardı, onları veli edinmezlerdi. Münafıklar,
müminleri bırakıp kâfirleri velî edindiler. Kâfirler,
birbirinin velisidir." (150)
"İnsanların bir kısmı, Allah'ı bırakıp şeytanları veli
(yardımcı) edindiler. Küfredenlerin velisi şeytandır.
Biz, şeytanları iman etmeyenlere veli yaptık. Kim
Allah'ı bırakıp şeytanı bir dost veli edinirse,
şüphesiz açıktan açığa bir zarara düşmüştür. Allah’tan
başka veliler (dostlar) edinenlerin durumu, kendisine
yuva yapan örümceğin durumu gibidir." (151)
Kur'ân-ı Kerim’de bir de "Allah'ın velileri" ve
"Şeytanın velileri" ifadesi vardır. Cin (şeytanın
insandan velileri (dostları) olduğu da
bildirilmektedir. (152)


DİNDE VEYA FIKIHTA VELAYET
Velayet kelimesi, ahlak, hukuk ve kelam açısından ayn
manalar ifade eder. Başka bir deyimle Şiîler,
mutasavvıflar ve diğerleri bu kelimeyi farklı
manalarda kullanmışlardır. Nitekim İbrahim Hilâl,
hayır ve serde kullanılmasıyla, genel mana ifade eden
"veli" kelimesine mutasavvıf ve Şiilerin, cumhurdan
ayrı olarak, özel mana verdiklerini söyler. Çünkü
Kur'ân'da bu kelime, "Allah'ın velileri"(dostları) ve
"Şeytanın velileri (dostları)" (153) olarak
geçmektedir.(154)
Taftâzânî, veliyi şöyle tarif eder: 'Veli, mümkün
olduğu kadar, Allah Teala ve sıfatları hakkında
marifet ve bilgi sahibi olan, ibadet ve tâatlara
sürekli olarak riayet eden, günah ve kötülükten daimi
surette kaçınan (nefsi arzu ve isteklere ve) nazlara,
şehvet ve hırsla dalmaktan uzak kalan kimsedir"(155).
Veli hakkında ayette "Haberiniz olsun ki, Allah'ın
veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur. Onlar, mahzun
da olacak değillerdir. Onlar, iman edip takvaya ermiş
olanlardır."(156); hadiste de "Kim, benim bir velime
düşmanlık ederse, ben de ona mutlaka savaş açarım.
Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir
yolla bana yaklaşmaz. Kulum, nafilelerle de bana
yaklaşmaya devam eder; nihayet ben onu severim. Onu
sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve
yürüyen ayağı olurum; benden bir şey isterse veririm,
bana sığınırsa onu korurum. Yapmak durumunda olduğum
hiçbir hususta, müminin ruhunu alma zamanındaki
tereddüdüm kadar tereddüt göstermedim. Çünkü o
ölümden, ben ise onu üzmekten hoşlanmamaktayız." (157)
İbn Teymiye de velinin, Allah'ın sevdiğini seven,
sevmediğini sevmeyen; kızdığına kızan, kızmadığına
kızmayan; onun emrettiğini emreden, nehyettigini
nehyeden; Allah için veren ve Allah için men eden
kimseler olduğunu söyler. (158)
Şu halde dinî-ahlâkî velayeti, hayatın bütün yönlerini
Allah'ın istediği şekilde yaşamaya çalışmak şeklinde
özetlemek mümkündür. Böyle yaşayan kimseye de veli
denir. Bütün müslümanlar birbirinin velisi olup
yardımlaşırlar, birbirini sevip himaye ederler.
Din denilince iman ve itikat; şeriat denilince de amel
ve muamelat kastedilir. Velayetin dinî veya hukukî
olduğu konusunda Şiilerle ehl-i sünnet arasında
ihtilâf vardır. Şiiler onu iman esaslarından biri
kabul ederek dinî olduğunu iddia ederken, ehl-i sünnet
de sadece hukukî olduğunu savunmaktadır. Aslında
hukukî velayet, fert ve toplum velayeti olmak üzere
ikiye ayrılır. Toplum velayetine amme velayeti,
hilâfet, imamet veya ülü'l emir gibi isimler verildiği
malumdur. İşte hilâfet demek olan velayet konusunda
İslâm mezhepleri arasında çeşitli görüş ayrılıkları
meydana gelmiştir.
Ebû Bekir el-Esamm ve hariciler velayetin (hilâfetin),
gereksiz olduğunu söylerler. Bunların dışındaki bütün
müslümanlar ise, hilâfet müessesesinin zaruri olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnetin hepsi
ve mutezilenin büyük bir çoğunluğu, imametin naklen
(ayet ve hadisle) sabit olduğunu söylerken, Şiîler
onun aklen sabit olduğunu ileri sürerler. İmam
tayininin aklen zaruri olduğuna inanlardan Cahız,
Kâbî ve Ebû Hüseyin el-Basrî gibi şahıslar onun halk
tarafından tayin edilmesini isterken; Şiîler
Peygamberi gönderdiği gibi, halifeleri (imamları) da
bir lütuf olarak. Allah'ın tayin etmesinin zaruri
olduğunu söylerler. (159)
Hadiste haber verildiği gibi, devlet başkanının
(halifenin) Allah tarafından tayin edilmesi
Peygamberimizin vefatıyla son bulmuştur.(160) Bundan
sonra toplum kendisi hakkında söz sahibi olacak
kimseyi bey'atle yine kendisi belirleyecektir.
Hâlbuki Şiîler, velayete ve velayet görevinin Allah
tarafından verildiğine inanırlar. Peygamber, on iki
imam ve fakihler, velayete sahiptirler. Hz. Peygamber
masum (hata etmez, günah işlemez) olduğu gibi, on iki
imam ve imam olan fakihler bile hata ve günahtan
masundurlar. Hz. Peygamber Allah'ın emri üzerine, bu
on iki imamı velayet sahibi halîfe olarak tayin
etmiştir. Bu sebeple imamete yani velayete inanmak,
imanın şartlarındandır. H. 15 Şaban 255/M. 30 Temmuz
869 da doğan son İmam Muhammed el-Mehdî, babasının
vefatıyla M. 873 yılında gizlenmiştir. (161) Bu tarihten
itibaren kaybet dönemi başlamıştır. Bu kaybet
döneminde velayet, ilim ve adalet sıfatı bulunan
fakihlere (âlimlere) intikal etmiştir. İşte imamların
(âlimlerin) toplumu yönetme hak ve vazifelerine
velâyet-i fakih adı verilir.
Velayete sahip olma bakımından Peygamber, imam ve
fakihler arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bunların
hepsi masum olup bu göreve Allah tarafından tayin
edilmişlerdir. Masum fakihin, mübelliğ, kadı, hâkim ve
reis gibi sıfatlan yardır ki, o bunlara dayanarak,
düsturları millete açıklar, kanun koyar ve bunları
tatbik eder. (162)
Ehl-i sünnete göre velâyet-i amme imanla ilgili bir
konu değildir. Veliler (halifeler) Allah tarafından
veya verasetle değil, müslümanlar tarafından bey'atle
tayin ve tespit edilirler. Onlar hata yapmaktan ve
günah işlemekten beri değildirler.
Amme velayetini yürütecek kişinin (İmam-devlet
başkanının), millet (ümmet) tarafından belirlenmesi
konusunda kaynaklarda vacip ve farz-ı kifaye gibi iki
terim kullanılmaktadır. Bu, toplumla ilgili bir konu
olduğundan, cenaze bahsinde olduğu gibi, farz-ı kifaye
tabirinin kullanılması daha uygundur, diyebiliriz.
Amme velayetini yürütecek halifenin tayini, Kur'ân,
sünnet, icma ve akılla sabittir: Ayette "Sizden buyruk
(velayet) sahiplerine itaat ediniz" (163) buyrulur.
Peygamberimiz de "Her kim. boynunda (devlete bir
bağlılık) bey'ati olmayarak ölürse, cahiliyet ölümü
ile ölür."(164) (İnsanlardan uzak) ıssız bir yerde
oturan (bulunan) üç kişinin içlerinden birini başkan
yapmaları zorunludur."(165) "Bir kimse, zamanının
imamını (devlet başkanını) bilmeden ölürse, cahiliye
devrinde yaşayan (müşrik ve putperest) kişilerin ölüşü
gibi ölür", (166) buyurmaktadır.
Ebû Bekir el-Esamm ve harici mezhebinin dışında, imam
tayininin gerekli olduğu konusunda icma' meydana
gelmiştir. Yöneticinin bulunmadığı bir toplumda anarşi
doğar. Bu sebeple akıl, bir takım görevlerin icrası
için imam tayinini zaruri kılar.
Velayet, bir şahsa ait olup o konuda başkalarının söz
sahibi OJ-maması dolayısıyla bir hak olduğu
düşünülürse de, velayet aslında bir görevdir. Bu
konuda Şakir Berki, "Her ne kadar kanun, velayeti hak
şeklinde ifade etmekte (TMK.274) ve eserlerde de
kanuna muvazi olarak, bu terim kullanılmakta ise de
velayet bir hak değil, bir vazifedir." (167)
Muhıbbüddin el-Hatîb de aynı görüşü savunmaktadır. (168)
"Onları biz yeryüzünde iktidar makamına getirirsek,
namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve
kötülüğü nehyederler"(169) ayeti, genel olarak, veli
olan imanın görevlerini belirlemektedir. İbn Haldun
da namaz, fetva, kaza, savaş ve hisbe gibi konuları
imanın görevleri arasında saymaktadır.(170)
Amme velayetini elinde bulunduran, İslâm devlet
başkanı, devletin sınırlan dâhilinde huzur ve sükûnu
sağlamak, hukuku korumak, zararları tazmin etmek veya
ettirmek, hırsızlık, iftira ve buna benzer suçların
cezalarım uygulamakla görevlidir. (171) Hz. Ömer’in "
Fırat nehri kıyısında bir koyun kaybolup ölse,
korkarım ondan da sorumlu olurum", dediği rivayet
edilir.(172) Bir defasında Peygamberimiz. Halid
b.Velîd'i, Benî Cezîme'ye gönderdi. Halid orada meşru
olmadığı halde, bazı kimseleri, şüpheli olarak,
öldürüp mallarını aldı. Yanındaki bazı sahabiler ise,
Halid'in bu yaptığını hoş karşılamadı. Peygamberimiz
bunu duyunca. "Halid'in yaptığından sana sığınırım
Allah'ım, diye dua etti ve onların diyetlerini ödedi
ve mallarını tazmin etti.(173)
Şiîler, halifenin velayet sahibi olduğu için imam
olduğunu söylerler. Hâlbuki ehl-i sünnet, imameti,
velayetin sebebi saydığı için, halife başkan
seçilmesiyle velayete sahiptir; yoksa veli olduğu için
başkan değildir, görüşünü benimser.

NETİCE
Amme velayeti konusunda yapmış olduğumuz bu
araştırmada vardığımız sonuçları şöyle özetlemek
mümkündür:
İnsanın, fert olarak, ihtiyaçları bulunduğu gibi,
toplum olarak da ihtiyaçları vardır. Toplumda kimsesiz
çocuk, deli, bunak, hasta ve fakirlerin bulunması
normal bir olaydır. Böyle arızalı olan kimselerin,
birileri tarafından himaye edilip bakılmaları gerekir.
Bunlar, mallan bulunsa bile, yalnız başlarına herhangi
bir hukukî muamelede bulunma yetkisine sahip
olmadıklarından, hamileri tarafından temsil
edilirler. İşte hukukî yetkilerini bizzat
kullanamayan kimselerin (Kasırların-kısıtlıların)
başkaları tarafından temsil edilmelerine velayet, bu
işi yapan şahsa da velî adı verildiği neticesine
varmış olduk.
Ayrıca toplumun da yerine getirilmesi gereken birtakım
ihtiyaçları vardır. Bansın temini için suçluları
cezalandırmak, vergileri toplamak, düşmana karşı
vatanı korumak, velisi olmayanlara veli olmak ve
hukuk düzenini sağlamak için bir makamın bulunmasına
ihtiyaç (zaruret) olduğu, toplumun bu hizmetlerini
görmek üzere birisine bey'atle (seçimle) görev
verildiği; seçilen bu kimsenin cemiyet adına âmme
işlerini yürüttüğü, toplumun güvendiği bu kimsenin,
cemiyetin bütün fertleri ve mallan hususunda sözünün
geçerli olmasına da velâyet-i âmme adının verildiği
elde ettiğimiz sonuçlar arasındadır.
Bir de velayetin, velâyet-i hâssa ve velâyet-i âmme
gibi kısımları dışında, velâyet-i zâtiye ve velâyet-i
tefvîziye kısımlarına ayrıldığı görülmektedir.
Âmme velayetinin Kitap, sünnet, icma ve akılla meşru
kılınan bir müessese olduğu; meselâ ayette "Buyruk
sahiplerine itaat ediniz", hadiste de "Her kim,
boynunda (devlete bir bağlılık) bey'ati olmadığı halde
ölürse, câhiliyet ölümü ile ölür", buyrulduğu; Ebü
Bekir el-Esamm ve haricilerin dışındaki bütün
Müslümanların velâyet-i âmmenin zaruri olduğu
hususunda ittifak ettikleri meydana çıkmış oldu.
Velâyet-i ammenin sebebi, bey'atle iş başına geçmek
yani yönetici (imam) olmak; gayesi ve faydası ise,
toplumda bütün iyiliklerin sağlanması ve kötülüklerin
önlenmesi hususunda hukukun geçerli olduğunu öğrenmiş
oluyoruz.
Amme velayetinin bir emanet olduğu için, bir hak
olmaktan ziyade bir görev ve bir sorumluluk olduğu;
bu görevin, devlet başkanından en küçük memura kadar,
bütün kamu görevlileri tarafından, birlikte
yürütüldüğü anlaşılmış olmaktadır.
Din kardeşliği konusunda olduğu gibi, velayet de iman
ve inanca dayanan bir müessese; bu sebeple bütün
Müslümanların birbirinin velisi: ve velayet bağı ile
birinin diğerine bağlı olduğu; Yahudi, Hıristiyan ve
müşrik olanların müslümanlara veli olamadığı gayet net
bir şekilde ortaya çıkmış olmaktadır.
Peygamberlerin velayetlerinin, onların resul
olmalarına yani Allah tarafından görevlendirilmelerine
dayandığı; Peygamberimizin vefatıyla, Allah tarafından
görevlendirme nevinin sona erdiği; artık bey'atın yani
seçimle görevlendirme döneminin başladığı;
Peygamberimizden sonra hiçbir kimsenin, Allah
tarafından, özel bir şekilde velayetle
görevlendirilmediği, velinin masum olması, hata ve
günahtan uzak bulunması diye de bir şartın
bulunmadığı kanaatine varmış bulunuyoruz.

 

DİPNOTLAR
1- İbrahim Fadıl İktisat İstanbul-1927, s. 59
2-İbrahim Fadıl, a.g.e., s.65
3- Kemaleddin Birsen, Medeni Hukuk, İstanbul- 1963,
s.4
4- Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, Kahire - T.Y., s.
167-168
5- Miladî 974- 1058 tarihleri arasında yaşayan İslâm
hukukçusu Mâverdî ve çağdaşı EbüYa'lâ, devletin on
çeşit görevi olduğunu yazar. Bkz. Mâverdi Ahkâmü's
Sultaniye, Mısır-1966, s. 15; Ebû Ya'lâ el-Ferrâ,
Ahkâmü's Sultaniye, Mısır- 1966, s.27; Ömer Na-suhi
Bilmenk, Hukuk-ı Islâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıye
Kamusu, İstanbul-1967, II, 46
6- Velâyet-i Amme tabiri için bkz. İslâm Ansiklopedisi
ilgili mad.
7- Enfâl 8/72; Kehfl8/44
8- Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerir et-Tabcri, Câmiu'l
Beyân, Mısır-1954, XV, 251
9- Enfâl 8/72; Kehf 18/44
10- Muhammed b.Ya'küb el-Firûzâbâdî,
el-Kâmûs'el-Muhit, ilgili mad. ve Asım Efendi Kamus
Tercümesi, Lüvts Ma'lûf, el-Müncid, ilgili mad.
II- İsmail b.Hammâd el-Cevheri, es-Sıhah Beyrut-1979,
VI, 2529; Ebû Mansûr Muhammed b.Ahmed el-Ezhcri,
Tehzîbü'1-Lüğa, Kahire- 1967, ilgili mad. İbn Düreyd
Cemheretü'l Lüğa, BağdadT.Y., I, 188; Ahmed b.Faris,
Mec'melü'l Lüğa, Beyrut-1986, ilgili mad.
12- Ezherî, a.g.e., velayet mad.
13- Bkz.Ebu'l Kasım el-Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb
el-lstahânî, el-Müfredat Fi Ğarîbi'l Kur'an,
Mısır–1961, s. 533
14- Bkz. Cevheri, a.g.e. ilgili mad.
15- Bkz. Ezherî, a.g.e. , veli maddesi
16- Firûzâbâdî, a.g.e. IV, 401; ve Asım Efendi Kamus
Tercemesi, ilgili mad.
17- İbn Manzûr, Usânü'l Arab, Beyrut–1955: Ebu'l Beka,
Bulak-Mısır–1281; Asım Efendi Kamus Tercümesi, ilgili
mad.
18- Bedrüddin Ebü Muhammed tbn Mahmûd el-Ayni,
Umdetü'l Kâri, Beyrut-T.Y., XXIII, 88
19- Muhammed b.Emin İbn Abidin, Reddü'l Muhtar,
Beyrut-T.Y., II, 296; Krş. Seyyid Şerif el-Cürcânî,
el-Ta'rîfât, Derscadet-1318, s. 172
20- Bkz.Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslâm
Hukuku, Ankara- 1955, s. 139
21- Alâüddin Ebû Bekr el-Kâsâni, Bedâyiu's Sanayi' Fi
Tcrtibi'ş-Şerâyi' Beyrut-1974,IV, 160
22- Takıyyûddin Ahmed b.Abdilhalim İbn Teymiyye,
Mec'mû-u Fetâvâ,  Riyad-1383, XXVIII,  68
23- Bkz.Ali Himmet Berki, a.g.e., s. 138
24- Bkz.Mehmet Şener, lslâmda Velayet, D.E.Ü.llâhiyat
Fakültesi Dergisi, lzmir-1985, s.205-207; Seyyid
Sabık, Fıkhu's Sürme, Beyrut-1973, II, 125
25- Kâsânî, a.g.e. V, 152; A.H.Berki, a.g.e., s. 139;
Mehmet Şener, a.g.e., s.205
26- Bkz.Kâsâni, a.g.e., V, 152; A.H.Berki, a.g.e., s.
139; Abdülkerim Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, ten Ali
Şafak, İstanbul-1976, s.489
27- Celâlüddin Abdurrahman es-Süyüti, el-Eşbah
vc'n-Nezâir, Mısır–1959, s. 121
28- Krş. Seyyid Bey, Hilâfetin Mahiyeti Şeriyesi,
Ankara-T.Y. s.41
29- Bkz.Abdulhayy el-Fâsî el-Kettânî, et-Terâtîbü'l
ldâriyye, Rabat-T.Y.I, 2
30- Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail b. İbrahim
el-Buhârî, el-Câimum's Sahih, Beyrut-T.Y. Nikah, 39;
İbn Mace Ebû Abdillah Muhammed b.Yezid, es-Sünen
1952-Y.Y. Nikah, 15; Ebû Davûd, Süleyman b. el-Eş-as,
es-Sünen, T.Y.Y.Y. Nikah, 19; Muhammed
b.lsâ et-Tirmızî, el-Câmiu's Sahih, Mısır–1838, Nikah,
14
31- Mustafa Ahmed ez-Zcrgâ, el-Fıkhu'I lslâmî,
Dımışk-1963, II, 824
32-Bakara 2/282
33- İbn Arabi Ebû Bekir Muhammed b.Abdillah, Ahkâmü'l
Kur'ân, Mısır–1872, I, 251
34- lsra 17/33
35- Bkz. et-Taberî Ebu Ca'fer Muhammed b.Cerîr,
Câmiu'l-Beyân an Te'vîli'l Kur'ân, Mısır-1964, XV, 81
36- Nisa 4/59
37- Bkz.Heffening İslâm Ansiklopedisi Velâyet-i Âmme
mad.
38- el-Âlûsî Şihâbüddin Mahmûd, Rühu'l Meânî..
Beyrut-T.Y. V.65
39- Bkz. A.H.Berki, a.g.e., s. 138
40- Eniâl 8/72
41- Bkz. Taberi, a.g.e., X, 53; Râgıb, a.g.e., s.537
42- Bkz.Kâsâni,l a.g.e., VII , 58, 131
43- Buhari, Nikah, 39; ibn Mace, Nikah, 15; Ebu Davud,
Nikah, 19; Tirmi '  Nikah, 14
44- Buhari, Ferâiz, 4, 15; Edeb, 89; İbn Mace, Diyât,
7;Mislim, Ebu'l Hüseyin el-Câmiu's Sahih,
İstanbul–1974, Ferâiz, 15
45- Müslim, lmâre, 16; Riyâzu's Sâlihîn, II, 67
46- Buhari, Ahkâm, 8; Müslim, lmâre, 21
47-lbn Mace.Cihâd, 39
48- Müslim, İman, 229
49- Buhari, Ahkâm, 1; Müslim, lmâre, 20
50- Bkz. Kâsânî, a.g.e., II, 35
51- ibn Haldun Abdurrahman b.Haldûn, Mukaddime, Dâru'ş Şa'b neşri, Y.Y.T.Y. s. 187
52- İbn Teymiye Fetâvâ, XXVIII, 263
53- Hadid57/25
54- Nisa 4/105
55- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul–1935, II, 1457
56- Teymiye, Fetâvâ, XXVIII, 6], 66
57- Enfâl 8/73
58- Bkz. Taberi, X, 55–56
59- Mâidei5/55
60- Konyalı Mehmet Vehbi, Hulâsatü'l Beyan Fî
Tefsiri'l Kuran, İstanbul-1969, III, 1253
61- Kâsânî, a.g.e., II.   251-252; Ibn Abidin Muhammed
b.Emln, Reddü'l Muhtar.. Beyrut-T.Y. II, 296; Ö.Nasuhi
Bilmen, a.g.e. II, 45
62- Ö.N.Bilmen, a.g.e. II, 46
63- Bkz.Hayreddin Karaman, M.lslâm Hukuku,
İstanbul-1974, I, 368
64- Nisa 4/33
65- Ibn Teymiye Fetâvâ, XXVIII, 69; HsKaraman a.g.e.
I, 251
66- Subhi Salih, en-Nuzumü'l Islâmiye, Beyrut-1965,
s.286
67- Kamus Tercümesi, halîfe mad. Râgb, a.g.e. s. 156;
Kattâni a.g.e., I, 2
68- Elmalık, a.g.e., I, 300
69- Kamus Tercümesi, hâlife mad.
70- Ibn Haldun, Mukaddime, s. 170-171
71- Alüsî a.g.e.. I, 220; Bkz. Taberi, a.g.e., I. 199-200
72- Elmalık, a.g.e., I, 300
73- Râğıb, Müfredat, s. 156
74- Bakara 2/30
75- Saad 38/26
76-AYaf7/69 I
77-A'raf7/74
78- Nemil 27/59,62 79-En'âm6/165
80-Yunus 10/13,14 81-Yunus 10/73
82- Fatır 35/39
83- Bakara 2/30
84- Sıddık Hasan Hân, Fethu'l Beyan, Kahire-1965, I, 104
85- Saad 38/26; Bakara 2/124; Mâide 5/20
86- Bkz. Abdülkadir Udeh, el-Mâlü vc'l Hukm Fi'l
İslâm, Beyrut -1971, s. 101
87- Firâzâbâdi, imam mad. Râğıb, a.g.e., s.24
88- A.ûdeh, a.g.e.. s. 102
89- Bkz.lbn Haldun, Mukaddime, s. 169-171
90- Ebu'l Beka, a.g.e. s. 75
91- Seyyid  Şerif Cûrcânî, a.g.e. s.23
92- Sıddık Hasan Han, a.g.e. IV, s.338
93- Kettânî a.g.e.l, 2; Krş. Ibn Haldun, Mukaddime, 171
94- lsrâ, 17/71
95- Bkz. Taberi, a.g.e. XV, 126
96- Elmalılı,   a.g.e., IV, 319) 97-Bakara 2/124
98- el-Cassas Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâmü'l
Kur'ân, Beyrut-T.Y. I, 68; Krş. El-mahlı a.g.e.. I. 491
99- ibn Haldun, a.g.e. I, 368
100- et-Tehânevî, Keşşâfü lsülâhâtı'l Fünün, II, 1132
101- Sa'düddin et-Taftâzâni, Şerhu'l Akâid,
İstanbul-1960, s.185
102- İbn Âbidin, a.g.e. I, 368
103- Seyyid Bey a.g.e. s.4
104- Ali Abdürrâzık'ın el-lslâm ve Usûlü'l Hukm adlı
eseri Ömer Rıza Doğrul tarafından tercüme edilmiş ve
lstanbul-1927 de basılmıştır.
105- Bkz.Muhammed Ziyaüddin er-Rîs, el-lslâm ve'l
Hilâfe Fi Asri'l Hadis, Kahire-1976
106- Ali Abdürrâzık, İslâmiyet ve Hükümet, Çev: Ö.Rıza
Doğrul lstanbul-1927 s.70
107- lbnü'l Kayyim Muhammed b. Ebî Bekr, l'lâmü'l
Muvakkıîn, Kahire-1968, IV, 375
108- İmâmü'l Harameyn el-Cüvcynî, el-lrşâd,
Mısır-1369/1950, s.410
109- Hayreddin Karaman, M.'lslâm Hukuku, I, 57
110- Buhari, Enbiya, 50; Müslim, İmamet. 44; İbn Mace
Cihâd. 42; İbn Hanbel, Müsned, II, 297
111- Kâmil Miras, Tecrid Sarih Tercüme ve Şerhi.
Ankara-1973, IX, 187-188
112- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberim, çev: Sait Mutlu-Salih Tuğ. lstanbul-1969, II, 154; Râğıb, a.g.e.
s.67; Krş. İslâm Ansiklopedisi bey'at mad.
113- Kamus Tercümesi, Bey'at mad.
114- İbn Haldun, a.g.e. s. 186
115-Mümtehıne60/12 /
116-Feth 48/10
117-Feth48/18
118- Buhari, Ahkâm, 49
119- Muhammed Faruk en-Nebhân, İslâm Anayasa ve İdare
Hukukunun  Genel Esasları, çev: Servet Armağan,
İstanbul-1980. s.413
120- A.Humeynî, İslâm Fıkhında Devlet, çev: Hüseyin
Hatemmi.l İstanbul-1979. s.23-24-46; E.Ruhi Fığlalı,
Çağımızda İtikâdî İslâm Mezhepleri, İstanbul-1980, s. 127
121- Bkz. Taftâzânî, a.g.e., s.185
122- Kamus tercümesi, emanet mad., Elmalık, a.g.e. II,
1370
123- Kamil Miras, Tecrid, XII, 200
124-Nisa 4/58
125- Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu'l Ğayb, T.Y.Y.Y.. X.
138; Elmalılı, a.g.e., II, 1372
126- Âlûsû, a.g.e., V. 64; Elmalılı a.g.e. II, 1372
127-Cassâs, a.g.e., II, 207
128- Râzî. a.g.e., X. 138; Elmalılı, a.g.e. II, 1371
129- Elmalılı, a.g.e. II, 1372
130- Ahzâb 33/72
131- İbn Arabî. a.g.e.. III. 1588
132- Elmalılı, a.g.e., V. 3935. 3936
133- Müslim İmâre.16 134-Buhari, İlim, 2
135- Kâmil Miras. a.g.e., XII, 201
136-Nisa 4/59
137-Nisa 4/59
138- Cassâs, a.g.e. II, 211
139- Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri. el-Keşşâf. Beyrut
T.Y.Y.Y., I, 648
140- Elmalılı, a.g.e. II, 1720
141- Şûra 42/9; Şûra, 42/28; En'âm 6/14; Kefh 18/44
142- 142-lsrâ 17/111
143- Bakara 2/107; En'âm 6/51; Hûd 11/20; Kelli 18/26;
Şürâ, 42/31; lsrâ 17/97, Şûra 42/ 44; Kefh 18/17;
Nisa4/173; Bakara2/120; Rad 13/37
144- Bakara 2/257; Ali Imran 3/68; Câsiye 45/19
145- Nisa 4/45
146- Maide 5/55-56
147-Tevbe 9/71
148- Nisa 4/144; Maide 5/51; Nisa 4/89; Tevbe 9/23;
Mümtchıne 60/1; Maide 5/57
149- Mümtehına 60/9
150- Câsiye 45/19; Maide 5/51; Maide 5/80-81;  Nisa
4/139; Enfal 8/73
151- A'râf 7/30; Bakara 2/257; A'râf 7/27; Nisa 4/119;
Ankebût 29/41
152- Yûnus 10/62; En'âm 6/128
153- Yûnus 10/62; Nisa 4/76
154- Bkz.Ibrahim Hilâl, Velâyetüllah ve't Tarîku
İleyhâ, T.Y.Y.Y. s.61
155-Taftâzanî, a.g.e. s. 175
156-Yunus 10/62–63
157- Buhari, Rikâk, 38
158- İbn Teymiye, el-Furkân Beyne Evliyâi'r Rahman ve
Evliyaiş Şeytân, Beyrut–1397, s.6
159- Fahruddin Râzî, Kelama Giriş, çev: Hüseyin Atay,
Ankara-1978, s.247
160- Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, İmamet, 44; İbn Mace,
Cihâd, 42, İbn Hanbel, Müsned, II, 297
161- E.Ruhi Fıglab, a.g.e. s. 112
162- Bkz.AHumeyni, a.g.e. s.9,23, 24, 29, 31, 61, 66;
Şeklü'l Hükmi ve Velâyetü'l Fakîh, T.Y.Y.Y. s.6-14
163- Nisa 4/59
164- Müslim, lmâre, 58
165-İbn Hanbel, II, 177
166- İbn Hanbel, IV, 96
167- Şakir Berki, Velayetin Küçüğün Şahıs ve Mallan
Bakımından Şümulü, Ankara-1970, s. 5
168- Muhıbbüddîn cl-Hatîb,  İslâm Mezhep ve
Fırkalarının Birbirine Yaklaştınlması, A.O.l.F.
Dergisi, çev: Hayri Kırbaşoğlu, C. XXX, s.327
169- Hacc 22/41
170- ibn Haldun, a.g.e. s. 195
171- Bkz. Kâsânî, ag.e. VD, 58, 130, 131; Ö.N.Bilmen,
a.g.e. III, 237
172- İmam Gazali, lhyâü Ulûmid-Dîn, Kahire-T.Y. II,
349; Faruk Nebhâh, a.g.e. s.441
173- İbn Teymiye, es-Siyâsctüş Şer'iyye, T.Y.Y.Y. s. 19

 

D.E.Ü.İlâhiyat Fakültesi Dergisi Sayı VI, İzmir 1989,
s.. 415–447

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.