Değerli dinleyiciler, bugün burada "Kutlu Doğum
Haftası" münasebetiyle bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Konuşmama başlamadan önce böyle bir günde bana burada konuşma fırsatını bahşeden
Allah'a hamd, O'nun Peygamberi Hz. Muhammed'e salat ve selamlarımızı iletiyoruz, O'na
bağlılıklarımızı bildiriyoruz.
Ben sizlere bu batılılaşma problemine İslâm Hukuku açısından
bakarak bazı değerlendirmelerimi sunmak istiyorum. Çünkü bana göre üç asırdan
beri Türkiyemiz'de gerçekleştirilmeye çalışılan değişme ve yenileşmeler, çağdaşlaşmadan
çok batılılaşmayı ifade ediyor. Oysa bize göre çağdaşlaşma başka şey,
batılılaşma ise başka şeydir. Batılılaşma, aynı batı dünyası gibi yani
Avrupa gibi olma, avrupalılar gibi
olma, avrupalılar gibi yaşama ve onlar gibi düşünüp hareket etme demektir. Çağdaşlaşma
ise çağın gereklerine uyma, zamanın icap ve şartlarına göre hareket etme demektir.
Onun için bu iki terim biri diğerinden farklı olmakla bize göre biribirinden
tamamen ayrı olan şeyleri ifade etmektedirler. Zaten o nedenle yine bize göre
islâm nazarında çağdaşlaşma meşru ve mubah olurken, batılılaşma ise gayri
meşru ve haram olmaktadır. Çünkü bir müslüman batılının her yediğini yiyemez ve
içtiği her şeyi de içemez.
Konuyla ilgili olarak zamanla ahkamın değişmesi ve çağın icaplarına göre hareket
edilmesi hususunda Mecelle'de " Ezmanın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü
inkar olunamaz" denilmektedir.(1) Kur'an-ı Kerîm'de de zamanın ve çağın
insan açısından çok önemli bir kavram olduğuna işaret edilerek "Çağa yemin
olsan ki, insan zarardadır, "buyurulmaktadır.(2)
Aslında batıya tabi olma, onları taklid etme ve onların arkasından gitme ile ilgili
olarak Türkçemizde batılılılaşma; laikleşme, sekülerleşme, asrileşme ve
avrupalı olma gibi kelimelerle ifade edilen(3) bu çağdaşlaşmayı az önce değindiğimiz
gibi batılılaşmadan ayırmak gerekir. Çünkü insan eşya gibi
bir varlık olmadığı için, bir obje olarak görülmemelidir. Ne birey insan ve ne de
bireylerin oluşturduğu aile, mahalle, bölge ve devletler uydu yapılmamalı ve uydu
muamelesine tabi tutulmamalıdır.
İnsan ve toplum açısından bakıldığı zaman değişme ve yenileşme öyle basit,
kolay ve sade bir olay değil, bilakis karmaşık, zor ve çok yönlü bir iştir. O yüzden
toplumun sahip olduğu gelenek ve görenekler yüz yıllar boyunca yoğurulup gelen
hareket ve davranışlardır. Onları hemen beş on yıl içinde silkip atmak ve başka
davranışlar edinmek hem insan tabına zıt, hem de sosyal kanunlara aykırıdır.
Farklı dinlere mensup insan ve toplumların farklı hareket ve davranışlar içerisinde
bulunmaları kaçınılmazdır.
Hayvan, bitki ve cansız varlıklar için mesele tamamen farklıdır. Yani eşyada
değişim hemen gerçekleşebilir. Çünkü eşya insan gibi süje değil, objedir.
İnsanın eşyayı değiştirme gücü, yetki ve salahiyeti vardır. 1950 yılında
Denizli'de odunla çalışan ekmek fırınlarının yanında elektrikle ekmek pişiren
yeni bir
fırın yapıldı. Denizlililer yeni yapılan bu ekmek fabrikasına "Asri
Fırın" adını verdiler. Asri fırın, çağdaş fırın demektir. İşte çağdaşlaşma
budur. Ekmek pişirmede elektrik odundan daha iyi, daha ekonomik ve daha faydalı
ise, insanlar bunu böyle kabul ediyorlarsa, hemen elektrikli fırınlara geçmek çağdaş
kafanın yapacağı bir iştir, denilebilir. Bunda din açısından da hiç bir
sakınca yoktur. Nitekim Ziya Gölkalp de bir taraftan çağdaşlaşırken diğer
taraftan din ve milliyetin terkedilmemesi lâzım geldiğini, "Türkleşmek İslâmlaşmak
ve Muasırlaşmak" ifadesiyle
dile getirmiş oluyordu.(4)
Ansiklopedilere çağdaşlaşmanın manasına baktığınız zaman onun "çağa
uyma" dernek olduğunu görürsünüz.
Ayrıca yine kaynaklara bakacak olursanız, batının gelişmiş bilim ve teknolojisi
karşısında etkilenen insanların avrupalılaşma konusunda 'iki kısma
ayrıldıklarını görürsünüz. Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı ve Celal
Nuri İleri gibi şahsiyetler, çağdaşlıktan batılılaşmayı anlıyorlardı. Onlara
göre Avrupa'dan sadece bilim ve teknoloji getirmek yeterli değildir,
batılılaşabilmek için bunlara ilâveten avrupallı gibi düşünmek, onun gibi yemek,
içmek ve giymek gerekir, yani çağdaşlaşma bir yaşam biçimidir.
Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, İzmirli İsmail Hakkı ve Seyyid Bey gibi şahıslar ise
bu zihniyete karşı çıkmışlardır. Onlara göre batıdan ancak bilim ve teknoloji
ithal edilmeli, yoksa kılık kıyafet zihniyet ve yaşam biçimi ithal edilmemelidir.
Akifin
şiirlerinde bunu açıkça görürsünüz. Merhum büyük
İslam şairi Mehmet Akif şöyle
diyor:
Garb'm eşyası; eğer kıymeti haiz ise yürür,
Moda şeklînde gelen seyyie gümrükte
çürür!
Alınız ilmini Garb'm, alınız san'atini
Veriniz
hem de mesainize son süratini.
Çünkü
kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü
milliyeti yok san'atin, ilmin; yalnız
İşte Mehmet Akifin bu
şiirlerinde görüldüğü gibi ilim, sanat ve teknoloji başka şey, milliyet başka bir
şeydir; ilim, sanat ve teknolojinin milliyet ve dini yoktur. İlim beynelmilel bir kurumdur, Her ne kadar bilimin uygulama
alanına geçirilmesi demek olan teknolojide yerel ve bölgesel şartların etkisi bulunsa
da soyut kurallar olarak bilim tamamen beynelmileldir.
Din ile bilimi karıştıranlar, gelenek ve görenekle san'at ve teknoloji arasındaki
farkı göremeyenler, batının bilimi karşısında şaşkınlığa düşerek biz her
hususta batıyı taklit etmeliyiz demişlerdir. Bu görüşte olan bazı şahsiyetlerin
isimlerini az önce sizlere arzettim. Bunlara göre sadece bilim ve
teknolojide değil, giyim kuşam kılık ve kıyafette, yeme ve içmede velhasıl her
şeyde batılılara benzemeliyiz. Hatta bunlardan bir kısmı Avrupa'dan damızlık adam
ithal etmeliyiz diyecek kadar bir şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir.
Bahçelerin Fransız bahçe düzenine benzetildiği, hatta saray çevrelerinde de
yine Fransız mobilyasının moda haline getirildiği bilinmektedir. Üçüncü Selim
Avrupa'dan davet ederek getirttiği opera sanatçılarının oyunlarını kendi
sarayında izledi. İkinci Mahmut kıyafet devrimi yaparak Osmanlı giyim şeklini
terkedip pantolan ve ceket diyebileceğimiz Avrupai bir giyim tarzı olan Mısır kıyafetini
seçmiş ve hatta millete örnek olmak için sokağa bu kıyafetle çıkmıştır. İşte
maalesef
bizdeki çağdaşlaşma görüldüğü gibi
elbise değiştirmek, kıravat takmak, şapka ve pantolan giymek şeklinde
anlaşılmıştır.
Hiç şüphesiz sadece bunlarla yetinilmemiş, eğitim ve öğretim
alanında da avrupai tarzda bazı okullar açılmış, askeri ve sivil mekteplere yer
verilmiştir.
Bu okulların yalnız fizik yönleri değil, düşünce ve metafizik yönleri de avrupai
yapılmak istenmiştir.
Çünkü toplumsal sorunların ele alınış biçiminde, siyasal tartışmalarda batılı
öğretiler geçerli oldu.
Burada bir iki örnek vermeye çalışalım.
Ahmet Rıza ülke gerçeklerini yorumlarken Auguste Comte
sosyolojisinin temel ilkelerini kullandı. Prens Sabahaddin, Frederic le Play ve Edmond
Demolins'in öğretilerine dayanarak yerinden yönetimi önerdi. Türk milliyetçiliğinin
esaslarım ortaya koyan bir kişi olarak bilinen Ziya Gökalp de düşüncelerini Emile
Durkheim sosyolojisine dayandırıyordu. Bu dönemde batılılaşma akımı çevresinde
yer alanlar yaşanılan siyasal ve toplumsal bunalımların ancak batıcı yaşam biçiminin
tümüyle benimsenip uygulanması şartıyla giderilebileceğini iddia ediyorlardı.
Burada hepinizin gördüğü gibi insan ile eşya,
"Ne" ile "Kim" birbirine karıştırılmıştır. Yanılgının
kaynağı buradadır, yapılan bütün yanlışlıklar buradan çıkmaktadır. Çünkü eşyaya
istediğiniz şekil ve biçimi verebilirsiniz; ateş sayesinde demir hamur olur. Bu hamur
demir, sandalya şeklini alır, kapı olur, pencere olur. Ağaç ve kereste de öyle. Yani
eşyaya insan istediği şekil ve biçimi verebilir. Ancak insan kendisini değiştiremez;
biçimlendirip şekillendiremez İnsanın iradeli davranışlarına şekil veren dini,
manevî ve ahlakî değerlerdir. Şu halde bilim ve teknolojide batılılaşmak, Avrupayı
taklid ederek ona uymak esastır; sosyal müesseselerde ve beşerî davranışlarda ise
gelenek ve göreneğe tabi olmak, din ve ahlaka bağlı kalmak esastır. Çünkü hukukî
hükümler, ahlakî kaide ve kurallar nazarı itibara alınarak araştırılıp ortaya çıkarlar
.(6)
Bu açıklamalardan sonra şöyle bir neticeye varmak
istiyorum. İnsan hem maddî ve hem de manevî yönü bulunan, başka bir ifade ile fizik
ve metafizik değerleri olan bir varlıktır. İnsanın rnaddî ihtiyaçları, kendisinin
dışında var olan mal ve eşya ile giderilir. Bu bakımdan inansın inanması veya
hangi çeşit bir dine mensup olursa olsun insanlar
arasında pek fark yoktur. Meselâ suyu bir müslüman kaynattığı zaman 100 oC de
kaynar; bir ateist kaynattığı zaman yine 100 oC de kaynar. Öyleyse eşyanın Kanunu
olan ilim tüm insanlığın müşterek malıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun ve
hangi dine mensup olursa olsun ya da dinsiz olsun insanların birbirlerinden bilim ve
teknoloji transfer etmelerinde hiçbir sakınca yoktur.
Ancak batının yüksek teknolojisi karşısında ilk olarak
yenilgiye uğrayan Osmanlının bu yenilgiyi 1699 yılında Karlofça andlaşması ile
kabul ettikten sonra giyim kuşam kılık ve kıyafet, sakal ve bıyık gibi beşerî
şeylerle uğraşacakları yerde bilim aktarsalardı, sanayi getirselerdi ve yüksek
teknoloji transfer etselerdi hiç şüphesiz gerekeni yapmış
olurlardı. Ama o günden bu güne bu iş hâlâ olmuş değildir. Maalesef bugün bile
rnemur olan kadınların başlarını Örtemiyecekleri karar altına alınıp öğrencilerin
türban takıp takamıyacaklan hususundaki tartışmalar ise hâlâ sürüp gitmektedir.
İnsan ilmen bulur dinnen yaşar. İnsana şekil veren onun
hareket ve davranışlarını yönlendiren dini-ahlâkî kurallardır. O nedenle din ile
ilim kapının iki kanadı gibidir. İnsan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen
düzlemde yaşayan bir varlıktır. Diri bilimin bilim de dinin bir fonksiyonu
olarak insan hayatında din kadar bilime bilim kadar da dine ihtiyaç vardır. Bugün
sadece Türkiyemiz değil, İslâm âlemi ve hatta bütün dünya bu kaybolmuş dengeyi
aramaktadır. Bu dengeyi kuran toplumlar gelecek medeniyetin kurucuları olacaklardır.