. | USUL-Ü FIKIH veya FIKIH İLMİ METODOLOJİSİ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* İslam ve ilimler denilince İslam dininin ilim dünyasına neler kazandırdığı akla gelir. İlimde esas olan doğruyu bulmak ve böylece yanlıştan kurtulmaktır. Herhangi bir alanda doğruyu ve gerçeği bulmak için çalışmanın ilk şartı da her şeyden evvel doğru düşünmek ve doğru bir yol ve yönteme sahip olmaktır. İşte İslam dini insanlık alemine aynı zamanda ilimde doğru düşünmeyi de öğretmiştir. neticeye varma işi ilmin takip ettiği bir yoldur. Bu ilim yolunu hukukta ilk defa ortaya koyan müslümanlar‘dır. Bu hususta merhum Muhammed Hamidullah şöyle söylüyor: “Sözü bitirmek için İslam’ın en mühim yardımlarından birisinden bahsedeceğim: İslam’dan evvel Hukuk ilmi mevcut olmadığını işitmekten büyük bir hayrete düşmeyiniz. Tekrar ediyorum. Hukuk ilmi İslam’dan evvel mevcut değildi. Çinlilerin, Babillilerin, Hinduların, Yunanlıların ve Romalıların ve diğerlerinin ancak kanunları vardı, fakat hattı hareket kaidelerinin üstünde mücerred bir hukuk ilimleri yoktu. Bu hukuk ilmi, kanunun kaynakları, hukukun felsefesi, teşri metodları tefsir, tatbik vesaire gibi müesseseleri ele alır. Dünyada böyle bir mevzu üzerine yazılmış en eski eser, mücerred hukuk ilminin vazıı İmam Şafii’nin “Hukukun Kökleri” (Usulü’l-Fıkıh) tesmiye ettiği (Risale) adlı eseridir; ona göre bu ilim, kökleri teşkil ettiği halde, Kanun Kaideleri dalları (füruu) teşkil eder. hiçbir yerinde, ne Romalılarda, ne Çinlilerde ve ne de diğer milletlerde mevcut olmayan bir hukuk ilmini icat etmek kabiliyetini gösterdiklerine göre, öyle ümit edilir ki, yeni Türkler, mazilerinin mirasını tetkik ve onların kıymetini takdir ettikten sonra diğerlerinden iktibas ve onları takip yerine, başkalarına yeniden şerefli bazı şeyler vermeyi ve onlara rehber olmayı bileceklerdir. (Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, Bir Yayıncılık İst.1984, s. 22) Hz. Peygamber İslam’ı sahabilere taklit ve tekrar metodu ile yani bir çocuğa ana lisanını öğretir gibi öğretti. Hatta “Bana bakın, ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz kılınız.” Hadisi buna örnek olarak gösterilebilir. Yani Hz. Peygamber olayların hareket ve davranışların niçin ve nedenlerini, illet ve sebeplerini bir bir anlatmadı. Hz. Peygamber Dar-ı Bekaya göçtü, bu arada Suriye Bizanslılardan, Irak da İranlılardan alındı. Fakat bura halkları kısmen bozulmuş bir din ve ateşe tapma gibi şirk geleneklerine sahip olduklarından İslam’la çelişen bir takım sapık düşüncelere sahiptiler. İşte o zaman müslümanlar bir takım acayip fikir ve düşüncelerle karşı karşıya gelince alabora oldular. onun büyük sahabileri de yoktu. İşte o zaman İslam âlimleri Kur’an’a sarıldılar ve onu bilimsel bir metotla yeniden anlamaya çalıştırlar. Kur’an ise arapça bir metindi. Arapça bir dil olunca ilk önce o dili anlamak gerekiyordu. İşte âlimler Kur’an’ı anlamak için sarf, nahiv, belağat (maani, bedi, beyan), luğat ve usulü’l-fıkıh gibi ilimleri ortaya koydular. Bu ilimlere dayanarak Kur’an ve Sünneti yeniden bilimsel bir şekilde anlamaya ve tüm meseleleri ve müşkilleri çözmeye çalıştılar. Yani Kur’an’ı bir yabancı dili öğrenir gibi, fiil, fail ve mefulleri bilerek, özne tümleç ve yüklemleri tesbit ederek, manaları anlamaya çalıştılar ve delillerden hükümleri çıkarmaya gayret gösterdiler. Bu bilimsel bir yoldu. Kişinin ana lisanını bilmesi ise “selika” adı verilen tabii-doğal bir yoldur. Aslında batı dünyasının müsbet ilim metodunun temelinde usulü fıkıh vardır dersek hata etmiş olmayız. Çünkü bu ilme İslam alimleri Fıkhın Kökleri veya Fıkhın Temelleri adı verirken Avrupalı yazarlar da Felsefenin Temelleri ve Sosyolojinin Temelleri adı altında eserler yazıyorlardı. Hatta Dekart’ın “Metod Üzerine Konuşmalar” adlı eserinin bile usul-ü fıkhın bir nevi adaptasyonu olduğunu söyleyenler vardır. madde ile meşgul olan tecrübi ilimler için konulmuş bulunan metotları, Müslümanların daha önce hukuki olaylarda kullandıklarını, bugün nasıl tabiat kanunlarını bilmek için tabiat olaylarının sebebini bilmek gerekirse, fıkıh kurallarını tatbik edebilmek için de hükmün sebebini bilmek gerekir diye bir açıklama getirmektedir. Akseki, bu hususta “Şer’i İlimlerin Kıymeti” başlığı altında şunları söylemektedir: İslami olan menba ve kaynakları kendilerine mahsus menhec, “metodoloji” ve usullerle tetkik ederek “Tefsir, Hadis, Tevhid, Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Ahlak ve Tasavvuf” ve diğer ilimleri meydana getirmişlerdir. İslami olan ilimlerde tatbik olunan usuller, bugün modern ilimlerde kabul ve tatbik edilmekte olan usul ve menheclere tamamiyle uygundur. delil, tecrübi ilimlerde hakim olan tecrübe; tüme varım, temsil (analoji), varsayım, sınıflama; tarih ilimlerinde hakim olan, haber ve rivayet tamamiyle İslam alimleri tarafından İslam ilimlerinde tatbik edilmiştir. Fransız filozoflarından Descartes (1596–1650) ile İngiliz filozoflarından Bacon (1561-1626) ve Stuart Mill (1806-1873) in ortaya koydukları nedensellik Kanunu’nu onlardan çok zaman evvel İslam alimleri tatbik etmişlerdi. Gerçekten son çağ filozoflarının olayların sebebini bulmak için kullandıkları bu usul, Fıkıh Usulü âlimleri tarafından olayların hükümlerinin sebeplerini bulmak için tatbik ediliyordu. Bugün bir olayın sebebi belirlendikten sonra nasıl bir kanun belirlenmiş olursa, hukukta da olayı ilgilendiren şer’i bir hükmün sebebi belirlendikten sonra hüküm ortaya konur. Bugün tabiat kanunlarını bilmek için tabii olayların sebebini bilmek nasıl gerekiyorsa, hukuk kaidelerinin tatbik edilmesi için de hükümlerin sebeplerini bilmek gerekir. İşte İslam ilimleri bu usul çerçevesinde meydana gelmiş ve toplanmıştır.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Başnur Matbaası Ankara-1972, s. 31-32) olarak, Batıda fizik, kimya ve biyoloji gibi deneysel bilimlerde uygulanan usul ve metodu İslam alimlerinin dilde, yani Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten hüküm ve kanun çıkarmada bin iki yüz yıl önce tatbik ettiklerini, böylece müslümanların sosyal (ve hukuk) kanunlarını bulmada kullandıkları metodu Batı bilginlerinin madde kanunlarını bulmada kullandıklarını ifade ederek şöyle diyor: tarihlerde, kanunlarda, deneysel bilimlerde ve başka yerlerde tatbik edilmek üzere (metodoloji = tatbiki mantık) denilen mecmuai usulü tedvin ederek ilim alanında bir muntazam tetkik ve tenkit yolu meydana getirmişlerdir. İslam alimleri ise bundan bin iki yüz şu kadar yıl önce “fıkıh usulü” ilmini tedvin etmişlerdir ki, bu güzide ilim, dil ile ilgili meselelere, rivayetlere, kelime ve cümlelerin özellik ve ayrıcalıklarına, delillerin kuvvet ve zayıflık derecelerine ve diğerlerine yönelik olan en gelişmiş usul ve kaideleri kendisinde toplamış bulunmaktadır. “Hadis Usulü” ilmi de bu hususta ayrıca anılmaya değerdir. Artık kendisini hukuka vermiş hiçbir kimse bu usul ilminden uzak kalamaz.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 40) ve vazifelerini bilmesidir” şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif herhangi bir konu ile sınırlandırılmadığı için genel bir tarif olup mükellefin bütün yönlerini içersine alır. Artık fert, iman – itikad, amel, ahlak ve tasavvuf bütün bu konularda hak ve vazifelerini bildiği zaman fıkhı bilmiş olur. Yani Ebu Hanife’ye göre iman amel ve ahlak konuları da fıkhın içinde mütaala edilmektedir. Fakat daha sonra gelenler “amelen” kaydını getirdikleri için Hanefi mezhebinde fıkıh kişinin ameli yönden lehinde ve aleyhinde olan şeyleri (yani hak ve vazifelerini, alacak ve borçlarını) bilmesidir, şeklinde tarif edilmiştir. Şafiiler ise fıkhı “Şeri-ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarıp bilmektir diye tarif ederler. Mesela bir müslüman abdest ayetinden üç uzvun yıkanmasını ve başın meshedilmesinin farz olduğunu çıkarıp bildiği zaman fıkıh yapmış olur. Usul-ü fıkıh ise fıkhi hükümleri çıkarmaya yarayan kaideleri bilmektir diye tarif edilmektedir. Öyleyse fıkıh usulü, ameli hükümleri, tafsili delillerinden istinbat etmek için gereken metodları tanıtan kaideler ilmi olur. Mesela emrin vücubu, nehyin de haramlığı gerektirdiğini bize fıkıh usulü öğretir. Fakih, farz olup olmaması bakımından namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman “Namazı dosdoğru kılın” (Nisa 4/ 102, En’am 6/ 72) ayetini okur. Usul, hukukçunun (fakihin), delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri kuvvetine göre tertip ederek, Kur’an’ı Sünnetten, Sünneti kıyas ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almasını açıklayan metodlardır. Fıkıh ise, bu metodlara bağlı kalınarak hükümlerin çıkarılmasıdır. Yani fıkıh hükümleri delilleri ile birlikte bilmektir. Fıkıh usulünün konusu bu ilmin tarifinden çıkarılabilir. Fıkhın konusu ayrı ayrı delilleriyle hükümlerdir. Yani fıkıh bir nevi neticeleri verir ve bu neticelerin yani hükümlerin aynı zamanda delillerinden de bahseder. Fıkıh usulüne gelince bu ilim, hüküm çıkarma yani istinbat metodunu konu olarak ele alır. Her iki ilim, delillerden bahseder bu bakımdan birbirine benzerler ancak ayrıldıkları taraflar da vardır. Fıkıh, cüzi ve ameli hükümleri çıkarmak için delilleri ele alır ve her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. Fıkıh usulü ise delillerden hüküm çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını inceler. Mesela Kur’an’ın hüccet oluşunu, Sünnetten önce geldiğini ve şeriatın aslını teşkil ettiğini, zanni ve kati delili, nassların zahirleri arasında bir çatışma olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu, çeşitli ibarelerin delalet derecelerini, hass ve amm’ın mertebelerini açıklar. Mükellef kime derler, mükelleflerin işlemesi ve işlememesi gibi konular yani farz vacip sünnet müstehap haram mekruh ve müfsid konularını inceler. Hastalık delilik vesaire gibi mükelleflere arız olan ve onların sorumluluklarını azaltan ya da tamamen ortadan kaldıran durumları tesbit eder. Bu düşüncelerle diyebiliriz ki, fakihin doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması lüzumlu olan metodla ilgili bütün hususlar Fıkıh usulünün konusuna dahildir. Netice olarak fıkıh usulünün konusu ne sadece deliller ve ne de sadece hükümlerdir, belki hüküm çıkarma bakımından delillerin nasıl kullanılacağını göstermekle hem deliller ve hem de hükümleridir, diyebiliriz. Fıkıh usulünün doğuşu fıkıh ile beraber olmuştur. Fakat Fıkıh usulü fıkıhtan sonra tedvin edilmiştir. İstinbat yani hüküm çıkarma işi, Hz. Peygamberden sonra sahabiler çağında başladığına göre, sahabiler arsında yer alan Abdullah b. Mesud, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi fakihler, herhangi bir konuda hüküm verirken tamamen bağımsız, hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızın fikir beyan etmiyorlardı. Onlar bir fikir beyan ederken ve bir konuda hüküm verirken bir takım kural ve kaidelere uyarak düşüncelerini ifade ediyorlardı. Mesela Hz. Ali içki içenlere verilecek ceza hakkında “İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca kazf (zina iftirası) eder, dolayisiyle içki içen kimseye kazf cezası gerekir” derken neticeye veya zerayi esasına göre hüküm verme Metodunu kullanmış oluyordu. Abdullah İbn Mesud da “kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır” diyor ve “Gebe olanların iddeti, doğurmaları ile tamamlanır.” (Talak 65/ 4) ayetini sözüne delil olarak getirdikten sonra, Talak suresinin Bakara suresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Böylece o bir fıkıh usulü kuralına işaret ediyordu. Bu da sonra gelen nassın, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte sahabiler her zaman açıklamasalar bile içtihatlarında bu gibi metodlara uyuyorlardı. Tabiiler çağında Medine’de Said el-Müseyyeb ve diğerleri, Irakta Alkame ve İbrahim en-Nahai gibi zatlar fetva veriyorlardı. Bunlar Kur’an, Sünnet ve sahabenin fetvaları ışığında hareket ediyorlardı. Nass bulunmayan yerlerde ise kimisi, maslahata dayanıyor kimisi de kıyas yapıyordu. Müctehid imamlar devrinde ise yavaş yavaş mezhepler teşekkül ediyor ve her ekolün kendine göre istinbat metodu ortaya çıkmış oluyordu. Mesela İmam Azam’ın ve İmam Malikin kendine mahsusu metodları vardı. İmam Şafii’ye geldiğimiz zaman onun fıkıh usulünü tedvin ettiğini ve istinbat metodlarını tesbit ettiğini görüyoruz. Onun için bu ilmi ilk defa yazıya geçiren ve bu konuda ilk eser yazan İmam Şafiidir. Onun er-Risale adlı eseri bize kadar ulaşan bu konuda ilk yazılmış eserdir.(M.Ebu Zehra İslam Hukuku Metodolojisi s. 22-23) Böylece bu ilmin ilk kurucusunun İmam Şafii olduğu ortaya çıkmaktadır. Her ilim dalının bir terminolojisi vardır. Terimleri bulunmayan bir alana ilim denilemez. Terim, kök manasından başka bir anlam taşıyan ve bu anlam o ilme mensup bütün bilginler tarafından ittifakla kullanılan kelimedir. Terimler bir nevi ilimlerin dilidir. Eğer bir alanda herkesin kendine göre terimleri varsa, ıstılahları varsa herkesin yolu ayrı demektir. Bu takdirde burada ilimden bahsedilemez. Mesela tarikat ve tasavvuf şahıslara göre değiştiği, kal işi değil hal işi olduğu için ilim değildir. İlim her kesin ittifakla bir kelimeyi aynı anlamda kullanmalarıdır. O yüzden usulü fıkıh bir terminoloji ortaya koymuştur. Mesela Kitap Sünnet İcma Kıyas... Haberi vahid, meşhur, mütevatir. Delil, hüküm, hass, amm, müşterek, müevvel bunlardan birkaçıdır. Kitap denildiği zaman bundan herkesin anladığı Kuran-ı Kerimdir. Başka bir şey anlaşılamaz. Buna göre fizik, kimya, astronomi ve biyoloji ilim olduğu gibi, fıkıh, usulü fıkıh kelam gibi disiplinler de ilimdir. O nedenle bugün İlahiyat fakülteleri din adamı değil, ilim adamı yetiştirmektedir. *DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
. |