. | Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Doç. Dr. Nilgün Tunçcan Ongan hanımefendinin şu makalesine cevap: http://www.calismatoplum.org/sayi19/ongan.pdf İslam
Ekonomisinde Bölüşüm Giriş
İnternet
ağında Nilgün Tunçcan imzasını taşıyan “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adlı[1]
eleştiri diyebileceğimiz bir yazı dolaşmaktadır. Ben aslında kim olursa olsun
kendiliğimden yazılı veya sözlü olarak kimseyle bir atışma, düello ve tartışmaya
girmek istemem. Ancak bir İslam Ekonomisi sitesinden bu yazı bana gönderilerek buna bir
cevap verilmesi gerektiği ve bu benim üzerime bir vecibe ve görev olduğu vurgulanınca
bu cevabı vermek zorunda kaldığımı ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum. Önce
Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar
âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun
ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve
imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa”
kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir.[2] Allah,
bir taraftan kendisi ahat-tek olduğu için tekliği zatına tahsis ederken, diğer
taraftan da yine kendisi Samettir-ihtiyaçsızdır. Fakat o varlıklar âlemini, sanki
birisi diğerine muhtaç bir şekilde çift çift yaratmıştır. Çünkü su toprağa,
torak da suya muhtaç; toprak suya su da toprağa muhtaçtır. Bitkiler, su-toprak,
toprak-su sektörüne, ısı, ışık ve nem bileşkesine muhtaçtır. Hayvanlar da
bitki-toprak-su-hava ve güneş birlikteliğine muhtaçtırlar. Varlıkların en
gelişmiş olanı, insana gelince, en çok muhtaç olan da odur. Çünkü insan, hayvan,
bitki ve cansız varlıkların tümüne birden muhtaçtır. İşte böylece Allah, tüm varlıkları ikili sistem üzerine inşa
etmiştir. Allah canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O,
âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve
cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve
iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur.
Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı
gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun
ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile
faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı, hatta binlerce sebeplerden ötürü hamd, sadece
Allah’a mahsustur. Her
şeyden önce şunu belirtmek isterim ki, bugün dünyadaki sadece iktisatçıların ve
ilahiyatçıların değil, bence tüm sosyal bilimcilerin kafaları karışıktır, desem
bir gerçeği dile getirmiş olurum. Zira konuştukları, yazıp söyledikleri şeyler,
eşyanın tabiatına tamamen uymamaktadır. Çünkü hele iktisatçı ve sosyologların
bilim adına tespit edip ortaya attıkları öyle şeyler vardır ki, bunların eşyanın
tabiatına tamamen ters olduklarını veya diğer elamanlar ve alanlarla bir doku
uyuşmazlığına sebep olduklarını burada dile getirmek isterim. Mesela Şükrü Baban,
İktisat Dersleri adlı eserinde eroin kullanmanın ahlaken doğru olmasa bile ekonomik açıdan
faydalı olduğunu söylemektedir.[3]
Bizce bu görüş sosyal bilimlerin bir bütün teşkil etmesi bakımından ve de doku
uyuşmazlığına sebep olacağı için bilimsel düşünceye yüzde yüz terstir.
Çünkü insan bünyesi nasıl organik çalışıyor ve organlar arasında bir uyum ve
ahenk varsa, din, bilim, hukuk, ahlak ve iktisat alanlarıyla toplumun bünyesi de bir
bütün olup onun tüm kurumlarıyla uyum ve ahenkli çalışması, insanın mutluluğu için
bir zarurettir. O sebeple din, bilime, bilim hukuka, iktisat din ve ahlaka…velhasıl bu
alanlardan hiç birisi diğerine ters düşmez ve düşemez. Yoksa doku uyuşmazlığı
olur ve bugün olduğu gibi toplumun bünyesi hastalanır, insanlar da mutsuz olurlar. İktisatçılar
hem marjinal faydadan bahsederler, hem de dolaylı vergi almayı önerirler. Biz onun
için bunlara, bu ne perhiz ve bu ne lahana turşusu diyoruz. Ayrıca yine Tunç Kanunu
diye bir iddia ortaya atmışlardır ki, insan adına, toplum adına, ekonomi ilmi adına,
işçiler ve emekçiler adına bu bir fecaattir. Buna göre güya ücretler, daima asgari
geçim seviyesinde olacakmış.[4]
Yine aklımın bir türlü ermediği ve eremediği şey, üretimle tüketim birbirine
taban tabana zıt olduğu halde hem teoride-kitaplarda ve hem pratikte-uygulamada hem
üretim ve hem de tüketim vergilerinin bulunmasıdır. Sosyolojiden de bir misal vererek bu konudaki
örneklerimi tamamlamak istiyorum. Bilindiği gibi sosyologlar, aileleri sınıflara
ayırırken çekirdek aileden de bahsederler. Fakat bunun sosyal bilimlerdeki yanlış
anlayış ve uygulamaların zorunlu bir sonucu olduğunu ve eşyanın tabiatına ters düştüğünü
bir türlü söylemezler ve söyleyemezler. Zira normal bir aile demek, anne-baba,
çocuklar ve torunların hep beraber bir arada birlikte yaşadıkları bir birim demektir.
Biz bunun böyle olduğunu Kuranı Kerim’den öğreniyoruz.[5]
Buna göre anne-baba, dede-nine ve torunlar, ailede beraber birlikte oturacaklardır. Burada canlı bir örnek vermek istersek, mesela
bizim fakültede Arapça hocamız Rana Hanım doğum yaptığı için Kahire’den
annesini getirtti. Karı-koca, çekirdek aile olarak birbirine yeter olsaydı, Rana
Hanımın annesini ta Mısır’dan getirtmesine ihtiyaç olur muydu? Düşünce
ve bilim bileşkesinin iki kaynağından biri olan dini bırakıp sosyal ve ekonomik
hayatı, arılar, karıncalar ve diğer toplu yaşayan hayvanlara bakarak bilgi üretmeye
çalışanların bu yersiz çabaları, insanlığı bugün bu noktaya getirmiştir. Hâlbuki
insanların yaşadıkları sosyal ve ekonomik hayat ile hayvanların yaşadıkları sosyal
ve ekonomik hayat, çok farklı olup aynı şekilde cereyan etmediği bir gerçektir.[6] Bizim,
sosyal bilimcilerin kafaları karışıktır, dememiz boşuna değildir. Çünkü onlar,
fen bilimlerinde olduğu gibi tabiat ve doğaya uygun olarak ortaya çıkmamış; prematüre
doğmuş, eksik, aksak ve topal olarak meydana gelmişlerdir. Bu özelliklerinden başka
yukarıdaki örneklere ilaveten bilhassa günümüz açısından şunu da eklemek isteriz
ki, sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri eskimiş, yıpranmış ve çalışamaz
hale gelmiştir. Onun için kafalar doğru çalışmamakta, böylece bilgiler yerli yerine
oturmadığı için de gerçek düşünce ortaya çıkmamakta ve kafalar karışmakta
mantık da ters çalışmaktadır. Çünkü durgun, ekşimiş ve parsımmış yemeklerin
mideleri ifsat ettiği gibi, aslında doğuştan prematüre olan bu sosyal bilimlerin
terim, tarif ve tasnifleri zamanla eskimiş, bozulmuş ve yıpranmış olduğundan
kafalarda yerli yerine oturmadığı için bu alandaki bilgiler böylece düzensiz, çelişkili
ve karışık olmasıyla insan mantığı da fesada uğramış ve karmakarışık bir hale
gelmiştir. Bizce bunun en önemli sebebi, din ve bilim alanlarına birlikte saygı gösterilmemesidir.
Adı bilim adamı olan kimseler, teorilerini kuramadıkları için, dinsel olanla bilimsel
olanı ayıramamakta, irade dışı hareket ve davranışların bir robot gibi olup bilim
kurallarına tabi olduklarını, insan için iradeli hareket ve davranışların ise
dinsel olduğunu görememektedirler. Bunun için de onlar, deney-gözlem metodunu
uygulayarak, dini olayların, iradi hareket ve davranışların kanun ve kurallarını,
tabiatta ve laboratuvarlarda aramaktadırlar. Hâlbuki fen bilimleri, ilim olup bu alanların
kanun ve kurallarını duyularımızla, deney ve gözlemlerle laboratuar yardımıyla da
arayıp buluruz. Ancak irademizle yaptığımız işler, hareket ve davranışlar ise
dinsel oldukları için bunların kanun ve kurallarını dinsel kaynaklarda mesela Tevrat,
İncil, Zebur ve Kuran gibi ilahi eserlerde arayıp bulmak zorundayız. Zira dini hayatı,
irademizle işlediğimiz faaliyetlerin kanun ve kurallarını laboratuarda ve tabiatta
arayıp bulmak mümkün değildir. Manavdan beş kilo patates ve on kilo domates
alabilirsiniz; fakat bir kilo nikâh ve bin kilo devleti hiçbir yerden ve hiçbir
kimseden alamazsınız. Çünkü insan için birisi pozitif bilimin, diğeri ise
kıymet-değer hükümlerinin hâkim olduğu iki alan vardır. Mesela Hukuk
kavramı, kıymetler kategorisine girer. Hukukta hâkim olan kanun ve kural fikridir,
yoksa hadise ve olay fikri değildir. Eğer hukukta vakıa ve olay fikri hâkim olmuş
olsaydı, bütün olayları, reel olmaları itibariyle kıymet bakımından eşit gören
determinizme dayanan herhangi bir pozitif bilim sahasında bulunmuş olurduk. Hâlbuki
hukuk, vücudi hükümleri değil, kıymet hükümlerini formüle eder. Olanı değil,
olması gerekeni dile getirir. Kıymet hükümleri gayeleri içerir. Hukukun gayesi ise
hayır-yarar, ortak hayır ve kamu yararıdır.[7]
Abdülhak
Kemal Yörük’ün bu ifadelerine biz de katılarak ekonominin de hukuk gibi olduğunu,
bilhassa mal, para ve diğer maddeler gibi enstrümanların dışında onun insana bakan
tarafıyla mesela mülkiyete saygı gibi, bir değerler bileşkesi olduğunu da kabul
etmek zorundayız. Dünya
Kuran-ı Kerim’e göre bir sebepler dünyasıdır. İlim de zaten sebep netice
bağıntısı, illet ve sebeplere dayanan neticeler değil mi? Kuranda “Doğrusu biz onu
yeryüzünde yerleştirdik ve ona her şeyin bir sebebini verdik. Böylece o, bir sebebe
tabi oldu.”, buyrulmaktadır.[8] Dünyada
ayrıca denge sistemi de vardır. Çünkü Kuranda “Güneş ve ay hesap ile hareket
ederler. Yıldızlar ve ağaçlar (kanunlara
boyun) eğerler. Göğe gelince Allah onu yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi
bozmayın.”[9],
buyrulmaktadır. Canlılarda
her bir tür, bir başka türle dengelenir. Yırtıcı hayvanlar diğer hayvanlarla,
hayvanlar da otlar, yapraklar ve yeşilliklerle dengelenir. Mesela yapraklarla beslenen
yaban develerinin sayısı fazla olursa ağaç yaprakları azalır, azalan yapraklarda
bulunan zehir maddesinin yüzdesi artar ve develer ölür, böylece sayıları azalır.
Yapraklar tekrar çoğalır. Dünya hayatı, canlılar için hep böyle devam edip gider.[10]
İnsan akıllı olduğu için dünyada insan türünü ise dengeleyecek bir varlık
yoktur. Onu dengeleyen yine kendisidir. Çünkü insanlar iyi kötü, yani kanun ve nizama
uyanlar ve uymayanlar olarak iki kısma ayrılırlar.[11] İnsanlar,
sadece sistem yaşlanıp yetersiz hale gelince arayışlara, alternatif arayışlarına
girişmez. Eğer sistem, zulüm yapıyorsa, toplumu sınıflara ayırarak ayırmalar ve
kayırmalar yapıyorsa, tüm vatandaşlara aynı muameleyi yapmıyorsa, bu ve buna benzer
olaylar da insanları alternatif arayışlarına elbette itecektir. Bundan daha doğal bir
şey olamaz. Çünkü akıl sahibi insan, refah ve mutluluğun en ilerisine ulaşmaya çalışacak,
her zaman ve her mekânda buna layık ve ehil olduğu için her gün daha iyisi ve daha
iyisi, daha güzeli ve daha güzeli der ve diyecektir. Bugün dünden, yarın da bugünden
elbette daha iyi olmalıdır. Onun içindir ki, İslam Peygamberi Hz. Muhammed, “İki günü
eşit olan ziyandadır, aldanmıştır.”, buyurmuşlardır.[12] Dünden
bugüne insanlara nizam ve düzen sunmak isteyen sistemler, varlığı bütün yönleriyle
kuşatamadıkları için hep parçalarda, uçlarda, kol ve parmaklarda dolaşmışlardır.
Hâlbuki insan hayatı, birey ve toplum olarak tüm yönleriyle yani dini, ilmi, içtimai,
idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanları ile insan bedeninde görüldüğü gibi bir
bütündür. Hatta yalnız insanın kendisi değil, birey ve toplum olarak herkesin,
hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklarla bile bir birlikteliği vardır. Çünkü
insan, hayvanları, bitkileri ve hatta cansız varlıkları bile mutlu edebildiği
ölçüde mutlu olur. Onun için bize göre varlıklar âleminde ayrımcılık yapmak
yanlıştır ve tabiî ki, zararlıdır. Hz. Peygamber, bir toplumun bireyleri arasındaki
birlikteliği dile getirirken şöyle buyurmaktadır: “Bütün müminleri sevgi,
merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi görürsün. O vücudun bir organı
hastalanınca,
vücudun diğer kısımları, uykusuz kalarak ve ateşlenerek, birbirlerini hasta organın
elemini paylaşmaya çağırırlar."[13]
Yine Hz. Peygamber, başka bir hadislerinde "(İslam toplumunda) müminin mümine bağlılığı,
taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir." buyurmuştur.[14] İslam
düşüncesinin ve bilhassa ekonomik alandaki arayışların “kapitalizme bir alternatif”
gibi kabul edilmesi pek doğru olmasa gerektir. Zira İslam düzeni, zaten tüm
sistemlere, bireyci ve toplumcu rejimlere ve insan ürünü olan her türlü hayat tarzına
bir alternatiftir. Çünkü vahye dayanmayan, delilini ilahi iradede arayıp bulmayan
insan davranışları, her zaman doğru ve yararlı olmaz. Zira sadece akla dayanan bilgi,
her zaman gerçekçi olmayabilir. Çünkü akıl nakle muhtaç, nakil de akla muhtaçtır.
Bilhassa sosyal bilimlerde bunlardan birisi olmazsa, diğeri de olmaz ve gerçek kanun ve
kurallar da ortaya çıkmaz. Bilgi
yani hüküm, yani bir vasfın, özelliğin ya da bir fiilin bir varlığa izafesi
meselesi, bilhassa bugün özellikle de sosyal bilimlerde çok çok önemli olsa gerektir.
Çünkü bilgi denilen şey, izafidir, takribidir, nispidir ve ihtimalidir. Yani
duyularımızla elde ettiğimiz dış dünyaya ait olan bilgilerimizi iç dünyamıza ait
olan sezgilerimizle elde ettiğimiz bilgilerle birleştirmezsek hayatı yüzde elliye
indirgemiş oluruz. Bu ise insan için büyük bir eksiklik kabul edilmelidir. Biz zaten
onun için Rönesans medeniyetini, din dışı yapılandığından dolayı sosyal bilimler
açısından bir tarafı tutmayan felçli bir insana benzetmek istiyoruz. Yalnız
burada alternatif denilmekle okuyucuya sanki İslam ekonomisi ile diğer sistemler,
denkmiş gibi gelebilir. Hâlbuki İslam ekonomisi ve İslam düzeni, kendine mahsus süi
jeneresit bir sisteme sahiptir. Diğer sistemler ise birtakım eksik ve aksaklıklarla
maluldürler. Mesela kapitalizm kamu mülkiyetini reddeder; komünizm ise özel mülkiyeti
reddeder. Liberalizm müdahaleyi reddeder; sosyalizm ise serbest piyasayı reddeder.
Teşebbüs kapitalizmi planlamayı reddeder; devlet sosyalizmi ise girişimciliği
reddeder. Karma taraftarı olanlar da ekonomide sistemi reddederler. İşte böylece bu
insan ürünü sistemler, hep ifrat ve tefritci sistemlerdir ve menfi sistemlerdir,
diyebiliriz. İslam
düzeni ise istihsalde mülkiyeti, tüketimde şüyuiyeti, mübadelede serbestliği, tedavülde
(bankacılıkta) tarifeyi, üretimde serbest girişimciliği, inşaatta planlamayı kabul
etmiş bir sistemdir. İslam sistemi, müspet bir sistemdir ve uç sistemlere göre ya da
sistemlerin aşırılıklarına göre merkezde bulunmaktadır. Hatta bütün sistemlerin
iyi tarafları ondan toplanmıştır, diyebiliriz. Bütün sistemlerin kötü tarafları
da ondan uzaklaştırılmıştır.[15]
Zaten
güya bireyi tutan liberalizm ile kapitalizm, toplumu tutan sosyalizm ile komünizm işi
baştan kaybetmişlerdir. Çünkü insan denilen varlık, aynı zamanda hem birey ve hem
de toplumdur. Onun için kişinin refah ve mutluluğu birey-toplum, fert ve devlet
dengesinin kurulmasından geçer. O sebeple Kuran-ı Kerimde Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’den
bahsederken o, bir tek kişi olduğu halde “Gerçekten İbrahim bir ümmet (toplum) idi.”,
buyurmuştur.[16]
O nedenle toplumda normal iş bölümünün dışında yapay bir şekilde sınıflar
üretmek, tabiata müdahaleden başka bir şey değildir. Tabiata, fıtrata ve doğal
olana yapılan her müdahale de faydanın yanında zarar da getirir. O yüzden emeği ile
çalışıp kazananları suni bir şekilde ayırıp onlara işçi sınıfı diyerek,
ücretleri konusunda söz sahibi olma haklarını da ellerinden gasp ederek başlarına
sendika adı altında bir zorba dikmek, zulümden başka bir şey değildir. Eğer bir
insan, kendisinden bir an dahi ayrılmayan, ayrıldığı anda da mala veya hizmete dönüşen
emeği hakkında söz sahibi olamıyorsa o, ya bir çocuk veya deli ya da köle durumuna
sokulmuş zavallıdan başka bir kimse değildir. Onun için bize göre işçi ve işveren
sendikaları, anlaşan ve anlaştıran iki kısım değil, savaşan ve dövüşen
taraflardır veya insanları hayvan gibi pazarlayıp satan hasta toplumun hasta
organlarıdır. İşte bu sebepten dolayı bugün iş hayatında var olan ve adlarına
örgüt denilen, işçilerin ellerine ve ayaklarına geçirilmiş olan, onları
kendilerini idare etme yetisinden mahrum eden, bu bukağıları, zincir ve prangaları
kırıp tedavi etmek bizim en insani görevimiz olacaktır.
“…
Refah devleti politikaları küreselleşme koşullarında düşünüldüğünde, sermaye
açısından önceki rejimin yapısından kaynaklanan avantajları da oluşturmamaktadır.”,
deniliyor. Evet, bu cümle bize göre çok doğru bir cümledir. Çünkü her sistem,
ancak kendi bünyesi içerisinde geçerli olur. Karma ekonomi ve karmacılık,
karışıklıktan başka bir şey değildir. Sistem temelde bireyci ise ona göre
politikalar üretmek ve uygulamak en doğrusudur. Fakat bireyci bir rejimi, toplumcu
politikalarla değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışmak bizce yanlıştır. Ekonomide
nirengi noktalarını değiştirmek, binanın kolonlarından birinin yerini değiştirmek
kadar zordur. Başka bir örnek vermek istersek 3 ayaklı yuvarlak masa, 4 ayaklı kare
masa ve 6 ayaklı dikdörtgen masa, bunların hepsi birer sistem görüntüsünü verir;
ama bunlardan birisini diğeri ile birleştirmek istediğimiz zaman sistem bozulur ve
denge kaybolur. Aslında İslam ekonomisi, birey ile toplumu dengede tutan doğal ve ilahi
bir sistem olduğu halde bunun dışındaki tüm sistemler, buna benzer değildirler. Onun
için sistemi yeniden buna göre yapılandırmadıkça gerçekleştirilen yerel
değişikliklerin ve kısmi sermaye birikimlerinin uzun vadeli kazanımlar
sağlayacağına inanmıyoruz. Ayrıca refah devleti değil, refah toplumu düşüncesi
olması gerekir ve sadece küreselleşme de değil, yöresel ve küresel dengelerin
kurulması gerekir ki, bu da dünyanın ahşap ve toprak evlerden betonarme apartmanlara
taşındığı gibi, eskimiş sistemleri bırakıp temelden, tümüyle yeni bir proje ile
yeni bir sisteme taşınmalıdır, derim. Onun temeli de Kuranda bahsedildiği üzere,
geçmişte ve günümüzde olduğu gibi, faiz, kar ve ticaret ya sınırsız serbest formülünü,
ya da bu faiz, kar ve ticaret sonsuz yasak formülünü uygulayan sistemler değil, faiz
tamamen yasak, kar ve ticaret ise tamamen serbest esasına dayanan bir sistem olacaktır.
“Onlar, kar ve ticaret faiz gibidir, dediler. Oysa Allah, kar ve ticareti helal, faizi
ise haram kılmıştır.”[17]
Az
önce yukarıda da naklettiğimiz Hz. Peygamberin hadisinde belirtildiği gibi, bizim
anlayışımıza göre halkıyla ve devletiyle bir toplum aynı insan vücuduna benzer,
organiktir ve bir bütün teşkil eder. Hangi amaçla olursa olsun gerek yönetimden ve
gerekse toplumdaki kesim ve kısımların her hangi birinden gelen bir hareket, tüm
toplumu etkiler. Onun için bireyin geliri tolumun geliri, bireyin mutluluğu toplumun
mutluluğu, toplumun zararı bireyin zararı olarak görülür. Zira birey-toplum, fert ve
devlet bütünlüğü olduğundan bu her iki taraftan birisi açısından üretim
gerçekleşmemişse, verginin sebebi üretim olduğu için, bu durumda vergi tahakkuk
etmez. O sebeple İslam ekonomisinde miras ve
intikal vergisi, alım ve satım vergisi yoktur. Çünkü bu olaylarda toplum açısından
bir üretim gerçekleşmemiştir. Hatta İslam hukukunda özel hukuk ve kamu hukuku ayrımı
bile yoktur. İslam düzeninde azimet ruhsat, yani normal ve anormal durum, sağlıklı
ortam ve hastalıklı ortam kanun ve kuralları, hareket ve davranışları vardır.
Mesela ayette
“Sizden
evvelkilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı” ayeti ile oruç
tutmak, mükelleflere farz kılınmıştır. Bir sonraki ayette ise “İçinizde hasta ve
yolcu olanlar ise diğer günlerde tutmak şartıyla veya fidye vermek kaydıyla oruçlarını
yiyebilirler. Ancak bu durumda da oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır”[18]
buyrularak ruhsat verilmiştir. Öyle ise sağlıklı bünyenin hareketi ile hasta
bünyenin hareketi aynı olmaz, farklı olur. Toplum açısından yapay sınıflar yerine
normal anormal, sağlıklı ve hasta gibi doğal ortam ve şartlara göre politikalar
üretmek esastır. İşte ekonomik hareket ve davranışları gerçekleştirirken
sınıfsal davranmak, bilimsel olmadığı gibi yararlı da değildir. Ekonomik
büyüme veya küçülme bir mevsimin gelişi gibi tüm toplumu ve bütün alanları
etkiler. O sebeple bir ülkede tarım, ticaret, sanayi, orman ve hayvancılık, ayrı
alanlar olmakla beraber aynı zamanda bir bütündür. Yani endüstriyi merkeze almakla
veya ticareti planlamakla bölüşümde adalet sağlanamaz ya da meseleye sınıfsal
yaklaşımlarla biz gerçek verilere ulaşamayız. Bugün olduğu gibi suni sınıflar
üretmekle ya da sınıf çatışmasını sağlamakla ekonomide dengeler kurulmaz. Ekonomi
çalışma ve yaşama düzeni olduğuna göre, üretim-tüketim, tasarruf yatırım,
serbest alan ile planlı olanın dengelerinin kurulması gerekir. Sağlıklı ekonomi
ancak böyle kurulur; yoksa sermaye veya emek taraftarı olmak, ya da bireyci veya
toplumcu görüşü yan tutmakla bir yere varılamaz.
İslam
Ekonomisinin Metodolojisi
Yazarın
da ifade ettiği gibi, İslam, sadece ritüeller, dua ve ibadetlerden ibaret bir din değil,
aynı zamanda bir düzen, sistem ve rejim de getirmiştir. Yani İslam, hem din ve hem de
bir düzendir. İslam’ın dini Müslümanlara ait olduğu ve her din sahibi kendi dinine
mensup olacağı gibi, İslam düzeni de bir ilim ve ilme oturan bir sistem olduğu için
isteyen her belde ve kantona da uygulanabilir. Çünkü Kuran-ı Kerim, “Rabbinizden
size indirilene tabi olunuz, ondan başka velilere uymayınız”[19]
buyurarak sadece kendisine uyulmayı emretmektedir. Onun için Kuran, birey ve toplum
olarak insanın ihtiyacı olan her şeyi; dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi…
ve ailevi olan yani iradi olarak insana ait olan her şeyi açıklamış, ona iğne ucu
kadar boş ve açıklanmamış bir yer bırakmamıştır. “Allah şaşırırsınız diye
size açıklamalarda bulunmaktadır. Allah her şeyi en iyi bilendir.”, ayeti[20]
adeta bize Kuran’ın ya doğrudan ya da dolaylı olarak her şeyi açıkladığını
seslendirmektedir. Yalnız
burada bize düşen şey, birey ve toplum olarak içtihat ve şura yardımıyla Kuran ve Sünnete
dayanarak bilgiler elde etmektir. Fakat bunları bizim burada ayrıntılı bir şekilde
anlatmamıza imkân yoktur Ancak bu söz konusu olan yazı, ekonomik alanda olduğu için
biz şimdi konuyla ilgili bazı ayetleri nakletmek istiyoruz. Kuran-ı
Kerim'de ücret (icare: hizmet ve kira),[21]
alış veriş (bey1),[22]
faiz,[23]
para,[24]
malların (ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi,[25]
zekât (vergi) ve zekâtın dağılım yerleri,[26]
ticaret[27]
ve ziraat[28]
gibi iktisatla ilgili daha birçok konularda ayetler vardır. Böylece ekonominin temelini
teşkil eden üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve diğer konularda sistemin genel
prensipleri tespit edilmiş bulunmaktadır. Tabi bu ayetleri anlamak için Kuran-ı
Kerim'in dilini, ilmi bir şekilde bilmeye yani klasik Arapçayı bilmeye, fen ve sosyal
bilimleri de genel esaslarıyla bilmeye ihtiyaç vardır. Bizim
bir bilim adamı olarak her şeyden önce bugünkü insan hayatı hakkında, insanın
mutlu olup olmadığı hakkında sorular sorup bilgiler edinerek ona göre hayatın eksik
ve aksak yerlerini düzeltmemiz gerekir. Bunu yaparken de bir takım hipotezlere ve genel
kurallara dayanarak bir proje üretmek zorundayız. Sekiz milyar insanı düşünerek,
onları mutlu etmek zorundayız. Önce bilgilerimizi yenilemek durumundayız. Mesela dinin
lehinde ve aleyhinde olanlar var; onu kabul edenler ve etmeyenler var. Dini bilmeyen
mesela İslam hukukundan habersiz olan bir kişi karşısında İslam hukuku bir fizik
kitabı kadar bilimseldir[29]
demenin ne faydası olabilir. Onun için ben şahsen herkese geliniz, geleceğin insan düzenini
birlikte kuralım diye çağrıda bulunmak istiyorum. Ama bu iş Kuran’ sız olmaz. Biz,
Kuran yardımıyla genel kuralları, sosyoloji ve ekonominin nirengi noktalarını tespit
etmeliyiz. Kuran ve Sünnete dayanan İslam dininin, bir dini yönü bir de düzen yönü
bulunmaktadır. İslam’ın düzen yönü, yani Müslüman bireylerin diğer insanlarla
ve diğer varlıklarla olan münasebetleri özele bakan tarafıyla dini ve ahlaki, topluma
ve dışarıya bakan tarafıyla da hukuki yani bilimseldir. Bu bakımdan İslam ekonomisi,
İslam düzeninde dine ve ahlaka değil, bilim ve hukuka dayanır. Zaten İslam düzeninde
yükümlünün fiilleri Ömer Nasuhi Bilmen’in de eserinde bahsettiği gibi, 1- Şeri,
hukuki, kazai ve mecburi; 2- Dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olmak üzere iki kısma
ayrılır.[30]
İşte İslam ekonomisi de aynı fıkıhta yani İslam hukukunda olduğu gibi, serbest sözleşmeye
dayandığı için, hukuki ve bilimseldir, yoksa Nilgün Hanımın dediği gibi sadece
ahlaka dayanan bir sistem değildir. O, araştırmasını bazı yazarlara dayanarak
yaptığından ekonomiyi ahlaki esaslar üzerine oturtmuştur. Hâlbuki İslam düzeninde
ahlaki esaslar, ikinci bir avantajdır, yani din ve ahlak, İslam düzeninde bu bakımdan
hukuk ve ekonominin destekçileri ve yardımcılarıdır, diyebiliriz. Onun için “…iktisat
disiplininin de; ahlak, hukuk, politika gibi İslam dininin emir ve himayesi altında
faaliyet gösterdiği ve onun kontrolüne bağlı olduğu ifadesi” bizce de doğrudur.
Çünkü her sistem, ancak kendi bünyesi içerisinde geçerli olur. Yazarın
kaynakları, temel İslam kaynakları olmadığı gibi, dayandığı kişiler de henüz
İslam ekonomisini araştırıp öğrenmeye çalışan kimselerdir, diyebiliriz.
Dayandığımız delil, bizi yanlışa götürürse neticenin de yanlış olacağı bir
gerçektir. Mesela “ibadet olarak değil de hayatı idame ettirmek amacıyla yapılan
ekonomik faaliyetin Müslümanları şirke götüreceği” anlayışından
bahsedilmektedir. İslam’da haram yemek, Allah’ın yasak ettiği bir şeyi işlemek
insanı şirke götürmez; ancak günahkâr yapar. Diyanet
İşleri eski başkanlarımızdan merhum Ahmet Hamdi Akseki, şirki, Allah ile kendi
aralarında putları bir vasıta
yapıp onlara tapmayı ve Allah’ın birliğine inanmamak olarak açıklamıştır.[31]
Kuranda da “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka
dilediğine her şeyi bağışlar”[32],
buyrulmaktadır. Şu halde küfür ve şirk, inançla ilgilidir; ekonomi ise daha çok
amel ile yani fiil, hareket ve davranışlarla ilgilidir. Yanlışa
başka bir örnek de şudur: (Zaim de iktisadı; “İslam’ın ahlaki ve ideolojik bir
alt birimi” olarak tanımlamaktadır. Buna göre, iktisat disiplini kendi ayrı
varlığına sahip olmakta ancak sistemin bütünlüğü içinde bir alt birim olma
özelliği taşımaktadır.), denilmek suretiyle tespit edilip dayanılan delil yanlış
olunca, neticede İslam’da iktisat sistemin bütünlüğü içinde bir alt yapıdan
ibarettir, neticesi de varılan başka bir yanlış sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslam
terminolojisinde alt yapı üst yapı, alt birim ve üst birim ifadeleri yoktur; usul ve
füru, vücut-organizma ve uzuv-organ gibi terimler vardır. Onun içindir ki, İslam
anlayışında dinin,
canın, aklın, neslin ve malın
korunması bir zorunluluktur. Yani düzen ne ise sosyal hayat da odur, eğitim-öğretim,
aile kadar, aile de ekonomi kadar, ekonomi ise eğitim-öğretim kadar, sosyoloji ve aile
kadar önemli olup bunların hepsi bilimseldirler. Yani iddia edildiği gibi ekonomi alt
birimlerden birisi değil ve ahlaka dayanan davranışlar bütünü değildir. Vücudumuzdaki
solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım ne ise İslam düzenindeki ilim, din, ekonomi,
hukuk ve politika organları da odur. Bize
göre İslam düzeni ya da ekonomisinin metodolojisi ve yöntemi henüz tam anlamıyla
ortaya çıkmamıştır ki, sistemi, değer yargıları ekseninde biçimlendirilmiş
olsun. Bugün İslam düzenini meydana getiren alanlardan din, ilim, hukuk, ahlak, ekonomi
ve politika gibi organların bir sistem gibi ortaya çıktığı ve oluştuğu görüşünde
değilim. Bırakın İslam ekonomisini bugün bilinen ve yaşanan hiçbir ekonomik
sisteme, içinde çelişkiler bulunmasıyla bize göre sistem demek bile mümkün değildir.
Onun için aynı bugünün sosyal bilimlerinde, özellikle de ekonomide olduğu gibi bir görüntü
vardır. Öyle bir sisteme benzeyen, çelişmeyen, çatışmayan ve çarpışmayan bir
İslam ekonomi metodolojisi henüz yoktur. Ama bunu bilim adamları olarak, tüm insanlığın
refah ve mutluluğu için en kısa zamanda arayıp bulup ortaya koymak zorundayız. Bize
göre fen bilimleri, aynı sosyal bilimlere benzer bir şekilde insana yön verir. İnsan
bedenini, hayvanı, bitki ve cansız varlıkları konu edinen fen bilimleri, onlara
yakışan bir şekilde faaliyet göstermektedirler. İnsanın organlarının
faaliyetlerini ve beynin işlevine yön vermeyi konu edinen sosyal bilimler de insana yakışan
bir şekilde çalışmalıdırlar. Mesela
başka ikinci bir yol varmış gibi, “sistemi
tümüyle değer yargıları ekseninde biçimlendiren metodoloji”, deniliyor. Sadece
iktisat değil, din, ahlak, hukuk ve insana bakan tarafıyla ekonomi bunların hepsi,
kıymet hükümlerine tabidir ve bunlar değer yargılarına göre şekil alıp biçimlenirler.
Yoksa çalışmasıyla Nobel ödülü alan Paul A. Samuelsun’un İktisat adlı eserinde
“Bir papağana arz ve talep kelimelerini ezberlettirirseniz, onu iktisatçı
yapabilirsiniz” şeklinde kurduğu cümlelerle bir yere varılamaz.[33]
Yine aynı şahsın “Terimlerin Zulmü” başlığı altında “Özellikle sosyal
ilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız lazımdır, dedikten sonra 3
iktisatçının terim kargaşası yüzünden aralarında tartıştıklarını naklederken,
belki haberi olmadan, bize göre, ekonomi ilminin terimlerinin yerli yerine oturmamış
olduğunu dile getirmiş oluyordu.[34]
Zira mal ile parayı, para ile emeği ayıramayan, hem üretimden ve hem de tüketimden
vergi almayı öneren, mülkiyeti inkâr eden, halkı sınıflara bölen… ve ekonomide
dengeleri kuramayan liberalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm ya da karma adlı
sistemlere, bizim insan olarak sistemimiz demek mümkün değildir. Sistem dediğin, vücudumuzdaki
solunum, sindirim ve dolaşım sistemleri gibi, hem kendi içlerinde, hem de diğerleri
ile beraber uyum ve ahenkli olan, aralarında doku uyuşmazlığı bulunmayan sistemler
gibi olur ve olmalıdır. Öyle sanıyorum ki, İslam ekonomisi üzerine fikir beyan
edenlerin çelişkileri, bu sistemleri savunanların çelişkilerinden daha çok değildir.
İster
değer yargıları deyin, isterse kıymet hükümleri deyin, bunlar sadece ekonominin değil,
tüm sosyal bilimlerin temelini teşkil ederler. Çünkü bunlar, insanların itibar edip
değer verdiği, kalben kabul ettikleri ve onları yönlendirip harekete geçiren
hükümler ve bilgilerdir. Ekonomik çarkı döndürenler de bunlardır. Mesela verilen sözleri
yerine getirip sözleşmeleri uygulamak[35],
helal gıda yemek[36],
insanların mal ve paralarının değerini düşürmemek ve enflasyon yapmamak[37],
alacak ve borçları yazmak[38],
insanların mallarını bedelini verip gönüllerini hoş etmeden alıp yememek[39],
ticaret yapıp kar elde etmek helaldirler; faizden kazanmak ise haramdır[40],
avcılık yapmak[41],
kişinin ürettiğine sahip olması[42],
ziraat yapmak[43]
gibi ekonomik olaylar, hep insanın iç dünyasında oluşarak verdiği kararlara yani
değer hükümlerine dayanan şeylerdir. Ekonomik olaylarla ilgili kanun ve kurallar
hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler, www.enfal.de sitesindeki bizim ekonomik
tefsire ve Kuran-ı Kerime Göre İslam Düzeni ve Ekonomik Esaslar adlı çalışmaya
bakabilirler. Yazar,
İslami yazın adını verdiği faydalandığı kaynaklara dayanarak, dini alan ve seküler
alan ayrımı yaparak, din
alanı dışında bir ahlak ve adalet mekanizması tanımlanamayacağı sonucuna
ulaşmaktadır. Biz, hayatı un helvası gibi bir bileşim olarak gördüğümüzden, dini
alan ve seküler alan diye ayırmanın mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Aslında bu sekülerleşme
yani dünyevileşmek, dünyanın bir bileşeni ve öbür tarafı olan ahireti yok saymak
ve onu koparıp atmaktan kaynaklanmaktadır. Hâlbuki öbür dünya, inananlar için hak
mutlaka yerini bulacağından, kesinlikle olacak ve insanlar yaptıklarından hesap
vereceklerdir. Burada bu dinden kopuşun asıl sebebinin Rönesans medeniyetinde, aydınlanmacılığın
da etkisiyle din-dünya, din ve devlet ayrılığı gibi yapılan yanlış tasniflerin
itibar edilmesinde görülmelidir. Zira bizim ikili tasnifimize göre sınıflamanın
Halik-mahlûk, birey-toplum, fert-devlet, bilim-din, dünya-ahiret, yöresel ve küresel
şeklinde yapılması daha gerçekçidir. Böyle olunca her bir alan kendi bileşeni ile
dengelenir ve bunların hepsi bir bütün teşkil eder. Biz metodolojinin böyle kurulması
ve böyle çalışıp işlemesi gerektiğine inanıyoruz.
İnsan
vücudundaki dört sistem gibi sosyal bünyede var olan din, hukuk-politika, ahlak ve
ekonomik sistemlerinin ikisi bireysel, ikisi de toplumsaldır. Bireysel olanlar, din ile
ahlak, sübjektiftir ve daha çok insanların iç dünyaları ile ilgilidir, diyebiliriz.
Hukuk ile ekonomi ise daha çok toplumsal olması ve insanların dış organları ile
ilgili olası dolayısıyla objektiftir, bilimseldir ve sebep netice bağıntısına
dayanır. İslam ise hem din, hem ahlak, hem hukuk ve hem de ekonomidir. Çünkü ayette
“Rabbinizden size indirilene (Kuran’a) uyunuz. Ondan başka birtakım dostlara
uymayınız. Ne kadar da az düşünüyorsunuz.”[44],
buyrularak, birey ve toplum olarak sadece ve yalnız Kurana yani İslam’a tabi olmamız
emredilmiştir. Bu yüzden samimi, inanan ve bilen bir Müslüman kişi için zaten bundan
başka yapılacak bir şey de yoktur. İşte bu sebepten dolayı yazarın itiraz yollu
nakledip söylediği şu düşüncelerin doğru olduğunu kendisine söylemek isteriz.
Çünkü Batı medeniyeti ortaya çıktığı günden beri bireyci ve toplumcu
ekonomilerin hiçbirisi, gerçek işbölümü, bölüşüm ve her konuda adalet ve denge
açısından bakıldığında bir sürü eksik, aksak ve haksızlıklar vardır.
Merkantilizmden bugüne yapaycılık, müdahale ve katılımcı demokraside olduğu gibi,
dışarıdan gazel okumalar vardır, baskılar ve kayırmalar vardır. Yani insanlık, bugüne
kadar kendisine yakışan ve insana uygun bir ekonomik sistem kuramamıştır. Eğer
insanlık, bize yardımcı olursa bu adil, bilimsel ve tüm kurumlarıyla birey ve
toplumun, hatta tüm canlı varlıkların lehine çalışan bu sistemi inşallah Müslümanlar
olarak biz kuracağız. Yazar
şöyle diyor: “Ancak, İslami yazın bu yolla yalnızca ortodoks iktisadın
benimsediği bir metodolojiyi tüm seküler alana teşmil etmekte böylece de; ahlak ve
adalet mekanizmalarının yalnızca din alanı içinde ve dini yöntem ile gerçekleşebileceği
tezini gündeme getirmektedir. Sistemin adil işleyişi ahlakın bir fonksiyonu olarak
değerlendirilirken ahlakın da dinin bir fonksiyonu olduğu varsayımı benimsenmektedir.
Bu yaklaşım seküler alanın “değer yargılarından arınmış” olduğu düşüncesi
ile birleştiğinde ise, kaçınılmaz olarak, din alanı dışında bir ahlak ve adalet
mekanizması tanımlanamayacağı sonucuna ulaşılmaktadır.” “İslami
yazında, İslam iktisadı incelenirken kullanılacak olan usul; vahiyden kaynaklanan
ilkelere dayandırılmakta”, deniliyor. Zaten bir Müslüman için başka bir yol
yoktur. Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam ve vahiy bir Müslüman için
her şey demektir. O, ondan başka hiçbir kimseye, hiçbir şahsa ve topluma, güce-kuvvete,
şuna veya buna, asla uymaz ve uyamaz. Müslüman, şartlara göre hareket ederek,
kendisine toplumdan, devletten veya dışarıdan zarar gelmediği müddetçe İslami
ilkeleri uygular ve zaten bunları uygulamak zorundadır. Yani Müslüman birey, izafi
hareket eder, şartlara ve duruma göre hareket eder. Toplum, devlet ve dış güçler
yani şartlar kendisine izin verdiği sınıra kadar o, İslami emir ve yasakları
uygulamak zorundadır. Çünkü “Allah, hiçbir kimseye gücünün yetmeyeceği bir
şeyi emretmez.”[45]
Zamanla, mekânla ve çevre ile kuşatılmış olan insan, ısıölçer alet gibi, zamanın
ve mekânın sıcak ve soğukluğuna göre hareket ederek daima olumlu ve müspet
davranmaya çalışır. Onun için bir Müslümanın dünyada yaşamayacağı bir yer
yoktur. Ona, “Ben Müslüman değilim”, dedirtecek kadar İslam düşmanlığının
yapıldığı bir yerde bile onun namaz kılmadan, oruç tutmadan ve hatta diliyle açıktan
şahadet kelimesini bile getirmeden yaşama hakkı vardır. Kuran’da bu durumda olan
kimse için şöyle denilmektedir. “Kalbi imanla dopdolu olduğu halde baskı ve zulüm
karşısında Allah’ı inkâr ettiğini söylemek, Allah’ı üzmez.”[46] “İktisadın
ideolojik işlevi göz önünde tutulduğunda” deniliyor. Bu ifade, iktisat ilmi açısından
tartışılabilir bir söylemdir. Çünkü iktisat fayda ve zarar ilmidir. Zira iktisat,
çalışma ve yaşama düzenini bize öğreten bir bilimdir. Onun için iktisadın
işlevi, insanları ideler dünyasına çekmek değil, onların yeme, içme, giyme barınma
ve yaşama ihtiyaçlarını birey ve toplum olarak tatmin etmenin yollarını aramaktır.
18. ve 19. Asırlardan beri insanlık bu yolları bulamamıştır. Bundan dolayı insanlar
mutlu değildirler. Çünkü toplumu meydana getiren kurumlar arasında denge olmadığı
gibi, varlıklar arasında da bir denge mevcut değildir.
Onun için bugüne kadar sistemler insan, hayvan, bitki ve cansız
varlıklar arasındaki dengeyi de kuramamışlardır. Besi adına hayvanı kazığa takıp
4 metre karelik yere hapsederek onu sırtını bile kaşıyamaz hale getiren sömürü
zihniyetinden mutluluk beklenemez. Hayvanı ve bitkileri mutlu etmeyi düşünmeyen
insanların kendileri de mutlu olamazlar. İnsan,
birey olarak çok merkezli bir varlık olduğu gibi, aynı zamanda kendisine benzer çok
merkezli olan bir toplum ile de dengelenmesi gerekiyor. Maalesef sistemler, sadece ekonomi
dediler; böylece insanı mutlu edemediler. Onu yalnız bir yönüyle ele aldılar, hele
birey-toplum dengesi yönünden de yaya kaldılar. Biz, birey ve toplum dengesini birinci
basamaktan başlayıp son basamağa kadar şöyle görüyoruz. Kişi birey, aile toplum,
aile birey mahalle toplum, mahalle birey köy toplum, köy birey bucak toplum, bucak birey
ilçe toplum, ilçe birey il toplum, il birey bölge toplum, bölge birey devlet toplum,
devlet birey tüm insanlık toplumdur. Bu zincir en büyüğünden en küçüğüne, en
küçüğünden de en büyüğüne kadar hep birbirinden etkilenirler. Bu dengeleri
kuramamış sistemler, insanı sadece ekonomi ile nasıl mutlu edebilirler. Sistemlerin
değer yargılarına önem vermemelerinin sebebi, bize göre Hıristiyanlığın bünyesinden,
kilise ve papazların tutumlarından kaynaklanmıştır. Bunu uzun uzun açıklamaya gerek
görmüyorum. Ancak şu kadar söylemek istiyorum ki, ilim ne ise din odur, din ne ise
ilim de odur. İlim eşyanın kural ve kanunu, din de insanın kural ve kanunudur. Dini
Allah koyduğu gibi, ilmi de Allah koymuştur. İnsan ise her ikisine de muhtaçtır. Zira
bunların insanda ruh-beden, fizik ve metafizik olarak tezahür ettiğini görüyoruz.
Onun için insan açısından din bilim kadar, bilim de din kadar değerlidir. Kilise
bilim ve teknolojiye, bu ürünlere ve bilimin sonuçlarına karşı çıktığı için
din yara almıştır. Bu medeniyette ve sistemlerde değer yargılarına bu yüzden önem
verilmemiştir, diyebiliriz. Zira bilim ve teknoloji, sistem ve rejimler Batı
ülkelerinde gelişip ortaya çıktı. Bu işler sıra ile olur; geceden sonra gündüz,
gündüzden sonra da gece gelir. Gün gelir doğu yükselir ve ileri gider; gün gelir,
batı yükselir ve ileri gider. Mesela Kuran’da bunun için “Biz bu ilerleme ve
gerileme (yükseliş ve düşüş) dönemlerini insanlar arasında döndürüp dururuz.”[47],
buyrulmaktadır. Onun için ne dine, ne bilime, ne dini değerlere ve ne de değer
yargılarına asla karşı çıkılmamalıdır. Allah Teâlâ bizlere peygamberler ve
gönderdiği kitaplar aracılığı ile genel anlamda bilimin kanun ve kurallarını,
mufassal bir şekilde de dinin yani sosyal bilimlerin kanun ve kurallarını açıklamıştır.
Onun için Kuranda hudud adı verilen bu sınırlara yani kanun ve kurallara uyma
zorunluluğu vardır. “Bunlar Allah’ın koyduğu kurallardır; Bu kuralları ihlal
etmeyin. Allah sorumlu, duyarlı ve bilinçli birer mümin olmaları için insanlara
ayetlerini işte böyle açıklamaktadır.”[48]
“Allah’ın kurallarını ihlal edenler, zalimlerin ta kendileridir.”[49]
“Kim Allah’ın koyduğu sınır(kanun)ları çiğnerse o, kendisine zulmetmiş olur.”[50]
Böylece Allah’ın fıtratımıza ve tabiatımıza koymuş olduğu sosyolojik, ekonomik,
politik ve hukuki kanunlara uymak kendi faydamıza, onları çiğnemek ise kendi
zararımıza olduğu anlaşılmaktadır. Zaten
varlıklar âlemindeki tüm kanun ve kuralları Allah koymuştur. Bunlar din bilim, fen
bilimleri ve sosyal bilimler diye ikiye ayrılırken insanların uymaları gerekenlerine
de başka bir ifade ile şeriat denir.[51]
Şeriat kelimesini çok yaygın ve her şeyi içeren manasında kullandığımız zaman tüm
varlıkların takip ettiği yol anlamına gelir. Mesela güneş doğar ve batar; bu bir
şeriattır. Mevsimler gelir gider; bu bir şeriattır. Gece olur, gündüz olur; bu bir
şeriattır. İnsanlar, yer, içer, yaşar ve ölür; hayvanlar da yer içer, yaşar ve
ölür; tüm canlıların bir ömrü ve hatta bütün varlıkların bir sonu vardır.
Bunların hepsi kural ve kanunlarla olur. İşte Kuranda bu insanların hayatlarında
takip edecekleri yola şeriat adı verilmiştir. “O (Allah), size dinde Nuh’a tavsiye
ettiğini, sana vahiy ettiğimizi ve İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi de
şeriat-kanun yaptı. Şöyle ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.”[52] “Kurulan
teorilerin, gerisindeki felsefi düşünce sisteminden etkilendiği” ifade edilmiştir.
Zaten başka bir şey olamaz; çünkü tesir, teessür ve tedricen tekâmül, bütün
sosyal ve ekonomik kurumların tabi oldukları kurallar arasındadır. Buna göre bilim ve
teknoloji, merdiven basamakları gibi insanlığın bir ürünü olarak biri diğerine
ekli ve dayanmış bir şekilde bugüne kadar gelmiştir. Yeter ki, tarihi süreç
içerisinde yıpranmamış ve güncelliğini kaybetmemiş olsun. İnsan vücuduna dışarıdan
giren bir diken gibi yabancı olmasın. Mesela İslam ekonomisi özel mülkiyeti tanımakla,
ticaret ve karı kabul etmekle liberalizm ve kapitalizme, faizi yasaklamakla da komünizme
benzer gibi görünmektedir. Ancak buna rağmen İslam ekonomisinin genel anlamda süi
jenerist-kendisine özgü bir sistem olduğunu da söylemeliyiz. Hatta bir müsteşrik
olan Jacque Austray, İslam’ın
da kendisine mahsus, süi jenerist bir sistemi bulunduğunu kabul ederek, yalnız bireyci
ve yalnız toplumcu olan sistemlerin yanında hem bireyci ve hem de toplumcu yönü
bulunan İslam ekonomisinin esaslarının araştırılmasının insanlık âlemi için
faydalı olacağını düşünmektedir.[53]
Bugün
Türk halkından birçok kimsenin yanında ve kafasında din adına Hıristiyanlık var
desek, onların İslam’ı aynı Hıristiyanlık gibi gördüklerini söylesek herhalde aşırı
gitmiş olmayız. Bu yazıda da kullanılan “ortodoks iktisat” ifadesi buna güzel bir
örnek olmaktadır. Eğer İslam düşüncesi veya ekonomisi, ortodoks, hâkim, dominant,
katı ve sert olsaydı, benden başkası yok deseydi, Yahudi ve Hıristiyanlara “ehli
kitap”, demezdi.[54]
Tüm hakikat bende, ben doğruyum, benden başkası ise yanlıştır, derdi. Hâlbuki
İslam, “İncil halkı Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin”, demektedir.[55]
Hıristiyanlıkta din adamı ve otoritesi, rahip ve rahibeler vardır. Hâlbuki İslam’da
ise böyle bir şey yoktur.[56]
Hıristiyanlıkta dogma vardır, İslam’da ise dogma yoktur.[57]
İslam düzeninde hiçbir insan ve hiçbir fikir eleştirilmez değildir. İslam’da din
adamları olmadığı gibi, devleti de onlar yönetmez. İslam’da rahip ve ruhbanlık,
din adamlığı ve cihat demek, İslam için çalışma, iyiliği hâkim kılma ve kötülüğü
yok etmek için faaliyet göstermek demektir. Her Müslüman
aynı zamanda din adamı olduğu için tek kelimeyle dindarlık demek, İslam’ı temsil
ve tebliğ etmek demektir. Çünkü Hz. Muhammed, “Her
ümmetin bir ruhbanlığı vardır, benim ümmetimin ruhbanlığı ise Allah yolunda cihat
etmektir.”, buyurmuşlardır.[58]
Zira Hz. Muhammed, “Din nasihattir”, samimi söz söylemek ve samimi davranışlarda
bulunmaktır, buyurmuşlardır.[59] İslam,
yani Kuran ve Sünnet, hem bireyi hem toplumu, hem dünyayı ve hem ahireti, hem fiziği
ve hem de metafiziği beraber kucaklayan bir dindir. Onun için dini, dini hükümleri,
ahlakı ve değer yargılarını, hukuku, kanun ve kuralları İslam’ın dışında
aramak ve ona paralel olup olmadığını hesap etmemek doğru bir hareket değildir. Bu
konuda bize delil olarak sadece “Güneş duracağı yere doğru akıp gidiyor” ayeti
yetip artar.[60]
Yani Kuran, kâinatı anlatan bir kitaptır. Kuran’dan başka kitaplarda ve başka
dinlerde de bir değer, doğru bir düşünce ve doğru bir kural ve kanun varsa bu
olabilir. Ama eksiler artıları, yanlışlar da doğruları götürmemelidir. Netice
olarak seküler alanın tamamen değer yargılarından arınmış olduğunu söylemek doğru
olmaz. Ancak şunu kesin olarak söylemeliyiz ki, din alanı dışında bir ahlak ve
adalet mekanizması tanımlanırsa biz buna İslami ölçülere uygunsa evet deriz, eğer
uymuyorsa ona da hayır demek zorundayız. Çünkü iki nokta arasında bir doğru
bulunur. Kuranın ifadesiyle “Gerçeğin dışında ancak sapıklık vardır.”[61]
İslam’da
sadece ekonomi değil, din, ahlak, hukuk ve politika her şey ve her şey, vahiy
ışığında incelenir ve hayat yolu ancak vahiy ile aydınlanır ve yaşanır. Çünkü
ayetlerde yalnız vahiy edilene uyulacağı, ondan başka bir şeye, şeytana, yollara,
istek ve arzulara uyulmayacağı hakkında Allah’ın emirleri vardır.[62] Fakat İslam anlayışında akıl başka şey,
vahiy ise başka bir şey değildir. Değil normal bir insan, Hz. Peygamber’in bile
kendiliğinden bir yasak, koymaya, bir helâlı haram etmeye bir yetkisi yoktur.[63]
Onun için İslam’da akıl ve nakil birliği ve bütünlüğü vardır. Akıl da en az
nakil yani din kadar bir delil ve din kadar nimet ve Allah’ın bir ihsanıdır. Akıl
olmasaydı Allah’ın ayetlerini, kanun ve emirlerini anlayamazdık.[64]
Yaşam ve ölümün, gece ile gündüzün Allah’ın işi olduğunu bilemezdik.[65] Allah, akıllarını kullanmayan kimselerin
üzerine pislik, gazap ve azap yağdırır.[66] Zaten bundan dolayı İslam geleneğinde mantık,
yani Müslümanın mantığı, akıl ile nakli birlikte çalıştırır. Bunlar yalnız
başlarına olmazlar ve olamazlar. Aynı zamanda dünya, ahiret, din ve diyanet, ahlak ve
siyaset hep bir bütündür. Zira dünya hayatı inanan insan için bir imtihandan
ibarettir. Allah, hayat ve ölümü, insanlardan hangisinin daha iyi iş yaptığını
denemek için yaratmıştır.[67] İslam
kültüründe hayatın ve varlık âleminin ikili sisteme oturması düalist felsefeden değil,
Allah her şeyi çift yarattığı için Allah’ın yaratmasından, buyruğundan ve bunu
bize bildirmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah, her şeyden çift çift yaratmıştır.[68]
Yoksa İslam, düalist olmadığı gibi, düalizmle uzaktan ve yakından bir alakası da
yoktur. Zira düalizm veya düalist felsefe, eskilerin seneviyye dedikleri kâinatın
ikili ilah tarafından yönetildiği inancıdır. Bu, İran halkının, vaktiyle kabul
ettiği, aralarında sürekli mücadele halinde olan, iyilik tanrısı Hürmüz ile
kötülük tanrısı Ehrimen ilahlarına dayanan çift tanrılı bir din anlayışından
ibarettir ki, bunun İslam’la, İslam’ın da bununla hiçbir ilişkisi yoktur. İslam
itikadına göre Allah tekdir. “De ki, O Allah tekdir”[69]
Bilim
insanı olma yoluna girmiş bir hanımefendinin, “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adını
verdiği, böylece birisi İslam dini, diğeri de ekonomi olmak üzere iki alanı
ilgilendiren tebliğinde ideolojik söylemler yerine, bilimsel olmasını ve bilimsel
kalmasını isterdik. Fakat o, bu bildirisinde kapitalizme bir tepki olarak doğmuş olan
komünizmin uygulamacısı olan Lenin’in sözüne dayanarak ideolojik olarak kendine
göre düşünce üretmeye çalışmaktadır. Cümlelerini birlikte okuyalım: “Lenin’in;
toplumsal eşitsizliklerin her gün yeniden üretilmesi yolunda bir “ruhsal içki”
yahut “afyon” işlevi gördüğünü ifade ettiği bu inanç sistematiği; ahlakı
sadece din alanında tanımlayan anlayışı daha da daraltmakta ve yalnızca bahsedilen düalist
hayat felsefesi sınırları içinde bir ahlak mekanizması yapılandırmaktadır. Buna
karşılık, kimi araştırmacı ise aynı sistematiği demokrasinin İslami sistemdeki
tecellisi olarak değerlendirmekte ve dünyevi gücün kullanımının ilahi gücün
kontrolü altında gerçekleşmesinin güç kullanımını sınırlandırdığını ileri
sürmektedir. Bununla beraber, kontrol yetkisinin bir başka dünyevi güç yerine ilahi
güce bırakılması ise “hakiki demokrasi” olarak nitelendirilmektedir.” Bize
göre bu paragrafın tümü yanlıştır. Bir defa din afyon değildir. Kaldı ki, biz,
afyon bitkisini yarattığı için Allah’a şükrediyoruz, teşekkür ediyoruz. Çünkü
uyuma, uyutma ve uyuşturma yani tıpta narkotik olmasaydı, iyi mi olurdu, kötü mü
olurdu? İnsan için din vardır, afyon vardır, uyutma ve uyuşturma vardır ve bunların
hepsi birer vasıta ve araçtır ve hepsinin de kendine göre bir yeri vardır. Eğer sen
bunları bıçak gibi, yerli yerinde kullanmazsan, elmayı keseceğin yerde elini
kesersen, bir de kalkıp elimi kestim diye bıçağın aleyhinde olursan onu suçlarsan bu
olur mu? Bu bir akıl karı mıdır? İlim adamı böyle sakat bir mantığa dayanır mı?
Onun için inanç sistematiği, asla afyona benzetilemez. Biz Müslümanlar, tüm sözleri
dinleriz, fakat sonunda bunların en güzeline uyarız.[70]
Ayrıca yine biz, “Hak
rabbinizdendir; artık dileyen inansın, dileyen küfretsin”[71]
diye dile getirilen dini özgürlük esasına ve “Allah’tan başkasına tapanlara (ve
taptıklarına) sövmeyin, yoksa onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah’a söverler.”[72],
prensibine uyarız. Yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi, İslam’ın ahlak, hukuk, ekonomi ve politika konularında asla
bir problemi yoktur. İslam kendi sistemini kurmuş; ekonomi ile hukuka ilim demiş, ahlak
ile ibadetlere ise din demiş ve herkesi dinde serbest bırakmıştır. Hukuk demek,
herkesi ilgilendiren konularda konulmuş olan kanun ve kuralların devlet tarafından
işletilmesi demektir. Mesela yol, su, elektrik, güvenlik, sağlık… adalet ve buna
benzer işler, devlet tarafından yürütülür. Ahlak ise kişinin yaratılışından
gelen ve toplum içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylardır ki, bunları
insanların ayıp ve alkışlamaları yürütür. Dini dediğimiz ibadetler ise ahirete
ait olan inanç, cennet ve cehennem özlem ve korkusu, öbür dünyada hesaba çekilme
endişesi yürütür. Fıkıh dilinde buna terim olarak “dinen” ve “kazaen”
denilir ki, yukarıda insan fiillerinin 1-
Şeri, hukuki, kazai ve mecburi; 2- Dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olmak üzere iki kısma
ayrıldığını ifade etmiştik. [73]
Görüldüğü gibi, İslam’da ahlak alanı ile dinin alanı farklıdır. Ahlak bireyin,
diğer bireylere karşı iyi ve güzel davranışları olup insanlar, diğer kişilerin
ayıplamalarından çekindikleri için iyi hareket etmek isterler. Din ise
mesela ibadetlerde olduğu gibi kişinin Allah ile olan münasebetleridir. Yani
müeyyideleri bakımından din, hukuk ve ahlak ayrı ayrı şeylerdir. Fakat bunların
hepsi İslam olup Müslüman bir kişi, öbür dünyada bunların hepsinden hesaba
çekilecektir. Onun için alanlardan birini daraltmak veya diğerini genişletmek diye bir
şey söz konusu olamaz. Çünkü bunların hepsi Kuran ve sünnette verilmiş olan ilahi
done ve verilerle çizilmiş bulunan hayat haritasında kendisini göstermektedir. Yoksa İslam düzeninde düalist felsefenin daralttığı bir ahlaktan
bahsedilemez. İslam
literatüründe ve düzeninde dünyevi güç ve ilahi güç diye bir şey yoktur. İslam’da
rahiplik, ruhbanlık, ruhani otorite ve ruhani hükümet yoktur.[74]
Birey var, toplum var; fert var devlet var, farzı ayın var ve farzı kifaye var. İçtihat
var ve şura-danışma vardır. Hatta yönetenler ve yönetilenler ayrımı bile yoktur,
desek aşırı gitmiş olmayız. Zira Kuran ve Sünnete dayalı olan bir mevzuat vardır
ve herkes mevcut bu mevzuata uymak zorundadır. Sadece ibadetleri yerine getirmekle “çeyrek
Müslüman” unvanını taşıyan kimselerin yaşayışlarına bakarak İslam’ı
yargılamak da doğru olamaz. Burada
insanların yaşadıkları çelişkileri dile getirmek açısından söylemek isterim ki,
bizim ortak alan diye tavsif ettiğimiz kamusal alanda çalışmak bir hak değil, görevdir.
Onun için “seçme hakkı” ve “seçilme hakkı” gibi ifadeler yanlıştır. Mesela
yaşama hakkı, görevlerde olduğu gibi bir şarta veya sıfata bağlı değildir. Ama
her kamu görevi yapacak kişinin, birtakım şart ve vasıflara sahip olması gerekir.
Öyleyse bunlar, hak değil, görevdir ve kamu görevi vardır ve kamu hizmeti vardır.
Bunlar görev oldukları için de birer meslek gibi kabul edilip geçim kapısı ve geçim
kaynağı yapılamaz. Hem İslam düzeninde kamu için çalışan kimseler zengin ise bir
bedel ve karşılık almazlar. Çünkü Kuranda “zengin olan veli (ücret almaya)
tenezzül etmesin, fakir ise örfe göre bir bedel alsın”[75],
buyrulmuştur. Demokrasi,
insan hakları, kadın erkek eşitliği ve serbest piyasa ekonomisi gibi kavramlar, batı
değerleri arasında yer almaktadır. Maalesef batı dünyası, bunları üretirken ne
dine ve ne de bilime dayandı, belki kendi istek ve arzularına göre düşünüp bir takım
kurallar ortaya koydu. Onun için varlık âlemindeki sisteme uymayanlar, ona paralel
kanun ve kurallar koymayanlar, hep çelişkilerle karşı karşıya kalırlar. Mesela
demokrasi Grekçe “demos” ve “kratos” kelimelerinden oluşur. “Demos” halk “kratos”
ise güç demektir. Daha sonra bunlar birleşip demokrasi şeklini almış ve halkın yönetimi
anlamında kullanılmaya başlamıştır. Hâlbuki halkın kendi kendine yönetimi demek,
kastların, sınıfların yönetimi, seçimi kazananların yönetimi, yönetenlerin
yönetimi değil ve halkın yarısının iktidar olup yönetmesi değildir. Bizim
demokrasimizde iktidar muhalefet sınıfları olmayacaktır. Bizim yönetimimizde insanların
istek ve arzularına uyulmaz. Heva ve heveslerine tabi olunmaz. Tüm şura üyeleri kendi
görüşlerini hiçbir etki altında kalmadan olduğu gibi dile getirirler. Yüzde 51 bir
kesimin yönettiği ve yüzde 49 un yok sayıldığı bir yönetim şekli gerçek
demokrasi olamaz. Parmak demokrasisinde para ve makam vadiyle yer değiştiren zayıf
kişilikli kimselerin, bir şu partiye bir bu partiye geçmeleri ile işleyen yönetime
demokrasi denilemez. İslam düzeninde saydığımız bu arızaların hiçbirisi yoktur.
İslam’ın kendine mahsus süi jenerist bir sistemi ve danışma meclisine dayanan bir
şura yönetimi vardır.[76]
Yoksa İslam düzeninde yönetimin dünyevi güç ve ilahi güçler gibi kavram ve
anlamlarla alakası yoktur. Hele hele düalizm ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi
yoktur. Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam itikadında tevhit vardır ve
Allah Teâlâ tekdir. Düalist felsefe ile
İslam inancının asla bir alakası olamaz. Çünkü İslam, eşyanın tabiatında var
olan fizik ve metafizik, ruh ve beden halik ve mahlûk, dünya ve ahiret, fert ve devlet
gibi ikili tasnife giderken bunda bir ayrılık, kopukluk ve uzaklık yoktur. Tam tersine
bünyemizdeki solunum, dolaşım ve sindirim sitemleri gibi aralarında irtibat vardır.
“Andolsun ki, insanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne gibi vesveseler vereceğini
biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.”[77] “Buna
göre; İslami ekonomik düzen Allah’ın teklif ve realitesinden kaynaklanmakta,
dolayısıyla da, beşeri hiçbir unsurun tasarımı
olma özelliği taşımamaktadır.”, denilmektedir. İslam ekonomisi bu kadar basite
indirgenemez. Bu mesnetsiz bir iddiadan ibaret bir beyandır. Biz tabiatta insan olsun
hayvan olsun, her tür varlığın kanun ve kurallarının var olduğunu bildiriyoruz.
Maddi varlıkların kanun ve kurallarını, deney, gözlem ve tecrübelerde buluyoruz.
İnanç, aile, nikâh, toplum, cemiyet, şirket-ortaklık, yani iradeye tabi olan hareket
ve davranışlarımızın kanun ve kurallarını da bize gönderilen ilahi kitaplarda yani
Tevrat, İncil, Zebur ve Kuranda arayıp buluruz. Fakat biz teorik olan bir emri,
pratikler ile birleştirerek, şartlara göre ne yapılacağını, nasıl yapılacağını
söyleriz. Bu durumda biz bedenin sağlığına bakan onu muayene edip ne yapılacağını
söyleyen bir hekim-doktur durumundayız. Birey ve toplum olarak sosyal bünyenin ne gibi
bir yol takip edeceğini ve hangi reçetenin uygulanacağını da İslam âlimleri ve
İslam iktisatçıları söyler. Mesela
hayvan, bitki ve cansızlar âleminin kendisine göre kuralları yok mu? Bizim söylediğimiz,
kurallar ve kanunlar içerisinde var olup hayatlarını devam ettiren varlıklarla beraber
yaşayan insanoğlunun da kendisine mahsusu kural ve kanunları olmalıdır. Buna göre
insan kendi isteğine uyamaz. Heva ve heveslere, istek ve arzulara uymak Kuranda nehiy
edilmiştir.[78]
İslam ekonomisinin beşeri hiçbir unsurunun tasarımı olma özelliğini taşımadığı
iddiası kadar gülünç bir şey de olamaz. Bunu bir örnekle açıklamak isteriz. Mesela
Kuran ve sünnet aynı tabiatta bulunan ham maddeler gibidir. Nasıl bunlar üzerinde çalışmalar
yaparak yeme, içme, giyme ve barınma ihtiyaçlarımızı gideriyorsak, aynı şekilde
neyi, nerede, ne zaman, nasıl ve ne kadar yapacağız, bu hususta tamamen kişi kendisi
karar verir. Bir yemeği nasıl bir aşçı yapıyorsa, İslam ekonomik sistemini de
İslam âlimi, bir inşaat projesi gibi çizip ortaya koyar ve bu proje ilgililer tarafından
uygulanır. Başka bir deyişle nirengi noktaları Allah Teâlâ ve Hz. Peygamber tarafından
konulmuş olan ekonomik harita âlimlerce çizilip tüm Müslümanlar tarafından da
uygulanır. Yani kapitalist ve komünist iktisatçılar mesela mülkiyet var ve yok
derken, Müslüman iktisatçı, hem özel mülkiyet ve hem de kamu mülkiyeti vardır der.
Diğerleri üretimden ve tüketimden de vergi alınır derken, İslam iktisatçısı ise
hayır, vergi sadece üretimden alınır, der. Nasıl İslam hukuku, İslam hukukçularının
bir ürünü ise İslam ekonomisi de İslam ekonomistlerinin bir tasarımı, teorisi ve
ürünü olacaktır. Biz
İslam iktisatçıları, batılı filozoflar gibi zihnimizde “homo economicus” yani
ekonomik hayvan diyerek beynimizde bir insan üretmiyoruz. Evet, batı düşünürleri,
kafalarında insan ve toplum üreterek, insana konuşan hayvan, düşünen hayvan,
dediler; özel mülkiyet yok, aile yok dediler. Bize göre insana hayvan demekle
gerçeklere ulaşılamaz. Tabiata artı veya eksi yüklemek, hayat mücadeleden ibarettir,
diyerek, aslanın geyiği yemesini, koyunun da otları yemesini tasvip etmemek doğru
değildir. Canlıya hayat veren, vakti gelince de onların hayatına son veren Allah’tır;
Allah, güneşi doğudan doğduruyor. Bu düzeni kabul etmeyip istemeyenler güçleri
yetiyorsa tersini yapsınlar.[79]
Biz göklerde ve yerde bir eksiklik ve aksaklık aramayız, görmeyiz ve göremeyiz.[80]
Tabiatı sorgulama ya da doğaya ve doğal olana meydan okuma (challenge meydan okuma,
Challenger ise meydan okuyan demektir.) Allah tarafından konulmuş kanunlara meydan okuma
demektir. Biz, tabiatı ne sorgularız ve ne de ona meydan okuruz. Biz, hiçbir güç,
insan tarafından bulunup ortaya konacak hiçbir kanun ve kural, kesinlikle tabiatı
aşamaz ve fıtrata ters düşemez, diyoruz. İnsanlar, dünyada ancak normali, doğalı
ve doğal olanı arayıp bulmaya çalışacaklardır. Çünkü her doğal olan şey,
ilahidir ve her ilahi olan da doğaldır. Şu halde iktisatta “homo economicus”
zihniyeti, astronomide de Challenger
kafası normal ve doğal değildir, diyebiliriz.[81] İslam
demek, sadece din demek değildir. İslam, hem din ve hem de düzendir. İslam ekonomisi
denilince onun düzen kısmındaki kural ve kanunlar akla gelir. O sebeple İslam’da
ekonomik adaletin dini karaktere bağlı olduğu, dolayısıyla bunun da siyasal İslam’ın
yaygınlaşması manasına geldiği ve böylece İslam’ın ekonomik olmaktan ziyade
sosyal ve siyasal önem taşıdığı mesnetsiz bir iddiadır. İslam ekonomisi ifadesi
şu veya bu sebeple ortaya çıkmış olabilir. Yazar’ın dediği gibi, “geri
kalmışlıkla mücadelede alternatif arayışı” veya Müslüman
toplumların karşılaştığı sosyo-ekonomik meseleler karşısında, İslam’ın
iktisadi görüşlerini klasik fıkıh kitapları dışına çıkarak modern iktisadî
kavram ve kurumlar açısından açıklama düşüncesi de olabilir.[82]
Bize kalırsa bu ilmin yani İslam ekonomisinin ortaya çıkışının asıl sebebi, bilim
ve teknolojide üstün olan Batı dünyasının İslam âlemine siyasi ve ekonomik baskı
ve zulüm yapmasıdır. Prof. Dr. Sabahaddin Zaim hocamız konuyla ilgili olarak şunları
söylemektedir: “Bilindiği
gibi İslam İktisadı veya İslam Ekonomisi tabiri Hindu-Pakistan
kaynaklıdır ve Hindistan yarımadasında doğup gelişmiştir. XX. Asrın II. Çeyreğinde
Hintli Müslüman âlimler hem batı kültürüne ve İngilizceye vakıf oldukları,
hem de İslam kültürüyle yetişip Arapça ve Farsça bildikleri için, çalışmışlardır.
Arapçaya ve Arap literatürüne intikal etmiştir. İslam Ekonomisi deyimi daha sonra Türkiye’ye
bu İslam Ekonomisi deyişi Hintli âlim ve mütefekkir merhum Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah Bey tarafından getirilip takdim edilmiştir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’ndeki İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne gelerek dersler vermeye başlayan
Hamidullah Hoca fevkalade kıymetli yayınları arasında dilimize bir de küçük kitapçık
kazandırmıştır. “İslam İktisadı” adını taşıyan bu küçük kitap Türkiye’de
bu sahada basılan ilk eser olma şerefini taşımaktadır.” İslam
düzeninde ekonominin sadece ahlaka dayandırılması, yukarıda da söylediğimiz gibi
bir iddiadan ibarettir. Öyle olsa bile ahlakın İslam düşünce ve uygulamasında ideal
kabul edilmesi ve idealize edilmiş nitelikler olarak dile getirilmesi de olur şey
değildir. Çünkü İslam ahlakı ve onun ahlak anlayışı da hukuk ve ekonomi kadar gerçekçidir.
Yoksa İslam, amel, ahlak, hukuk ve ibadetler alanında sadece, düşünce ve tasavvurda
kalacak bir şeyi emretmez. Zira Allah, hiçbir kimseye gücünün yetmediği bir yük
yüklemez.[83] Bir
inanç sisteminin öncelikle bir ahlaki öğreti diye nitelendirilmesi de isabetli
değildir. Bir dinde iman, amel ve ahlak gibi konular vardır ve bunları birbirinden
ayırmak mümkün olmadığı gibi şunlar önce ve bunlar sonra demek de olmaz. Dini,
ahlaki, hukuki ve iktisadi olaylar, kendi alanlarında kendilerine mahsus olan kanun ve
kurallarla, karşılık, mükâfat ve cezalarla yürür ve yürütülür. İslam düzeninde
ahlaki alanı faal yapmak için din ile bilim ile hukuk ile birleşmesine zerre kadar bir
ihtiyaç yoktur. İslam’da dini olaylar dini kanun ve kurallarla; sosyal olaylar sosyal
kanun ve kurlarla, ekonomik olaylar iktisadi kanun ve kurallarla ve hukuki olaylar da
hukuki kanun ve kurallarla çalışır. Onun için İslam düzeninde kırmızı ışık,
ekonomik bir olay olmadığından kırmızı ışıkta geçmenin cezası para kesmek
olamaz. İslam düzeninde tüm kurumlar kendi aralarında ayrı ayı çalışırlar.
İslam’da asla bir zorlama ve baskı yoktur. Çünkü Allah Kuranda “Dinde zorlama
yoktur” buyurmaktadır.[84]
Öyleyse denildiği gibi İslamlaştırma ve Müslümanlaştırma meseleleri de bir
hayalden ibarettir. Zira sadece ve sadece İslam’dır ki, kendisinin dışında iki
dini, Yahudilik ve Hıristiyanlığı müntesipleri için din olarak tanımış ve onlara
“ehl-i kitap” demiş, dinsiz dememiştir.[85]
İslam’da inanmak ve inanmamak serbesttir. Onun için İslam’ın İslamlaştırma veya
Müslümanlaştırma diye bir derdi yoktur. Çünkü o “Artık dileyen iman etsin,
dileyen de inkâr etsin”, buyurmaktadır.[86] Ancak
Hz. Muhammed, tüm insanlığa gelmiş evrensel bir peygamberdir.[87]
Böyle olunca dolayısıyla İslam’ın da tüm insanlığa iletilmesi gerekir. Fakat
zorla dine sokmak diye bir şey de asla yoktur; sadece güzel bir şekilde açıklayıp
anlatma vardır, teknik ifadesiyle davet ve tebliğ vardır.[88]
Ne baskı vardır ve ne de mahalle baskısı vardır.
İslam
Düzeni Siyasi
İslam, örnek Müslüman, tarikatların rolü, kültür ve zihniyet bütünlüğü, bir
hayat tarzı gibi ifadeler kullanılarak İslam iktisadı disiplininin ekonomik olmaktan
ziyade sosyal ve siyasal bir önem taşıdığı neticesine varılmakta ve Pakistanlı
değerli âlim Mevdudi’nin “politik İslam’ın mucidi” olarak değerlendirildiği
dile getirilmektedir. Burada
hemen şunu söylemeliyiz ki, Rönesans-Reform-Aydınlanma üçlü yani teslis medeniyeti,
insanları mutlu edememiştir. Ayrıca zaten bu medeniyet çöküş sürecine de girmiştir.
Burada İzmir Amerikan Kız Koleji müdürü Mr. Kenneth
Frank’ın 21 sene önce 1990 tarihinde evinde bana “Osman Amerika’da insanlar Roma’nın
çöküşü hakkında yazılan kitapları okuyorlar”, dediğini hatırlıyorum. İkinci
olarak İslam, ilk devletini Hz. Peygamber’in eliyle Medine’de site devleti olarak
inşa etti. Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle dünyada ilk anayasayı da böylece Hz.
Peygamber ortaya koymuş oldu.[89]
Salih Tuğ, Wellhausen ve Leone Caetani gibi batılı müsteşrik yazarların, onu hak ve
vazifeleri düzenleyen "siyasi bir program" ve
"siyasi bir beyanname" (Erlass)
olarak nitelendirdiklerini, Muhammed Hamidullah'ın ise[90]
anayasa diyerek, Hz. Peygamber'in Medine halkı ile birlikte teşri ettikleri bu yasanın
yeryüzünde ilk yazılı devlet anayasası olduğu tezini ortaya attığını söylemektedir.[91]
Böylece
Hz. Peygamber’in Medine halkının temsilcileri ile Hz. Enes’in evinde toplanıp bu
anayasayı yazılı bir metin haline getirdikleri ve yeni bir devlet kurdukları tarihi
bir gerçek iken[92] siyasi İslam veya Mevdudi politik İslam’ın
mucidi diyenlerin görüşleri ne kadar doğru ve ne kadar bilimsel olabilir? Sanki
Mevdudi’den önce İslam’ın devlet, siyaset ve politik yönü yoktu, öyle mi? İslam’da
birey-toplum, fert ve devlet bütünlüğü olduğunu farzı ayın ile farzı kifaye
terimlerinin bunu ifade ettiğini daha önce zaten söylemiştik. Şimdi burada ise şunu
ifade etmek isteriz ki, bu bütünsellik yani din, ilim, ahlak, hukuk ve ekonomik alanların
birlikte çalışması tek tanrılı olan bütün dinlerde de böyledir. Zira her sistem
kendi bünyesi içerisinde geçerli olur. Öyleyse Mevdudi, daha önce olmayan ve
bulunmayan bir şeyi mi icad etmiştir, bir bilim insanına bu yakışır mı? Aynı
tek tanrılı dinlerde olduğu gibi İslam da tüm alanlarıyla bir bütün teşkil
etmektedir. Toplum açısından ilim, din, (ahlak), hukuk ve ekonomi alanları, birey
insan açısından fikir, his, irade ve ünsiyet olmak üzere dört meleke ile karşılanır.
İlim tartışmaya, din sevgiye, ekonomi çıkara, siyaset ise güce dayanır. Bu
alanların hepsinin gayeleri birdir: Bu ise bireylerden müteşekkil bir topluluk meydana
getirmek ve topluluk içinde insanları özgür olarak yaşatmak. Bu bakımdan İslam,
sadece bir din değildir. İslam dini, İslam ilmi, İslam ekonomisi ve İslam yönetimi
de vardır. İslam’da çoğulcu bir sistem vardır. İslam düzeninde Müslümanlar,
Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler ve ateistler vardır. İslam düzeninde yerinden
yönetim vardır. Bucak, ilçe, il, bölge ve devlet vardır. İslam bir uzlaşma rejimi
ve bir barış düzeni olduğu için onda zorlama yoktur.[93]
Onun için herkes kendi bucağında kendi dini, kendi görüşü, kendi meşrep ve
mezhebine göre özgür bir şekilde yaşayacaktır. İslam’da
ekseriyet-çoğunlukçu demokrasi yerine hicret demokrasisi, yani birbiriyle anlaşan
insanlar, bir araya gelerek bir yerleşim biriminde mahalle, köy veya bucakta kendi
yönetimlerini kendileri kurarlar ve kendi kendilerini yönetirler. O sebeple bugün olduğu
gibi din dışı ve karşıtlığı bir laiklik yerine, herkesin inançlarına saygılı,
hukukun üstünlüğüne ve hakem kararlarına teslim olmuş bir toplum gerekir. Sadece
para sahiplerinin geleceklerini garanti altına alan bir sosyal hayat yerine, çalışsın
veya çalışmasın herkese yaşama hakkı tanıyan bir hayat anlayışı gerekir.
Tekellerin kapitalizmi ve kapitalizmin tekel sistemi değil, çalışanların özgürlüğünü
sağlayan ve herkesin önünü açan bir insanlık düzenine ihtiyaç vardır.
Kuvvetlilerin zayıf düşürüldüğü ve küçültüldüğü bir düzen değil,
birleşip bir araya gelerek haklıların, zayıf olsalar da kuvvetli olduğu ve onları
kuvvetli kılan bir düzen istiyoruz. Ekonomiyi
çağa, zamana ve şartlara göre doğru dürüst tanıyıp tarif etmedikçe, diğer
taraftan da İslam’ı güzel ve doğru bir şekilde öğrenip bilip tebliğ etmedikçe-anlayıp
anlatmadıkça İslam ekonomisi nedir bilinmiş, tanınmış ve tarifi yapılmış olmaz. Ekonomi,
bir toplumun birlikte çalışıp ortaya getirdikleri ürünü bölüşerek aralarında
pay etmeleri ve bunu ayrı ayrı ailecek tüketmeleri demektir. Yani böylece ekonominin
çalışıp yaşama düzeni olduğunu tekrar ediyoruz. Çalışma neticesinde meydana
gelen mal ve ürün, ortak olduğu takdirde ona bir fiyat biçilir ve herkes kendi payına
düşen bedeli ve ücretini alır. Burada asıl sorun fiyat ve ücretlerin tespiti
meselesidir. Batı ekonomilerinde fiyatlar, tekeller tarafından tespit edilir. İslam’da
ise fiyatlar serbest piyasa kurallarına göre kendiliğinden serbest bir şekilde
oluşur. Bu
açıdan bakarak, İslamiyet’in önerdiği ekonomiyi şöyle tarif edebiliriz: İslam
ekonomisi, ücret ve fiyatların halk tarafından uzlaşmak suretiyle tespit edildiği bir
düzendir. İslamiyet’in
genel tarifi ise şöyle yapılabilir. İslam barış ve dolayısıyla barış düzeni
demektir; çatışma ile değil, ayrışma ile
hakemlerin denetim ve gözetiminde tüm vatandaşların barış içinde yaşadıkları bir
düzendir. İslam
düzeninde kullanılacak metoda gelince, âlimlerin, bu akli ve nakli delillere dayanarak
bulunan, hikmetlere göre tespit ettikleri illetleri ve hükümleri ortaya koymaktır. Bu
metot, usul-ü fıkıh adı verilen ilimde çok derinlemesine inerek bütün detaylarıyla
incelenip açıklanmıştır. Bu hükümler, konumuz ekonomi olduğu için ekonomik kanun
ve kurallar, akli deney denemeleriyle bulunan hükümlerdir, diyebiliriz. Bu konularla
ilgili olarak bize kadar gelen nakli ilimler ise geçmişteki âlimlerin görüşleri ve
buluşlarından ibaret olan hükümlerdir. Düzen
öyle oluşmalı ve çalışmalıdır ki, sözleşmelere uyan kimseler kazanmalı,
uymayanlar ise yapılan sözleşme alanlarından elenip gitmelidirler. Sözleşmeye uygun
hareket edenler, ahlaklı kabul edilir ve onların hakları devletin teminatı altında
olur. Uymayan kimseler ise ahlaksız sayılıp onların yaptığı yanlış uygulamalar
hukukun koruması altında değildir. Mesela İslam’da haram olan faizi alıp vermek
üzere sözleşme yapan Müslüman kişiler mahkemeye düşseler, mahkeme, bu davayı
bakmayıp reddeder. Kanun ve kural olması ve her ikisi de uygulamaya konulması
bakımından ahlak ile hukuk arasında bir fark yoktur; bunlar arasında sadece müeyyide
farkı vardır. Çünkü hukukun müeyyidesi devlet yaptırımı, ahlakın müeyyidesi ise
halkın alkışlaması veya ayıplamasıdır. Bugün
İslamiyet’i kabul eden kimseleri uyguladıkları metot bakımından üç gruba ayırmak
mümkündür: a)
İslamiyet, düzen olarak miadını doldurmuş, tarihte kalmış ve tarih olmuş bir
sistemdir. Artık bugün İslam, sadece din olarak ele alınmalı, ibadet ve ahlak
konuları dışındaki hükümler üzerinde durulmamalıdır. Yani İslamiyet, siyaset,
ekonomi ve ilim bakımından hiçbir şeye karışmamalı ve bunlar hakkında bir açıklamada
bulunmamalıdır. Bu masonların görüşü olabilir.
b)
İslamiyet, ilim, din, siyaset ve ekonomi demektir. Ancak İslam, bugünkü haliyle
yeterli olup eldeki fıkıh, kelam ve tasavvuf kitaplarında var olan kurallar yeterlidir;
bu konularda yeni içtihatlara gerek yoktur, dolayısıyla herhangi bir değişim ve
yenilik yapılmamalıdır. Bu, düşünmeyen cahil Müslümanların görüşü olabilir. c)
İslamiyet ekonomiye yeni bir katkı yapmaz. İslam’ın devlet talebi de yoktur. O,
sadece üretilen malların ve yapılan şeylerin hangisinin helal ve hangisinin haram
olduğunu söyler. Yani bu tür anlayış, bugünkü devlet düzeninin yeterli olup devam
etmesini isteyenlerin görüşürdür, diyebiliriz. Bunlar, batı dünyasından, kuzeyden
ve diğer yerlerden gelen çözümler hakkında caizdir veya değildir diye fetva
verirler. Bunlar kendileri İslam hakkında yeni bir şey üretmezler; zaten buna gerek de
yoktur. d)
Bu son grupta bulunan kimselere göre de Kuran-ı Kerim, Allah’ın düzenini anlatan bir
kitaptır. Bir şair Kuran’ı şöyle dile getirmiştir: Kuran’ı Kerim, Allah’ın
satırlarla ifade ettiği kâinatı, kâinat ise yine Allah’ın dağılıp yayılmış
ve serpilmiş bir Kuran’ıdır.[94]
Bugünkü batı uygarlığı da Kurana dayanarak düşünce ve fikir üreten İslam
âlimlerinin görüşlerine istinat ederek oluşmuş bir medeniyettir. Zaten batılılar,
fen bilimlerinde uyguladıkları metodolojiyi de Ahmet Hamdi Akseki ile Ömer Nasuhi
Bilmen’ in eserlerinde ifade ettikleri gibi Müslümanların hukuk ve hadis ilmi
alanlarında ortaya koydukları usulü fıkıh ve usulü hadis yöntemlerinden almışlardır.[95]
Hilmi Ziya Ülken de dedüksiyon-tümevarım metodunu batı dünyasına Müslümanların
hibe ettiğini söylemektedir. “Müslüman
Doğu’nun Batı’ya hediye ettiği en büyük nimet bilimsel ya da tümevarımcı
araştırma metodudur. Müslüman düşünürlerin çoğu tümevarımcı metodu çeşitli
alanlardaki bilimsel araştırmalarında kullanmışlarsa da, bu metodu özellikle açıklayan
iki düşünür Muhammed b. Zekeriya er-Razi ve İbn Heysem olmuşlardır… Ne Roger
Bacon ne de ondan sonraki adaşı (Francis Bacon), deneysel metodu tanıtmaktan başka bir
unvana sahip değillerdir.”[96] Bu
grup Müslümanlara göre Kurana dayanmadan dünyada bir yenilik yapmak ve sosyal değişimi
sağlamak mümkün değildir. Ancak dünya bir tecrübe geçirdi. Kuran ve İslam dışı
bir yenilik yapıldı; toplumcu görüşün teorisi ve pratiği gerçekleştirildi. Fakat
bu toplumcu düzen 70 yıl sürdü ve bu 70 yıl zarfında da 70 milyon insanın canına
kıyıldı. Bu
görüş de Kurana Kuranca bakan, İslam dinine inanan ve İslam’ın bütün alanlarıyla
birlikte çalışmasını isteyenlerin görüşüdür, diyebiliriz. Bunlar,
Kuran-ı Kerim sanki bugün kendilerine inmiş gibi kabul ederek, bir taraftan onu dil
kurallarına dayanarak, yapılmış yorumları ile diğer taraftan da daha önceki
fukahadan, İslam hukukçularının görüşlerinden de faydalanarak onu anlamaya çalışırlar.
Böylece Kuranı öğrenip anlayan Müslümanlar, çağın çözüm bekleyen problemlerini
bugünkü müspet ilmin ışığında tanıyarak bu sorunların çözümlerini Kuranda
arayıp bulmaya çalışırlar. Hikmetlere dayanarak da hükümlerin illetlerini bulmaya
ve bulduktan sonra da ona göre amel edip uygulamaya gayret ederler. Yani ilim adamının
şaşmaz vasfı olan hakkı-gerçeği arayıp bulma işi, nakli ilimler ile akli ilimleri
bir araya getirip birlikte çalıştırmaktan ibarettir, diyebiliriz. Böylece akıl ile
nakli çarptığımız zaman gerçek delalet ve gerçek yol ortaya çıkmış olur. Yoksa
yalnız başına nakil ile bir yere varamayacağımız gibi, yine sadece akıl ile de bir
yere gidemeyiz. Bunlardan birisi (yani nakil, din) bize ne yapacağımızı söyler, diğeri
(yani ilim) de nasıl yapacağımızı açıklayıp anlatır. İslam
Düzeninde Adalet İslam
düşüncesi doğayı, bireyi ve toplumu olduğu gibi aynen kabul eden bir sistemdir.
Çünkü Kuranda Allah, yer ve göklere “isteyerek veya istemeyerek yasalarıma uyun”,
dedi. Onlar da isteyerek senin yasalarına boyun eğdik”, dediler, diye
nakledilmektedir.[97]
Böylece yer ve gökteki varlıkların bir nizam ve düzen içerisinde oldukları
anlaşılmaktadır. Bu suretle insanlar da bu dünyada kanunsuz, kuralsız ve başıboş
bırakılacaklarını sanmamalıdırlar.[98]
Buna göre İslam düzeninde tabiata, fıtrat ve yaratılışa ters düşme diye bir şey
olamaz. Bundan dolayı İslam, doğayı değiştirme veya insanın genetiğini
başkalaştırma iddiasında değildir. Çünkü şeytan onlara-insanlara emredeceğim de
Allah’ın yaratmasını değiştirecekler, demiştir.[99]
Çünkü Allah’ın yaratmasında bir değiştirme olmaz.[100]
Allah’ın sözünde de asla bir değişiklik yoktur.[101]
Onun için biz insanlar, kâinatın
yasalarını değiştirmeyiz ve değiştiremeyiz; ancak bu yasaları bulup öğrenerek
onlardan faydalanmaya çalışır ve böylece hayatımızı devam ettirmeye çalışırız.[102] Elmalılı
da konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Gerçekten Allah Teâlâ, âlemlerin
rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o
kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet olunur. Mesela
Solon kanunu koyucusuna nispet edildiği gibi, akar kanunu da konusuna, yükümlülerine
nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların hükmü altında olduğu için,
bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat kanunları” adı da
verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teâlâ olduğundan, bunlara Allah kanunları ve
ilahi nizam demek elbette daha doğrudur… Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde
ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu
kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimet hidrostatik kanununu, Newton yer
çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu
Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar
tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın
kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden
değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir.”[103] İşte
bu açıklamalarımızla anlaşılıyor ki, varlık âleminde Allah’ın koyup
yerleştirdiği bir düzen vardır. Hatta Allah, gökyüzünü yükseltmiş ve evrene
denge kanunu koymuştur.[104] Nerede
ise hayatın her alanında bu doğal denge kanunları çalışmaktadır. Fakat insanlar,
bu doğal-ilahi olan dengeleri bırakıp bu medeniyette yapay dengeler icat etmişler ve
tarafları karşı karşıya getirerek bir çatışma düzeni kurmuşlardır. Bugün hemen
hemen dünyanın her tarafında tabiat ve fıtrata ters düşen bu bozuk düzen,
hükmünü icra etmektedir. Onun için tebliğci bile “İslami
yazında sıkça vurgulanan ahlak anlayışı “adalet” kavramında somutlaşmakta
ancak, sistem genel olarak eşitsiz bir yapı tanımlamaktadır. Bu çerçevede ise,
erkeklerin kadınlara, özgür insanların kölelere ve Müslümanların gayri Müslimlere
nazaran daha üstün oldukları bir yapı belirlenmektedir.” diyerek etki altında
kaldığını açıkça göstermiştir. Burada söylenenlerin hiç birisi doğru
değildir. Ahlak zaten ahlaki alanla ilgili, adalet ise hukuki alanla ilgili bir anlam ve
kavramdır. Daha önce de söylediğimiz gibi ahlak, daha çok bireysel olup izafi bir
şeydir. Hukuk ve adalet ise daha çok toplumsal olup bilimseldir. İslam’ın kadın
erkek, Müslim ve gayri Müslim konularında hak ve adalete uymayan bir tek kuralı örnek
olarak bile gösterilemez. Bunu görmek isteyenler ise Rönesans Refor ve Aydınlanma ile
bakış açılarını ve değer yargılarını değiştirerek tabiat ve fıtrata ters düşen
kimselerdir. İslam anlayışında kadın ile erkek arasında bir problem yoktur. Zira hem
bireysel anlamda ve hem de toplumsal anlamda kadın erkeğin, erkek de kadının eşidir,
tekidir, sağ el sol el, sağ göz ve sol göz gibi biri diğerinin dengidir. İslam
geldiği zaman doğuda ve batıda kadının hangi durumda olduğu, okuyan ve biraz tarih
bilgisi olan kimseler için bellidir. Kız çocukları doğduğunda ana-baba için bir
talihsizlikti. Kadınların adeta hukuki şahsiyetleri hiç yoktu. Daha düne kadar kadının
seçilme değil, seçme hakkı bile yoktu, işte İslâm
kadına, böyle bir ortamda tam bir hak ve vazife ehliyeti getirdi. Birçok sahalarda aşağı
kabul edilen kadını yükseltip erkeğin seviyesine çıkardı ve ona "eş"
yaptı. Kadın ile erkek, evlenip karı-koca olduklarında, birbirine karşı hak ve
vazifede eşit olduklarından "eş”tirler. Kur'an-ı Kerim, karı kocadan her
birine "eş" anlamında "zevç" kelimesini kullanır.
Meselâ "Ey Adem, eşin (zevceke) ve sen Cennette kal.."[105],
buyrulmuştur. Arapçada zevç, bir cinsten diğeri ile beraber bulunan ikiden her birine
verilen addır.[106]
Türkçemizde biz buna eş deriz ki, bir çiftten her
birisi anlamınadır. Bir çift ayakkabıdan her birine de eş veya tek denir.
Hayvana sardığımız iki yük çuvalından her birine de yine denk adı verilir. Sağ
ayakkabı ile sol ayakkabı arasında bir fark varsa, bunlardan
her hangi birisi diğerine karşı üstünse, karı-koca arasında da bir üstünlük
düşünülebilir. Hâlbuki akıl böyle bir şeyi kabul etmez. Öyleyse karı kocanın,
kocası da karının eşi, dengi ve benzeridir. Bundan
dolayı insan ve kâinatta, birey ve toplumda adalet vardır; fakat çeyrek veya şaşı
bakan kimselerin ifade ettikleri ve istedikleri gibi bir eşitlik yoktur.[107]
Zira insanlar fotokopi değildir. Herkesin kendine göre bir mizacı ve karakteri vardır.
Ayette “Herkes kendi tabiatına göre iş yapar.”[108],
buyrulmaktadır. Bu ayetin aslında geçen “şakilet”
kelimesi her ne kadar tabiat, adet, din, huy, niyet, karakter, cibilliyet, fıtrat ve
tabii yol gibi çeşitli ve birbirine yakın manalarla tefsir edilmiş ise de en kuvvetli
ve kapsamlı anlam olarak fıtrat ve tabii yol anlamı verilmiştir. Yani herkes,
kendi hal ve mizacına uygun olan tabii yolda hareket eder. Diğer bir deyişle özel
duygularına göre iş yapar, demek olur.[109] Burada
tekrar edelim ki, kâinatta
adalet vardır; fakat eşitlik yoktur. Bu konuda Diyanet İşleri eski Başkanı merhum
Ahmet Hamdi Akseki şöyle diyor: “Fıtratta hakiki müsavat değil, tefavüt vardır.
İçtimai nizamın devam edebilmesi için, insanların birbirinden farklı olmaları
zaruridir. Bunu bozmak ve insanlar arasındaki içtimai farkları kaldırmaya çalışmak,
fıtrata karşı gelmek demektir.”[110]
Burada adalet demek, denge demektir. Kime ne
gerekiyorsa o ona verilmiştir. Kimden ne
yapması isteniyorsa ona da onu yapma imkânı verilmiş bulunmaktadır. Bu husus sadece insanlar için böyle değil, bütün
canlı varlıklar için de bu, böyledir. Hatta bu durum eşya için bile böyledir.
Böylece insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklar bu şekilde bir bütün teşkil
ederler. Kendilerini Allah ve Resulünden daha akıllı kabul ederek, Allah’ı ve elçilerini
inkâr edenler, Allah ile elçilerini ayıranlar, elçilerin bir kısmına inanır, bir
kısmına inanmayız diyenler ve bu ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler,
(kendilerince yol icat edenler) var ya işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.[111]
Öyleyse kendilerini tanrıdan daha akıllı kabul edip ona ve söylediklerine
inanmayanlar inkâr eden kimseler kâfir olurlar. Fakat Ahmet Hamdi Akseki’nin de dediği
gibi, “İslam’da bir insanı tekfir (aforoz) etmek, dinden çıkarmak yoktur.”[112] Hep
eşitlikten bahsedilir; hâlbuki eşitlik olsaydı toplumda iş bölümü olur muydu? Biz
şimdi eşitlik isteyip duranlara şu soruları sormak istiyoruz. Göz
kulağa eşit midir, parmaklar birbirine eşit midir, çiçek güle eşit midir, deve
pireye eşit midir, çocuk babasına eşit midir, yaşlı gence eşit midir, kadın
erkeğe eşit midir, cahil âlime eşit midir, eşit iki insanı bulmak mümkün müdür?
Çalışan ile çalışmayan eşit midir? Savaşta kazanan ile kaybeden eşit kabul edilir
mi? Seçimi kazanan ile kaybeden eşit olur mu? Devlet başkanı, makam şoförüne eşit
midir? Ütopya ne demektir? Doğa kanunlarına uymayan kurallar veya sistemler ütopyadır.
İslamiyet’te doğaya uymayan hiç
bir
şey yoktur. “İslami
iktisat düzeninde ekonomik adalet; her kul için farklı miktarlarda belirlenmiş olan
rızkın ilgili kullara ulaştırılması ile sınırlandırılmakta ve ekonomik olarak da
“hak etme” ekseninde belirlenmiş nispi bir eşitlik tanımlanmaktadır. Örneğin,
Faruqi bunu “çalışmanın karşılığı” olarak değerlendirmektedir.”,
deniliyor. Bunlar bireysel görüşün öne sürdüğü iddialardan öteye geçmez. İslam
iktisat düzeninden bahsedebilmek için bunun İslam âlimlerince icma ile ortaya konup
uygulanması gerekir. Henüz teori haline bile gelememiş bir İslam görüşüne İslam
iktisat düzeni denir mi? Faiz Nazariyesi ve İslam adlı bir doktora çalışması yapan
Enver İkbal Kureşi, [113]
“Faiz
ayetlerini iktisadi açıdan inceleyen ilk müfessirin Fahreddin er-Razi olduğunu ileri sürmektedir.
Fahreddin Razi 1149-1210 tarihleri arasında yaşamış bir
âlimdir. O günden bugüne İslam dünyasında İslam ekonomisinin teorisi hakkında çok
yol kat edildiği kanaatinde değilim. Ben şahsen “Kuranı Kerime Göre İslam
Ekonomisinin Esasları” adlı bir doktora çalışması yaptım. Ülkemizde ilmi
zihniyet henüz gelişmemiş olduğu için reddedildi. Ben, bu tezimi www.enfal.de
sitesinde Kuranın Ekonomik Tefsiri adı altında yayınlıyorum. 30 sene önce yazmış
olduğum bu tüm bilgilerin ve çıkardığım esasların bugün dahi arkasındayım ve
her türlü eleştiriye de hazırım. İlmi zihniyet, sadece üniversiteye ait olan bir
özellik değil, bir milletin hep birlikte meydana getirdikleri bir düşünce
seviyesidir. Ancak bir ilim adamı, her zaman ve her türlü şartlar altında delil
olmadan bir fikrin ne lehinde ve ne de aleyhinde olmalıdır. O gerçeğin peşinde
olmalı ve delil, dayanak ve kaynakları da sağlam olmalıdır. Ben toplumcuyum veya
bireyciyim, kapitalist ya da komünistim diyerek şu veya bu görüşü kötülemek olmaz.
Mesela tebliğci hanım efendi, yukarıda belirttiğimiz gibi rızktan bahsediyor ve
burada rızkı halkın anladığı manada kişinin kendi kısmetine düşen Allah’ın lütfu
olarak görüyor. Halbuki rızk, bizim araştırmamıza göre Rızk : Razkiye, Irak ile İran arasında bulunan
bir memleketin adıdır. Buradan Arabistan’a parmak üzümü ve ak keten bezi giderdi.
Birincisine razaki, ikincisine ise razkiye denilmiştir.[114]
Sonra
da yiyecek ve giyecek gibi faydalanılan her türlü şeye rızk denilmeye
başlamıştır. Ragıp rızk kelimesinin kendisiyle faydalanılan şey anlamına
konulduğunu, sonra nasip, hediye, mideye ulaşan gıda, azık ve yağmur anlamlarında
kullanıldığını söyler.[115]
Şu
halde rızk, mideye ulaşan nasipten başka genel olarak insan ihtiyacını tatmin eden
yiyecek, içecek, giyecek ve kullanacak maddeleri ifade eder, diyebiliriz. Böyle olunca
bir insanın ihtiyaç maddeleri, başka bir deyişle gelir-gider dengesi eşit olabilir
mi? Aynı sektörde iş yapan iki firma birbirine eşit olabilir mi? Asıl bu düşünce
ütopya değil mi? Geçmiş
İslami dönemlerde de elbette adam öldürülmüş, hırsızlık yapılmış, aç ve açık
kalanlar olmuş, insanlar zelil olmuş ve zillete duçar edilmiştir. Ancak insanoğlunda
zaten bunlar var olduğu için bu arızaları dengelemek üzere hukuk-şeriat ve devlet de
var edilmiştir. Aslında insanlar hep ahlaklı olsaydı, hep hak ve hukuka riayet
etselerdi, o zaman Kurana da imama yani
devlete de ihtiyaç kalmazdı. İslamiyet,
ne sosyalistlerin dediği gibi, ütopik-hayali eşitliği kabul etmiş ve ne de
kapitalistlerin dediği gibi, insanları diğer insanlara köle etmiştir. İslam, hakem
kararlarına uymayan kimselere karşı savaş açmayı meşru saymış[116]
ve yasal savaş sonunda galip gelen tarafa mağlup olanları esir etme yetkisini
vermiştir.[117]
İslami düzende savaş yapılmamışsa o zaman esir yapmak da yok demektir. Zira ganimet
için, dünya malı için ve petrol için savaş yapmak kesinlikle hukuk dışı bir
muameledir.[118]
Güya
kölelik kaldırıldı. Hâlbuki bugün işçiler ve memurlar bile işçi-köle,
memur-köle durumundadırlar. Bugün işçi ve memurlar, kendi ücretleri ve maaşları
konusunda bir sözleşme yapma hakkına sahip değildirler. Oysa ölüm dışında
insanın şahsiyeti elinden alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi olmak, hiçbir zaman
onun şahsiyetini ortadan kaldırmaz. İslam hukukunda bir köle sahibi ile sözleşme
yapma yetkisine sahiptir.[119]
Hâlbuki Roma Hukukuna göre ise kölelerin şahsiyeti bile yoktur. Köle bir mamelektir
ve canlı bir resden-maldan ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum
sayılmazlardı.[120]
Bugün
ise dünyada öyle bir ortam vardır ki, kölelik sanki bütün insanları köle yapmak
için kaldırılmış gibi bir durum vardır. Zira
Bediüzzaman’ın dediği gibi, esirlik kaldırılmıştır ama onun yerine ecirlik
getirilmiştir. İslam fıkhında olan esirlik, bugünkü ecirlikten-işçilikten bin kat
daha iyidir, diyebiliriz. Zira bir esiri aç, açık-çıplak bırakamazsınız. Cemal
Kutay'ın araştırmasında Said Nursi'ye göre, adeta tarım toplumundaki serflik ile
sanayi toplumunun getirdiği işçilik birbirine benzerler. Çünkü onun sözünde
esirlik ile ecirlik, yani kölelik ile işçilik birbirine benzetilerek, bunların aynı
olduğu kabul edilmiştir. O şöyle diyor: "Devletler, milletler muharebesi,
tabakat-ı beşer muharebesine terki mevki ediyor. Zira beşer, esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da
istemez."[121]
İslam
ekonomisini incelerken onun temel kaynakları ele alınarak ve uç görüşlere değil de
ortak düşüncelere dayanarak ne olduğu ortaya konulmalıdır. Gerçek ilmin ve eğer
faydalı olmak istiyorlarsa gerçek ilim adamlarının asıl görevi budur. Fakat
sosyalist görüşü ya da kapitalist görüşü tutarak İslami görüşü eleştirmek
isteyenler, mahkeme salonundaki hâkim kılığına bürünerek İslam ekonomisini
sorgulamak, bilim kürsüsünden inip mahkeme salonuna girmek istemişlerdir. Hâlbuki bir
görüşü, bir düşünceyi sorgulayıp yargılamak bilimin ve bilimsel yöntemin görevi
olmasa gerektir. Bu ancak bize ne yapılacak ve ne yapılmayacak onu bildiren dinin görevi
olsa gerektir ve ne yapılacağını karar verip söyleyen siyasetin görevidir,
diyebiliriz. Çünkü ayette “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar.”[122]
“Sana kendileri için neyin helal kılındığını soruyorlar.”[123],
buyrulmaktadır. Allah
kimseyi gücünün dışında bir şeyle mükellef tutmadığı için[124]
İslam düzeninde halkın yapamayacağı bir yükümlülük yoktur. “Doğrusu insan
kendisini bilir.”[125]
“Gerçekten insan hırslı-çıkarına çalışan, açgözlü yaratılmıştır.”[126],
ayetlerinde de ifade edildiği gibi, İslam düzeninde kişi, kendi çıkarına çalışan
bir egoist gibi kabul edilir. Böyle olunca da insan, her şeyi kendini bilip düşünerek,
kendisini merkeze alarak, önce ben diyerek, çıkarına olarak yapar ve öyle hareket
eder. Zaten bundan dolayıdır ki, Kuranda bu bireysel insanın toplumsal tarafa ve diğer
insanlara iyilik ve fedakârlık yapması hakkında birçok öneriler ve tavsiyeler yapılmıştır.[127] Aslında adalet işi, çok yönlü ve belki bütün
insanları ilgilendiren bir konu olmasıyla kişi veya kişilerin işi değil, ancak
Tanrının işi olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, burada önemli olan şey, insanın
kendi çıkarını çok iyi bilmesidir. Onun için bizim bu mesele hakkında bir iki
önerimiz olacaktır: 1-İnsanların
çıkar çatışması yerine çıkar paralelliği bulunup getirilmelidir. Hatta çıkar
denilen şey, benim kendi çıkarıma, aynı zamanda karşımda anlaştığım kimsenin çıkarına
ve bir de toplumun da çıkarına olacak şekilde ayarlanmalıdır. 2- Kişiler, birbirlerine zarar verme yerine, yarar
verme ilkesini benimsemelidirler. Çünkü kişinin gerçek çıkarı burada yatmaktadır.
Kişi bu davranışını, sadece karşısındaki kimseye iyilik yapması için değil, tam
tersine böyle yapmasının ve böyle davranmasının asıl kendisi açısından iyi ve
faydalı olduğu için yapar. 3- Günlük, gündelik ve geçici çıkarlar yerine,
kalıcı ve gelecekte de devam eden çıkarlar hesap edilip düşünerek hareket edilmesi
gerekir. Mesela kişi, tohumluk olan buğdayını vakti gelemeden, şimdiden tüketirse,
onun gelecekte ekmeksiz kalma ve dolayısıyla açlıktan ölme riski ve tehlikesi vardır.
Böylece o, geçmişte kazandıklarını bugün yemeli, bugün kazandıklarını ise
yarın tüketmek için saklamalıdır. Hatta insanlar, bu usulü sadece kendileri için değil,
nesiller arasında bile uygulayabilmelidirler. Buna göre biz, bir taraftan atalarımızın
ürettiklerini tüketirken, diğer taraftan da bizim ürettiklerimiz malları da
torunlarımıza bırakmalıyız, denilebilir.
4- Birey ile toplum ilişkisi ve birey ile toplum çıkarları
o kadar içiçedir ki, bundan dolayı kendi çıkarımızı toplumun çıkarı ile takas
etmeliyiz. Zaten biz, toplum için çalışmalıyız ve ürettiğimiz değerleri de
topluma vermeliyiz. Toplum da istediğimiz zaman bunun karşılığını bize vermelidir.
Böylece hem birey ve hem de toplum açısından refah ve saadet doğar. Çünkü toplumda
birlikte beraber üretim yapıldığı için ürün çok kolay elde edildiği gibi, bir de
çok daha fazla fayda meydana gelir. Bölüşüm de hakça ve adalet ölçülerine uygun
olursa işte birey-toplum dengesi kurulmuş ve böylece toplumda refah meydana gelmiş
olur. 5- Bir de insan, yalnız bu dünyadaki çıkarı için
çalışmaz ve çalışmamalı; öldükten sonra kendisine yarar sağlayacak işler için
de çalışmalıdır. Onun bunun için ahirete inanması da gerekmez. Çünkü öldükten
sonraki hayat her zaman ihtimal dâhilindedir. Zira bunun olacağı ispatlanmamış olsa
bile olmayacağına dair herhangi bir delil de yoktur. İslam, insana kendi özel çıkarına ters düşen
herhangi bir yükümlülük getirmemiştir. İnsanın Kuranı Kerime göre kendi çıkarını
düşünen hırslı birisi olarak yaratıldığını az önce yukarıda söyledik.[128]
Bunun için İslam, üreticiye der ki, kim sana en çok ücret verirse sen onun yanında
çalış. Ürettiğin malı da en çok kim fiyat verirse ona satarsın. Bu sadece ekonomik
bir olay değil, aynı zamanda dinen sevap olan da budur. Bunun anlamı ise kişi böylece
bu mala en çok ihtiyacı olan kimseyi bulmuş demektir. Böylece mal da ona en çok
ihtiyacı olana gitmiş olur. İslam, işverene de der ki, sen de en az ücretle çalışanı
bulup çalıştır. Çünkü o, paraya en çok muhtaç olan kimsedir. Malı da en ucuza
satan kişiden al. Zira bu kimsenin malı elinde kalmıştır. Böyle bir davranış da
arz-talep kanunlarının işlevini sağlamış olur. Adil bölüşüm ise ekonomi ilminin
işi değil, nizamın, düzenin yani siyasi yapıya ait olan bir iştir. Zira fakir ve miskinlerin yani iş gücü olmayan
ve sermayesi bulunmayan meslek erbabının hisseleri bulunan zekât vergisi (bütçenin) dışında
kalan miras ve intikal, vasiyet ve hibe gibi gelirler bile insan iradesinin dışında
olup sistem ve yapı ile ilgili olan hususlardır. İslam
ekonomik düzeninde çalışma ve üretme sonunda meydana gelen ürün, çalışanlar ve
çalışmayanlar, üretime katılanlar ve katılmayanlar arasında olmak üzere önce iki
kısma ayrılır. Üretime katılmayanlar açısından yetimler, yaşlılar-emekliler, iş
gücü olmayan özürlüler-engelliler, hastalar ve iş bulamayanlar, iş bulsa da çalışmak
istemeyen kimseler bunların hepsine üretimden pay ayrılır. Üretime katılanlar ise
zaten hisselerine düşen payı alacaklardır. Dünyaya ayak basan herkesin yer küresinde bir
avuç toprağı vardır. Çünkü yerküresi tüm insanlığın ortak malıdır. Zira
Kuran’da “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinizi layıkıyla
tanıyın ve yalnız O’na kulluk ediniz… O Allah, yer küresini sizin için (yani
hepiniz için) döşek yaptı.”[129]
Allah yeryüzünde olanların hepsini insanlar için var etmiştir.[130]
Böylece çalışmayan veya çalışamayan insanlar, yeryüzündeki topraklarını
başkalarına kiraya vermiş olurlar ve bu şekilde üretimden kendi hisselerine düşen
paylarını da alırlar. Bu durumda küresel sermayenin hak yemesi elinden alınmış ve
halkın da sosyal güvenliği sağlanmış olur. Hem bu şekilde ekonomiye müdahale
ihtiyacı da ortadan kalkar. Bu yalnız ahlak esaslarının gerektirdiği bir husus
değil, aynı zamanda sosyal ve siyasal-hukuki yapının da bir gereğidir. Tebliğci, literatürü taramadan, bu hususta ne
gibi bir çalışma ve araştırmalar yapılmış ciddi bir şekilde arayıp bakmadan
taraf tutarak bazı eserlere dayanarak kendi görüşlerini ortaya koymuştur. Biz bu
konuda “İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı” adıyla bir doktora tezi hazırladık
ve bu tezimiz Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde 27 -06-1979 tarihinde
pekiyi derece ile kabul edilmiştir. Bu hanımefendi bizimle temasa geçmediği gibi
kaynaklarında bizim eserimiz de mevcut değildir. Şimdi biz, onun İslam Ekonomisinde Bölüşüm
diye başlık atıp ileri sürdüğü bazı düşüncelerine tezimizden de naklederek
cevap veriyoruz. Gelir Dağılımı veya Bölüşüm: Gelir dağılımı, öğretim biçimi ile ticari
hayat ve genel ekonomik düzenle ilgili bir husustur. Bu günün ekonomilerinde
uygulanmakta olan üretim biçimi ve ticaret anlayışı, gelir dağılımı problemini
ortaya çıkarmıştır. O yüzden işçiler, daha fazla ücret alabilmek için,
sendikaları vasıtası ile esnaf ve ticaret erbabı da daha çok kâra sahip olabilmek
için, dernekleri sayesinde durmadan mücadele etmektedirler. Bu sebeple, üretimin
elemanları olan emek ve sermaye karşı karşıya getirilmekte, grev ve lokavtlar
yapılmakta ve hatta bazen ülke çapında işe boykot teşebbüslerine girişilmektedir.
Bütün bunların neticesi olarak, üretici ve tüketici milli gelir açısından zarar
etmekte ve böylece ekonomi düzeni de etkilenerek alt-üst olmaktadır. Diğer sistemlerin yanında İslam’ın da bu
konudaki görüşlerini araştırmakta fayda vardır. İşte bu çalışmada İslam’da
gelir dağılımı üzerinde durulacak; ücret, kira ve kâr hakkında getirilen esaslar
araştırılmaya çalışılacaktır. Ayrıca haksız iktisap sayılan gayr-i meşru
gelirler de gözden geçirilip bunlar ekonomik yönden değerlendirilecektir. Kaynaklarda[131]
İslam’daki kesp (gelir) yollarının şöyle bir tasnifi yapılmaktadır. a) Kazanç yani gelir, mesela miras gelirinin dağılımında
olduğu gibi, insan iradesinin dışında, onun müdahalesi olmadan elde edilir. b) İradeli olarak elde edilen gelir; sahipli veya
sahipsiz mallar üzerinde yapılan tasarruflardan hâsıl olan gelirlerdir. Sahipsiz mallar, ihraz veya işgal edilmek suretiyle
elde edilirler. Sahipli mallar ise, zorla ve rıza ile olmak üzere yine iki yoldan elde
edilir. Savaş neticesinde mülkiyet haklarını korumaktan aciz kalanların malları
ellerinden zorla ganimet olarak alınır. Mükellefleri zekât ve nafaka borçlarını
tediye etmekten kaçındıkları zaman, bu borçlarını ödeyecek malları ellerinden hak
sahipleri için yine zorla alınır. Rızaya dayanan gelirler de bedelli ve bedelsiz
gelirler olarak olmak üzere ikiye ayrılır. Bedel
karşılığında olan ivazlı gelirler; ücret, kira, kâr ve mehir gibi olan
gelirlerdir. Bedelsiz-ivazsız olan gelirler ise, hibe ve vasiyet gibi olanlardır. I – Modern Ekonomide Gelir Dağılımı 1-
Gelir ve Çeşitleri Bir
ekonomik birimin kazandığı bedele, gelir denir.[132]
Gelirlerin miktarı, azlığı veya çokluğu ekonomik düzenle ilgilidir. Fiyatlara tesir
edecek hareket ve davranışlar yapıldığı zaman gelirler de buna göre ya azalır veya
çoğalırlar. Çünkü gelir, reel üretim ile fiyat seviyesinin çarpımından meydana
gelir.[133] Masraf
ve vergiler çıkarılmadan göz önüne alınan gelire brüt gelir, bunlar çıkarıldıktan
sonra geriye kalan saf gelire net gelir denir. Net gelir, bir ekonomik birimin satın alma
gücünü gösterir.[134] a)
Milli Gelir Milli
gelir ile milli serveti karıştırmamak gerekir. Milli servet, üretim ve tüketim mallarımızın
tamamına verilen bir isimdir.[135]
Bir ekonomideki üretim ve hizmetlerin yıllık tutarı, gayri safi milli geliri verir.
Sermaye tüketimini gayri safi milli gelirden çıkaracak olursak, geriye kalan miktar,
net milli gelirdir.[136]
Milli gelir muayyen bir devrede milletçe meydana getirilen ve para ile ifade olunan mal
ve hizmetlerin topuna birden verilen bir isimdir.[137] b)
Ferdi Gelir Fertlerin
veya ailelerin yahut harcama birimlerinin belirli bir dönemde, genellikle, bir yıl içinde,
elde ettikleri gelire ferdi gelir denir.[138]
Bir fert, üretimin bütün elemanlarını elinde bulundurursa, şahsi gelir ile
fonksiyonel (üretim vasıtalarına ait) olan gelir birleşmiş olur. Şu halde üretim
faaliyetine katılmış olan unsurlar, mülkiyet bakımından birbirinden ayrıldıkça,
gelirin şahsi dağılışı ile fonksiyon bakımından dağılışı meselesi ortaya çıkar.[139] 2-
Gelir Dağılımı Ekonomik
faaliyet, içtimai faaliyetlerdendir; mübadele esasına dayanan cemiyetlerde üretim, iş
bölümü, iş birliği ve çeşitli unsurların iştiraki ile yapılır. Müşterek
üretimin hâsılasının paylaşılmasına gelir dağılımı; inkısam denir.[140]
“Gelir dağılımı, bir ülkede belirli dönemler içinde yaratılan milli hâsıla
veya gelirin; fertler, fertlerden mürekkep gruplar veya üretim faktörleri arasında bölünmesidir.[141]
a)
Dağılımın Zarureti İnsanoğlunun dünya ve ahiret refah ve saadetini
kazanabilmesi, onun ancak toplum halinde yaşayıp aralarında yardımlaşarak, birlik ve
beraberliği sağlayabilmeleri ile mümkündür. Bu yardımlaşma faydalı olan şeyleri
yapmak, zararlı olan şeyleri ise cemiyetten uzaklaştırmak şeklinde olur. İşte bu yüzdendir
ki, insan medeni yaradılışlı, sosyal bir varlıktır denilir.[142]Bunun
için ekonomik hayatın insanlıkla ilgili bir hadise olduğu, hayvan topluluklarında
ekonomik olayların insanlardaki şekliyle cereyan etmediği bir gerçektir.[143]
İşte toplum halinde yaşayan insanların, bu medeni özelliklerinin icabı olarak,
yaptıkları müşterek üretimin hâsılasını aralarında adil bir şekilde
dağıtmaları refahın sağlanması için zaruri bir hadisedir. b)
Dağılımın özellikleri Kapalı
ekonomide, aile ekonomisinde, müşterek mülkiyet rejiminde gelir dağılımı meselesi
basit olup büyük önem taşımazlar. Üretim ve gelir dağılımı, aile veya kabile
şefi tarafından belirli ve sınırlı ihtiyaçlara göre tanzim edilir ve müşterek
üretimin hâsılası da ihtiyaçlara ve âdete göre aile ve kabile fertleri arasında
taksim olunur. Özel mülkiyet rejiminde ise payların ayrılması üretime katılma
oranında yapılır.[144] Gelir dağılımı meselesi hukuki, ekonomik ve
sosyal müesseselere sıkı bir surette bağlıdır.[145]
Ayrıca üretim şekli ile de ilgilidir. Basit teşebbüste, müstakil üretim tipinde
emek ve sermaye müteşebbise aittir. Üretim tarzı değiştikçe, teşebbüs
büyüdükçe, gelir dağılımı meseleleri de önem kazanır. Büyük teşebbüste
üretim müşterektir; emek ve sermaye sözleşme ile dışarıdan temin edilir. Üretilen
malların bedelinden emeğe ve sermayeye, emek ve sermayeyi temin etmek suretiyle
üretimin neticelerini üzerine alan müteşebbise ve devlete gelirden pay ayırmak icap
eder.[146] Bir taraftan gelir paylarının ekonomik prensiplere
göre tespiti, diğer taraftan da adalet kural ve kaidelerine uygun olarak tefriki
gerekir. Bir kısım iktisatçılar üretimde olduğu gibi, gelir dağılımında da
doğal kanunların var olduğunu ve dolayısıyla payların teşekkülünün de bu doğal
kanunlara bırakılması gerektiğini ileri sürerler. Diğerleri ise gelirlerin insan
iradesiyle daha adil esaslara göre tespit ve tanzim edileceği fikrindedirler. Hatta
üretim faaliyetine katılamayacak durumda olanlara, özürlülere, hastalara ve
ihtiyarlara milli gelirden yardım edilmesine taraftardırlar.[147] 3-
Ekonomik Sistemlere Göre Gelir Dağılımı a)
Üretim Vasıtaları ve Payları Avrupalı
bilginlere göre üretim vasıtaları; tabiat, emek, sermaye ve teşebbüs olmak üzere
dörttür.[148]
Bunlardan emeğin gelirine ücret, sermayenin gelirine faiz, toprak sahibinin gelirine
kira (rant), müteşebbisin muhtemel gelirine de temettü kar adı verilir.[149] b)
Kapitalizmde Gelir Dağılımı Kapitalizmin
gelir dağılımında bir dengesizlik olduğu konusu, çok eskiden beri ileri sürülen
bir husustur. Gelirin dağılma meselesi sadece üretim yönü ile ele alındığı için,
üretim vasıtaları açısından yani fonksiyon itibariyle gelir dağılışında bir
eşitsizliğe rastlanmadığı, olsa olsa bunun şahsi gelir dağılımında olabileceği
söylenmektedir.[150] Gelir
dağılımındaki eşitsizliğin sebepleri araştırılırken, memleketin tabii ve
coğrafi şartları, muhtelif üretim ve gelir sahalarında sermayenin verimi, insanlar
arasındaki ayırıcı vasıflar, sosyal düzen, hukuki bünye ve daha birçok şeyler
zikredilmektedir.[151] c)
Sosyalizm ve Komünizmde Gelir Dağılımı Sosyalizm
sisteminde gelir dağılımı tahmini bir unsura dayanır. Maddi üretim vasıtalarına
sahip olma neticesinde elde edilen faiz ve ranttan veyahut üretim ünitelerinden gelen
kardan meydana gelen amme geliri, tamamıyla sermaye birikimi maksatları için kullanılmayabilir.
Bu hususta birçok tahmini kararlar almak mümkündür.[152] Komünist
toplumlarda özel mülkiyet hakkı tanımadığı için, gelir dağılımının gerçekleşmesi
yani paylaşma daha basit olup üretim ve üretime katılanların payı devlet tarafından
tespit edilir. Kar söz konusu değildir.[153] II-
İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı 1-
Gelir
Dağılımının Önemi
İslam ekonomik düzeninin, bugünkü ekonomik
düzenlerden hiç birine benzemeyip kendisine mahsus bir sistemi olması dolayısıyla[154]
ve hem ferdi, hem de toplumu aynı derece tutması sebebiyle[155] diğerlerine benzemeyen bir gelir dağılımı usulüne
sahip olması tabiidir. İslam’da fertlerin hayatları, karşılıksız olarak, devletin
teminatı altındadır.[156]
Hiç şüphesiz gelir dağılımının da buna göre ayarlanması gerekir. Gelir
dağılımının önemi büyüktür. Bu konuda merhum Muhammed Hamdi Yazır şöyle der:
Dünyada insanı en çok düşündüren, yoran, boğuşturup çarpıştıran, kamplara bölen
kavgaların kökü, infak, yani yeme, içme ve gelir dağılımı meselesidir. Kendileri
patlayıncaya kadar yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan,
toplumdaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen harisler, insanlıkla ilgisi olmayan
zavallılardan başka bir şey değildirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim, sen yeme diye
kavga ederler. Böylelerinin yüzündendir ki, yeryüzü fitneye verilir, kin ve düşmanlık
artar, insanlar birbirine kıyarlar.[157] Gelir
dağılımı konusunda bugünkü sistemlerin hemen hemen hepsinin ortak bir özelliği,
geliri sadece üretime katılanlar arasında bölüştürmeleridir. Ürün yalnız üretim
vasıtaları arasında paylaştırılmakta, kara sadece üretim faktörleri sahip olmakta,
herhangi bir sebepten dolayı, üretim faaliyetine katılamayanlar mahrum edilmektedir.
İslam ekonomisinde ise az sonra anlatacağımız gibi, devlete verilen vergiden
kendilerine bizzat hisse ayrılan muhtelif sınıflar vardır. Fey mallarının
dağılımını anlatan ayette, bu malların sadece zenginler arasında dolaşan bir
servet olmaması gerektiği ve bu sebeple de adı zikredilen bu gruplar arasında bölüştürüldüğü
bildirilmektedir. “Allah’ın (fethedilen) memleketler halkının mallarından
Peygamberine verdiği fey’i, Allah’a, Peygamberine, hısımlarına, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalanlara aittir. Ta ki, (bu mallar), içinizden (yalnız zenginler)
arasında dolaşan bir devlet olmasın...”[158] 2-
Gelirin
Dağılımı-Bölüşüm İslam
ekonomisinde gelir, üretime katılan ve katılmayan olmak üzere iki sınıf arasında
paylaştırılmaktadır.[159]
Bu şekildeki bir bölüştürme, kendisini Allah (c.c)’ın bir emir ve iradesi olarak göstermektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v) bile bu konuda herhangi bir yetkiye sahip olmadığını açıklamaktadır.[160]
Kuran-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında (onlar
değil) biz taksim ettik. Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki, bir
kısmı bir kısmını iş adamı edinsin. Rabbinin rahmeti onların toplaya
geldiklerinden daha hayırlıdır.”[161]
Burada
dünya hayatında insanların geçinecek gelirlerini Allah’ın taksim ettiği[162]
çalışıp kazanma düzeninin kurulabilmesi için özel mülkiyette farklı derecelerin
olabileceği[163]
insanların arasında farklılıkların bulunması yüzünden ve bir kısmının zengin,
bir kısmının da fakir olması sebebiyle çalışıp kazandıkları beyan edilmektedir.[164]
Ayette geçen ????
kelimesi mastar olarak bir adamı gündelikçi tutmak, bir iş teklif etmek
manasındadır.[165]
İsim olarak ise gündelikçi, işçi demek olur. Serahsi, bu ayeti icare bahsinde,
ücretle işçi tutmaktan bahseden bölümde zikreder [166] Eğer
insanlar zayıf ve kuvvetli olmakta, ilim ve cehalette, zekilik ve bönlükte aynı
derecede olsaydı, birbirine hizmet etmez, işçilik yapmazdı.[167]
Zengin ve fakir olacak ki, iş bölümü
gerçekleşebilsin ve cemiyette iş hayatı kurulabilsin. Ancak bu günkü gibi, işçi ve
işveren düşman iki sınıf olarak ortaya çıkarsa, şüphesiz zararlı olur. Fakir
zenginin malına muhtaç ise zengin de fakirin çalışmasına, onun emeğine muhtaçtır.
[168] Bu
sebeple zengin-fakir, işçi-işveren birbirini tamamlayan iki unsur gibi görülmelidir.
Bugünkü işçilik problemlerinin doğmasına sebep olan en önemli amil, işverenlerin
servet yığmadaki ihtirasları, maddeyi kutsallaştırma hususunda ifrata kaçmaları ve
dini ahlaki kaide ve kurallardan uzaklaşmalarıdır.[169]
Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurur. “… Allah’a yemin ederim ki, ben
size kendiliğimden ne bir şey verebilirim ve ne de men edebilirim. Ben sadece bir
hazinedarım; işleri emir olunduğum şekilde yaparım, ihsan eden ise Allah’tır.”[170] 3-
Üretime
Katılanlar Açısından Gelir Dağılımı Üretime
katılanlar, gelirin paylaşılmasını aralarında serbestçe anlaşmak suretiyle
yapabilir; sermaye ve emeğin hakkını tespit edebilirler. Ücret, kira ve kar konuları
geldiğinde bu husustaki esaslar tespit edilecektir. Ancak şu kadar söyleyelim ki,
sermaye ve emeğin gelirini tespit etme konusunda fıkıhtaki şirket-i mudarebe bahsinden
faydalanmak mümkündür. Az
önce özel mülkiyet açısından insanlar arasında farklı derecelerin bulunmasının
tabii olduğunu söylemiştik.[171]İnsanların
bazısının zengin, bazısının fakir; bir kısmının işçi, bir kısmının da
işveren olması bir nimettir. Rızıkta üstün olanlar, zengin ve işverenler, kendi
rızıklarını emirleri altında çalıştırdıkları kimselere vermezler. Herkesin
kendi rızkı vardır; rızıkları Allah (c.c) verir.[172]
Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır. “Allah rızık hakkında bir kısmınızı,
bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine rızık verilenler de, rızıklarını,
elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. Şimdi Allah’ın
nimetini mi inkâr ediyorlar?”[173]
Kuran’ı Kerimde bu hususta başka ayetler de vardır.[174] Her
nimet bir külfet karşılığıdır.[175]
Fazla rızık-gelir sahibi olanlar, buna çok çalışmak suretiyle ulaşmışlardır.
İslam’ın malı elde etmek için meşru tanıdığı yollardan birisi de çalışmaktır.[176]
Çalışma hakkında birçok ayetler vardır.[177]
Çalışan herkese çalıştığının karşılığı verilecektir.[178]
“muhakkak ki, ben sizden erkek veya dişi hiçbir çalışanın çalışmasını zayi
etmem…”[179]
Burada erkek olsun, kadın olsun, çalışanların çalışmalarının asla kayba
uğramayacağından bahsedilmektedir. Kadın ve erkek yaptıklarının karşılığını
lam bakımından müsavi olup aralarında bir fark yoktur.[180]
Çünkü ücret ve karşılık, yapılan işe göredir. Çalışıp iş yapan kimse kadın
veya erkek olabilir. Yine bir şey değişmez. Çünkü kadın erkekten, erkek de
kadındandır.[181] “Allah’ın
bazınıza, diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin kendi
kazandıklarından bir payı var, kadınların da kendi kazandıklarından bir payı
vardır. İsteklerinizi Allah’ın fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten Allah her
şeyi hakkiyle bilendir.”[182]
Ümmü Seleme (r.a.), “Ya Resulüllah,” dedi. “Erkekler savaşıyor, biz
savaşmıyoruz; erkekler zikrediliyor, biz zikredilmiyoruz. Biz. Mirasta yarım alıyoruz,”
diyerek düşündüklerini söylediği zaman bu ayet geldi.[183] Allah
(c.c) bu ayetle, birimizi diğerinden üstün kıldığı şeyi istemekten nehiy
etmektedir. Çünkü Allah (c.c.), ona daha çok vermeyi faydalı bulsaydı, verirdi.
Buradaki yasak temenni, haset ve kıskançlıktan dolayı olan temenni olup başkasında
bulunan bir nimetin zevalini istemeyi de içerisine almaktadır. Ancak “Allah bana da
versin, ben de o zengin adam gibi olayım” diye, iyi niyetle istekte bulunmak yasak
değildir.[184] Bu
ayette erkek ve kadınların çalışabilecekleri emek ve çalıştıklarının ücret ve
karşılığını alacakları bildirilmektedir. Fakat ürettikleri şeyin hepsine sahip
olmayıp sadece bir kısmını almaktadırlar. Ayetin aslında “min” harfi
kullanılmakla, tüm kazandıklarına sahip olamadıkları, geriye bir şey kaldığı
anlaşılır ki[185]
bu da gelir dağılımında devlete giden, katma değerin bir kısmı olsa gerektir. Kuran’ı
Kerimde “Onlar birer ümmetti, geldi geçti, onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız da sizin ve siz onların yaptıklarından mesul tutulmazsınız,”[186]
buyrulmaktadır. Burada herkesin ve her topluluğun kazandıklarının kendilerine nispet
edildiği, hayırlı işlerin Allah’ın fazlıyla, şer olanların ise adaletiyle
meydana geldiği, fakat buna razı olmadığı,[187]
bildirilmektedir.[188]
Ayrıca bu ayetten, ümmet, cemaat yani toplum manasına geldiğinden,[189]
her milletin kazancının kendisinin olduğu, gelirin bir de milli yönü bulunup fert
gelirinin milli gelirin içerisinde oluştuğunu anlamak mümkündür. 4-
Üretime Katılmayanlar Açısından Gelir Dağılımı
Üretime bizzat
katılmayıp fakat milli gelirden hisse alanlara gelince; bunları, kazai-hukuki pay
sahipleri ve dini-ahlaki pay sahipleri olmak üzere iki sınıfta toplamak mümkündür.
Peygamberimizin (sav.) aynı konuda zıt gibi görünen iki hadisi, bize meseleyi aydınlatacaktır.
Peygamberimiz (sav.) bir hadisinde “Malda zekâttan başka bir hak yoktur,” derken,[190]
diğer bir hadisinde ise “Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır”[191]
buyuruyor. Zekâttan başka bir hak olmadığını bildiren hadis, verilmesi zekât gibi
farz, hukuki ve mecburi olan bir vergi bulunmadığını bildirir. Zekâttan başka bir
hak olduğunu bildiren hadis ise, verilmesi mecburi olmayan fakat verilmesi
dini-ahlaki-vicdani bir vecibe olan sadakanın varlığına işaret eder. Yani birincisi;
zekât ve zekât gibi olan mali görevler, kazai-hukukî ve mecburi bir vazifedir.
İkincisi ise daha çok dinî-ahlâkî ve vicdani olan hükümdür, diyebiliriz. Bu
hususta ayetler de vardır. “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete
(bire) eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.”[192] Onlar ki mallarında hem dilenen, hem de iffetinden
dilenemeyen için belirli bir hak vardır.”[193]
Ayetleri gibi, peygamberimizin (s.a.v.) de at üzerinde gelse bile, isteyiciye hakkının
verilmesi hususunda bir hadisi vardır.[194] “Ey
iman edenler, kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin
helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın,”[195]
ayeti mallarınızı sadaka olarak verin, Allah (CC.) yolunda harcayın ve böylece Allah
yolunda gazi ve mücahit olanları takviye edin ve bundan başka Allah’a (CC.) harcayın
demek olur.[196] Keza
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz, hayır ve itaat değildir. Fakat
hayır ve ibadet, Allah’a, ahrete, meleklere, Allah’ın indirdiği kitaplara ve
peygamberlere iman edenin ibadetidir. Mala olan sevgisine rağmen onu akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışa,
dilenenlere,
köle ve esirlere harcayın, namazı gereği üzere kılan ve zekâtı veren kimsenin…
hayrıdır.”[197],
buyrulmaktadır. Ayette adı geçen altı sınıf, birer sınıf olsa gerektir. Hem
bunlara malı vermekten bahsediliyor, hem de ayrıca zekât vermekten bahsediliyor.
Öyleyse bunlar ayrı ayrı şeylerdir.[198] Zekâtın
mecburi olduğu malumdur. Ayetin sonundan, bu sınıflara yardım etmenin de mecburi
olduğu anlaşılmaktadır. Razi, ayete “mecburiyet” manası vermiştir.[199] Üretime
katılmadığı halde Kur’an’ı Kerim’de gerek mecburi, gerekse ihtiyari olarak,
kendisine gelirden pay ayrılan birtakım kimseler zikredilmektedir.[200]
Bunlar, Allah, Resul, akrabalar, yetimler, yoksullar, yolcular, fakirler, amiller, müellefler,
köleler, borçlular, Allah yolu, anne-babalar, dilenenler, yakın komşu, uzak komşu ve
yakın arkadaş gibi. Bunlar arasında zekât[201] ganimet[202]
ve fey[203]
ayetlerinde geçen sınıfların payları kendilerine, mecburi olarak verilir. Diğer geri
kalanlar ise, Müslüman halkın kendiliğinden yapacağı bağış ve vereceği hayır
nispetinde kendilerine düşen haklarını almış olurlar. İslam
hukukunda sadaka zekât; zekât da sadaka manasına gelir.[204]
Zekâtta, Allah’a (c.c.) olan sadakati gösterdiği için sadaka adı verilir.[205]
Kur’an’ı Kerim’de sadakaların dağılımı yapılan ayette[206]
şu sekiz sınıf zikredilmektedir. Fakirler, miskinler, amiller, müellefler, köleler,
borçlular, Allah yolu ve yolcular. Bu sınıfların tümü İslam ekonomisinde bütçenin
giderler faslını teşkil eder.[207]
İslam’da bütçenin temeli gelirdir; harcanacak miktarı gelir tayin eder.[208]
Bu yüzden bu sınıfların paylarına düşen miktar, mali gelirin artıp eksilmesiyle,
yıldan yıla farklı olabilir. Bu
sadakaların, hak sahipleri arasında hangi oranda dağılacağı hususunda birkaç görüş
ileri sürülmüştür. Mesela amiller sınıfının payı sekizde birdir, diyenler
olduğu gibi, ihtiyaçlarına göre alırlar, diyenler de vardır. Üçüncü bir görüş
de bunların ücretlerinin Beytu’l-Mal’dan ödenmesini tavsiye ederler.[209]
Böylece bu sınıfa sekizde bir verilir, hizmetleri kadar verilir, hizmetleri kadar ecri
misil verilir, şeklinde açıklamalar yapılmıştır.[210]
Hanefi eserlerde, bu sınıfa yaptıkları hizmet kadar verileceği söylenmektedir.[211] Sekizde
bir verilir fikrini Mücahid ve Şafii savunur. İbn Ömer, Malik ve Ebu Hanife ise
hizmeti kadar ücret alabileceklerini ileri sürerler.[212]
Bu dağılım konusunda Hanefiler, ihtiyacı esas alırlar. Zaten amiller sınıfının
dışındaki her bir sınıf, ihtiyacından dolayı, hisse sahibi olmaktadır. Amiller ise
zekâtın toplanıp dağılmasında hizmet ettikleri için pay almaya hak kazanmış
olurlar.[213] Bazıları
borçluya borcu kadar, fakir ve miskine ise kendilerine ve ehl-i iyâline yetecek kadar
verilir, derler. Bazıları da, bu konuda herhangi bir sınır yoktur, başkan kendi görüşüne
göre verir, derler.[214] Hisselerin
bir sınıftan başka bir sınıfa nakli konusunda da ayrı görüşler vardır. Hisseler,
birbirinden diğerine, sınıflar arasında veya bir başka yere nakledilemez, fikrinin
yanı sıra, fakir ve miskinlerin hisseleri kendilerine verilir, diğer hisseler ise
başkanın görüşüne göre, uygun yerlere harcanır, görüşü de vardır. Şafii’ye
göre, gelirlerin hepsi bu sekiz sınıf arasında eşit olarak taksim edilir. Ebu Hanife
ise bir fasıldan diğer fasıla aktarma yapılabileceği görüşündedir.[215]
Bazı bölgelerin şiddetli bir ihtiyaç içerisinde oldukları başkana haber verilirse,
sadakaların bir kısmını oralara nakletmek de caizdir, denilmektedir.[216]
Ebu Hanife’ye göre zekât, bir beldeden başka bir beldeye ancak akrabalar bulunduğu
zaman gönderilebilir.[217] Nisaba
malik olan bir kimsenin zekât mallarından alıp alınmayacağı komsunda da ihtilaf
edilmiştir. Maliki âlimlerine göre böyleleri zengin olduklarından zekât alamazlar;
bilakis kendilerinin zekât vermesi gerekir. Bazıları da Hz. Peygamberin (sav.), isteyen
bir kimseye verdiğini delil getirerek, nisaba malik olan kimselere zekât malından
verilebileceği görüşünü savunurlar. Yine Malikî ve Şafiî’ye göre nisaptan az
olsa bile, kendisine yetecek kadar bir malı bulunan kimse zengin sayılır. İhtiyacını
tatmin edecek ve kendinse yetecek kadar bir mala sahip olmadığı zaman, nisabın
üstünde olsa bile, o kimse zengin sayılmaz, binâenaleyh zekât alabilir.[218] Burada
kendilerine verildiği zaman zenginler sınıfına geçecek olan kimselerin durumu ortaya
çıkıyor. Acaba bunlara zekât verilecek mi, verilmeyecek mi, bu konuda ihtilaf edilmiştir.
Bir kimseye iki yüz dirhem zekât vermek mekruhtur. Ebu Hanife, zekât nisabını aşacak
bir şekilde vermeyi doğru bulmaz.[219] İslam Düzeninde
Ekonomik Farklılık İnsanların yüz
görüntüleri ve simaları ne kadar farklı ise onların çalışmaları, iş hayatları,
düşünce ve bilgi üretme kabiliyetleri ve çevreye uyum sağlamaları da o kadar
farklı olur. Çünkü herkes kendi yaratılışına-kabiliyetine göre iş yapar.[220]
Onun için insanlar birbirinin kopyaları olamaz. Farklılıklar, bize göre rahmettir ve
bir zenginliktir. Sanki sosyal uzviyet dediğimiz toplumu meydana getiren farklı
birey-organlardır. Oysa Rönesans medeniyeti insan merkezli olmayıp eşya-makine
merkezli olduğu için biyonik ve mekanik bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Doğal
olarak hukuk da ekonomi de buna göre şekillenmiştir. Buna göre evlenme yaşı ve
kanunu, ayni işe aynı ücret, gelire göre vergi gibi ve buna benzer bir sürü teori ve
uygulamalar, hep bu zihniyetin ürünleri olup bunlar bireylerin şahsi ve zati
meziyetlerini törpüleyip tüketmiştir. Böylece ortaya sanki robot bir insan ve robot
bir toplum çıkmıştır. O sebeple yabancı bir medeniyetin ürettiği terimlerle İslam
düzenine ve İslam ekonomisine varılamaz. Makineleşmiş bir hayatın, makineleşen
ortamında aslında eşit parçalar haline getirilen insanlarda farklılıkları düşünüp
kabul etmek, abesle iştigaldir. Ama bize göre bu yanlış bir algıdır, biz buna hayır
diyoruz. Çünkü insan bu değildir, toplum ise hiç değildir. Zira bu bize makinenin
dişlileri arasında ezilmiş ve kişiliğini yitirmiş, kendisini kaybetmiş, adı insan
olan bir demir parçasını göstermektedir. Bize göre birey ve her birey farklıdır;
bireyleri olduğu gibi algılamak gerekir. Kadın ile erkek de farklıdır. Her aile
farklıdır ve her yerleşim birimi farklıdır. Her bir toplum farklıdır, farklı bir
yanı vardır. Yani bunlardan hiçbirisi diğerinin aynısı değildir. Bunun için de
tüm bireyler, toplumlar ve yerleşim birimlerine göre iş bölümü ve özellikler vardır. Mesela
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz. Ana-babaya, hısımlara, yetimlere
yoksullara iyilik edin. Namazı kılın, zekâtı verin”[221]
ayetinde aile dayanışmasından bahsedilmektedir. Ayetin
aslında geçen zi’l-kurba kelimesi yakın akrabalar demektir. Yakın akrabalara biri
bedeni, diğeri de mali olmak üzere iki türlü yardım yapılabilir. Bunun birine hizmet
yardımı, diğerine de mali yardım diyebiliriz. Bu nafaka yardımı daha çok erkek
akrabalara, hizmet yardımı ise daha çok kadın akrabalara yüklenmiş bir borçtur. Bu
hususta erkeklere düşen vazife kadar kadınlara da görev düşmektedir.[222]
Nafaka verme görevinin erkekler üzerine olduğunu gösteren ayetler de vardır.[223]
Çocuk bakımı[224]
ekmek yapımı, yemek pişirmesi ve ev işlerinin de kadın üzerinde bir görev olduğu
da Hz. Peygamberin Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış olmasından
anlıyoruz. Buna göre Hz. Fatıma iç hizmetleri ev işlerini yapacak, Hz Ali de dış
işleri yapacaktı.[225]
Bu iş bölümü bazı İslam hukukçuları tarafından da tespit edilmiştir.[226]
Fakat kadının hizmet yükümlülüğü yoktur veya vardır konusunda fıkıhçılar
ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik, Şafii ve Ebu Hanife kadının çalışma mecburiyeti
yoktur, derler.[227]
Bu hususlar zaman ve zemine, kültür, adet, gelenek ve göreneklere göre değişebilecek
olan hususlardır, diyebiliriz. Mesela bugünkü düzenlerde bu yakınlar kurumunun görevleri
hastalık veya malullük sigortaları ile karşılanmaktadır. Anlattığımız üzere
İslam ekonomik düzeninde hastalık veya malullük sigortasının yerini yakınlar kurumu
almaktadır, diyebiliriz. Ancak burada önemli olan fark, bu muhtaçların akrabaları
tarafından bakılmalarının şart olduğudur. Ekonominin bir taraftan biri bireysel, diğeri
de toplumsal olmak üzere iki kanadı bulunmaktadır. Diğer taraftan da birisi üretim,
diğeri de tüketim olmak üzere önemli iki yönü vardır. Başka bir yönden de bir
tarafta kadın varsa öbür tarafta da erkek vardır. Tebliğcimiz, İslam’da aile
reisi, erkektir demiştir. Hâlbuki bu hususta hiçbir delil mevcut değildir. Ekonominin
bunlardan başka bir özelliği de üretim, bir toplum içerisinde hemen hemen herkesin
katkısıyla yapılmakta, tüketim ise aileler tarafından yapılmaktadır. Üretim demek,
insanların ihtiyaçlarını tatmin edecek malları yani yiyecek, içecek ve giyecek
maddelerini üretip dışarıdan eve getirmek demektir. Çocuk
doğurma yetisi olmayan ve bebeğe süt verip emzirme kabiliyeti bulunmayan erkeğe bunun
karşılığında üretim yapma ve aileyi-toplumu koruyup kollama görevi verilmiştir. Bu
görevleri için de erkek kadına göre daha güçlü yaratılmıştır. Bununla beraber
kadın da erkek gibi çalışabilmekte ve üretime katkı yapıp kazanmaktadır. Çalışan
kadın, hak ve ücret alma konusunda erkeğe eşittir. Yalnız o, eğer evli ise çalışmak
zorunda değildir ve olmamalıdır. Çalışsa bile kazandığı kendisinindir[228]
ve evin giderlerine katılma mecburiyeti yoktur. Aile giderleri yeme, içme, giyme ve barınma
gibi masraflar koca üzerinedir.[229]
Ortak işlerden ev
işleri ve kadının bileceği işler, kadının başkanlığında, dışarıdaki işler
ve erkeğin bileceği işler ise erkeğin başkanlığında istişare ile yürütülür.
İslam’da evin ve ailenin kişiliği yoktur. Bugün bilhassa belediyelerin yaptığı
gibi haneye göre iş yapılmaz, ev muhatap alınmaz. Ayetlerde[230]
bir muamele için evin sahiplerinden bahsedilir ve ikinci şahıs muhatap olarak evin
sahiplerinden söz edilir. Mesela şu ayette “Allah’ın rahmet ve bereketi sizin
üzerinize olsun (Ey) ev halkı”[231]
diye hitap edilmektedir. Onun için İslam düzeninde bir kişilik sahibi olarak ev temsil
edilmez ve ev nazarı itibara alınarak bir muamele yapılmaz. Elektrik ve su dağıtımı
ve bedelleri eve göre değil, içinde yaşayan kişilere göre verilir. Onun için temsil
etmek üzere evin temelli bir başkanı olmaz ve ev halkı karı-koca olarak bazı işleri
aralarında ittifakla kararlaştırırlar. Kadına ait olan işlerde kadın, erkeğe ait
işlerde ise erkek karar verir ve evde hıdane hakkı kadının[232]
dışarıda vesayet görevi ise erkeklerindir. Mesela çocuğun sütten kesilmesi gibi,
her ikisini ilgilendiren konularda ise karı-koca ikisi aralarında anlaşarak karar
verirler.[233]
Kuran’da "Kadınların
meşru hakları kadar, vazifeleri de vardır. Erkeklerin hakları, kadınların
vazifelerinden fazladır"[234]
buyrulur. Ayetin orijinalinde geçen leh ve aleyh kelimeleri hak ve vazifeye
delalet eder…Meseleye bu açıdan bakmayan kimseler, tercüme ve tefsirlerinde üstünlükten
bahsederler. Erkek kadından bir derece üstündür, derler. Hâlbuki ayette i h t i b a k sanatı vardır. Yalnız
kadının hak ve vazifesinden değil, aynı zamanda kocanın da hak ve vazifesinden
bahsedilmektedir. Ancak erkek kelimesi birinci cümleden ikinci cümlenin karinesi ile
hazfedilmiştir. Sanki ayette kadınların erkekler üzerinde hakları olduğu gibi, erkeklerin de kadınlar üzerinde hakları vardır,
denilmiş gibidir. Yalnız karı ile kocanın hak ve vazifeleri arasındaki
benzerlik, yapacakları işin cinsinde değil, vücub ve gerekliliğindedir. Meselâ kadın
ekmek yapıp yemek pişirdi diye koca da aynı şeyi
yapacak değildir.[235] İslam
toplumunda kadınlar ve erkekler vardır; karılar ve kocalar vardır. Bunları
karıştırmamak gerekir. Mesela kadın ve erkeklerden bahseden ayeti[236]
kastederek tebliğci, “İlgili ayetin tefsirinde ise; erkeğin maddi özellikleri ve
ekonomik rolü göz önünde tutulduğunda aile reisi olma durumu “doğal” olarak
değerlendirilmekte ve reise itaatin ilahi talimata itaat demek olduğuna dikkat
çekilmektedir.”, demiştir. Hâlbuki bu ayet, karı-koca arasındaki hukuku değil,
toplumdaki erkeklerin kamu adına kullanabilecekleri hak ve yetkilerinden bahsetmektedir.
Çünkü Kuran dilinde karı-koca zeker ve ünsa’dır, zevcün ve zevcetündür, ba’l
de eş demektir. Buna göre rical ve nisa ise toplumdaki kadınlar ve erkekler demektir. Aslında karı ile koca arasında hukuksal bir
durum da yoktur. Kocalar hanımlarına değil, toplumdaki erkekler yine toplumdaki
kadınlara kayyumdurlar, yani koruma ve kollama görevlerini yaparlar.[237],
veli ve hâkim değildirler Kuranda hizmet alan hizmet verene eşittir.
Ekonomi
çarkı sadece salt hukuksal tedbirlerle çalışmaz, aynı zamanda iktisadi denge ve
sosyal güvenlik desteklerine de ihtiyacı vardır. Onun için fakirler, bir taraftan
vergi ödemezken, fakat buna rağmen diğer taraftan bütçeden kendilerine ayrılan
hisselerini alıp faydalanırlar.[238]
Böylece toplumda sosyal barış sağlanmış olur.
Tüm kamu
imkânları herkese bedelsiz ve bedavadır. Seyahat bedava, telefon bedava, elektrik
bedava, su bedava, ısınma bedava ve tüm sağlık hizmetleri bedavadır. Tam olmasa da
İslam düzeninde üretimde liberalizm, tüketimde ise komünizme benzer bir durum vardır,
diyebiliriz.[239]
İslam’ı
ilkel görmek isteyenlerin beğenmedikleri hususları dört grupta toplamak mümkündür.
Kadın-erkek konuları, Kölelik meselesi, Cezaların ağır olması ve hizmette iş bölümü
ve tasnif yapılmasıdır. 1-
Bireysel ihtiyaçlar, daha çok evde giderilir; evde yeme içme, giyme, barınma
problemleri ve buna benzer işler vardır. Beslenme konusu, yemek yapma, yemek pişirme,
sofra hazırlama, sofrayı kurup kaldırma bile zaman alan bir iştir. Bu hizmetler örfe
bağlı işler olmakla beraber, İslam geleneğinde kadınlar tarafından yerine
getirilmesi bir gelenek haline gelmiştir, diyebiliriz. Yukarıda açıkladığımız
gibi, Hz. Peygamber, Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış, buna göre Hz.
Fatıma’ya ev işleri, Hz Ali de dış işleri yapma görevi düşmüştür.[240] 2-İnsan
için temizlik de bireysel ihtiyaçlardan biri olup aile bireylerinin, evin, odaların, ev
eşyasının, çamaşırların, elbiselerin ve buna benzer şeylerin temizlik işleri
vardır. Mesela evin içi devamlı olarak temizlenip süpürülmesi gerekir. 3-Kadının
erkekten farklı olarak yaptığı bir iş vardır ki, o zaten sadece kendisi başlı
başına bir iştir. Hamile olmak, çocuk meydana getirmek, bebeğe süt verip beslemek,
çocuk aklı başına gelinceye kadar onunla her zaman ilgilenmek gibi işler de evde bir
görevlinin yani anne-kadının bulunmasını gerekli kılmaktadır. 4-Evde
sadece bakıma muhtaç bebek ve çocuklar bulunmaz; yaşlılar ve hastalar da en az bebek
ve çocuklar kadar bakıma muhtaçtırlar. Zamanımızdaki huzur evleri, İslam düzeninde
ancak mirası devlete kalacak olan hasta ve yaşlıların yuvası olabilir. Kendisine
miras düşen kimseler, yakınlarına bakmak zorundadır.[241]
Eğer onlar fakir iseler, devlet bütçesinden bakım ücreti alabilirler.[242] Bu
üzerinde durduğumuz hizmetler, hem birey ve hem de toplum açısından en az üretim
kadar önemli olan hususlardır. Üretim toplu olarak yapıldığı için işe bazen
gidilse, bazen de gidilmese işler yürüyebilir. Fakat ev işleri ve evde yapılan
hizmetler böyle değildir, onların sürekli bir şekilde yapılması gerekir. İslam’da
sorumluluk, kişiye aittir, ferdidir[243]
onun için kolektif sorumluluk yoktur.[244]
Aile içinde de bir iş bölümü söz konusudur. Ev ve içişleri yani bireysel ihtiyaçlar
için yapılacak işler, kadına, dış işleri de erkeğe aittir.[245]
Bunu ahlaken yanlış görebilirsiniz. Ancak ekonomi ilmi bu konuyu yalnız ekonomik açıdan
incelemelidir. Çünkü burada kadınların erkeklere, erkeklerin de kadınlara karşı
bir üstünlüğü söz konusu değildir. Sadece kabiliyet ve yaratılışa göre bir iş
bölümü yapılmıştır. Bununla beraber kadın da ekonomik faaliyetlere katılmakta,
istediği takdirde çalışmakta, ücret ve kredi almakta, sosyal güvenlik dayanışmasından
yararlanmaktadır. Bu yukarıdan beri saymaya çalıştığımız kadın üzerine düşen
vazifelerin, onun sadece bir çeşit ortaklık olan aile içerisindeki görevleri olduğunu
tekrar ifade etmek isteriz.
Köleler yani
esirler meselesine gelince, mesela bir devlet, bir devleti yıkıp soy kırımına
uğratmak istiyor. Bu amaçla ona savaş açıp saldırıya geçiyor. Savaşta saldırıya
uğrayan devlet, galip gelip karşı tarafı affetse, saldırgan hazırlanıp bir daha
saldırsa, o yine affetse, tekrar saldırsa bu taraf hep savunmada mı kalacak? İşte o
zaman bu taraf, o tarafın halkını esir ederek asimile yoluna gidebilir. Yenik düşen
halk, galip olan devletin ailelerine verilir, eğitimden geçirilir, topluma uyum sağlayacak
seviye ve duruma gelince onlar, vatandaş olma hakkını elde ederler ve serbest
bırakılırlar. Müslümanların tarihte genel olarak uyguladıkları köle statüleri
budur ki, bu yol bizce bugünkü esaretten bin kat iyidir, diyesim geliyor. Amerika’nın
Guantanamo esir kampındaki esirlerin bir istek bildirme, söz söyleme, davalı ve
davacı olma hakları var mı? Onlara yapılan işkence bugün bütün insanlığın gözü
önünde cereyan etmektedir. İslam hukukunda
kölelerin hukuku, hakları ve vazifeleri vardır. Onlar tüm medeni haklara sahiptirler,
sadece üzerlerine bir tapu edilmez, çocuklar gibi kısıtlı olup siyasi hakları yani mülk
ve milk hakları yoktur.[246]
Kuran’da kadın olsun erkek olsun mümin bir köle, yine kadın olsun erkek
olsun Allah’a ortak koşan hür bir kimseden daha değerlidir, buyrulmuştur.[247]
Hür-köle farkı gözetilmeksizin “Müslümanlar kardeştirler”[248]
Hadislerde bu kardeşlik ilkesine daha da açıklık getirilmiştir: “Köleleriniz
sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır
bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin”[249];
“Kölelerinize, kölem, cariyem demeyin; oğlum, kızım deyin”[250]
Hanefilere göre bir köleyi bilerek haksız yere öldüren kimse, ölümle cezalandırılır.
Malikilere göre de efendisi tarafından dövülerek sakatlanan köle, hâkim kararıyla
özgür yapılır. Nitekim bir hadiste, “Kim kölesini döverse onun cezası, kölesini
azat etmekle yerine getirilir”[251],
buyurulmuştur. İslam
düzeninde insan kesinlikle bir mal ve eşya seviyesine indirilmemiştir ve indirilemez. Hâlbuki
Roma Hukukuna
göre kölelerin şahsiyeti yoktur. Köle bir mamelektir ve canlı bir resden-maldan
ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum sayılmazlardı.[252]
Kuranı Kerimde muttaki kimselerden ve onların özelliklerinde
bahsederken “Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”[253],
buyrulmuştur. Burada “Rızıklandırdığımız şeylerden” denilmiş de;
rızıklandırdığımız kimselerden denilmemiştir. Böylece bu ifade, rızık olarak
yaratılan şeylerin eşya olduğunu ifade eder. Bu ma harfi, ellezi ism-i mevsulünün nekresidir. Yalnız
maarife olan ellezi kelimesinin erkeği,
dişisi, tekili ve çoğulu bulunmadığı halde bu “ma” harfinin şuurlu olanı
vardır. Bu ise men kelimesidir. Yani “ma”
kelimesi şuursuz varlıklar, eşya ve nesneler için kullanılır.[254]
Buna göre insan asla mal gibi muamele göremez. Zira insan, sahip ve malik, eşya ise mal
ve mülktür. İslam hukukunda insanın şahsiyeti, ana rahmine düşmekle başlar ve
ölümle sona erer.[255]
Ölüm dışında insanın şahsiyeti elinden
alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi olmak, hiçbir zaman şahsiyeti ortadan kaldırmaz.
İslam hukukunda bir köle sahibi ile sözleşme yapma yetkisine sahiptir.[256]
Hz.
Peygamber savaş durumu dışında, hür bir insanı yakalayarak köleleştirmeyi
yasaklamıştır. İslâm dini, savaş veya doğum yoluyla süren köleliğin
hafifletilmesini ve zamanla ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik olarak da
tedbirler almıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de[257]
ve hadislerde[258]
gönüllü olarak köle azat etme işi, en değerli ibadetlerden sayılmıştır. Bazı suçların
ve hatalı davranışların günahlarından temizlenmek için köle azat edilmesi şart
koşulmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e göre bir köle özgürlüğünü kazanmak amacıyla
kendi bedelini ödeyerek anlaşma yapmak (kitabet) isterse, efendisi bu teklifi kabul
etmeli ve ödeyeceği bedeli kazanması için ona süre tanımalıdır.[259]
İslam
hukukunda köleler, bütün medeni haklara sahip olup yalnız seçme, seçilme, mal ve
insanları yönetme yani mülkiyet ve milkiyet haklarına sahip değildir. Onun için
diyebiliriz ki, bugünkü esaret uygulaması bile İslam’ın köle hukukundan daha aşağılardadır.[260]
İslam düzeninde
cezalar, ancak suçlar ispat edilip kesinlik kazanırsa verilir ve ispat etmek için de
asla ve kesinlikle işkenceye izin verilmez. Bundan dolayı cezalar ağırdır. Mesela bir
hırsız aldığı şeyi gizlemeyip ben aldım diye itiraf etse buna gasp denir ki, o bu
malı geri verir ve İslam’da bunun başka bir cezası yoktur.[261]
Mesela zina yapanlar, biz evliyiz deseler, onlara da bir ceza verilmez. Biz İslam ceza
sisteminin çok adil bir hukuk sistemi olduğuna inanıyoruz. Burada
konumuz ceza hukuku olmamakla beraber söz buraya gelmişken önemine binaen bir-iki
cümle daha söylemek isteriz. İslam ceza hukukunda ayette de belirtildiği üzere[262]
esas olan, tenkil, yani caydırıcılıktır. Yine ayette “Bir kötülüğün cezası,
onun gibi bir kötülüktür.”[263],
buyrularak İslam, ceza amel cinsindendir esasını getirmiş ve böylece bugün hemen
hemen dünyanın hiçbir yerinde uygulanmayan sosyal suça sosyal ceza, ekonomik suça
ekonomik ceza, hukuki suça hukuki ceza… ve siyasi suça da siyasi ceza prensibini
önermiştir. Böylece bu prensip, aynı İslam ekonomisindeki “Her
malın gerekli olan vergisi, kendi cinsindendir.”[264],
esasına benzemektedir, diyebiliriz. Buna göre trafikteki kırmızı ışık kuralını
ihlal etme cezasının para kesme olması, suça denk bir ceza olmamaktadır, diyoruz. Tarihte İslami yönetimlerde
Müslüman vatandaşlar ile gayri Müslim vatandaşlar arasında farklı uygulamalar
olmuştur. Bunun sebebi ise Kuran’daki “iman” ve “İslam” kelimelerinin tam
anlamıyla yerli yerine oturtulamamış olmasıdır, diyebiliriz. Bir
sahabi şöyle anlatıyor: Bir gün Resulüllah’ın yanında bulunduğumuz sırada
aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde
yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Hz.
Peygamber'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları
üzerine koydu ve "Ya
Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Resulüllah (s.a.s.): "İslâm;
Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehadet
etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün
yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam
dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu." "Bana
imandan haber ver" dedi. Resulüllah, Allah’a, Allah'ın meleklerine kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine
inanmandır" buyurdu. O zat yine: "Doğru
söyledin" dedi. Bu sefer: "Bana
ihsandan haber ver" dedi. Resulüllah, "
Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu
görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu.[265]
Şu halde biz iman ile İslam’ı böylece Cebrail’den öğrenmiş bulunuyoruz. İslam
âlimleri bu hadise dayanarak iman ile İslam’ı ve mümin ile Müslüman’ı tarif
edip açıklarken aralarında bir takım tartışmalar da olmuştur. Mesela iman ile
İslam aynı şeydir; hayır iman ile İslam aynı şey değildir, farklı şeylerdir.
İman amelden bir cüzdür, dolayısıyla iman ile İslam aynı şeydir. İman İslam
demek, İslam da iman demektir, demişleridir. Biz ise Kuranda zikredilen her bir kök
kelimeyi, kendisine mahsus, ayrı bir mana taşıyan, müstakil kişilik sahibi ve
bağımsız bir anlam yüklü sözcük olarak kabul ettiğimizden iman başka, İslam
başkadır, görüşünü taşıyoruz. Şimdi
de İslam âleminin kendisini “İmam-ı Azam” (en büyük hukukçu) payesiyle
şereflendirdiği ve fakat zalimlerin onu zindanlarda dayakla öldürdüğü büyük insan
ve eşsiz âlim Ebu Hanife hazretlerinin İman ile İslam birdir. İman İslam’dır,
İslam da İmam’dır, görüşünü dile getirelim.[266]
Bu anlayışa göre her mümin Müslüman olduğu gibi, her Müslüman da mümindir. Ancak
Şafiiler, konuya böyle bakmıyor. Onlar Ebu Hanife gibi iman ile İslam aynı şeydir,
demiyor ve buna itiraz ederek iman ile İslam ve mümin ile Müslüman farklı şeyler ve
farklı kimselerdir diyorlar. Gazali de İhya adlı eserinde bu konuyu dile getirerek
İslam ile imanın farklı şeyler, mümin ile Müslümanın farklı kimseler olduğunu söylemiştir.[267]
Esed
oğullarından bir topluluk Medine’ye Hz. Peygamber’e gelip biz iman ettik, dediler.
Bunun üzerine “Bedeviler inandık dediler. De ki: siz iman etmediniz, ancak Müslüman
olduk (boyun eğdik) deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”[268]
ayeti geldi. Böylece bu ayetin zahirine bakıldığı zaman iman ile İslam’ın farklı
olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer
taraftan bir akın sırasında düşman bölgesinde bulunan bir kişi “Lailahe illallah
Muhammedün Resulüllah” deyip Müslümanlara selam verdiği halde Üsame b. Zeyd tarafından,
korkusundan böyle davrandığı zannedilerek, öldürülmüştü. Hz. Peygamber olayı öğrenince
çok üzülmüş ve hiddetlenerek “Ey Üsame! Kalbini yarıp baktın mı, nasıl
anladın onun korkudan söylediğini” buyurmuşlardır. Üsame, Hz. Peygamber durmadan
bu soruyu tekrar edip duruyordu. Sonunda ben, keşki bugün önce Müslüman olmuş
olmasaydım diye temenni ettim, demiştir. [269]
İşte bu olayla ilgili ayette “Size selam verene-yani boyun eğdik diyene sen mümin değilsin
demeyin”[270]
buyrularak, iman ile İslam ve mümin ile Müslüman bir tutulmuştur. Yani iman edip
İslam toplum düzeninin güvenliğini sağlayanlar, toplumu koruyup kollayanlar hem mümin
ve de Müslüman sayılırlar. Zaman
ve çağ itibariyle ya da Hz. Peygambere kadar hep tek din merkezli toplumlar olduğu için,
geçmişte Müslüman ile mümin farkının farkına varılamamış ve buna göre uygulama
yapılmıştır. Hâlbuki bu kelimelerin kök manalarına dayanarak imanın düzeni
koruyup kollamak, İslam ise boyun eğmek, manalarına olmalarıyla bunu ekonomik ve
sosyal olarak askerlik görevini yapanlar ve yapmayanlar olarak değerlendirip anlamak da
mümkündür. Onun için bedel verenlerle askerlik nöbeti tutanlar arasında bir ayrım
yapılmalıdır. Bedel verip savunmaya bilfiil katılmayan kimselerin yönetme hak ve
yetkileri yoktur. Bugün iktisadi
ve siyasi zulümleri, haksızlık ve adaletsizlikleri gören ilim adamları Kuran-ı Kerim’e
dayanarak yeni bir düzen üretmeye çalışmaktadırlar. Bu İslam düzeni ve İslam
ekonomisi üzerine yapılan çalışmalar, ilim adamları arasında daha iyi ve daha
rantabl olması için tartışılmalıdır. İslam düzeninde resmi bir yorumcu ve otorite
bulunmadığı için, bu konularda herkes kendi görüşünü açıklayabilir ve fakat
ilimden başka bir ölçü, din temsilcisi ve görevlisi yoktur. İslam’da rahip ve
ruhban sınıfı olmadığı için bu tartışmaya yetkili olan şu veya bu kişiler
değil aslında isteyen ve İslam’ı bilen herkes katılma hakkına sahiptir. Sosyal
İslam İslami
İktisadın Sınıfsal Perspektifi Nilgün
Hanım, sosyal İslam üst başlığının altında İslami iktisadın sınıfsal
perspektifi diyerek bu konularda eleştiri getirmek değil, İslami terminolojiden bile
habersiz olduğunu göstermektedir. Çünkü armut yazıp elma anlatılmaz. İslam’da
sosyal hayat ile ekonomik hayat elma ile armut gibi ayrı şeylerdir. Zira İslam düzeninde sosyal hayat ile ekonomik
hayat, birey iradesi bakımından birbirinden tamamen farklı veya zıt alanlar bile
diyebiliriz. Mesela anne-baba baskısıyla zorla evlendirilen gençler boşanmayı
gerektiren bir sebep yoksa boşanamazlar.[271]
Fakat alış-verişlerde rıza yani gönülde bulunması gereken hoşnut olma şartı
ayetle[272]
sabit olduğundan, mesela bir kimse bir kimsenin malını satsa veya birisine zorla mal
aldırsalar kişinin bunu geri verip reddetme hakkı vardır.[273]
Zor ve baskı ile istemediği halde malını satmak zorunda bırakılan veya alış-veriş
yaptırılan kimse muhayyerlik hakkına sahip olur. İslam
düzeninde sınıflar ve sınıfcılık yok, ancak sosyal gruplar vardır. Sınıf, aynı
siyasal grup içinde aşırı imkânlara ve aşırı ayrıcalıklara dayanır. Mesela
bazı işçilerin çok yüksek ücretle iş bulup çalıştıkları halde, bazı işçilerin
ise karın tokluğuna bile iş bulamadıkları toplumlar ise sınıfsal toplumlardır.
Halkın bir kısmının borçlu, bir kısmının da alacaklı hale geldiği ve borçluların
sayıca çok olduğu bir ülke sınıf ayrımına dayanan bir ülke demektir. Hatta Akseki’nin
ifadesiyle çoğunluğu meydana getiren fakir ve hatta orta halli tabaka, zenginlerin ve
sermaye sahiplerinin elinde esir gibidir.[274] Diğer taraftan ticaret sektörü vardır.
Kuranda “Onların ticaretleri kazanmadı.”[275],
ayeti vardır. Tarım, sanayi ve inşaat sektörleri vardır. Kamu görevlileri vardır ve
genel hizmetler vardır. Bunlar sosyal
gruplardır. Gruplara katılma serbest değilse ve bir gruptan çıkıp öbür gruba
geçilemiyorsa burada sınıflı bir toplum var demektir. İslam
düzeni toplumda yalnız hukuken değil, insanların aynı zamanda fiilen sınıflara
ayrılmasını, sınıflar oluşmasını önlemektedir.
İslam düzeninde
ilmi sınıflar da oluşmaz. Tek tip ezberleme eğitim sistemi de yoktur. Halk ve öğrenciler
öğretmenlerini kendisi seçer. Öğretmen de neyi öğretmek gerekiyorsa, talebeye ne öğretmek
istiyorsa onu öğretir. Okumak herkesi ilgilendiren bir husus olduğu için öğretmenin
maaşını devlet verir. Devlet bütçesinde bunlara müellefe-i kulüp faslından ödeme
yapılır.[276]
İmtihanları da devlet yapar ve hak edenlere derecelerine göre ehliyet verir. Doğuştan
âlim olan bir kimse yoktur; ilim sonradan öğrenmekle elde edilir. Bilen bir kişi ise
âlim sayılır. Herkes âlim olma imkânına sahip olduğuna göre bu konuda bir sınırlama
getirilemez. Dinlerde de sınıf yoktur. Askerlik yapan, vergisini veren ve hakem
kararlarına uyan herkes, eşit haklara sahip olurlar. Ekonomide
serbest piyasa vardır.[277]
Ayrıca zenginler sınıfı diye bir şey yoktur. Zenginler bir dernek ve cemiyet altında
toplanarak ayrı bir sınıf meydana getiremezler. Kuranda “ğani” kelimesi sahih çoğul
kalıbında değil, hep kırık çoğul kalıbında “ağniya” şeklinde gelmiştir.[278]
Böylece bir zenginler sınıfın oluşmaması için bütün hukuki tedbirler alınmış
bulunmaktadır. Bize
Göre İslam Toplumunda Siyasi Bakımdan Dört Grup Vardır: a) Hakem kararlarını
kabul etmeyen, kimseler müşrik sayılıp bunların İslam düzeninde yerleşip eyleşme
hakları yoktur. Bunlar ya ülkeyi terk ederler, yani sürgün cezası verilir[279]
veya hakem kararlarını kabul ederler. b) Hakem
kararlarını kabul etmekle beraber savunma hizmetlerine katılmayan kimseler. Bunlara Mümin
olmayan kimseler denilebilir. Biz böyle kimselere dokunmayız ama diğer insanların ve
vatandaşların da hak ve hukukunu korumak zorundayız. Onun için ülke savunmasına
bilfiil katılan ile katılmayan aynı tutulmaz. c) Savunmaya malen katılıp
bedel ödeyen kimselerdir. Bunlara Müslim adı verilebilir. d) Müminler ise bedenen
savunmaya katılıp bilfiil askerlik yapan kimselerdir. Bunlar ülkeyi bekleme nöbet
görevlerini yerine getirirler ve kendi rızaları ile savaşa katılırlar. Onun için
ülkeyi yönetme hak ve vazifesi sadece bunlara ait olur. İslam düzeninde yönetme hak
ve vazifesi bürokratlara ait bir iş değildir. Görüldüğü gibi burada sınıflaşma
yoktur. Çünkü herkes her zaman bir üst tabakaya geçebilir. İslam düzeninde sosyal tabakalaşma vardır;
fakat sosyal sınıflaşma yoktur. Kadın ve erkek arasında ise sosyal gruplaşma
vardır; sosyal tabakalaşma yoktur. İnsanlık ülkelere, ülkeler illere, iller
bucaklara, bucaklar da ocaklara ayrılmaktadır. Her bucağın sakinleri tarafından
sağlanan imkânlar vardır. Bu imkânlarla mesela örnek olarak söylemek gerekirse su
getirilmektedir. Yahut elektrik sağlanmakta ve sonra da bu bucak halkına sunulmaktadır.
Bu imkânlardan yararlanma sadece o bucak sakinlerine ait olur. Böylece bir bucak halkı
başka bucak halkından ayrıdır ve bir sosyal grup oluşturur. Ne var ki bunlar asında
tabakalaşma yoktur. Bucaklar arasında göç de serbesttir. Dolayısıyla sınıflaşma
da yoktur. Burada gruplar var ama sınıflar yok, tabakalar da yoktur. Bunun gibi mesela her
partinin tüzüğü ayrıdır. O partiye mensup olanlar sözleşmelerine göre hak sahibi
olurlar ve buna göre de görevleri olur. Elbette başka partiler de olacak ve onların da
ayrı ayrı sözleşmeleri olacaktır. Onların hal ve hareketleri, hak ve vazife
anlayışları ve uygulamaları da sözleşmelerine uygun bir şekilde olacaktır. Burada
böylece gruplar var; ama sınıflar yok ve sınıfcılık oluşması da yoktur. Görülüyor ki, tabakalaşma
ve gruplaşma olmadan sosyal yapı oluşmaz. İnsan hayatında istenmeyen ve kabul
edilmeyen şey sınıflaşmadır. Biz sınıflaşmayı şöyle tarif ediyoruz: Sınıflaşma,
toplumda sınıflar oluşturma, eğer birinden diğerine geçme imkânı olmayan
tabakalaşmış toplumlar bize göre sınıflı tabaka gruplarıdır. Bu konuda dikkat
edeceğimiz husus, kadın ve erkekler arasında bir tabakalaşmanın olmamasıdır. Bu da
haklar kadar görevlerin var olmasıdır. Herkese eşit görev verilecek diye bir şey
yoktur. Yani insan ve İslam düzeninde eşitlik ilkesi yoktur. Yalnız herkes kendi
ehliyetine göre yapabileceği işleri ve görevleri alır. Yine herkesin, görevi kadar
yetkisi, yetkisi kadar görevi ve yetkisi kadar da sorumluluğu vardı. O, sorumlu olduğu
kadar da hak sahibi olur. İşte kadın erkek ilişkilerinde böyle bir kural getirilmiştir.
Kölelik meselesine
gelince; köleler boşuna köle edilmemişlerdir. Bunlar yani savaş neticesinde esir
edilmiş toplum, baştan savaşa sebep olmuşlardır yani savaş çıkarmışlardır.
Bundan dolayı da suçludurlar. Bunların suçlu oldukları da mağlup olmalarıyla
bilinmektedir. Eğer bunlar haklı olsaydı galip gelirlerdi. Bununla beraber İslam düzeninde
köle olanlar, istedikleri takdirde her zaman kendilerini hür hale getirebilirler. Çalışıp
kazanırlar ve savaş tazminatını öderler böylece hür hale gelirler. Kuranda ve fıkıhta
buna teknik kelime ile mükatep adı verilmektedir.[280] Burada
eski Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin çalışıp
kazanmak, mal ve mülk sahibi olup zengin olma ve servet hakkındaki düşünceleri ile
insan ürünü sistemlerin ne kadar zararlı olup her türlü sıkıntıdan kurtuluş
çaresinin İslam esaslarında olduğu hakkındaki fikirlerini açıklamakta fayda
vardır. O bu konuda şöyle diyor: "İslam
fıtrata dayanan bir din olduğu cihetle ferdi ve içtimai tekâmüle hizmet eden her
türlü sebeplere başvurmayı meşru olarak kabul etmiş ve iktisadi tekâmül için her
fert üzerine çalışmayı da farz kılmıştır. Bu uğurda bütün tabiat
kuvvetlerinden istifade etmek kudretini de bahşetmiştir. Eşyada asıl olan ibahadır
kaidesi külli bir esastır… Her insanın istediği kadar zengin olması, mal ve mülk
edinmesi meşrudur. Mülkiyet ve tasarruf hakkı taarruzdan masundur. Bunlara tecavüz,
insanın tabii ve zati haklarına tecavüz sayılır… Kendi servetinde memleketin muhtaçları
için bir hak olduğunu kabul etmeyen bir kapitalist ne ise, Allah'ın tayin eylediği
hudutta durmayan ve bütün sermayeyi hırsızlıkla ve zorla almış bir mal sayan,
arazi hiçbir insana mülk olamaz diyen, komünizm de odur. İslam iktisadi
esaretten ve mali tahakkümden doğan içtimai hastalıkları bir dereceye kadar önlemiştir.
Garp ve şarkta bugüne kadar, birbirine aykırı olan içtimai meslekler yüzünden ne
kadar kan döküldüğü ve hala dökülmekte olduğu herkesin malumudur. Kapitalizmin
fenalıklarını ortadan kaldırmak isteyen mesleklerin dünyada doğurduğu mihnetlerin,
ıstırapların bir türlü önüne geçilememiş ve beşeriyetin ıstırabı her gün
biraz daha artmıştır. Milletlerin akılları tarafından buna esaslı bir çare
bulunmasını candan arzu ederiz. Fakat hemen ilave edelim ki, bunun yegâne çaresi
Müslümanlık esaslarını ciddi bir suretle incelemekle elde edilecektir."[281]
İslam
Ekonomisinde Endüstri İlişkileri Maalesef
bu tebliğ, okuyucuya yazarın araştırmasını yaparken işine yarayacak eleştirel
malzeme ve materyalleri topladığı ya da İslam’ı bilmediği için zayıf veya
yanlış görüşleri derlediği imajını vermektedir. Mesela onun şu ifadeleri, İslam
terminolojisine hiç uymayan deyimlerdir: İslam iktisadının genel sınıfsal
perspektifi, devletin sınıfsal konumu tanımlanırken, devletin çalışma hayatındaki
düzenleyici rolü, sınıflar arası adaleti sağlamak yerine Müslüman kimliği
merkezli bir adalet arayışına indirgenmekte ve endüstri ilişkileri konusunda ekonomik
temelli bir anlayışın benimsenmediği görülmektedir, “ümmet kardeşliği”. İslam
ekonomisi hakkında değil genel sınıfsal bir görüntü vermek, sınıflılığın ne
özelinden ve ne de varlığından bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Hz.
Muhammed, “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir; hiçbir kimsenin başkası
üzerinde, Allah korkusu müstesna, üstünlüğü yoktur.”, buyurmuşlardır.[282]
Ahmet Hamdi Akseki de “İslam, imtiyazlı bir sınıf kabul etmez. Onun nazarında her
fert hür ve eşit olarak doğar.”[283],
demiştir. İslam toplumunda devlet veli olduğu için[284]
aynı bir aile gibi tüm vatandaşlarına aynı yakınlık ve aynı uzaklıkta olup
herkese aynı muameleyi yapar. Çünkü ayette topluma gelip katılmayan böylece devletin
sınırları dışında kalan kimselerin bu velayet hizmetinden mahrum kalacakları ifade
edilmiştir. Zira Mekke’den Medine’ye hicret etmeyenlere bu hüküm getirilmiştir.[285]
Onun için İslam devletini sınıfsal davranış içerisinde olduğunu söylemek asla
mümkün değildir. İslam toplumunda fakirler ve zenginler vardır. Ancak zenginler,
devlete vergi (zekât) veriler, fakirler ise devlet bütçesinden kendi paylarına düşen
hisselerini alırlar.[286]
Yani böyle davranma işi, devleti yönetenlerin istek ve arzularından değil, İslam
nizamının ve İslam düzeninin bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca “devletin
çalışma hayatındaki düzenleyici rolü”nden bahsedilmiştir. Bu da tamamen yanlış
bir ifadedir. Bir defa devlet sosyal bir olaydır. Sosyolojik olaylarla ekonomik
olayların ayrı ayrı alanlar olduğunu yukarıda söylemiştik. Onun için İslam düzeninde
ekonomik olayların aktörlerinin millet olduğunu bildirmeliyiz. Hem o kadar ki, bugün
olduğu gibi, merkantilist dönemden kalma üretim için belediyeden veya bakanlıklardan
izin alma diye bir şey asla yoktur. Çünkü İslam düzeni demek, İslam ekonomisi
demek, dengeler dünyası demektir. İslam’da para devletin ise, para, kredi ve vergi
işlerini devlet bakarken, mal üretme, pazarlama ve fiyat meselelerine de millet bakar.
Mesela ticari hayatta herkes kendi rızasına göre, gönlünce hareket eder.[287]
O yüzden İslam düzeninde çalışma ve iş hayatına, mal alım, satımı ve ticarete
asla müdahale edilmez. Mesela normal şartlar altında narh koyma yoktur ve böyle bir
şey en azından mekruhtur. Kuranda
“Allah, alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır”[288]
buyrularak, İslam ekonomisinin hem kapitalizm ve hem de komünizmden farklı olduğu,
birisinde bunların her ikisi de serbest iken, diğerinde ise her ikisi de yasak olduğu
halde, bu ayette İslam’da kar ve ticaretin serbest, faizin ise yasak olduğu
bildirilmiştir. Böylece İslam ekonomisi, diğerlerinden ayrılmış bulunmaktadır.
Başka bir ayette de “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya
dayanan bir ticaret dışında haksız sebeplerle yemeyin”[289]
buyrularak, serbest piyasa ekonomisine işaret edilmiştir. Çünkü mal alım satımında
taraflarda karşılıklı “rıza” şartı aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’nin
dediği gibi, gönülde meydana gelen hoşnutluktur.[290]
Bu ise ancak arz talep dengelerinin kendiliğinden kurulduğu, üretim ve tüketime
müdahale edilmediği bir sistemde ve piyasaya baskı yapılmayan, hele taban ve tavan
fiyatlarını belirlemeyen ve hükümetler tarafından narh konulmayan bir serbest ekonomi
alanında gerçekleşebilir. Ancak burada serbest piyasa ekonomisi derken de İslam
ekonomisinin bütün alan ve katmanlarıyla nevi şahsına münhasır, süi jenerist bir
sistem olduğunu söylemeliyim. Mesela Hz. Peygamber, fiyatlar yükseldiği zaman
sahabilerin narh koy ya Resulüllah taleplerine karşı
“Fiyat koyan, kıtlık ve bolluk yapan Allah’tır”,[291]
buyurarak
böyle bir şeyin mümkün olmadığını bildirmiştir.[292]
İslam
adalet konusunda, sadece hukuki adalet değil, ekonomi olsun, sosyoloji veya politik
adalet olsun ya da hangi konuda adalet olursa olsun, isterse kendi aleyhimize olsa bile
adaleti gözetmemiz gerektiği emredilmiştir. Onun için ayette şöyle buyrulmuştur:
“Ey inananlar, kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için
şahitlik yaparak, adaleti ayakta tutan kimseler olunuz. [293]
O sebeple adalet söz konusu olunca İslam düzeninde şu veya bu sınıf denilmediği
gibi, ana-baba ve akrabalar bile adaleti aşamazlar. Bundan dolayıdır ki, yazarın “sınıflar
arası adaleti sağlamak yerine Müslüman kimliği merkezli bir adalet arayışına
indirgenmekte” sözünün adil olması gereken bir ilim insanına hiç yakışmadığını
ifade etmeliyim. Çünkü İslam’da insan olgusu anlayışı vardır; inansın,
inanmasın herkesin hukukuna saygı vardır ve adaletin gözetilmesi gerekir. Onun
içindir ki, İslam’ı ve İslam düzenini iyi ve doğru anlayan büyük âlim Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır değerli eserinde “Kâfirin küfrü, hukukuna tecavüzü mübah kılmaz.”,
demiştir.[294] “Ümmet Kardeşliği” meselesine gelince,
İslam’da tabii ki, iman kardeşliği ve İslam kardeşliği vardır. Çünkü Kuranda
“Müminler ancak kardeştirler.”, buyrulmaktadır.[295]
Fakat yazarın bu ümmet kardeşliği ifadesi sanki ümmetçiliği çağrıştırmaktadır.
Hâlbuki ümmetçilik fikri geçmişteki imparatorluk olgusundan kaynaklanmış ve tek
bayrak altında toplanma gibi bir imaj yansıtmaktadır. Hâlbuki ayette bu düşüncenin
alternatifi olarak “(Ey peygamber) sen sadece bir uyarıcısın; her kavim (devlet, millet ve toplum) için ise bir yol
gösterici-yönetici vardır.”[296],
buyrulmuştur. İster
bireyci ve ister toplumcu görüş olsun işçi meselelerini, İslam kadar çözüm
getiren beşeri bir ideoloji tanımadığımızı ifade etmeliyiz. Mesela sermaye ve
emeğe dayalı bir ticaret veya üretim ortaklığında taraflar, sözleşme esas olmakla
beraber normal şartlar altında % 50 ve %50 bir bölüşüm gerçekçi değil midir?
Mesela İslam hukukunda mudarebe şirketi adı verilen bir ortaklık var olup karın yarı
yarıya olduğundan bahsedilir ki[297]
bu böyle bir sermaye-emek ortaklığından ibarettir.[298] Çalışma
ve iş hayatında bize göre İslam ekonomisinde bir çocuk 10 yaşında çıraklığa
başlamalı. 15 yaşına geldiği zaman artık o, kendi başına bir iş yapabilir ve
hukuka ehil hale gelmiş ve ergen olmuş demektir. Böylece anne ve babanın ona
yardımcı olma görevi bu andan itibaren sona ermiş bulunmaktadır. Artık o, mensup
olduğu toplumun bir üyesidir. Onun topluma karşı hak ve görevleri, toplumun da ona
karşı hak ve görevleri vardır. a)
Bir genç, vatanı bekleme konusunda bedel mi verecek yoksa nöbet mi tutacak baştan
karar verir. Yani o, askerlik hizmetini yapıp yapmayacağı meselesinde kararını verir
ve böylece o siyasi hak ve vazifelerini de tespit etmiş olur. Askerlik bedelini ödeyen
kimse, isterse her zaman nöbet görevini yerine getirerek siyasi hak ve vazifelere de
ehil hale gelebilir. Fakat nöbet görevini yapmış bir bedel ödemek isterse o, ülkeyi
terk etmedikçe nöbet görevini yapanlar gibi olmaz. b)
Kadın olsun erkek olsun herkesin çalışma hakkı vardır.[299]
Bunu İslam düzeninde mevcut olan faizsiz bankalardan aldığı kredilerle gerçekleştirir.[300]
Ayette Allah’a karz-ı hasen veriniz, diye emredilmektedir.[301] Bu ifade bugünkü Müslümanlara topluma-devlete
faizsiz kredi vererek dayanışma ortaklığını kurun demek olur.[302]
A. Udeh, İslam hukukçuları, “Allah’ın hakkı” ifadesiyle amme (kamu) hakkını,
toplum yararını gerçekleştirici, toplumun genel düzenini sağlayıcı hakları
kastetmektedirler, demiştir.[303] Çalışan
kimseye yevmiyesi kadar kredi verilir. İşçinin bu hakkı, hangi işte çalışırsa
çalışsın o işletme tarafından kendisine verilmesi bir borç olur. Çünkü işçi
kredileri, işçilere verilen bir şey olup onu onlar adına işverenler kullanır. Ücret
çalışana ödenir. Ayrıca işletmeye çalıştırdığı işçi nispetinde ham madde
kredisi de verilir. O ham maddeyi alır, ödemeyi ise devlet yapar ve işletmeyi borçlandırır.
Kişi kendi işinde de aynı krediyi kullanır. Bu usul, iş vermeleri çoğaltacağı
gibi, işçiyi de işsiz bırakmaz. Verilen kredi, ürün karşılığı olduğu için,
para arttığı kadar mal da artacağından enflasyona da sebep olmaz. Onun için devlet,
bu parayı nereden bulacak diye, kaynak nerede şeklinde bir itiraz da söz konusu olamaz.
c)
Ayrıca çalışan kimseye tesislere ortak olarak katılma kredisi verilir. Çalışan işçi,
fabrikaya bu kredi ile ortak olur ve emeğinin karşılığı olan ücretin dışında
fabrikanın kira payından da yararlanır. Başlangıçta fabrikadan alacağı kira
payları ile tesisin kendisi borcunu öder. Kişi, mesela 30 yaşlarına geldiği zaman
çalıştığı iş yerinden kendisine kira gelmeye başlar. O, 65 yaşına girinceye
kadar kira ve ücret karşılığı olan gelirlerle yaşayıp hayatını devam ettirir. 65
yaşına gelince de çalışmasına son verebilir. Bundan sonra da o, gelen kira ile geçinir.
Öldüğü zaman da bu kira alma işi varislerine intikal eder. Böylece işçi varsa,
kredi sahibi olduğu için iş de var demektir. Çünkü o kredisiyle işe ve iş sahibine
ortak olur veya yeni bir işyeri açılabilir. d)
Demek ki, inşaat yapıp tesisler kurmak için müteahhitlerin sermaye sahibi olmalarına
ihtiyaç yoktur. Müteahhitler, onları çalıştırdıklarında işçilere verilen
kredilerle inşaatı yapar ve teslim ederler. İşletmeler için de sermayeye gerek
yoktur. Çalışan işçilere yetecek kadar çalışma kredisi verilmektedir. Sermaye
asıl tüccara gerektir. Zira İslam düzeninde ticari kredi diye bir şey yoktur. Zira tüccar
kendi parası ile alıp ve kendi parası ile satacaktır. Böylece o, kar ve zarar
edecektir. Bu şekilde İslamiyet, emeğin değerlendirilmesinde sanki sosyalizme yakın görünmektedir.
Mübadelede yani bölüşümde de kapitalistlere yakın gibidir. Zira serbest rekabeti
sağlamış bulunmaktadır. Ama bütün bunlara rağmen İslam düzeni, birey ile toplumu,
sermaye ile emeği, fert ile devleti, üretim ile tüketimi, üretici ile tüketiciyi hep
birlikte dengelediği için kendisine özel bir sistem olduğu açıkça görülmektedir.
Yani İslam toplumunda hükümet programlarında biz üreticiye karşı tüketiciyi
koruyacağız gibi cümleler olmaz. Çünkü devlet kimsenin yanında değil herkesin
yanındadır, o, herkesin velisidir. Tüccarların
tekel oluşturarak üretim ile tüketim dengesini bozmamaları için de gereken tedbirler
alınmıştır: a)
Burada üretime çevrilen kredi, faizsizdir. Dolayısıyla üretici, malını hemen satmak
zorunda değildir. Ne zaman satarsa kredisini de o zaman alacaktır. Böyle olunca o, tüccara karşı da güçlü hale
gelmiş demektir. b)
Ambar ve nakliye masrafları zaten devlet tarafından yapılmaktadır. Böylece diğer
taraftan ticaret yapmak da kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Herkes ticaret yapma imkânına
sahip olduğu için de ticari hayatta serbest rekabet tam anlamıyla sağlanmış hale
gelir. c)
Küçük sermayelerden vergi alınmazken büyük sermayelerden % 2,5 (yani kırkta bir)
sermaye vergisi alınır. Yani tüccar, zarar etse bile kırkta bir vergisini vermek
zorundadır. Bu vergi sistemi ve azalan verim kanunundan dolayı azami sermaye
kendiliğinden sınırlandırılmış olmaktadır. Böylece de ticarette tam rekabet
düzeni sağlanmış olmakta ve büyük balıklar küçük balıkları yutamamaktadırlar.
Çünkü tüccar yılda % 2,5 kazandığı zaman doğrudan devlete çalışmış, %2
kazandığı zaman sermayesi yüzde yarım küçülmüş ve % 5 kazandığı zaman da
sermayesi % 2,5 büyümüş olur. d)
Depo edilen mallar için selem senetleri çıkarılmakta[304]
böylece senetlerin satışı ile fiyatlar da dengelenmektedir. Demek
ki, çalışana kredi verme sistemiyle işçi, patrona karşı güçlendirildiği için
ücretlerde pazarlık yapma imkânı ile tam serbest rekabet sağlanmış olur. Böylece
siyasilerin müdahalesi ile başka bir ücret talebine ihtiyaç kalmaz. Sermaye,
tesis, depolama ve nakliye işleri sosyalleştirildiği için ticarette de serbest rekabet
sağlanmış bulunmaktadır. Böylece fiyatlara müdahale etmeye de artık ihtiyaç kalmamıştır.
İslam
ekonomisi, kendi içinde uyumlu, ahenkli ve tutarlı olduğu gibi, doku uyuşmazlığı
bulunmayıp İslam düzeni ile de yani diğer alanlarla da uyumlu ve ahenkli çalışır.
Çünkü yazarın dediği gibi, düzen dengeyi sağlamaz; tam tersine düzen ve sistem
dengeler üzerine oturduğu için istikrarlı bir denge söz konusudur. Yani düzenin
bizzat kendisi kural ve kanunları ile canlı bir uzviyet gibi hem mikroda hem de makroda
dengesini istikrarlı bir şekilde sürdürür. Bu durum, ekonomik düzen, hukuk düzeni
ve ilim düzeni olarak böyledir. İnanç ve ahlak ise tüm İslam düzeni ve ekonomik
sistemi için ekstra bir destektir. Çünkü Kuranda “Müminler
ancak kardeştirler.”[305],
buyrulurken
Hz. Peygamber de İslam toplumunun nasıl bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek üzere
daha doğrusu organik bir yapıya sahip olduğu için, müminlerin bir vücut gibi
olduklarını vücudun organları arasında yardımlaşma ve dayanışma bulunduğunu dile
getirmişlerdir.[306]
Diğer taraftan Hz.
Peygamber bir hadislerinde "(İslam toplumunda) müminin mümine bağlılığı,
taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir." buyurmuştur.[307]
Bu ve daha önce söylediğimiz hadislerden anlaşıldığına göre toplumun doğal-ilahi
bir uzviyet olduğu ve aynı zamanda bir organizma düzeninde bulunduğu
anlaşılmaktadır. Yoksa toplumu oluşturma konusunda batılıların, Hobbes, Locke ve
Rousseauların iddia ettikleri gibi mesela "Social Contract" (Sosyal Sözleşme)
gibi nazariyeler, isabetli değil, Muhammed Hamdi Yazır'ın ifadesiyle bunlar,
eksik-aksak itiraf edilmiş şeylerdir.[308] Endüstri ilişkileri
dediğimiz zaman bugünkü ekonomik ve sosyal hayatın sanayi devrimi ile şekillendiğini
hemen söylemek zorundayız. Sanayi devrimi derken de kimsenin hakkını yememek ve
herkesin hakkını teslim etmek vazgeçilmez bir esasımız olduğu için her türlü
olumsuz etkilerine rağmen, bilhassa insanın, birey ve toplumun kişiliklerinden çok
fedakârlıklar yapılmış olmasına rağmen insanlığın geçmişte bugünkü kadar eşyayı
tanımadığını ve ondan faydalanmadığını ifade etmeliyiz. Ancak bu sanayi
medeniyeti, bu kapitalizm ve komünizm sistemlerinin birey-toplum, fert ve devlet
dengelerini kuramadığını söylesek her halde aşırı gittiğimizi kimse iddia edemez.
Çünkü bu medeniyet eşya merkezli bir medeniyettir. Onun için hep insan merkezli bir
medeniyet istek ve özlemleri bir söylev haline getirilmiştir. Zira bu medeniyette
insanın adı yoktur. Çünkü o, adeta diğer canlılara benzetilmiştir. Hâlbuki insan
ve hatta varlık âlemi bir dengeler dünyasıdır. Bugünkü
ekonomik sistemler ise ne bu görüşe ve ne de uygulamaya sahiptirler. Onların ya
bireyci-individüalist ya da toplumcu-sosyalist olduklarını söyleyebiliriz. Yani
bunlar, bu özellikleri ile eksik ve aksaktırlar. Hâlbuki İslam, birey ile toplumu,
fert ile devleti birleştirmiştir ve bunları bir arada dengede tutmaktadır. Onun için
bireye olan emirlere terim olarak farz-ı ayn denilir, topluma verilmiş olan emirlere de
farz-ı kifaye adı verilir.[309]
Diğer taraftan Kuran-ı Kerim’de de “Rahman (olan Allah), Kuranı öğretti, insanı
yarattı, ona beyanı-konuşmayı öğretti… semayı kaldırdı ve dengeyi koydu.”[310],
buyrulmaktadır. İşte buna göre biz bu ayetlerden varlık ve düzenin, ekonomi ve diğer
alanların hep denge üzerine kurulduğunu öğreniyoruz. İsterseniz bunu biraz açıklamaya
çalışalım. Daha önce de birey ve toplum,
fert ve devlet dedik. Böylece birey ve toplum derken daha çok, gönüllü, serbest, isteğe
bağlı çalışma, hareket ve davranışlar akla gelir. Fert ve devlet derken de resmi,
hukuki ve mecburi görevler, hareket ve davranışlar akla gelir.[311]
İnsan,
bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi, birey yönüyle ruh-beden, toplum
yönüyle de ulus ve ülke dengelerine; ruh yönüyle fikir ve his, beden yönüyle de
irade ve ünsiyet dengelerine; ulus yönüyle ilim ve din, ülke yönüyle de iktisat ve
idare (siyaset-politika) dengelerine sahiptir. İşte Rönesans, Reform ve Aydınlanma
teslisine-üçlüsüne dayanan medeniyetle bozulan bu dengelerin bugün tüm insanlığın
mutluluğu için yeniden kurulması gerekir. Toplu
İş İlişkileri Nilgün Tunçcan Ongan Hanımefendinin
bu konuda da araştırmasında başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. O,
toplumda zenginler ya da sermaye sınıfı, fakirler veya işçi sınıfı gibi kastların
var olduğu görüşüne sahip olduğu için toplu sözleşme ve iş ilişkilerini bire
bir ilişkiden ziyade sınıf olarak düşünmektedir. Aslında İslam ekonomisinde birey
ile toplumun hiçbir farkı yoktur. Çünkü İslam’ın evrensel düzeninde Abdurrahman
Azzam’ın da dediği gibi bireyin taahhüdü, toplumun taahhüdü, bireyin hukuku
toplumun hukuku demektir. İslam’a göre bireyin kişiliği toplumun kişiliğine
eşittir.[312]
Bu demektir ki, ne birey topluma ve ne de toplum birey ve bireylere feda edilir. Onun için
sendika dışında kalan kimseler yalnız kaldıkları için ezilmemelidirler ve İslam
ekonomisinde ezilmezler. İslâm
hukuku üzerine çalışmalar yapan fakat bu hukukun künhüne eremeyen müsteşrıklardan
biri olan Joseph Schat, İslâm Hukukuna Giriş adlı eserinde İslâm hukukunun hükmi
şahsiyeti-tüzel kişiliği tanımadığını söylemekte[313]
ve İslâm hukukunda kurum (corporation) kavramı olmadığını, hükmi şahsiyet
kavramının da bulunmadığını iddia etmektedir.[314]
Halbuki İslâm hukuku, akıllı ve baliğ olan kimseye kişilik tanıdığı gibi, insan
topluluklarına da kişilik tanır.[315]
Yalnız İslâm hukuku, insanlardan ayrı olarak mallara, yalnız başına kişilik
tanımaz. Çünkü hukukun sebebi Allah’ı temsl etmektir.[316]
Onun için malın şahsiyeti olacaksa bu ancak insanla beraber olur. Mesela vakıf
malları, mütevellileri ile birlikte tüzel kişiliğe sahiptir.[317]
Ayrıca şirketler de tüzel kişiliğe sahiptir. Bütün fıkıh kitaplarında şirket
çeşitlerinin kuralları açıklanmaktadır. Hazine-Beytülmalın da tüzel kişiliği
vardır.[318]
Hatta hazine İslâm hukukuna göre tüzel kişiliğe sahip olduğu içindir ki, yaklaşık
bin sene önce yaşamış olan, Hanbeli hukukçulanndan Ebu Ya'la el-Ferra, el-Ahkamu
s-Sultaniyye adlı eserinde "Fazla vergi almak mükelleflerin hukukuna zulüm, az
vergi almak ise hazinenin hukukuna zulüm olur."[319]
demiştir. Buradan anlaşılıyor ki, hazine, malların bulunduğu bir yer olmakla tüzel
bir kişiliğe sahiptir.
Bundan başka herkesin bildiği gibi vekâlet ve kefalet konuları İslam hukukunda ana
konular arasında yer alır.[320] İşte
onun için nereden bakılırsa bakılsın işçi ile işveren arasında cereyan eden sözleşmeler,
ister bire bir olsun, isterse sendikalar aracılığıyla olsun, İslam hukuku açısından
bir sorun yoktur. Ancak
İslam düzeninde bu açıdan en önemli konu, birey-toplum dengesinin sağlanması, büyük
balığın küçük balığı yutmaması, fabrikasyon çalışanın eliyle çalışanı
ezmemesi ya da sendikaya tabi olma zorunluluğu olmadığından bir kimsenin ben de kendi
emeğimin fiyatını ben belirleyeceğim ve kendim sözleşme yapacağım demesidir.
Bireyin bir statüsü vardır; toplumun da bir statüsü vardır. İsterseniz siz buna
fert ve devlet statüsü de diyebilirsiniz. Ama işçi sınıfı gibi ve işveren
sınıfı gibi toplumda bir sınıf icat etmek kast sisteminden başka bir şey değildir.
Fakat İslam’da eşyada asıl olan, mübahlık olduğu için [321]
dernek, cemiyet ve sendika kurmak da tabiatıyla yasaklanamaz. Ancak bir sendikaya mutlaka
kayıtlı olma zorunluluğu insan iradesine baskıdan başka bir şey değildir. İslam düzeninde
hiçbir sendika, dernek ve cemiyet, insanın kişiliğine, canına, malına ve emeğine
karışamaz. Devlet ve devlet organlarının dışında asla bireye emir verecek bir makam
yoktur. Ancak
tekel oluşturmamak şartı ile büyük bir işletmenin bir kimseye ait olmasında İslami
bakımdan bir sakınca ve gayri meşruluk yoktur. Serbest rekabet imkânı bulunmayan
yerlerde ise vakıf işletmeleri kurulur ve bu işler vakıflar yoluyla yürütülebilir.
Bu gibi şeylerde özel sektör statüsü bilfiil iş göremez. Özel sektörün bu
konularda faaliyet göstermesi hukuken de önlenebilir. Üretim, bireysel-özel olduğu
gibi, kolektif-tüzel de olabilir. Ayrıca büyük
işletmelerin işçileri birleşerek emek ortaklığı da kurabilirler. Bunda da İslami açıdan
bir problem yoktur. Hatta İslam hukukunda bu gibi işler, şirket-i amal ile düzenlenmiş
bulunmaktadır.[322]
Ancak işçilerin sabit ücretle
çalışmaları ise faiz olduğu için haramdır. Çünkü işveren zarar etsin, kar edip
kazansın, işçiler hep aynı ücreti almaktadırlar. Aynı durum, memurların
aldıkları maaşlar için de söz konusudur. Zira bir taraf zarar ederken diğer taraf
kazanıyorsa bu faizden başka bir şey değildir. Burada yapılacak iş, amal ortakları
(yani emekçilerin ve işçilerin birleşip ortak çalışmaları),[323]
üstlenecekleri işçiliği üretimden pay almak üzere alırlar. Böylece onlar, paylarını
üründen mal olarak alırlar ve kendi paylarına düşen bu hisseyi de istediği fiyatla
satarlar. Ancak yol inşaatı gibi, paylaşma
imkânı olmayan yerlerde ise gelirinden paylarını alırlar. Yani iş teslim edilince
veya satılınca ya da değerlenince onun gelirinden paylarını alırlar. Zaten ortaklık
demek, ortak vekil tayin etmek demektir. Mesela fıkıhtaki inan şirketi, bu tür ortaklığı
düzenlemektedir.[324]
Vekil kişinin tasarrufları, elbette asil kişinin tasarrufları gibidir. Bu toplu sözleşmeler
de hukuken elbette meşrudur. Sözleşme
müddeti dolduğu zaman işverenin anlaşmayı yenileme hakkı olduğu gibi, işçilerin
de bu sözleşmeyi yenilerken onu sürdürüp sürdürmeyecekleri konusunda söz sahibi
olmaları kadar doğal bir şey olamaz. İslam Fıkhında bunu engelleyen herhangi bir
yasak yoktur. Ancak Kuran meta mülkiyeti yanında[325]
kıyam mülkiyetini[326]
de getirmiştir. Bir tesisin sahibi, bu tesisten yararlanma mülkiyetine sahiptir. Ancak o
bunu işletmeyebilir. Bunu işletmek üzere ehliyetli bir işletmeciye verebilir. Böylece
işletme mülkiyetinin veya işletme hakkının da emeğe ait bir hak olduğu ortaya çıkmaktadır.
İşte kapitalizm ile İslam düzeni arasındaki asıl önemli fark burada yatmaktadır.
Tabir caiz ise kapitaliz bu işletme rantını tamamen sermayeye vermekte, İslam ise
işletmeyi işletip çalıştıran emek sahipleri olduğu için bunu işçilere
vermektedir. Bize göre
İslam düzeninde bir işletmede emekçiler, tesis sahibi, işçi vekili ve genel hizmet
verenler olmak üzere dört çeşit ortak bulunur. a)
Emekçi dediğimiz emek ve iş ortakları ya da işçi ortaklar dediğimiz bu kimseler,
esasen işletmeyi bunlar işletip yürütürler. İşletmede işveren işçi bulunmaz; işçiler
vardır ve bir de işçilerin vekili bulunur. Tesis sahibi işçilerin vekili ile anlaşır,
işveren ile değil. b)
Tesis sahibi cirodan hissesine düşen payı almak üzere işçilerin vekili ile anlaşır.
Yalnız tesislere sabit bir kira verilmez; gelirden yüzde olarak bir pay üzerinde anlaşma
yapılır ve kira öylece tahakkuk eder. Çünkü sabit bir kira, işletme az kazansa da
çok kazansa da aynı olacağı için faiz olup haram sayılmaktadır. c)
İşçilerin vekili, tüccarlarla her parti üzerinde anlaşır. Tüccarlar ise ham madde
verip bunların karşılığında mamul madde alırlar. İşçilerin ücretleri elde
edilen ranta göre az veya çok olur. Bu konuda kar veya zarar eden ortak veya kısım-kesim
ise tüccarlardır. Zaten tüccarın karı, sermayenin risk taşıması, zarar etme, sel,
yangın ve diğer olumsuzluklar sebebiyle helal kılınmıştır.[327] d)
Dördüncü ortak da genel hizmet veren ortaktır. Bunun payı da kanunla belirlenir. İşçi vekili her zaman
yeteri kadar gelir getirmeyebilir. İşte o, istenilen kadar bir rant sağlayamadığı
zaman vekil olma yetkisi sona erer ve yetki belgesi elinden alınır. Ancak o, başka yeni
işçiler bulduğu takdirde yeniden işçi vekili olabilir ve vekalet yetkisi devam eder. Bizim bu anlattıklarımız,
aynı zamanda oto-kontrol bir sistem olduğu için bugün bilhassa sendikalarda görülen
keyfi davranışları önlediği gibi, işçilerin emeklerinin de hiçbir riske girmeden
pazarlayan parazit bir organı yani kabzı malları da değiştirmiş olacaktır. Zaten
bize göre bu bozuk düzenden sağlıklı düzene geçiş döneminde de bu sistem rahatlıkla
uygulanabilir. İşletmeler,
Tarım, Sanayi, İnşaat ve Ticaret olmak üzere bunların hepsi böyle oluşur. Bunlar
üretim yaparlar. Bunların gelirleri de beş kısma bölünür: 1-
Üreticilere
kira olarak giden kısım, 2-
Tesislere
kira olarak giden kısım, 3-
Serbest
meslek erbabına genel hizmet karşılığı giden kısım, 4-
Kamu
görevlilerinin hizmetleri karşılığı devlete verilen kısım, 5- Sosyal güvenliğe yani çalışamayan
kimselere verilen kısım. Bunlar
Kuran-ı Kerime dayanılarak yapılmış olan yeni yorumlar ve tasniflerdir. Hata etmiş
olabiliriz; eğer böyle bir şey olduysa istiğfar edip Allah’tan af dileriz. Diğer
taraftan da ilim erbabından bu hataların bulunup düzeltilmesini rica ediyoruz. Fakat
insan aklının ürettiği laik ekonomileri inanıp kabul eden kimselere bizim bir
diyeceğimiz yoktur. Ancak şunu kesinlikle söylemek isteriz ki, maddeci olsun,
maneviyatçı olsun sadece ruh merkezli veya sadece beden merkezli dünya kuranların her
ikisi de insan üzerinde haksız yere tasarruf yapmaktadırlar. Buna hiçbir kimsenin asla
bir hakkı ve yetkisi yoktur. Onun için sendikaların, meşru veya gayri meşru olarak
insanlara emir verme durumunda olanların, şu veya bu vesile ile etrafına adam
toplamış olan kimselerin, insanların can, mal, emek, ruh ve bedenleri üzerinde asla
bir tasarrufta bulunma yetkileri yoktur. Bugün maalesef gerek maddi ve gerekse manevi
hayatımızda bunlar yapılmaktadır. İşçilerin emekleri, aynı haldeki kabzımalların
üreticilerin mallarını, risk, emek ve sermaye olmadan pazarladıkları gibi, sendikalar
tarafından pazarlanmaktadır. Kabzımallar üreticilerin sırtından geçindikleri gibi,
sendika ağaları da işçilerin emeklerini sömürerek yaşamaktadırlar. Onun için laik
ekonomistlerle, sadece ekonomiyi değil, tüm sosyal bilimcilerle sosyal bilimleri tartışamaya
hazır olduğumuz söylemek isteriz. Çünkü bugünkü bu yaşadığımız hayat, normal
olarak doğada var olan, ruh ve beden birliğine, fizik ve metafizik hayatımıza uygun ve
paralel olan bir hayat değildir.
İslami
yazın adı verilen bu yazılar, genellikle İslamiyet’in 1000 sene önceki yorumları
olup oradan alınıp ezberlenen ve bugüne parça, parça örnek olarak aktarılan
yazılardır. Günün iktisadi ve sosyal problemlerini İslam açısından çözebilmek
için Kuran’ın bugünkü müspet ilimlerin ışığı ile fakat klasik dil metoduyla
yeniden yorumlanmasına ve bu yeni yorumların hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır.
Bizce bu makalenin en büyük eksikliği, “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adı
verildiğine göre İslam’ın bugünkü bölüşüm esaslarını araştırıp bulmak
yerine bir takım eleştiriler getirmiş olmasıdır. Hâlbuki çalışmanın adı
eleştiri değildir. Hem de bizim bu konuda 1979 denesinde “İslam Ekonomisinde Gelir
Dağılımı” adlı bir doktora çalışması yapmış olmamıza rağmen[328]
bizimle bir irtibata geçilmemiştir. Bu nasıl bir araştırmadır ki, aynı konudaki
çalışmalara ve tezlere bile dayanmamaktadır.
Sonuç: İktisadın
tasarlanmış bir olgu olduğu, söylenmektedir. Evet, aynen öyledir; iktisat tasarlanmış
bir olgudur. Ancak bunu tasarlayan İslam âlimleri değil, doğayı var eden ve
tasarlayıp yaratandır, yani Allah’tır. Âlimler onu ancak anlamaya çalışmışlardır.1000
sene önceki İslam âlimleri onu yani doğa düzenini, doğal-ilahi düzeni anlamaya çalıştılar.
İnsanlar bugün ve her zaman kendiliklerinden bir düzen koyamayacaklarına göre[329]
geçmiş İslam âlimlerinin (yani Hanefi, Şafii, Malik ve Hanbelî gibi şahsiyetlerin)
kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanımızda da aynı çalışmalar yapılmalıdır.
Müslüman olmak demek, kendisini Allah’a teslim etmek, tanrılıktan vazgeçmek ve
kendisini tanrı yerine koymaktan vazgeçmek ve kendisini Allah’a ve Allah’ın gönderdiği
dine teslim etmek demektir. “Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermişse,
erkek olsun kadın olsun bir mümin için artık o konuda bir tercih hakkı yoktur.”[330]
Buna göre biz Müslümanlar olarak, onun
bunun istediklerine göre değil, evreni var edenin koyduğu kurallar içerisinde onun
müsaade ettiği ölçüde görevlerimizi yapmak ve görevlerimizi yaptığımız için de
bunun karşılığını alma inancı ile yaşamamız gerekir. Bize daha iyisini getirdikleri zaman biz hemen ona
uyarız. Yalnız bu getirdikleri sistem doğanın ve tüm insanların düzenine uyumlu
olacaktır. Bizi arzular ve istekler değil, olgular birleştirir. Herkesin kendi arzusu,
kendisinedir. Metodolojik
tutarlılığı kapsamında: Kuran-ı Kerim, metot meselesini insanlara bırakmıştır.
Bir metodu, usul ve yöntemi benimsersiniz, buna göre araştırıp bulgularınızla bir
sonuca varırsınız. Sonuç yanlış çıkarsa uygulamanızda bir hata olup
olmadığını araştırırsınız. Bir hata bulamazsanız o zaman hata, metodunuzda ve
usulünüzde demektir. Öyleyse bu metodunuzu değiştireceksiniz anlamına gelir. Bu
bakımdan Kuran değişmez; ama yeniden anlaşılması ve yeniden yorumlanması
gerekebilir; geçmişte anladığımız bazı manalar zamanla aşınmış yıpranmış da
olabilir. Mesela ayette geçen müellefe-i kulüb kelimesi[331]
Hz. Muhammed ile Hz. Ebu Bekir devrinde başka anlaşılmış, Hz. Ömer döneminde ise
daha başka anlaşılıp öyle uygulanmıştır. İnsanları
deliller ile ikna etmek gerekir. Siz, bugün uygulanan bu, biz bir şey yapamayız,
derseniz buna bizim diyeceğimiz bir şey yoktur. Ancak Kuran, karşı düşünce ve farklı
görüşte olanlara “delilinizi getiriniz” deyin[332],
diye bize emrediyor. Böylece Müslümanlar her söze kulak verirler ve neticede en
güzeline uyarlar.[333]
Yalnız bize göre bilimin mihengi bilim, dinin mihengi de dindir. Doğa kanunları
dediğimiz şeyler bilim, yani fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi duyularımıza
hitap eden bilimler fen bilimleridir. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji, ekonomi ve
seksoloji gibi ilimler ise sosyal bilimler olup iradeye tabi oldukları için dindir ve
dinidirler. Biz sosyal bilimleri Kuran-ı Kerim’e göre yorumlar ve ona göre
düzenleriz. Çünkü Kuranda sosyal ve doğa kanunları hakkında daha uygun olanı
getirin, ben ona uyarım, de[334]
buyrularak bize ikili bir yol önermektedir. İşte Kuran bize bunları öğretmektedir.
Bu meseleleri Kurandan anlayıp çıkarmak herkes için kolay olmayabilir. Zaten Kuranın
ifadesiyle anlaşılması zor yani müteşabih ayetleri yalnız rasih derecesine
ulaşmış âlimler anlayabilirler.[335]
Eşyaya şaşı
bakanlar, terimler ürettiler, insan ve toplum binasına alttan bakanlar-üstten bakanlar
altyapı üst yapı dediler. Yapıya bir görenler bireysellik dediler, genel bakanlar da
toplumsallık dediler. Hâlbuki toplum yapısı insan vücudu gibiydi; hücreler, dokular,
organlar vardı ve neticede bir organizma vardı. Bunları göremeyenler toplumdaki
çoklukta birlikteliği ve bütünlüğü göremediler. Değişme ve ilerleme var,
değişme ve gerileme var, değişme ve evrim var, tabiatta devrim yok. “Üstyapı kurumlarında, belirlenen değişken
olma niteliğini yitirmektedir” deniliyor. Hâlbuki kişi olarak bir insanın ve bu
kişilerden meydana gelen toplumların kendilerine mahsus değişmez, irsi (genetik)
özellikleri vardır. Bu durum, insan var oldukça DNAlar değişmedikçe değişmez.
Bununla beraber insan, evrimleşebilen bir varlık olarak yaratılmıştır. O her an
değişen ve yenilenen bir çevrede bulunmaktadır. Böylece insan hemen hemen her an değişme
durumundadır. Belki her bin yılda bir köklü değişmeler olur, yenilikler meydana
gelir ve böylece yeni bir uygarlık doğar. Belki toplumdaki kurumlar değişmez ama
onların yapıları değişir. Şimdiye
kadar uygarlıkları hep peygamberler getirdiler. Filozoflar ise onları anlamaya çalıştı.
Ancak bir kısmı anladıysa bile birçoğu da anlayamadı. Mesela filozoflar kâinatın
kadim olduğunu söylediler. Peygamberler ve onların varisleri kelamcılar ise kâinatın
Allah tarafından yaratıldığını ve onun evveli olduğunu söylediler. Filozoflar
kâinat suret ve heyuladan ibarettir; şekil değiştirerek olaylar, periyodik olarak sürüp
gitmektedir, dediler. Kelamcılar ve inananlar ise hayır, öyle değil dedi. Kâinat,
tecezzi etmeyen cüzlerden, parçalanmaz parçacıklardan ibarettir; başlangıcı ve sonu
vardır, dediler. Artık bugün varlıktaki tekâmül teorisi, kâinatın başlangıcı
olduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Entropinin büyümesi de kâinatın bir sonu
olduğunu göstermektedir. Montesquieu
ve Jan Jack Rousseauların toplum görüşleri, sosyal mukavele-Socıal
Contract iflas etmiş, toplumun organik bir yapıya sahip olduğu artık açık bir
şekilde anlaşılmıştır. Thomas Robert Malthus’un nüfus
teorisi boş çıkmış, bugün insanlar yiyinti bolluğundan obez hale gelmişlerdir.
Auguste Comte da din döneminin bittiğini söylemiş ama bugün bütün dünyada yeniden
dine dönüş başlamıştır ve biz de iktisatçıların, sosyal bilimcilerin bilim
adına işledikleri yanlışlıkları ve zararları din sayesinde, Kuran sayesinde görüp
düzeltmeye, gücümüz yettiği kadar temizlemeye çalışıyoruz. Böylece bilim
ve teknoloji sayesinde inananların doğru çıkıp haklı, inkârcıların ise yanılıp
haksız olduklarını anlıyoruz. Önümüzdeki dönemde de yalnız ekonominin değil, tüm
sosyal bilimlerin yanlışları Kuran sayesinde bir bir anlaşılacak ve bunlar teker
teker ortadan kaldırılacaktır. Mesela
hayvanlar kuvvet ve güçleriyle, insanlar da hak ve hukuk, kaide, kanun ve kurallarla yaşadıkları
halde bazen insanların hayatı değişebilir; hak kuvvete, kuvvet de hak-hukuka dönüşebilir.
Hakka dayanan uygarlıklar, kuvvet uygarlığına, kuvvet uygarlığı da hak
uygarlığına dönüşebilir. Zamanla iyiler kötü, kötüler de iyi olabilir. Geceden
sonra gündüz, gündüzden sonra da gece gelir. İşler karıştığı, düzen bozulduğu
zaman geçmişte hemen bir peygamber gelir ve değişimi gerçekleştirirdi. Bazen din,
inanç ve itikad bozulur o zaman Nuh Peygamber gelir,[336]
aile ve kadın-erkek ilişkileri bozulur, Lut Peygamber gelir;[337]
ekonomi bozulur Şüayb Peygamber gelir;[338]
siyaset ve yönetim bozulur Hz. Musa gelir[339]
ve her şey bozulur, bunun için yeni bir düzenleme gerekir, o zaman da tüm insanlığa,
küresel ve evrensel bir peygamber, Hz. Muhammed gelir.[340]
Fakat bundan böyle bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu görev onların yerini tutan ve
onların varisi olan Müslüman mümin ilim adamlarına düşmektedir. Öyleyse toplumun
bilginleri bir doktor gibi, hastalığı teşhis edip tedaviyi göstereceklerdir. Onlar
Kuran Kerimi yeniden yorumlayarak yeni bir medeniyetin doğmasına zemin hazırlayıp yeni
bir İslam-insan medeniyetinin yaşanmasına sebep olacaklardır. Yazarın ele
aldığı yazın bin sene önceki kurumları bugün yaşatmaya çalışan bir yazındır.
Onun için bunların bugünkü İslamiyet’le bir ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu bakımdan yazar, bazı konularda haklı olabilir. Ancak o, asıl branşı İslam
ekonomisi olan, doktora tezi bölüşüm olan, bizim gibi düşünen ve İslam’ı çağa
göre yorumlamaya çalışan kimselerle irtibata geçmemiş ve bizim eserlerimize
bakmadığı için gerçeği arayan bir bilim insanının güvenilir özelliğini bu
makalesinde yitirmiş bulunmaktadır. Mesela mülkiyet
konusu, mülkiyet, mal ve eşyanın bir emanet olarak insana verilmesi sonucu, insanın da
onu idare etme hak ve vazifesine sahip olmasıdır. Bu mana, kelimenin kök anlamında
mevcuttur. Develerin arkasından gittikleri deveye, Araplar melik derler.[341]
Koyun sürüsünün arkasından gittikleri koyuna da bizim Denizli taraflarında kösem
koyun derler. Kurana göre mülk ve milk, mülkiyet ve milkiyet vardır. İnsanları yönetmeye
mülk ve mülkiyet denir. Malları yönetmeye ise milk ve milkiyet denir. Buna göre araştırmacının
mülkiyet hakkında “Allah’ın
mülkü dilediğine verirken dilediğinden çekip alacağını” şeklinde tercümesini
naklettiği ayet,[342]
maalesef mülkiyet hakkında değil, yönetim hakkındadır. Yazarın iddiaları genel
anlamda işte böyle yanılgılara veya kendi yanılgısına dayanmaktadır. Aslında yönetim,
toplumun işidir, toplumun fikri, zikri, düşüncesi, seviyesi ve insani durumu ne ise
yönetim de ona göre şekillenir, demek olur. Nitekim Elmalı[343]
bu ayetin devlet ve yönetim manasında olduğunu, hatta Hz. Peygamber’in Mekke’nin
fethinden sonra ümmetine Fars ve Rum mülklerini yani devletlerini vaat etmişti, demiş
ve şu hadisi de bu anlamda zikretmiştir. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”[344]
Kurandaki
konuyla ilgili ayetleri iyice tetkik ettiğimiz zaman mülkiyetin birisi kıyam mülkiyeti,
diğeri de meta mülkiyeti olmak üzere iki kısma ayrıldığını görürüz. Böylece
meta mülkiyeti ile bir işletmenin rantını işleten işçiler hak ederler. Mesela para
peşin, mal veresiye demek olan selem senedi ile sadece kredi gibi para bulmak değil, başka maksatlar da getirilmiştir. Böylece halka
ve çalışanlara da faizsiz kredi hakkı tanınmıştır.
Adalet, denge
demektir. Ekonomide adalet anlayışı ise serbest ücret ve serbest fiyat mekanizması
ile arz ve talep kanunlarını çalıştırmaktır. İslam ekonomisi, adaleti yani dengeyi
fiyat ve ücret mekanizmaları ile kurmaktadır. Bunu serbest piyasa şartları ile
arayıp bulmaktadır. Şeffaf piyasanın oluşması için kamu ambarları, kamu nakliyesi,
faizsiz kredi, herekse sosyal güvenlik müesseseleri ile ve hassaten hisse, mal, sipariş
ve işletme sendikaları müesseselerini getirmektedir. Ayrıca tekellerin önlemesi
meselesi problem olmaktan çıkıştır, diyebiliriz.
İslam
toplumu aynı insan vücuduna benzerdir, diyebiliriz; böylece toplumda mal bölüşümü
vücutta da kan bölüşümü vardır. Vücutta kan üretimine tüm hücreler katılır.
Toplumda da mal üretimine herkes katılır. Üretim aslında bir toplumun işidir. Vücuttaki
her organ bölüşümde kendi ihtiyacı kadar malı aldığı gibi İslam ekonomisinde de
herkese kendi payı verilir. Kişi çalışmasa bile yerküresindeki toprak hissesini
kiraya vermiş olacağından bunun kirası ile yaşamını sürdürecektir. Çünkü Kuran’da
Allah’ın, yeryüzünde bulunan her şeyi insanlar için yarattığı ifade
edilmektedir.[345]
Böylece yeryüzü ortak olarak tüm insanlığın malı olduğu ortaya çıkmaktadır. [1] DİSK
Birleşik Metal-İş Sendikası, Çalışma ve Toplum Dergisi sayı: 19, 2008/ 4 [2] Bak,
el-Mevarid, Mevlut Sarı, Tabaa maddesi [3] Şükrü
Baban, İktisat Dersleri, Kenan Basımevi, İstanbul-1942, s, 5 [4] Metin
Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 933-934 [5] İsra 17/ 23 [6] Gaetan Pirou,
Umumi İktisada Giriş, (Tercüme: Turhan Feyzioğlu,) s, 73 [7]Abdülhak
Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul-1952, s, 77 [8] Kehf 18/
84-85 [9] Rahman 55/
5-8 [10] Bu olay
belgesellerde bilimsel olarak tespit edilmiştir. [11] Hud 11/ 105 [12]
Acluni,
Keşf-ül Hafa, II, 323 [13] Buhari,
Edeb, 27 [14]
Buhari,
Edeb, 36 [15] Afif
Abdülfettah Tabbara, Ruh-ud Din-il İslami, s, 319. [16] Nahl
16/ 120 [17] Bakara
2/ 275 [18] Bakara 2/ 184 [19] A’raf 7/ 3 [20] Nisa 4/ 176 [21]
Talak 65/6; Necm 53/39; Bakara 2/286. [22] Bakara 2/275; Bakara 2/282; Nisa 4/29. [23] Bakara 2/275, 276, 279; Ali İmran 3/130; Nisa
4/161. [24] Bkz. Varık: Kehf 18/19; Dirhem (çoğulu derâhim)
Yusuf 12/20; Dinar (çoğulu denânir) Ali İmran 3/75. [25] A'raf 7/85; Hud 11/85; Şuara 26/183. [26] Bakara 2/43, 83; Müminun 23/4; Tevbe 9/60. [27] Bakara 2/282; Nisa 4/29; Tevbe 9/24; Nur 24/37. [28] Yusuf 12/47; Vakıa 56/64 [29] Sait Halim
Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s, 234 [30] Ömer ve
Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahtı Fıkhîyse Kamusu, II, 483; Karşılaştır,
II, 165 [31] A. Hamdi
Akseki, İslam Dini, s, 65 [32] Nisa 4/ 116 [33] Paul A.
Samuelson, İktisat, (çev, Demir Demirgil), İst.-1970, s, 62 [34] Paul A.
Samuelson, s, 10 [35] Maide 5/ 1 [36] Maide 5/ 4 [37] Araf 7/ 85;
Hud 11/ 85; Şuara 26/ 183 [38] Bakara 2/ 282 [39] Bakara 2/ 188 [40] Bakara 2/ 275 [41] Maide 5/ 94,
96; Nahl 16/ 14; Fatır 35/ 12 [42] Necm 53/ 39 [43] Bakara 2/
267; [44] A’raf 7/ 3 [45] Bakara 2/ 286 [46] Nahl 16/ 106 [47] Ali İmran 3/
140 [48] Bakara 2/ 187
[49] Bakara 2/ 229 [50] Talak 65/ 1 [51] Şeriat
hakkında bak: Sait Halim Paşa,
Buhranlarımız ve Son Eserleri, s, 231-234 [52] Şura 42/ 13 [53] Jacque
Austray, L’İslam Face au Developpment Economique, s, 20 (Maruf Devalibi, Marksizm ve
Kapitalizm Karşısında İslam, s, 31) [54] Ali İmran 3/
64-65, 69-72, 75, 98-99, 113, Maide 5/ 15 [55] Maide 5/ 47 [56] Hadid 57/ 27 [57] A. Hamdi
Akseki, İslam, XXVI… s, 456 [58] Mecamu’z-Zevaid,
5/278 [59]
Müslim,
İmân,
95 [60] Yasin 36/ 38 [61] Yunus 10/ 32 [62] Enam 6/ 50,
56; Araf 7/ 203; Bakara 2/ 208; Nisa 4/ 135; Araf 7/ 3; Enam 6/ 153 [63] Tahrim 66/ 1 [64] Enam 6/ 151;
Nur 24/ 61; Hadid 57/ 17 [65] Müminun 23/
80; Saffat 37/ 138 [66] Yunus 19/ 100
[67] Mülk 67/ 2 [68] Zariyat 51/
49; Ra’d 13/ 3; [69] İhlas 112/ 1 [70] Zümer 39/ 18
[71] Kehf 18/ 29 [72] Enam 6/ 108 [73]
Bak,
Ömer ve Nasuhi Bilmen,
Hukukı İslamiyye ve Istilahatı Fıkhiyye Kamusu, II, 483; Karşılaştır, II, 165 [74] Ahmet Hamdi
Akseki, Ebedi Risalet Mukaddimesi, s, 20 [75] Nisa 4/ 6 [76] Şura 42/ 38;
A. İmran 3/ 159 [77] Kaf 50/ 16 [78] Nisa 4/ 135;
Sad 38/ 26; Kehf 18/ 28; Maide 5/ 77; Enam 6/ 150 [79] Bakara 2/ 258
[80] Mülk 67/ 3 [81]
28
Ocak 1986’da ABD’de Challenger unvanlı bir uzay mekiği havalandıktan sadece
73 saniye sonra havada parçalandı. Bu kazada ABD 5,5 milyar dolar zarara uğradı. [82]
Sabahaddin Zaim, İslam-İnsan-Ekonomi, s, 11-12 [83]
Bakara
2 / 286 [84] Bakara
2/ 256 [85] A İmran 3/
64, 65, 99; Maide 5/ 68, 77; Kuranda 54 yerde Ehl-i kitap deyimi geçmektedir. [86] Kehf 18/ 29 [87] Araf
7/ 158 [88] Nahl
16/ 125 [89] Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 188-210 [90] M.
Hamidullah, İ. Peygamberi, I, 189 [91] Salih
Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul-1966, s, 43 [92] Vesikanın
tam metni Muhammed Hamidullah'ın "el-Veseiku's- Siyasiyye" adlı kitabı ile
Salih Tuğ'un "İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri" İstanbul-1966, s.
31-40, eserinde vardır. [93] Bakara 2/ 256 [94] Ali
Özek, “Kuranın Eşsizliği”, İslam Medeniyeti Dergisi, Yıl, 1, sayı, 5, Aralık
1967, s, 25 [95]
Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Başnur Matbaası, Ankara-1972, s. 31-32; Ömer Nasuhi
Bilmen, Hukuk-ı İslamiye, 1,40. [96] Editör: M.M.
Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, (Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesinin Batıya
Etkisi) IV, 148. [97] (Fussılet 41/ 11) [98] (Kıyamet 75/ 36)
[99] (Nisa 4/ 119) [100] (Rum 30/ 30) [101] Yunus 10/ 64 [102] Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, s, 213 [103] Elmalılı,
Hak Dini, I, 126 [104] Rahman 55/ 7 [105]
Bakara 2/ 35 [106] Bakz.
Mucem-ül Vesit, Çağrı Yayınları, İst-1986, İlgili madde. Elmalılı, a.g.e, III,
2072 [107] Bak,
Abadurrahman Azzam, Ebedi Risalet, Mukeddimesi, s, 26 [108]
İsra 17/ 84 109
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, s, 3196 110Ahmet Hamdi Akseki,
Ebedi Risalet adlı kitabın Mukaddimesi, s, 26 [114] Asım Efendi,
Kamus, III, 859. [115] Rağıb
el-İsfahan Müfredat, s, 502. [116] Hucurat 49/ 9 [117] Bakara 2/ 85;
Enfal 8/ 67, 70 [118] Nisa 4/ 94 [119] Burhaneddin
el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185. [120] Hüseyin
Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 109. [121] Cemal
Kutay, Bediüzzaman Said Nursi. Özal Matbaası,
İstanbul- 1980, s. 341. [122] Bakara 2/
215, 219 [123] Maide 5/ 4 [124] Bakara 2/ 286
[125] Kıyamet 75/
14 [126] Mearic 70/ 19
[127] Yunus 10/
108; Nemil 27/ 40, 92; Zümer 39/ 41; Haşir 59/ 9; Teğabün 64/ 16 Muhammed 47/ 38 [128] Mearic 70/ 19
[129] Bakara 2/
21-22 [130] Bakara 2/ 29 [131] İmam
Gazali, İhya, II, 93; Fahreddin Razi, V, 118; E. M. Hamdi Yazır, I, 678 [132] Orhan Hançerlioğlu,
Ekonomi Sözlüğü, 2. Baskı, İSTANBUL - 1976, s,
83 [133] Akın İlkin,
Ak İktisad Ansiklopedisi, İstanbul - 1973, I, 342. [134] Orhan Hançerlioğlu,
Ekonomi Sözlüğü, s.83. [135] Mahmut Koloğlu,
Ekonomi Dersleri, Ankara- 1954, II, 179 [136] Feridun Ergün,
İktisat, İstanbul - 1964, s.372. [137] Mahmut
Koloğlu, Ekonomi Dersleri, II, 179. [138] Ömer Celal
Sarc, Ak İktisat Ansiklopedisi, I; 305. [139] Hazım
Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İstanbul – 1960, s.665 [140] Koloğlu,
a.g.e. II, 179S [141] Erdoğan
Alkin, Ak İktisat Ansiklopedisi, I, 339 [142] Takiyyü’d-Din,
Ahmet İbn Teymiyye, el-Hisbetü Fi’l-İslam, Kahire - 1387, s.4 [143] Gaetan
Pırou, İktisada Giriş (Çev: Turhan Feyzioğlu), İstanbul - 1945, s.73 [144] Koloğlu,
a.g.e. II,179. [145] Koloğlu,
a.g.e. II, 179. [146]
Koloğlu, a.g.e. II, 179; Krş. Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi İktisat, İzmir - 1960,
s.239 [147] Koloğlu,
a.g.e. II, 180 [148] Hazım Atıf
Kuyucak, İktisat Dersleri, s.274 [149] Koloğlu,
a.g.e. c.2, s.180. [150] Hazım Atıf
Kuyucak, İktisat Dersleri, s. 665 [151] Feridun
Ergin, İktisat, s.386 [152] Kuyucak,
a.g.e. s.677 [153] Koloğlu,
a.g.e. c.2, s.180. [154] Afif
‘Abdu’l-Fettah et-Tabbera, Ruhu’d-Dini’l-İslami, 10. Baskı, Beyrut-1973, s.319,
İhsanullah Han, İslamiyet ve Komünizm Birbirine zıttır. (Çev. Ahmet Hamdi Hatipoğlu),
İstanbul-1962, s.3 [155] Maruf
Devalibi, Marksizm ve Komünizm Karşısında İslam (Çev. Sadık Özek), s.31. [156] Abdü’l-Kerim
Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, (Çev. Cemal Arzu) İstanbul-1969, s.83; Muhammet
Fazlurrahman el-Ensari, Komünizme Karşı İslam, (Çev. Kemal Kuşçu)
İstanbul-1961,s.24. [157] Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul-1935, I, 949, VI, 5014. [158] Haşir Suresi
59/7 [159] Ahmet
Şelebi, es-Siyasetu ve’l-İktisadü fi’t-Tefkiri’l-İslami, Kahire-1964, s.190. [160] Bkz. Ebu
Yusuf Yakup b. İbrahim, Kitabu’l-Harac, 5.Baskı, Kahire-1396, s.53; Ebu Davut Süleyman
b. El-Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistani, Kitabu’s-Sunen (Basım yer ve tarihi yok)
c.III, s.135, No: 2949 [161] Zuhruf 43/32 [162] Eb Cafer
Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan ‘An Te’vili Ayi’l-Kur’an, 8. Baskı, Mısır-1377/1954, XXV, 66-67 [163] Ahmet Salebi,
es-Siyasetu ve’l-İktisadü fi’t-Tefkiri’l-İslami, s.181 [164] Eb Cafer
Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan ‘An Te’vili Ayi’l-Kur’an, 8. Baskı, Mısır-1377/1954, XXV, 66-67; Ebu
Abdullahe’l-Kurtubi, el-Cami Li Ehkami’l-Kur’an, 3. Baskı Mısır-1387/1967, XVI;
83; İbn Kesir Ebu’l-Fida İsmail b. Umer, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim,
Mısır-Tarihsiz, IV, 127. [165] Mütercim Asım
Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1304, 1305, II, 385. [166] Şemsu’d-Din
Ebu Bekr Muhammed b. Ebi’s-Sehl Ahmet es-Serahsi, el-Mebsut, 2. Baskı, Beyrut-Tarihsiz,
XV, 74. [167] Muhammed
Fahru’d-Din er-Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır-Tarihsiz, c.27, s.209 [168] es-Sarahsi,
el-Mebsut, c.15, s.75. Muhammed Fehr Şakfe,
İş Ahkâmı ve İşçi Hakları, (Çev. İhsan Toksarı), İstanbul-1968, s.15. [169]Muhammed Fehr
Şakfe, İş Ahkâmı ve İşçi Hakları, (Çev. İhsan Toksarı), İstanbul-1968, s.15. Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac,
s.53; Ebu Davut, c.3, s.135, No:2949. Bkz. İbn Teymiyye, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye Fi
İslahi’r-Rai ve’r-Raiyyeh, Bağdat-Tarihsiz, s.30. [170]Ebu Yusuf,
Kitabu’l-Harac, s.53; Ebu Davut, c.3, s.135, No:2949. Bkz. İbn Teymiyye, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye
Fi İslahi’r-Rai ve’r-Raiyyeh, Bağdat-Tarihsiz, s.30 [171] Bkz.
Yukarıda, s.7; Ahmed Şelebi, s.181 er-Razi, c.20, s.79; Abdulkadir Udeh, el-Malu ve’l-Hukmu
Fi’l-İslam, 4. Baskı, Beyrut-1971, s.44. [172] er-Razi,
c.20, s.79; Abdulkadir Udeh, el-Malu ve’l-Hukmu Fi’l-İslam, 4. Baskı, Beyrut-1971,
s.44. [173] En-Nahl 16/71
[174]Bkz. Er-Ra’d
13/26, eş-Şura 43/12, Ali İmran 3/37, el-Bakara 2/212, el-İsra 17/30 [175] Mecelle, 88.
Madde. [176] Ahmet
Şelebi, s.179. [177] El-Kasas
28/7, en-Necm 53/39, el-Cuma 62/10, el-Mülk 67/15, el-Müzzemmil 73/20. [178] El-Hud 11/3;
Mehmet Vehbi, Hulasetu’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an, 4. Baskı, İstanbul-1968, VI,
2283. [179] Ali İmran
3/195. [180] Et-Taberi,
IV, 215; Mehmet Vehbi, Hülasetu’l-Beyan, V, 815. [181] Muhammed Reşid
Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hekim (Tefsiru’l-Menar), 4. Baskı, Mısır-1960, IV,
306. [182] En-Nisa 4/32. [183] Et-Taberi,
c.5, s.47; Ebu Bekir Ahmet b. Ali el-Razi el-Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, Beyrut-1335,
c.2, s.183. [184] Et-Taberi,
c.5, s.47; Ebu Bekir Ahmet b. Ali el-Razi el-Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, c.2, s.183. [185] Marksizm ve
İslamiyet, (Hazırlatıcı: Vezaretu’l-İ’lami’s-Su’udiyye, Çev. Yusuf
Uralgiray) Ankara-1977, s.28. [186] El-Bakara 2/134, 141. [187] Ez-Zümer
39/7. [188] El-Kurtubi,
el-Cami Li Ahkami’l-Kur’an, c.2, s.139. [189] Et-Taberi, I,
576. [190] İbn Mâce
Ebu Abdi’llah Muhammed b. Yezid el-Kazvini, es-Sünen, (Basım yeri yok)-1372/1952, c.1,
s.570, No:1789. [191] Et-Tirmizi
Muhammed b. İsa, el-Camiu’s-Sahih, (Basım Yeri ve Tarihi Yok), c.3, s.48, No: 659. [192] Ali İmran
3/92. [193] Meâric
70/24; 25. [194] Bkz. Ebu
Davut, c.2, s.126, No: 1665-1667. [195] El-Bakara
2/267. [196] Bkz.
Et-Taberi, III, 68-69. [197] El-Bakara
2/177. [198] Ahmet
Şelebi, s.190. [199] Er-Râzi, V,
40. [200] Bkz.
El-Bakara 2/83;177;215, en-Nisa 4/36, el-Enfal 8/41, et-Tevbe 9/60, el-Haşr 59/7. [201] Et-Tevbe
9/60. [202] El-Enfal
8/41. [203] El-Haşr 59/7 [204] El-Maverdi
Ali b. Muhammed b. Habib Ebu’l-Hasan, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, 2. Baskı, Mısır-1966,
s.113. [205] Yazır
Elamalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2572. [206] Et-Tevbe
9/60. [207] Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi Hayatı ve Eseri, (Çev. M.Sait Mutlu-Salih Tuğ),
İstanbul-1969, II, 220. [208] Selim A.
Sıddıkî, İslam Devletinde Mali Yapı (Çev. Rasim Özdenören), İstanbul-1972, s.157. [209] El-Kurtubi,
VIII,177-178. [210] Et-Taberi,
c.10, s.160. [211] Muhammde b.
Ahmet Ebu’l-Hasan el-Kudûrî, Kitabu’l-Kudûrî (Basım Yer ve Tarihi Yok), s.32;
el-Kasânî Alau’d-Dîn Ebu Bekr b. Mes’ud Bedayiu’s-Sana’i Fi Tertibi’ş-Şera’i,
2. Baskı, Beyrut-1974, c.2, s.44; el-Merğinânî Ali b. Ebu Bekr, el-Hidaye Şerhu
Bidayeti’l-Mübtedi, Mısır-1937, c.1, s.80; el-Halebi İbrahim b. Muhammed b.
İbrahim, Mülteke’l-Ebhur, İstanbul-1319, s.26; Molla Hüsrev Mehmet b. Firâmurz b.
Ali, Düreru’l-Hukkam Fi Şerhi Ğureri’l-Ahkâm, İstanbul-1973, c.1, s.188. [212] El-Kurtubi,
c.8, 177-178. [213] El-Kasani,
‘Alaud’d-Din Ebu Bekr b. Mesud, Bedayiu’s-Sana’i, c.2, s.43. [214] El-Kurtubi,
c.8, 190. [215] El-Kurtubi,
c.8, s.170; İbn Rüsd Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed, Bidayetü’l-Müctehid ve
Nihayetü’l-Muktesid, 2. Baskı, Mısır-1960, c.1, s.275-278. [216] El-Kurtubi,
c.8, s.175; [217] Es-Sarahsi,
el-Mebsut, c.3, s.18. [218] İbnu’l-Arabi
Ebu Bekr Muhammed b. Abdillah, Ahkamu’l-Kur’an, Mısır-1972, c.2, s.973. [219] Bkz.
Es-Serahsi, c.3, s.13; el-Kurtubi, c.8, s.170; İbn Rüşd Ebu’l-Velid Muhammed b.
Ahmed, Bidayetu’l-Müctehid, c.1, s.278. [220] İsra
17/ 84 [221] Bakara
2/ 63 [222] Bakara
2/ 228; Alusi, II, 134 [223] Bakara
2/ 233; Nisa 4/ 34; Talak 65/ 6, 7 [224] Bakara
2/ 233 [225] İbn
Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289 [226] Kasanı
IV, 24, 205- İbn Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290 [227] İbn
Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290 [228] Nisa 4/ 32 [229] Bakara
2/ 233 [230] Hud
11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33 [231] Hud
11/ 73 [232] Bakara
2/ 223 [233] Bakara
2/ 233 [234]
Bakara
2/ 228 [235]
Alusi, Ruh-ul Meani, II, 134 [236] Nisa
4/ 34 [237] Nisa
4/ 34 [238] Tevbe
9/ 60 [239] Krş. Abdülkadir
Udeh, Mukayeselei İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, (Tercüme: Ali Şafak, Ruhi Özcan), I,
46 [240] İbn
Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289 [241] Bakara 2/ 83,
177; Nisa 4/ 8-9, 36; Nahl 16/ 90; Haşr 59/ 7 [242] Rum 30/ 38;
İsra 17/ 26 [243] Enam 6/ 164 [244] A. Udeh,
Mukayeseli İslam Hukuku, II, 24 [245] İbn
Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289 [246] Kuduri, s,
137 [247] Bakara 2/231 [248] Hucurat 49/10 [249] Buhari, İman, 22; Müslim, Eymân, 40 [250] Buhari, Itk, 17; Müslim, Elfâz, 3 [251] Müsned, II, 25, 61 [252] Hüseyin
Cahit Oğuzoğlu,
Roma Hukuku, s, 109. [253] Bakara 2/ 4 [254] İbn-ül
Hacib, el-Kafiye, s, 58 [255] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 174 [256] Burhaneddin el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185 [257] Bakara
2/177; Beled 90/13 [258] Buhari,
Itk, 1; Keffârât, 6; Müslim, Itk, 5, 6; Ebu Davud, Itk, 14; İbn Mâce, Itk, 4;
Tirmizî, Nüzûr, 20; Dârimî, Nikâh, 46 [259] Nur
24/33 [260] Serahsi,
Mebsut, VIII, 2; Kuduri, s, 140; Kasani, Bedayi, IV, 133 [261] Bak,
Kuduri, s, 96 [262] Maide 5/ 38 [263] Şûrâ,
42/40 [264] Elmalılı,
Hak Dini Kuran Dili, I, 910. [265] Buhari,
İman, 37 [266] Ömer
e-Nesefi, Metn-ül Akaid, (salah Bilici Kitabevi), s, 9 [267] Gazali,
İhya, I, 121 (Çağrı yayınları baskısı, İstanbul-1985) [268] Hucurat
49/ 14 [269] Buhari,
Megazi, 45; Müslim, İman, 41 [270] Nisa
4/ 94 [271] Kuduri, s,
109 [272] Nisa 4/ 29 [273] Kuduri, s, 51 [274] Abdurrahman
Azzam, Ebedi Risalet, Mukaddimesi, s, 26 [275] Bakara 2/ 16 [276] Tevbe 9/ 60 [277] Ticaret
konusunda bak: Konularına Göre Kuran, Ömer Özsoy-İlhami Güler, s, 485. Ayrıca bak:
Osman Eskicioğlu, İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi, İzmir-1995 [278] Bakara 2/
273; Ali İmran 3/ 181; Tevbe 9/ 93; Haşir 59/ 7 [279] Maide 5/ 33 [280] Nur 24/ 33;
Kuduri, s, 140 [281]
A. H. Akseki Ebedi Risalet, s.24–25 [282] Keşfu’l
Hafa, 2846. [283] A.H.Akseki,
Ebedi Risalet Mukaddimesi, s, 43 [284] Enfal
sitesindeki “İslamda Devlet Velidir (Amme Velayeti) adlı makalemize bakınız. [285] Enfal 8/ 72 [286] Tevbe 9/ 60 [287] Nisa 4/ 29 [288] Bakara
2/ 275 [289] Nisa
4/ 29 [290] Taberi, İhtilaf-ul
Fukaha, s. 146 [291] Ebu Yusuf,
Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, Büyu 15, No:3450 [292] Bak, Osman
Eskicioğlu, İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, s, 177 [293] Nisa 4/ 135 [294] Elmalılı,
Hak Dini Kuran Dili, II. 1451 [295] Hucurat 49/
11 [296] Ra’d 13/ 7 [297] Serahsi,
Mebsut Tercümesi, XII, 234 [298] Mehmet Erdoğan,
Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 314 [299] Nisa 4/ 32 [300] İslam Düzeninde
faizsiz banka hakkında bilgi almak isteyenler bizim www.enfal.de sitesindeki
“İslam’da Bankacılık Sistemi” adlı makalemizi okuyabilirler. [301] Müzzemmil73/
20 [302] Bu ayetin
tefsiri için bizim Enfal sitesindeki Ekonomik Tefsirin Müzzemmil suresine bakınız. [303] Abdülkadir
Udeh, Mukayeselei İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, I, 194 [304] Selem alış-verişi para peşin mal veresiye şeklinde olan bir alış-veriş türüdür. Ahmet Ebu’l-Hase, Kuduri, s, 57 [305]
Hucurat 49/ 11 293 Buhari, Edeb, 27 [309] Farz-ı
kifaye terimleri için bak, Seyyid Şerif Cürcanî, Terimler Sözlüğü, s. 171 [310] Rahman
55/ 1–4, 7 [311] Ömer ve
Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahtı Fıkhîyse Kamusu, II, 483; Karşılaştır,
II, 165 [313] Joseph
Schacht, islâm Hukukuna Giriş, Çev: Mehmet Dağ-Abdülkadir Şener, [314] Joseph
Schacht, a.g.e. s. 161 [315] Abdülkadir
Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, s, 23 [317] Bkz.
Hayreddin Karaman, Mukayeseli islâm Hukuku, İstanbul-1974, s. 206 [318] Bkz.
Abdülkadir Udeh, Mukayeseli islâm Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev: Ali Şafak, Feryal
Matbaası, Ankara, T.Y. II, 23. [319]
Ebu
Ya'la el-Ferra, el-Ahkamü's-Sultaniyye, Matbaat-ü Mustafa
el-Babi el- Halebi, Mısır 1966, s. 246 [320] Ahmed Ebu’l-Hasan
el-Kuduri, s, 83-89 [321] Ahmet Hamdi
Akseki, Ebedi Risalet, s, 24 [322] Şirket-i
amal, ortaklar kendi emeklerini ortaya koyarlar ve başkalarından iş alırlar, sonra da
kazandıklarını aralarında paylaşırlar. Buna şirket-i ebdan, şirket-i sanayi ve
şirket-i tekabbül de denir. İki mimarın, iki terzinin, bir mimar ile bir boyacının
ortak olmaları gibi. Bak: Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, s, 528 [323] Mehmet
Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 528 [324] İnan şirketi, ticari bir maksatla iki veya daha
fazla kimse tarafından sermaye konularak kurulan bir şirkettir. Bu şirkette ortaklar
arasında tam bir eşitlik şartı aranmaz. Birinin payı diğerinden az veya fazla
olabilir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 428 [325] Bakara 2 36;
Maide 5/ 96 [326] Nisa 4/ 5;
Mide 5/ 97 [327]
Bak,
Kuduri, s, 83; Kasani, VI, 79; Merğınani, III, 42; Molla Hüsrev, Dürer, II, 316; İbn
Abidin, IV, 490; Mecelle, 1428. Madde ; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam,
s, 95 [328] Bu çalışma
enfal sitesinde bulunmaktadır. [329] Elmalılı
M.H. Yazır, “bize doğru yolu göster” (Fatiha 1/ 7) ayetinin tefsirinde irade içi
ve irade dışı kanunlar bulunduğunu, irade kanunlarının iyiliğe götürdüğünü ve
buna din denildiğini, irade dışı kanunlara ise “tabiat kanunları” adı verilip
bunlara ilim ve fen denildiğini, bunların hepsini Allah’ın koyduğunu, insanın
bunları koyamayacağını, ona düşen sadece bunları keşfetmek olduğunu söylemiştir.
I, 126-127 [330] Ahzab 33/ 36 [331] Tevbe
9/ 60 [332] Enbiya 21/ 24 [333] Zümer 39/ 18 [334] Kasas
28/ 49 [335] A. İmran 3/
7 [336] Şuara 26/
105-122 [337] Şuara 26/
160-175 [338] Araf 7/ 85;
Şuara 26/ 176-191 [339] Bakara 2/ 35,
54, 67, Maide 5/ 20; Araf 7/ 142 [340] A İmran 3/
144; Araf 7/ 157; Ahzab 33/ 40; Muhammed 47/ 2; Fetih 48/ 29 [341] Müfredat, s,
473. [342] A İmran 3/
26 [343] E. M. H.
Yazır, Hak Dini, (zaman baskısı), II, 337 [344] Deylemi, Müsned,
III, 305; Keşf-ul Hafa, II, 166 (1997) [345] Bakara 2/ 29
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |