. | Nass ve Dogma üzerine Prof. Dr. Osman Eskicioğlu GİRİŞ İnsan
için dilin ne kadar önemli bir araç olduğunu tekrar etmeye gerek yoktur. Her halde
insanları hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisinin konuşarak anlaşma
olduğunu söyleyebiliriz. Dil, insan kadar eski olmakla beraber dil üzerine yapılan
çalışmalar henüz yenidir. Dil, İslam kültüründe Sava Paşa’nın da ifade ettiği
gibi, Allah’ın bir lütfü sayılır. Bunun için İslam alimleri Arapça’yı
ilahiyat ilimlerinden biri olarak kabul ederler. Çünkü İslam müçtehitleri teşri çalışmalarında lisana önemli ve esaslı
görevler yüklemişlerdir. (Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd
çev: Baha Arıkan Yeni Matbaa Ankara-1955, s. 127). Dilin bir ilim olarak incelenmesine
Kur’an’ın nüzulünden sonra hemen sahabiler döneminde başladığını söyleyebiliriz.
Çünkü İbn Abbas (ö.68/687-88) arap filolojisinde ilk lügat çalışmalarını Kur’an
tetkiklerine bağlı olarak başlatan bir sahabidir. Arapların
dışındaki Müslümanları ilgilendiren klasik arapçadır. Klasik arapça tabiriyle
bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste gördüğümüz,
daha sonraları da arapçanın yayıldığı yerlerde din, şiir, edebiyat ve ilim dili
olarak ana çatısı değişmeden devam eden, lehçeler üstü arapça kastedilir. Lisanî
ve edebî malzemeyi derleyen, Arapça’nın kaidelerini tesbit eden ilk dil bilginleri,
bu lehçeleri klasik dile yakınlıklarına, fasih oluş derecelerine göre sınıflandırmışlar.
Ve çalışmalarında bu değerlendirmeyi daima göz önünde bulundurmuşlardır. Hicrî II. Yüzyılın
ikinci yarısına kadar arap yazısının çok kifayetsiz oluşu, uzun müddet birçok
hususiyeti hâfızada korunarak sözlü yolla intikali, bu eserlerin başlangıçta taşıdıkları
lehçe hususiyetlerinin hiç değilse bir kısmını kaybetmelerine sebep olmuş, aynı
zamanda klasik arapçanın sarf, nahiv, luğat ve edebî kullanış şekillerinin sistemli
ve gayretli bir tarzda tayin ve tesbit edildiği II-IV (VIII-X.) yüzyıllarda bir
dereceye kadar standart bir hale getirilmiştir. Bu klasik arapçanın sınırlarının
çizilmesinde Kur’an ve sünnetin önemli bir yeri vardır. Cümle yapısında ideal
modelleri verişi yanında üslubunun tahliline dair erken devirde başlayan çalışmalarla
Kur’an bedî, beyân ve belağatın en ince noktalarına kadar araştırılmasına
uzanan bir gayrete yol açmıştır. İslamiyet’ten
sonra arap edebiyatında filoloji, çok erken bir dönemde çeşitli şubeleriyle
başlamış, izahı güç bir hızla gelişmiştir. Kur’an-ı Kerim’in doğru
anlaşılması, her türlü bozulma tehlikelerine karşı korunabilmesi, mahiyetini açıkladığımız
klasik arapçanın luğat hazinesinin derlenmesini, yapısının, gramerinin tespitini,
hatta üslûp araştırmalarını gerektirmiştir. Bu sebeple arap edebiyatında
filolojiye ait çalışmalar Kur’an-ı Kerim’in yazılması, kitap haline
getirilmesiyle başlamış ve bu arada gramer Kur’an-ı Kerim’de yazının ıslahı
çalışmalarına bağlı olarak doğmuştur. Nitekim gramerle sıkı sıkıya bağlı ilk
önemli çalışma, Ebu’l-Esved ed-Düelî tarafından Kur’an’da kelime sonlarının
harekelenmesi olmuştur. Luğat manası ve
terim olarak kullanılış sebebi bir yana, nahiv
kelimesi başlangıçta morfoloji ve sentaksı içine alan geniş manasıyla gramer
karşılığı olarak kullanılıyordu. Ancak III (IX.) yüzyılda morfoloji, sarf adıyla hemen hemen ayrı bir ihtisas sahası
haline geldi ve nahiv daha çok sentaksı ifade etti. Luğat ise daha başlangıcından
itibaren bunların yanında sınırları daha belirli bir mevzu idi. Arap dili nahvinin
başlangıcına dair çeşitli rivayetler arasında, bunlardan birinde Ali b. Ebî Talb’in
verdiği talimat üzerine ve onun gösterdiği yönde yine Ebu’l-Esved’in kısa bir
taslak hazırladığı da ileri sürülür. (Nihat M. Çetin, T.D.V.İslam Ansiklopedisi,
Arap Maddesi) Dil İlimleri
Dil insan kadar
eski olmakla beraber dil üzerindeki araştırmalar oldukça yeni sayılır. Ancak dilin
bir ilim olarak incelenmesine Arapça ile başlandığını söyleyebiliriz. Henüz ilim
düzeyine erişmemiş olmakla birlikte, diğer diller üzerinde de benzer çalışmalar
yapılmıştır. Hicrî üçüncü yüzyıldan beri Arapça’yı ele alan ilim adamları,
onu sekiz ilim (ulûm-u semâniyeh) olarak tedvin etmişlerdir. Bunlar ses ilmi/tecvit,
kelime ilmi/lugat, çekim ilmi/sarf, cümle ilmi/nahiv, mânâ ilmi/meânî, dil üretme
ilmi/beyan, dilde etkileme ilmi/bediiyat/belağat ve telif etme’dir. Bunları şöyle
bir şema ile gösterebiliriz: 1- Ses İlmi: Tecvid 2- Kelime İlmi: Lugat 3- Çekim İlmi:
Sar 4-
Cümle İlmi: Nahiv 5- Mana İlmi: Meani 6- Dil Üretme
İlmi: Beyan 7- Edebiyat İlmi: Bediiyat 8- Birleştirme
İlmi: Telif-Mantık Bu ilimler Arapça’da
“Usul-ü Fıkıh” içinde ortaya konulmuş ve böylece Arapça dünya dilleri arasında
seçkin bir yer tutmuştur. Bu ilimlerin etkisi ile hukuk ilmi ve usulü gelişmiştir.
Henüz bu tür çalışmaların yapılmadığı diğer diller üzerinde de yapılabilecek
araştırmalar vardır. Bu
dil ile ilgili olan sekiz çeşit ilim üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Bu
ilimler sekiz çeşit olarak sadece Arapça’da yapılabilmiştir. Diğer dillerin
sahipleri bu ilimlerden yararlanarak dillerini ilim dili haline getirebilirler; bu mümkündür.
Biz, olayı Türkçe açısından değerlendirerek açıklamalarımızı ona göre yapmak
istiyoruz. Ses İlmi: Bu ilim
ağzımızdan çıkan seslerin çıkış ve değişimlerini inceler. Değişik dillerde
biraz farklı olan sesler, ağzımızdan çıkmakta ve çıkış yerlerine göre manalar
kazanmaktadır. Diğer canlılardan farklı olarak insan bu sesleri çıkaracak şekilde
yaratılmıştır. Dilleri değişik
olan uluslara mensup insanların ağızlarından sesler farklı çıkmakla beraber genel
olarak birbirine benzeyen sesler kullanılmaktadır. Ancak seslerde birleşme, ayrılma,
değişme, düşme ve eklenme gibi bir takım özellikler vardır. Bunların incelenmesi
halinde kelimeler arasındaki akrabalıklar kolaylıkla bulunabilir. Mesela Arapça’daki
emîr’ul-mâ’ kelimesi, Batı dillerinde amiral olmuştur. Çünkü dilin ahengi bunu
gerektirmektedir. İşte ses ilmi / tecvit, bir dilin kullandığı sesleri inceleyen bir
ilimdir. Kelime İlmi: Aynı sesleri
kullanan değişik uluslar aynı sesleri farklı anlamlarda kullandılar. Mesela
İngilizlerin head dedikleri şeye Türkler baş dediler. Böylece farklı diller oluştu.
Hangi seslerin neyi gösterdiğini belirleyen ilme kekelime ilmi denildi ve bu ilim
lugatlar oluşturularak ortaya konuldu. Değişik
dillerdeki kelimelerin kavram ve muhtevaları farklıdır. Mesela Anadolu’yu her ulus
kendine göre ayrı ayrı bölebilir ve her bölüme kendine göre bir isim verebilir. Bu
takdirde iki dil arasındaki kelimeler birbirine tekabül etmez. Bu kelimelerin tercüme
edilmeleri de imkansız hale gelir. Ancak ilim dilinde böyle değildir. İlim dilinde
kelimelerin gösterdiği şeylerin sınırları belirli hale gelmiştir. Mesela su
denildiği zaman kimya terminolojisinde bu kelime ile ne kastedildiği bellidir. Artık bu
İngilizce’deki Water sözcüğünden farksızdır. Biz burada bir an Water kelimesinin
buzu da içersine aldığını düşünelim. Halbuki Türkçe’deki su kelimesinin anlamında
buz manası olmadığı gibi yağmur manası da yoktur. Çünkü biz Türkçe’de su yağdı
demez, yağmur yağdı deriz, su eridi demez, buz eridi deriz. İşte ilim
adamları, bir taraftan kelimelerin sözlük ve avam manalarını belirlerken, diğer
taraftan da onların ilim dilindeki anlamlarını ortaya koymuşlardır. Böylece dilde
ilme doğru ilerlemeye başladırlar ve dildeki tanımları ortaya koydular. Zaten bu
tanımlar olmadan ilmin yapılamayacağı, ilmi zihniyetin gelişmeyeceği ve bilimsel düşüncenin
gerçekleşemeyeceği açıktır. Çekim İlmi:
Varlıklar
değişik yapıya sahiptirler; iç ve dış görüntüleri bakımından birbirine benzer
tarafları olduğu gibi farklı yönleri de vardır. Tek unsurlu varlıklar olduğu gibi
çok unsurlu varlıklar da bulunmaktadır. Diğer taraftan her varlığın kendisine
mahsus bazı özellikleri de vardır. İşte varlıklar arasındaki bu benzerlikler
dillerde benzer kelimelerle ifade edilmektedir. Böylece kelimeler varlıkları tanımlar.
Ancak varlıklar arasında mevcut olan ilişkiler, kelime çekimleriyle ortaya çıkarılabilir.
Mesela göz ile gözlük arasında böyle bir ilişki vardır. Çekim (sarf) ilmi
adı verilen bu ilmin, halk arasındaki kullanımı ile ilim dilindeki kullanımı
farklıdır. Mesela “kuşlar” denildiği zaman halk bundan çok kuş manası çıkarır.
Ancak ilim böyle belirsiz bir şeyi kabul etmez. Ve tanımlanmış saymaz. İlim buna en
az iki kuş diye bir yorum getirir. Çünkü Türkçe’de ikil çoğul demektir. İşte
ilim adamları bu çekim kurallarını belirleyip ortaya koymuşlardır. Böylece aynı
zamanda kelimelerin ilmi manaları da tesbit edilmiş bulunmaktadır. Cümle İlmi: Hem kelime ilmi ve
hem de çekim ilmi varlıkları ayrı ayrı belirler. Fakat bu ilimler varlıklar
arasında var olan ya da kurulması istenen ilişkiyi ortaya koyamazlar. Bunun için
kelimeler yan yana getirilir ve cümle yapılır. Kurulan bu cümle o iki varlık
arasındaki ilişkiyi de belirler. Mesela biz “dünya yuvarlaktır” derken dünya ile
yuvarlaklık arasındaki bağı belirtmiş oluruz. Her dilin kendine
göre cümle yapıları vardır. Bunlar arasında benzerlikler de vardır. Ne var ki, ilmi
bakımdan bunları eş kabul etmek mümkün değildir. Çünkü cümleler daha çok
olayları dile getirir. Böylece zaman-mekan ve kapsam ortaya çıkar. Belirlilik ve
belirsizlik, bilinen ve bilinmeyen ortaya çıkar. İşte bunların ilmen tanımlanması
ile ilim dili kurulmuş olur. Dillerdeki bu dört
ilim bugün artık bilinmektedir. Ama bugün tüm dünya dilleri arasında henüz ilim
dili haline gelememiş diller de bulunmaktadır. Çünkü bu gelişmemiş dillerde henüz
ilmi tanımlar yapılmamıştır. Bunlar, konuşma dilidir ve yazı dilidir, ama ilim dili
değildirler. Mânâ İlmi
Dil duyduklarımızı
ve düşündüklerimizi karşımızdaki muhataba iletmek için kullandığımız bir araçtan
başka bir şey değildir. Dil, bir kavramı ve mânâyı anlatmak için kullanılır.
Mesela elimizdeki bıçağı sadece görüp tanımak yeterli değil, ayrıca onun
kullanılış biçimini de bilmemiz gerekir. İşte dildeki cümlelerin ne zaman, nerede
ve nasıl kullanılacakları ilmen tesbit edilmiş bulunmaktadır. Bu kuralları anlatıp
öğreten ilme de mânâ ilmi/ “meânî” adı verilmiştir. Bu konuda bir
örnek vermek gerekirse mesela size Denizli’den İzmir’e ne zaman geldiğiniz
sorulduğu zaman “Ben Denizli’den dün
geldim.” dersiniz; dün nereden geldiğiniz sorulduğunda ise, “Denizli’den geldim.”
dersiniz. Yani cevapta asıl istenen kelimeyi fiile yaklaştırırsınız. İşte gereği
gibi konuşma ilmine “Meânî” adı verilir. Şüphesiz bu kullanışların da ilmî
bakımdan farkı kesin anlamları olacaktır. Üretme İlmi Dil geçmişte
bilinen şeyleri ortaya koyar. Biz insanlar, hayvanlar gibi gelişmez, ilerlemez ve tekamül
etmez varlıklar olmuş olsaydık geçmişteki dilimiz ihtiyaçlarımızı karşılar ve
bize yeterli olurdu. Mesela arılar yaptıkları hareketlerle, kuşlar da çıkardıkları
seslerle konuşurlar. Ne var ki, bunlarda milyonlarca yıldır bir gelişme olmamış,
tabir caiz ise hep aynı cümleleri tekrar edip duruyorlar. Halbuki insan böyle değildir,
çünkü o gelişip tekamül etmekte, yeni yeni varlıklar tanımakta ve yeni yeni
bilgiler edinmektedir. Öyleyse insan açısından yeni kelimelerin ve cümlelerin
üretilmesi söz konusudur. İşte bu işi yapmayı öğreten ilme “Beyan” ya da dil
üretme ilmi diyoruz. Dilin yenilenmesi
veya yeni dilin meydana gelişi, eski kelimelerin yeni anlamda kullanılması suretiyle
gerçekleşir. Biz yeni kavramları mecaz ve kinaye yollarıyla anlatmaya çalışırız.
Karşımızdaki muhatap da bunu anlar. Sonra böyle kelimeler dilde kullanıla kullanıla
kavram haline gelir. İşte bütün bunları inceleyen ilme beyân ilmi adı verilmiştir.
Demek oluyor ki,
kelimeler bir taraftan zamanla değişe değişe başka türlü söylenmekte, diğer
taraftan da söylenişi değişmese bile, zamanla manaları değişmektedir. Bu sebepledir
ki, dilde özellikle kelimeler, doğar, yaşar ve yaşlanır; neticede artık kullanılmaz
hale gelirler. Bugün başlangıçta
bütün dillerin tek bir dil olduğu artık bilinmektedir. Bu tek dil zamanla değişe
değişe bugünkü diller ortaya çıkmıştır. Dildeki bu mana değişmeleri de ilmen
ele alınmış, böylece ilmi buluşların, dile nasıl getirileceği tesbit edilmiştir. Edebiyat İlmi /
Güzel İfade İlmi Söylediğiniz
bir sözü karşınızdaki muhatabın dinlemesi, sonra da anlaması için, hem dinlemesini
ve hem de dinledikten sonra anlamasını temin edecek şekilde konuşup yazmanız gerekir.
Bunun için bir ilme ve bir sanata ihtiyaç vardır. İşte gramer alimleri bu konuyu da
ele almışlar ve bir dilde istenen güzelliği, akıcılığı ve tatlılığı
belirlemeye çalışmışlardır. Telif
İlmi
Bir cümle veya
bir konuşma tek başına bir şey ifade etmez. Mesela kainat tek oluştur, ancak bir bütün
içinde ahenklidir. Aynen bunun gibi sözlerde de çelişki olmamalı, tüm sistem ahenkli
bir şekilde ortaya konmalıdır. Hasılı bir cümle söylemek, bir eser meydana
getirmek, bir kitap yazmak için de dil ilmine ihtiyacımız vardır. Telif
ilmi bugün parça parça gelişmiştir. Her ilim kendi metodunu ve kendi sistemini ortaya
koymuştur. Roman, tiyatro, fıkra, tarih hep kendi metodlarını kendileri
bulmuşlardır. Ancak henüz batıda bunun bir ilim olarak bütün konular için tedvini
ele alınmamıştır. İşte dil
üzerindeki bu çalışmalar yapıldıktan sonradır ki, ilim dili veya dilleri ortaya çıkmıştır.
Bundan sonra ilimler süratle gelişmeye başlamışlardır. Bugün
hem dinî terim, tarif ve tasniflerin, hem de ilmî (sosyal bilimler) terim, tarif ve
tasniflerin genel anlamda deforme olup eskidiği bir dünyada yaşıyoruz. Yazı ve
konuşma dilinde çokça kullanılan “kavram kargaşası” sözü de bize bunu
göstermektedir. Nasıl gözü pek görmeyen yaşlanmış bazı insanlar, kimi zaman
Ahmed'i Mehmet ya da Mehmed'i Ahmet olarak görüyorsa; bazı din-ilim adamları da
yaşlanmış bir kültürün mensubu olarak, bilmeden, ekonomik bir terimi dinî bir terim
yerinde, felsefik bir tabiri de dinî bir deyim yerinde yanlışlıkla kullanarak büyük
bir hataya düşmüş oluyorlar. Veya Hıristiyan terminolojisini İslam Dinini anlatan
terimlerle karıştırarak, Hasan'ı Hüseyin görenler gibi, İslam dinini
Hıristiyanlık gibi görüp öyle yorum yapıyorlar. Mesela felsefî ve Hıristiyan dinî
bir tabir olan “dogma” kelimesini, İslam kültürünün
bir ürünü olan “nass” kelimesi yerine ve
onunla eş manalı olarak kullananlar var olduğu gibi. Tabii bunu yapanlar bence
insanları aldatıp kandırmış oldukları için, sadece günah işlemekle kalmıyor
aynı zamanda insanlık suçu işlemiş oluyorlar. Bilmeden ve farkında olmadan bunu
yapanlara bir diyeceğimiz yoktur, ama bilerek ve kasıtlı olarak modaya uymak için ya
da başka herhangi bir sebeple böyle hareket edenlerin büyük bir günah işlediklerini
söylemek gerekir. Çünkü bunlar hem insanları aldatmış ve hem de kelimeleri asıl
konuldukları manadan çıkarıp başka manalarda kullanmış oluyorlar. Kur'an-ı
Kerim'de bazı yahudilerin dini ta'n edip taşlayarak,
kelimeleri yerlerinden oynatıp kaydırdıkları ve böylece dinlerini tahrif ettikleri
açıklanmaktadır.(Nisa 4/ 46; Maide 5/ 13, 41). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu
kelimeleri yerlerinden oynatıp tahrif ederek sözü eğip bükenlerin, kendileri hep eğri
söyledikten başka malum (belli) ve mukarrer (oturmuş) olan kelâmları, hatta kelâm-ı
İlahiyi ve kitapları da tahrif ettiklerini yazmaktadır. (Hak Dini Kur'an Dili, II,
1362, 1686) Bu anlattıklarımıza bir örnek vermek gerekirse
Türkçe’de her zaman kullandığımız “sevap” ve “menfaat” kelimelerini gösterebiliriz.
Buna göre daha çok dinî bir terim olan sevap kelimesinin yerine daha çok ekonomik bir
deyim olan menfaat veya fayda kelimesini dinî bir meseleyi anlatan cümlede kullanamayız.
Mesela “Müslümanlar namazlarını Allah’dan sevap umarak kılarlar” cümlesi
yerine “Müslümanlar namazlarını Allah’dan menfaat (fayda) umarak kılarlar”
dediğimiz zaman bu iki cümle aynı manaya değil, farklı
anlamlara gelir, onun için birini diğerinin yerinde kullanmak mümkün değildir;
çünkü eşdeğer değildir ve biri diğerinin yerini tutmaz. Ticaret öşrü ve gümrük kelimelerini de bu konuya örnek olarak
gösterebiliriz. Dogma başka, nass başka olduğu gibi, gümrük başka şey, ticaret öşrü de başka şeydir. İslam’da gümrük
vergisi yoktur, ticaret öşrü (vergisi) vardır. Çünkü gümrük ile ticaret öşrü
farklı kavramlardır. Gümrük, memleket ekonomisini kollamak veya başka amaçlarla
ülkelerarası mal ithal ve ihracını kısıtlamak veya yasaklamak üzere devlet tarafından
konulan vergilere denir. Bu gümrük vergisi, hastanın kullanacağı bir ilaçtan alındığı
gibi, sade vatandaşın kendisi kullanmak üzere ithal ettiği herhangi bir tüketim
maddesinden, ticaret mallarından da alınır. Halbuki İslam’da kişinin kendisinin
kullanacağı mallardan vergi alınmaz. İslam’da sadece ticaret malı olarak ülkeye
giren veya çıkan ticaret mallarından vergi alınır. Mesela bir vatandaşın kendisi
kullanmak üzere yabancı bir ülkeden ithal etmiş olduğu mersedes otomobilinden bir
vergi alınmaz. Sadece tüccarların satıp kâr elde etmek amacıyla ithal ettikleri
ticaret mallarından vergi alınır. Buna da İslam terminolojisinde ticaret öşrü adı verilir. Şimdi eğer biz bu
ticaret öşrü vergisini kastederek İslam’da gümrük vergisi vardır diyecek olursak
büyük bir yanlışlık yapmış oluruz. Çünkü o zaman biz ticaret öşrü kelimesinin
içini boşaltıp gümrük kavramıyla doldurmuş oluruz. Yani kelimeleri konuldukları
manalardan soyup başka anlamlarda kullanarak tahrif yapmış oluruz; ve böylece vergi alınmayacak
kişi ve maldan da vergi almış oluruz ki, bu
ise zulümden başka bir şey değildir. O nedenle bir kelimeyi veya terimi bir yerden ya
da her hangi bir ilim dalından ödünç alıp kullanırken çok dikkatli olmakta fayda
vardır.
Biz bu
makalemizde dogma ve nass kelimeleri üzerinde durarak bunlardan birinin diğerinin yerine
kullanılıp kullanılamayacağını ve nassın dogma ile dogmanın da nass ile tercüme
edilip edilemeyeceğini araştırmaya gayret edeceğiz ve neticede insanları yanlış düşüncelere sevkeden bir
anlayışın ortadan kalkmasına yardımcı olmaya çalışacağız. Dil,
Terim veya Istılah İnsanlık, dünden bugüne, uzun medeniyet
yolculuğundan beri her alanda tekamül edip ilerlemiş, dinî, ilmî, idarî, iktisadî
ve diğer bütün alanlarda gelişmeler kaydetmiştir. Mesela İslam dini, geçmiş bütün
dinlerin en tekamül etmiş şeklinden başka bir şey değildir dersek hata etmiş
olmayız. Çünkü Kur’an’da “İşte bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” (Maide 5/ 3)
buyrulmaktadır. İlk dönemlerde din, felsefe, ilim, ekonomi ve
matematik...gibi disiplinler hep bir arada beraber bulunuyorlardı; daha henüz ayrılma
meydana gelmemişti. Felsefenin dinden, ilimlerin de felsefeden tamamen ayrılması daha
sonraki asırlarda olmuştur. Felsefe uzun
yüzyıllar bütün bilimleri kendi bünyesinde tutmuş ve birleştirmiş bir halde idi.
İlk filozoflar, ilk bilginler olduğu gibi, ilk bilginler de ilk filozoflardı. Fakat
sonraları ilimler yavaş yavaş felsefeden ayrılmaya başladı. Bilimlerin felsefeden
ayrılıp kendi özgürlüklerini ilan etmeleri kendi deyim tarif ve tasniflerini ortaya
koymaları hemen ve kolayca olmuş bir şey değildir. Bu süreç asırlarca sürmüştür.
Mesela matematik M.Ö. 300 lere doğru ilk defa felsefeden ayrılarak Eukleides sayesinde
bağımsızlığını kazanan bir bilim dalı olmuştur. Gerek Hıristiyan ve gerek İslam Ortaçağı düşünce ve fikirde
teferruatla uğraşma ve sadece zihin içinde araştırmalar devri olduğu için, bilim,
felsefeye ve ilahiyata-théologie’ye bağlı kalmıştır. Ancak Rönesans devri gelince
bu dönemde deney metodu ciddi olarak kullanılmaya başlayınca, fizik, kimya ve biyoloji
gibi ilimler, Galileo (ö. 1642), Lavoisier (ö. 1794) ve Lamarck gibi bilginler vasıtasıyla
birer birer felsefeden ayrıldılar. Bizim bu makalede bilimlerin birliği
ve ayrılığı üzerinde bu kadar durmamızın sebebi, ayrılan her bilimin kendine göre
yeni kelime ve ıstılahlar üreterek veya eski bir kelimeye yeni ve farklı bir anlam yükleyerek
bir terimler dünyası meydana getirip insana ve varlık alemine bu terimlerle açtığı
pencereden bakmasıdır. Herkes kendine göre farklı açılardan ve ayrı ayrı
pencerelerden bakınca bölünmüş, parçalanmış ve gerçeği tam olarak ifade etmeyen,
bütün hakkında fikir vermeyen belki parçaları ve kırıntıları dile getiren bir
bilgi ile karşı karşıya geliyoruz. Ve hiçbir zaman da bu kopuk zincir halkalarını
birleştirme ve öylece bütüne ulaşma imkanı olmamaktadır. Artık bütünü
yakalayamayan insanın kafasında din-bilim, ekonomi-ahlak, ve fizik-metafizik tartışma
ve hatta kavgaları orta çıkıyor. Aslında
dil, o dili konuşan insanlar arasında ortak anlaşma aracından başka bir şey
değildir. Böyle olunca birinin çıkıp ortak bir malı tek başına alıp kullanmaya
veya onun şeklini değiştirmeye ya da onu bozup dağıtmaya hakkı olmadığı gibi, hiç
bir kimsenin dildeki bir kelime veya terimin anlamını değiştirmeye, konuldukları
anlamlardan uzaklaştırıp başka manalarda kullanmaya ya da tıpa tıp benzemediği
başka alanların terimlerin yerine geçirme gibi yanlış davranışlarda bulunmaya
yetkisi de yoktur. Böyle hareketler insanları yanlış anlamaya ve dolayısıyla
yanlış düşünmeye sev keder. Paul A. Samuelson yazıp Nobel ödülü aldığı
İktisat adlı kitabında “Terimlerim Zulmü” başlığı altında konumuzla ilgili
olarak şunları söylemektedir: Özellikle
sosyal ilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız lazımdır.
Yaşadığımız dünyada zaten bol miktarda mudil münasebetler mevcuttur, böylece a)
aynı kavram için iki ayrı terim kullanmakla, b) birbirinden tamamen farklı iki
hadiseyi bir tek terim ile göstermek suretiyle dünyamızı daha karışık bir hale
sokmaktan kaçınmalıyız. Depresyonun meydana gelmesine sebep olan âmilin aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Robinson’a,
Jones şu şekilde mukabelede bulunabilir: “Yalan söylüyorsun, hakiki sebep eksik istihlaktir.” Bu konuşmaları dinleyen
Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır.” diyebilir. Bu tartışma böylece
devam edip gidebilir, halbuki bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları
terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da
aynı olduğunu, farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlarlardı. Öte yandan bazı
terimlere karşı tarafsız olmadığımız için anlaşmazlıklara sebebiyet verebiliriz,
mesela hükümetin gelişmeyi hızlandırmak için yaptığı programları bir kimse, “makul
bir planlama” şeklinde ifade eder, bu müdahaleye taraftar olmayan diğer bir kimse ise
aynı hadiseyi “totaliter bürokratik bir müdahale” şeklinde tavsif edebilir. Hiç
kimse birinci ifadeye itiraz edemez, ikincisine ise kimse taraftar olamaz, halbuki iki
ifade de aynı kavrama tekabül etmektedir. Böylece ilmi tartışmalarda, imkan
ölçüsünde bu türlü hislere dayanan terminolojiyi kullanmaktan kaçınmalıyız.”
(Paul A. Samuelson İktisat, İstanbul-1970, s. 10) Değişik ilim alanlarına, farklı kültür
ve medeniyetlere ait olan kelime ve terimleri kullanmakta da çok dikkatli olmak gerekir.
Konunun daha iyi anlaşılması için örnekler verip meseleyi açmakta fayda vardır.
Mesela ekonomi, insanı ve insan davranışlarını konu edinen bir bilim dalıdır.
Hukuk, ahlak, siyaset, psikoloji ve sosyoloji hep insanı ele alıp incelediği gibi,
ekonomi de insan faaliyetlerini fayda ve zarar açısından inceler. İnsan ise tek yönlü
ve tek tarafı bulunan bir varlık olmayıp tam tersine çok yönlü dinî, ilmî,
ictimaî, idarî, siyasî, ahlakî, ailevî, hukukî ve iktisadî yönleri bulunan ve
bunlara göre hareket eden çok yönlü bir varlıktır. (bkz. Şükrü Baban İktisat
Dersleri, Kenan Basımevi, İstanbul-1942, s. 5). Böylece insan, diğer varlıklardan
tamamiyle ayrılmakta ve yer yüzünde eşi, benzeri bulunmayan ve hiçbir mahluka, yaratığa
tam yüzde yüz benzemeyen bir varlık olarak görülmektedir. Fakat insanın bu farklı
ve ayrı yönleri, toplumu bölüp parçalamaz ve onu aralarında irtibat bulunmayan
birimlere ve parçalara ayırtmaz. Toplum, birbirinden uzaklaşmış, aralarında hiçbir
ilişki bulunmayan ayrı ayrı birim ve kurumlardan meydana gelmez. İslam’ın sosyal
sisteminde hayat, her bölüm ve safhası arasında sıkı bir ilişki, dengeli bir
irtibat bulunan canlı bir uzviyet ve bir bütün olarak kabul edilir. Toplumu meydana
getiren birimlerin her biri, bir vücudun parçaları ve uzuvları gibidir. İslam
anlayışında hayat organik bir bütündür. Nasıl hücreler dokuları, dokular
organları, organlar da vücudu meydana getiriyorsa, bucaklar ilçeleri, ilçeler illeri,
iller de devleti meydana getirir; ve her bir şahsiyetli birimde dinî, ilmî, idarî ve
iktisadi faaliyetleri yürüten kuruluşlar mevcut olup hep bunlar birbirleri ile tam bir
irtibat içersindedir ve aynı his ve duyguyu paylaşmış olurlar. Eğer bir uzuv ve
birim acı ve sıkıntı çekerse, diğer bütün âzâ ve birimler de bu acıyı duyar ve
bu sıkıntıyı çekerler. Müslümanların ya da İslam toplumunun bu durumunu Hz.
Peygamber bir hadislerinde şöyle dile getirmektedir: “Bütün müminleri, birbirlerine karşı
merhamette, muhabbette, lütûf ve âtıfet hususlarında sanki bir vücut misali
görürsün. O vücudun bir uzvu hastalanınca, vücudun öbür âzâları birbirlerini
hasta uzvun elemine-uykusuzlukla, harâretle iştirâke çağırırlar.(Hasta uzvun
elemini paylaşırlar)”. (Tecrîd, XII, 128). Biz bu hadise dayanarak İslam’da toplum
anlayışının sosyal sözleşmeden ziyade organik toplum anlayışına yakın olduğu
kanaatindeyiz. Dil, eski ifade ile lisan, insanların
anlaşması için, duygu, düşünce ve hislerini hemcinsleriyle paylaşması için Allah
tarafından konulmuş olan bir işaretler sistemidir. İnsanlar çeşitli konulardaki
duygu ve düşünlerini birbirlerine dilleriyle aktarırlar. İnsanların anlaşma
vasıtaları dildir. Dil, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle düşünüp anlama ve anlaşma
vasıtasıdır. Çünkü Kur’an’da “Biz o (Kur’an-ı Kerim’i) düşünüp anlasınlar
diye senin lisanın ile müyesser kıldık.” (Duhan 44/ 58) buyrulmaktadır. Başka bir
ayette de insanların dillerinin ve renklerinin değişik değişik olması Allah’ın
ayetlerinden, mucizelerinden biri olarak gösterilmektedir.(Rum 30/ 22) Dil, sanat, teknik ve
hukuk toplumda hep bir vasıta olarak görev icra ederler. İlimde doğrunun ifadesi dil
ile sağlanır. Dinde iyiliğin yayılması sanat ile gerçekleşir. İktisatta
faydalının yapılması teknik ile olur. İdarede ünsiyetin (alışkanlık, ülfet, dostluk ve sosyal
yönsemenin) tesisi hukuk ile yapılır. Onun için toplumda dilin önemi çok
büyüktür. Hatta insanları diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri
dildir. İnsanların anlaşmasına, hayatın ve toplumun devam etmesine yardım eder dil.
Dil, varlıklara ve varlıkların hareket ve
davranışlarına isimler verip onları tanıtır, her varlığın fonksiyonlarını
tavsif edip dile getirir. Tabi dil, din, ilim ve ekonomi her şey insan içindir. İnsan
ve diğer varlıklar söz konusu olunca belki insan merkezdedir ama, insan ile Allah
birlikte düşünüldüğü zaman ise merkezde Allah vardır sözü daha doğrudur.
Bilhassa günümüzde çokça dile getirilen insanın merkezde oluşu izafi bir şeydir;
Allah’ın her şeyi insan için yarattığı ve insan için karşılıksız, bedelsiz
üretim yapmakta oldukları düşüncesi doğrudur. Ancak varlık aleminin merkezinde,
Kainattaki olayların merkezinde Allah vardır ve her şey O’na bağlıdır demek daha
doğrudur. Ayette göklerin, yerin ve bu ikisinin arasında bulunan her varlığın mülkü,
hükümranlığı, yönetimi ve mülkiyeti Allah’ın olduğu, ve O’nun dilediğini
yaratır bulunduğu bildirilmektedir.(Bakara 2/107; Maide 5/ 17) İnsan için hayat ne
ise dil odur denilebilir. Çünkü insana, yaşayıp türünü devam ettirme imkanı
sağlayan, varlığı tanıtan, çevre ile ve düğer insan ve varlıklarla irtibatını
sağlayan şey dildir. Dünden bugüne insanlık birçok ilmî gelişmeler göstermiş
bulunmaktadır. İlmî gelişmeleri takip edebilmek ve hayatın gidişi üzerinde yorum
yapabilmek için ilmin araç ve vasıtalarını bilmek şarttır. Kur’an’da
“Allah Adem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara 2/ 30) buyrulmaktadır. İnsan,
Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve görevlisidir. Allah, yeryüzündeki bütün varlıkları
onun uhdesine vermiş, adeta ona emanet etmiştir. Çünkü emaneti üstlenen diğer
varlıklar değil, insandır. (Ahzab 33/ 72) Kur’an’da “Allah insanı yarattı
ve ona beyanı (konuşmayı öğretti
Tabii
ki felsefeden ayrılmış, müstekıl olmuş ve bağımsız hale gelmiş bir bilim dalı
kendi terim ve tariflerini de beraberinde getirmiştir.
|
. |