. | Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Dini
konulara getirdiği farklı yorum ve açıklamalarıyla dikkat çeken İlahiyatçı-Yazar
İhsan Eliaçık, Türkiye’de yeni bir din icat edildiğini söyledi. Aldığı olumsuz
tepkilere rağmen kendisinin gerçek İslam’ı anlattığını savunan İhsan Eliaçık,
“Ben yeni bir din ortaya koymuyorum, dinin aslını anlatıyorum. Benim yaptığım olsa
olsa sosyal İslâm’dır, sosyal İslâm’ı anlatmaktır” dedi. İFAKAT
KAHRAMAN HANIMEFENDİ MERHABA Önce selam
sevgi ve saygılar, İkinci olarak
da “Kıymetli Osman hocam, okudunuz mu bilmiyorum? Sizin görüşlerinizi almak istedim.
Bazı konularda kafam karıştı… Hürmetler… diyorsunuz ve İhsan Eliaçık’ın
gazeteci Hulki Cevizoğlu'nun programında yaptığı açıklamaları gönderiyorsunuz. Ben
de şimdi size çok teşekkür ederek cevap vermeye çalışacağım. “Türkiye’de yeni bir din icad edildi” sözü
bize göre doğru değildir; Türkiye’de ve tabii ki, tüm dünyada din adına veya
dinler adına zamanın yıprattığı, geçersiz hale getirdiği ve faydasından ziyade
zararı olan bazı dini duygu, düşünce ve uygulamalar vardır. Fakat bunlara yeni bir
din icad edildi, denilemez. Din icad edilmez, edilemez ve edilmemiştir. Bunlara din
denilmez. Fakat zamanla bozulmuş olan dini anlayışlar vardır. Fakat kışın ve yazın
geldiği ve bitkilerin yenilendiği, ölüm ve doğumlarla nesillerin yenilendiği gibi
din de yenilenir. Mesela mezheplerin gelişi ile İslam, düzen olarak yenilenmiştir,
diyebiliriz. Fakat o günden bugüne İslam’ın medeniyet evi yıkılmış, tüm dünya
bu arada tabi ki, Müslümanlar da batının inşa ettiği Rönesans evine taşınmışlardır.
İşte bugün 8 milyara yakın insanlar Rönesans apartmanında yaşıyorlar. Tabi bu
yapay apartman ve kuralları, doğal-ilahi apartman ve kurallarına uymadığı için
insanların haklı olarak bir takım şikâyetleri vardır. Bu apartman, apartman
olmasına apartmandır ama fakat ruh ve beden sağlığına uygun değildir. Tüm insanlar
ruh ve beden sağlığından uzaktırlar.
“Sosyal
İslam” ifadesi, İslam’a yakışmayacak, İslam’ı küçülten ve küçük düşüren
bir deyiştir. Çünkü İslam, her şeyi, ama her şeyi ve her kesi, bireyi ve toplumu içerisinde
ve bayrağının altında toplayıp içine almıştır. O sebeple İslam, hiçbir, ama
hiçbir kelime ile vasıflandırılamaz; zaten buna ihtiyacı da yoktur. Bireyin
dışlanmasıyla bir zorunluluk olarak ortaya çıkan sosyal ve onun türevleri ve
uygulamaları sermayenin-kapitalin ağır etkisine karşı yapılmış bir tepkidir.
Anormal bir etkiye karşı verilen tepkide de sürtünme kanunu gereği az-uz bir
anormallik olur. Onun için sosyal İslam sözünü normal karşılayamayız. Zaten
İslam, bireyi ve toplumu, ferdi ve devleti bir tutmuş, dengede tutmuş, birine farzı
ayn derken, diğerine de farzı kifaye demiştir. İslam düzeninde birey topluma, toplum
da birey ve bireylere feda edilmez, edilemez. Zaten düzenin bir gereği olarak bunlar,
bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi, karşı karşıya da gelmezler.
Tarihteki şehzade katilleri, merkezde yani kamusal alanda yani idarede, kamu hukukunda,
sarayda ne derseniz deyin, İslam’ın uygulanmadığını gösteren fiili bir delildir. Din,
Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara göndermiş olduğu kanun ve kurallar bütünüdür.
Hz. Peygambere kadar dinler, peygamberlere veya onun havarilerine ve şakirtlerine bağlı
olarak hüküm icra ediyordu. Onun için eski dinlerde dogma vardı. Dogma demek, din
adamı ne derse o doğrudur, doğru odur; aksini düşünmek, itiraz etmek veya kabul
etmemek olmaz, eleştirmek ise kesinlikle olmaz demektir. Mesela bugün papa bu durumdadır; Hz. İsa ne ise papa da odur. Fakat
İslam’da dogma yoktur, nass demek dogma demek değildir. Nass delil demektir. Buna göre
bir ayet, hangi konuda gelmişse o, o konuda delildir, demek olur. Mesela abdest ayeti
gelmiştir; bundan böyle abdestsiz namaz kılınabilir mi diye ictihad edilemez, bu
konuda düşünülüp fikir üretilmez demektir. Ancak abdestin tüm alanlarında zaten
ictihad söz konusudur. Ayrıca bir ayeti anlamak da bir ictihad olduğu gibi, o anlamın
uygulanması da yani teoriden pratiğe geçerken de nasıl ve ne kadar uygulanacak, bu
konuda da ayrıca uygunluk ictihadı da gerekir. Mesela biyoloji ile örnek verecek
olursak, bir kalp hastasına hangi ilaçları, vereceğiz buna doktor karar verir. Bir
hasta için birkaç türlü ilaç olabilir; aynı konuda birkaç çeşit hüküm-bilgi
olabilir, bunların bünyeye en uygun olanını seçme de bir içtihat ve bir karardır.
Biz buna fiili içtihat diyoruz. Ömer Nasuhi Bilmen Hukuku İslamiyye
Kamusunda (I, 17) “muayyen bir müçtehide
ittibaın vücubu için bir delil yoktur.”, diyor.
Onun için İslam’da şu kişiye veya bu kişiye, şu mezhebe veya bu mezhebe veya
tarikata, ya da cemaate gireceksin ve uyacaksın diye bir şey yoktur. Zira herkes ve
herkes, kadın ve erkek demeden herkes ve her Müslüman, İslam’da din adamıdır. Yani
herkes kendi görüşüne göre ve kendi kanaatine göre hareket eder. Bugün yaşadığımız
din okulları ve din adamı ya da din görevlileri bir yanlışın uygulamasından
ibarettir. O sebeple ilköğretimden itibaren en yükseköğretime kadar isteyenler
dinlerini öğrenirler. Kanaat önderleri sözü, bize göre İslam’a ters bir
deyiştir. Çünkü bir görüşü, düşünceyi, niyet ve kanaati kişi, ancak kendi
duyuşlarıyla, iç sezi ve kararlarıyla meydana getirir ve kendi görüşüne göre
harekete geçer. Kişinin konu hakkında bir bilgisi yoksa bilenlere sorar.
Ebu’d-Derdâ
(r.a.)’ın rivayetiyle Resulüllah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Muhakkak âlimler,
peygamberlerin varisleridir. Şüphesiz peygamberler, ne altın, ne de gümüşü miras
bırakırlar. Peygamberler miras olarak, ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim peygamberlerin
mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur."[1]
O sebeple İslam düzeninde bilmeyenler,
bilenlere sorup öğrenirler. Kuranda “Eğer bilmiyorsanız bilgi sahiplerine sorunuz.”,
buyruluyor.[2]
Yalnız buradaki ayetin aslında geçen “ehl-i zikr” kelimesi, bilgi sahipleri demek
olup bizim hoca, bizim âlim ve bizim grubun âliminden ziyade umum ifade eden bir kelime
olup bilen herkes demektir. Onun için bilmeyen kişiye düşen, farklı birkaç kişiye
sorup bunların içinden kendince hangisi doğru ise onu uygulamasıdır. Konuşmacının
“dini
düşüncede bir yenilenme olmazsa diğer alanlardaki dönüşümler güdük kalacaktır”,
görüşüne katılıyoruz. Ancak
“Namaz, dinin direğidir" sözünün doğru
olmadığı sözü kadar yanlış bir şey olamaz. “Oturun dininizi öğrenin.”,
diyen bir kişinin önce kendisinin Kuran’ı ve hadisleri bir güzel okuması gerekmez
mi? Çünkü Kuranda namaz hakkında “Sana
vahyolunan kitabı oku, namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, hayâsızlıktan ve
fenalıktan alıkoyar.", şeklinde tavsif getirilmiştir.[3]
“Namaz dinin direğidir” sözü ise bir hadisi şeriftir. Yani bu söz, İslam
Peygamberi Hz. Muhammed’in sözüdür. Çünkü Hz. Muhammed hadis kaynaklarında
belirtildiği üzere “Namaz dinin direğidir; kim onu dosdoğru kılarsa dinini ayakta tutmuş ve kim
de onu terk ederse dinini yıkmış olur." buyurmuşlardır.[4]
İslam’da ev bireyi temsil eder, cami de toplumu temsil eder. Bireysel ihtiyaçlar evde
görülür; toplumsal ihtiyaçlar da camide görülür. Namaz dinin direği olduğu
zamanlar ibadetler, kadın erkek demeden camilerde idi. İlim de camilerde öğretiliyordu.
Hatta çarşı ve Pazar da hep camilerin yanında kurulmuştu. Hatta Hz. Peygamber’in
yabancı elçileri camide kabul ettiğine dair mesela Necran Hıristiyanları gibi,
örnekler bile vardır. İslam düzeninde ev cami kadar, cami de ev kadar kutsaldır.
Bunların dokunulmazlığı vardır. Mesela bir eve sahibinin izni olmadıkça kimse
giremez; hiçbir güç dokunamaz. Çünkü Kuranda “Ey iman edenler, kendi evlerinizin dışındaki
evlere sahiplerinden izin almadan ve ev halkına selam vermeden girmeyiniz; eğer orada
izin verecek birisini bulamazsanız, size izin verilinceye kadar eve girmeyiniz…buyrulmuştur.[5]
Camiye gelince camiler, Allah’ın evi olduğu için herkese ve tüm topluma aittir. O
sebeple de camiler İslam düzeninde ve İslam’ın yaşandığı yerde günde 24 saat
açıktırlar. Yani cami demek, herkesin evi demektir, öyleyse insanlar her istediği an
ve her zaman oraya girme hakkına ve imkânına sahip olmalıdırlar. İslam toplumu
aslında böyle olur. Buna göre Türkiye’mizi ve İslam âlemini gözümüzün önüne
getirirsek, ne kadar Müslüman olduğumuzu herhalde anlarız. "İKTİDARDA
OTURANLAR MAL BİRİKTİREMEZ! FAZLASI HARAMDIR!" Bu
ifade çok iddialıdır. Bir defa mal biriktirmek haram değildir, hele ortada zekâtı
verilmiş bir mal varsa buna asla haram denilemez. Kaldı
ki, bu hususta kesin bir delil de yoktur. Ancak kesin bir delil ile yasaklanan şeye haram
derler. İslam’da delil bulunmadan ve bir delile dayanmadan hiçbir kimsenin bir şey
hakkında bu haram veya helaldir diye hüküm vermeye hak ve salahiyeti yoktur. Hz.
Peygamber helal olan bir şerbeti içmeyesiye yemin etti. Buna karşılık olarak adeta
bir sorgulama gibi koca bir tahrim suresi geldi. Kaldı
ki, İslam düzeninde iktidar ve muhalefet kesim ve kısımları da yoktur. İslam’da
iktidar ile muhalefet her ikisi de aynı haram ve helallere tabi olurlar. Birisi şöyle,
diğeri ise böyle olmaz. O sebeple bugünkü bu bozuk düzene bakarak ona göre ve ona
uyarak hüküm koymak İslam’ın içtihad ve şura anlayışına terstir. Biz bir mübahı
günah hale sokamayız. Fakirlere, açlara ve düşkünlere yardım etme meselesine
gelince İslam devletinde zenginler devlete vergi (zekat) verir, fakirler ve düşkünler
ise vergi vermedikleri gibi, devlet bütçesinden kendilerine düşen yardım hisselerini
alırlar. Bugünün asıl problemi çalışıp kazanmaktan ziyade BÖLÜŞÜM meselesidir.
Bugünkü bölüşüm adil değildir. İslam’da üretimde mülkiyet, tüketimde ise şüyuiyet
esastır. Yani çalışıp kazanan kimseler, kazandıklarına sahip olurlar. Fakat elde
edilen üründen herkesin tüketme hakkı vardır ve herkes tüketime katılır. Bu bir
sistem meselesidir. İslam sisteminde statü böyle çalışır. Fazlasını
biriktirmesi haramdır hükmü, fıkha uygun değildir. Hz. Peygamberi bu konuda devlet
başkanı olarak örnek alacak olursak her halde şöyle yapmak daha doğru olur. Göreve
başlayınca mal beyanında bulunur, bırakınca da aynı bu mallarını alarak görevini
bırakır. Yalnız
Kuranda[6]
veli-vasilerin, fakir iseler örfe göre bir ücret alsınlar, eğer zengin iseler kaçınıp
ücret almasınlar, buyrulmaktadır. Kamu görevi yapan kimseler, isterlerse bu statüye
uyabilirler. Zekâtta
da 40 ta 39 nu dağıtacaksın diye bir kural yoktur. Hem bu ifade ancak İslam’ı
bilmeyen birinin söyleyebileceği bir cümledir. Zekât demek zaten vergi demektir. Aslında
zekâtın-verginin hepsi yani tamamı kamu için harcanıp dağıtılır. İslam’da 5/1,
10/1, 20/1 ve 40/1 olmak üzere 4 çeşit vergi vardır. Enfal sitesinde benim “İslam
ve Çağdaş Vergi Anlayışının Eleştirisi” adlı 500 sayfalık kitabımın
okunmasını tavsiye ederim. Bugünkü vergilerin hiçbirisinde akıl, mantık,
bilimsellik, insaf, adalet ve insanilik yoktur.
Bugünkü
fakir, aç, muhtaç ve düşkünlere yardım etmek, yardım etmek değil Kuran’ın
ifadesiyle[7]
onların haklarını vermek sadece iktidar veya muhalefetin işi değil, bu bir sistem
meselesidir. Ekonomik krizlerin, icar-iflas, boşanma, evlenememe, işsizlik, ülke içi
ve uluslararası çekişme, kavga, dövüş ve savaşların, anarşi ve terörün bütün
bunların hepsinin sebebi bize göre yapısaldır ve bu yaşamakta olduğumuz medeniyetin
yani Rönesans medeniyetinin bir ürünüdür. Cornel Üniversitesinden Prof. Dr. Thomas
B. Pepinsky, 30 Ocak 2009 da Bard College Üniversitesinde “İmpact of Financial Crisis
on Politics in the Developing World” adlı sempozyumda “Şu anki kriz geçici bir
problem değil, bir sistem krizidir.”, demiştir ki, biz de aynı görüşteyiz. Zira
krizi üreten sistemin yapının kendisidir. Çünkü
bu yapı, bu iskelet ve bu çatı eğridir, kırıktır ve bozuktur, bünye hastalanmıştır;
artık çalışamaz hale gelmiştir. Bu mektep ve mektep anlayışı ve bu eğitim öğretim
uygulaması eşyanın tabiatına terstir. Yalnız mektep mi, elbette ki, hayır, asıl
temeldeki bozukluk orada olduğu için başta onu söyledim. Yoksa mektep, medrese, kışla,
fabrika, para, banka kredi ve meclisin çalışma şekli, bunların hepsi, hepsi tabiata,
fıtrata ve doğal yapıya terstir. Eğer çare nedir derseniz, çare bilgidir, bize göre
çare bilginin yani sosyal bilimlerin yapay halden çıkıp doğal hale gelmesidir, derim.
Çare eşyanın tabiatında olmayan din adamlılığının ve dini temsil eden makamların
kaldırılıp isteyen herkese ilkokul 1. Sınıftan itibaren üniversitenin son sınıfına
kadar ama sadece isteyenlere din öğretilmelidir. Böylece hangi meslekten olursa olsun,
üniversiteden mezun olan kişi, kendi dinini bizzat kendisi bilir hale gelmiş
olacaktır. Zira dinde ikame kanunu yürümez. İşte böylece bize göre çare İslam’ın
öğretilmesi, bilinmesi ve yaşanması olarak karşımıza çıkmaktadır. Ben şahsen
bundan başka bir çare ve yol bulamıyorum. Çünkü İslam, temsil ve tebliğ ister.
Ben, Enfal sitesinde yazdığım “İslam Sevgi Barış ve Kardeşlik Dinidir.” adlı
makalemde “Eğer bugün Müslümanlar İslam’ın önünde bir duvar gibi engel olarak
durmasalar, temsil ve tebliğ olarak onu insanlık âlemine ulaştırabilseler, benim
kanaatime göre Yahudi, Hıristiyan, Brahman,
Budist ve hatta ateistler bile kora halinde İslam! İslam’ İslam! diye tempo
tutacaklardır.”, demiştim. Bugün yine aynı kanaatteyim. Çünkü bilgi, yani sosyal
bilimler İslamlaştığı zaman isteyen inansın, dileyen inanmasın [8]
denilecek, anarşi ve terör olmadığı müddetçe herkes istediği hayatı
yaşayacaktır. Küfürden, inkârdan ve inanmamaktan daha büyük bir günah olmadığına
göre, en büyük günah olan küfür bile ayette serbest olduğuna göre, Müslüman
mahallesinde salyangoz satılmamak şartıyla başka mahallelerde herkes istediği şeyi
alıp satabilir ve istediği düzeni kurabilir. Mesela İslam düzeninde yaşadıkları
halde Hıristiyanlara içki üretmek, almak, satmak ve içmek, meşru ve mübah sayılmıştır.
Yani İslam devleti, vatandaşları olduğu halde inanmayanların, Yahudi, Hıristiyan ve
ateistlerin hayatlarına karışmaz. İslam’da devlet sadece hukuku çalıştırır;
kendi vatandaşı olsa bile Müslümanın ibadetine, namaz ve niyazına, ahlakına ve
inancına karışmaz; bu konularda emir ve yasak getiremez. Bu hususlar ancak ahlakın
işidir. Ahlaki olayları ise alkışlayan veya yuhalayan bireyler ve halk çalıştırır.
Yani ahlakın müeyyidesi devlet değil, millettir. Onun için Hanefi âlimlerinden İmam
Muhammed’in Kitab-ül Asl adlı eserinde bahsettiği “dinen” ve “kazaen”
terimlerinin az önce yukarıda bahsettiğimiz gibi, bugünkü açılımı budur.
O yüzden
birey-toplum, fert ve devlet dengesini çok iyi kurmak lazımdır ve toplumda doku
uyuşmazlıklarına mahal vermemek gerekir. Onun için bir toplumun değişimi meselesi o
toplumun tümüne ait olan bir şeydir. Hatta bunun için Kuranda “Bir kavim (toplum ve
devlet) kendi durumunu değiştirmedikçe Allah da o kavmin durumunu düzeltmez.” ,
buyrulmaktadır.[9] Onun için iyileşme, düzelme, değişim ve dönüşüm
toplumda sadece ve yalnız şu kesim veya bu kesim, şu cemaat veya bu tarikatın işi
değil, tüm Müslümanların hep beraber birlikte yapabilecekleri bir iştir. Bu durum
bilhassa bugün daha da bir önem kazanmıştır. Çünkü biz, fen bilimlerinin sosyal
bilimlerle arayı tamamen açıp toplumda çalışamaz hale gelmesiyle artık medeniyeti
yenileme sırası, bu defa Müslümanlara gelmiştir, diyoruz. Zaten Allah,
Kuran-ı Kerim’de biz bu çağları insanlar arasında döndürür dururuz, buyuruyor.[10]
Zira batılılar, 1300 yıllarında başlattıkları çalışmalarını, yenilenme,
değiştirme ve dönüştürme işlerini bugüne kadar getirdiler. Dünyanın geldiği
nokta işte burasıdır; fizik ve metafizik alanlarda her tarafta kirlenme diz boyudur.
Artık nöbet sırası bu defa Müslümanlara gelmiştir. Değişim ve dönüşümü
Müslümanlar, müspet ilmin ışığında Kuran ve Sünnet yolunda giderek yeniden sağlayacaklardır.
Artık 8 milyar insanlık, inandığı gibi yaşayacak, daha da insan, daha da hak hukuk
ve daha da özgürlük denilecektir.
Fazlayı
biriktirme işi, İslam literatüründe “kenz” terimi ile ifade edilmiştir. Kenz, malları
birbiri üstüne toplayıp yığmak demektir.[11]
Ayette altın ve gümüşü toplayıp yığanlar ve onu infak etmeyenler kötülenmekte,
kendi başlarına büyük bir azap geleceği söylenmektedir.[12]
İslam kültüründe altın ile gümüş paralık görevini yapmak için var edilmiş iki
madendir. Serahsi Mebsut adlı eserinde aynen böyle demektedir.[13]
Mecellede de “Nükud, nakdin cemi olup altın ve gümüşten ibarettir, denilmiştir.[14] Elmalılı
da altın ve gümüş bir mübadele vasıtası ve para olmaları dolayısıyla tedavül
etme görevi yalnız zenginlerin arasında değil, bütün halkın genel ihtiyaçlarını
temin etmek üzere tedavül etmek durumunda iken bunları tedavülden çeker ve hazinelere
ve sandıklara gömüp saklarlar, diyerek bu konuda yanlış yapanları adeta
uyarmaktadır.[15]
Kenz konusunda yani altın ve gümüşü, mal ve
milki biriktirip yığma meselesinde bunun ne olup ne olmadığını açıklayıcı
hadisler bulunmaktadır. Ebu Davud’da kenz olunmuş mal, zekâtı verilmemiş yani
vergisi verilmemiş olan altın, gümüş, mal ve para olarak açıklanmaktadır.[16]
"Namazı
kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a karz-ı hasen veriniz."[17]
"Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.[18]
"O kimselerin mallarında isteyen ve (isteyemediği için) mahrum kalanın belli bir
hakkı vardır."[19]
Buradaki "belli hak"tan maksat zekâttır. Başka bir ayette de şöyle
buyurulmaktadır: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda
harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele."[20]
Kasani, Bedayi’de ayetin aslında geçen "kenz" (yığma) den maksadın,
hadisin delaletiyle altın ve gümüşün yığılması ve bunların zekâtlarının
verilmemesi demek olduğunu açıklamaktadır.[21]
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan
infak edin, hayra harcayın."[22]
Zekât vermek de Allah yolunda infak etmek demektir. "ihsan ediniz (karşılıksız
iyilik yapın). Çünkü Allah, ihsan edenleri sever."[23]
"iyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın; günah ve
düşmanlık üzerine yardımlaşmayın."[24]
Yine Kasani'nin ifadesiyle, zekât vermek demek aynı zamanda ihsan etmek, iyilik ve takva
üzerinde yardımlaşmak demektir.[25]
Lüks
ve israf haramdır; ama yasak değildir. Çünkü lüks ve israf zaman ve zemine ve kişilere
göre değişken bir husustur. Onun için lüks ve israf meselesi normal şartlar altında
hukukun yani devletin ve yönetenlerin işi değildir. Bunlar, ahlakın alanına giren
olaylar olduğuna göre bunu kontrol edecek olan toplumun ahlaki seviyesi ve kişilerin
alkışlamaları ve ayıplamaları olacaktır.
Zenginlik
peşindeki iktidara karşıyım ifadesinde birisi, zenginlik peşinde giden bir iktidar,
diğeri de karşı olma gibi iki hal söz konusudur. Ben şahsen iktidarın zenginlik
peşinde olup olmadığını bilmiyorum desem kendimce doğruyu söylemiş olurum. Bir
defa bunun örneklerle ispatlanması gerekir. Yukarıda hep bahsettiğimiz gibi, zekâtı
(vergisi) verilmiş bir zenginlik İslam’da yerilmiş değildir. Asıl yerilip kötülenen
zenginlik toplumun hakkı olan resmi ve gayri resmi olarak verilmesi gereken zekât ve
sadakaların verilmeyip malların biriktirilip yığılmasıdır. Kuranda Allah yolunda,
toplum uğrunda harcama yapın, denildiği zaman cimrilik yaparak kaçınan kimselerin
elenip gideceğini onların yerine başkalarının geleceğini bildiren ayetler vardır.[26]
Karşı
olma meselesine gelince, İslam’da nefsi hareket etmek, keyfe uymak ve heva-heves
peşinde koşmak yoktur. Hatta bunlar o kadar kötülenmiştir ki, ayetlerde “Ey
Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet.
Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır.”[27]
“Kalbini bizi anmaktan mahrum bıraktığımız, boş arzu ve heveslerine uyan, işi hep
aşırılık olan kimseye tabi olma.”[28]
“Eğer mutlak irade onların heva ve heveslerine uysaydı, gökler, yeryüzü ve
oralarda bulunan varlıklar fesada uğrar ve evrenin düzeni bozulurdu.”[29]
“Sen onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların heva ve heveslerine
uyma”[30]
buyrulmuştur. Bundan dolayı İslam geleneğinde delile dayanmadan bir hüküm ileri
sürmek, bir şeye karşı veya yanında olmak bilimsel değildir. Ben şundan veya bundan
dolayı şu veya bu görüşteyim demek en doğru bir harekettir. İslam’da kitap sünnet
( ayet ve hadis) icma ve kıyas olmak üzere dört tane delil vardır. Hiçbir kimse
bunlardan birisine dayanmadan bir şey söyleyemez ve bir iddiada bulunamaz. Mesela yılda
bir defa hac olacağı hakkında icma vardır. Onun için bize göre yılda birkaç defa
hac olamaz. İzdiham, hactaki izdiham, yılda 1 defa olan haccı üç veya dörde çıkarmakla
önlenmez, öyle yapılırsa arefe günü Arafat’ta olanların haccı kabul, arefe günü Arafat dağında olmayanların haccı
ise kabul değildir. Hac öyle bir ibadettir ki, bir defa hacca gitmekle yerine gelmiş
demektir. Ülkede bunca fakir, aç ve sefiller varken, dünyada ve Türkiye’mizde
ekonomik kriz varken 3, 5 ve hatta 10, 20 defa hacca gitmenin İslam’da yerini bulmak mümkün
değildir. ABD ve AB ne gideceğine Mekke’ye
Medine’ye gitsin diyenler, belki doğru söylüyorlar ama buradan haccın veya umrenin
turizme dönüştüğünü de görmemizde fayda vardır derim. Konuşmacı
burada doğru söylüyor. İslam’da adaletle hükmetmek vardır. Adaletin dışına çıkarsanız
zulmetmiş olursunuz. Zulüm ise haramdır, yasaktır ve büyük bir haksızlıktır.
Anacak kamu görevleri kısa veya uzun süreli mi, yoksa belli bir zaman için mi olacak
bu hususta da kesin bir şey yoktur. Bunlar zaman ve zemine, örf ve âdete göre
uygulanabilecek konulardır. Hz.
Peygamber’den sonra Müslümanlar için din adamlığı misyonu kalkmıştır. Diyanet
İşleri eski başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki İslam’da ruhani bir sulta yoktur
başlığı altında şunları söylemektedir: Müslümanlıkta ruhani bir tahakküm de
yoktur. Evet, İslam’da mabede dayanan bir kudret ve ruhani bir hükümet yoktur. Bir
Müslüman ancak Allah huzurunda mutlak kul, Allah’tan başkasına karşı ise mutlak hürdür.
Din âliminin vazifesi ancak tebliğ, irşat ve talimdir. Din âlimi, lazım olan
şartlarını haiz olduğu surette, Allah’ın hükmünü, Allah’ın kanununu keşif ve
beyan hakkına malik olsa da yine mücerret bir rehberdir. Beyanlarında, irşatlarında
kitap ve sünnetten ve ümmetin icmaından dışarıya çıkamaz, kimsenin vicdanına
tahakküm ve günahını affedemez, Allah ile kul arasında vasıta olamaz.”[31]
“Peygamberimiz
din adamı değildir.” sözü üzerinde biraz durmak gerekir. Din Allah’tan gelen bir
emir, nehiy ve tavsiyeler bütünüdür. Dini peygamberler getirir. Bize göre Hz.
Peygamber’e kadar bütün peygamberler, havariler ve peygamberlerin şakirtleri dini
bilen kendisine soru sorulan ve uyulan anlamında din adamıdırlar. Aynı bu açıdan
baktığımızda Hz. Peygamber de vahiy alması ve Cebrail ile konuşması ve Allah şöyle
ve böyle buyuruyor demesiyle tabii ki din adamıdır. Fakat Hz. Peygamber son peygamber
olması dolayısıyla[32]
ondan sonra göklerin kapısı kapanıp Allah ile Cebrail veya başka bir melekle irtibat
mümkün olmadığı için ve Hz. Peygamber hiçbir kimseyi de kendisine vekil bırakmadığına
göre, o, geriye Kuran ve Sünnet bıraktığına göre hiçbir kimse din adamı
değildir. Tabir caiz ise herkes ve her Müslüman din adamıdır.
Sosyal İslam
diye bir şey olmadığını daha önce söylemiştik. İslam’da kapitalizmin zulmünden
dolayı ortaya çıkan sosyal güvenlik, sosyal refah devleti, sosyal sigortalar, sosyal
siyaset ve sosyal yardım gibi kavram ve bunların uygulamaları zaten İslam düzeninde
mevcut olduğu için İslam’a sosyal sıfat eklenmesine gerek yoktur. İslam toplumunda
zengin ve fakir grupları vardır. Zengin olanlar vergi verirler, fakirler ve miskinler
ise bütçeden kendi hisselerine ayrılmış olan paylarını alırlar. Kurandaki bir
ayet, bu konuda bize yol göstermektedir.[33] 12
Eylül sadece İhsan Eliaçık Beyefendiyi işsiz güçsüz bırakmadı, tüm Türkiye’yi
felç etti. Tabi bazı bürokratların şu veya bu bankaların yönetim kurumlarına ya da
halk dilinde arpalık adı verilen başka yerlere tayin edilenler, bunun dışında kalan
imtiyazlı şahsiyetlerdir.
Melek, cin ve
şeytan hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Daha doğrusu dini
kaynaklarda bunlar hakkında tam doyurucu bir şekilde bir açıklama mevcud değildir.
İslam âlimleri ve başkaları tarafından söylenen şeyler hep yorumdan ibarettir.
İslam’da meleklerin varlığına inanmak ayetlerde belirtildiği üzere[34]
inanç esasları arasında sayılmıştır. Melek tanım yapan eserler “Farklı
suretlere girebilen ve duyularla algılanamayan nurani varlıklar” olarak tarif
edilmiştir.[35] Melekleri Allah’ın gücü olarak yorumlamaktan
ziyade, Allah’ın emrine amade olan memurları, kullandığı vasıtalar insan ve diğer
varlıklar arasında çalışan ara elaman denilebilir görüşündeyim. Cin de yine
duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilahi emirlere
uymakla yükümlü tutulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlıklar anlamına
gelir.[36]
Şeytan
(ve İblis) hakkında içimizdeki ateştir demek çok iddialı bir ifade olur. Çünkü
Allah, Hz. Âdem’i yaratıp meleklere Âdem’e secde edin dediği zaman İblis müstesna
tüm melekler secde etmişti.[37]
Diğer taraftan İmran’ın karısı kızını doğurunca ona Meryem adını verdi ve
Allah’a onu ve onun neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması için sana emanet
ediyorum, diye yalvardı.[38]
Buna göre şeytan insanın içinde değil, hele ateş hiç değildir. Şeytan olsa olsa
hayatı insan için bir imtihan alanı kılan Allah’ın[39]
müspet mefi, artı ve eksi kutuplardan meleği artı dersek eksi melek diyebileceğimiz
bir varlıktır şeytan. Yani melek, insan için olumlu çalışırken şeytan ise onu
saptırmaya, yanlış yapmaya sevk eden insanın dışında ama onu etkileyen bir
varlıktır, diyebiliriz.
Kader
ve takdir kelimeleri inanç ve itikat ile ilgili olan terimlerdendir. Arapçada çok harf
çok manaya delalet etmesiyle takdir başka şey kader ise başka şeydir. Bu her iki
kelimenin Allah’ın ilmi ve ezelde takdir buyurması, ölçüp biçip planlaması gibi
Allah’a bakan tarafı olsa da biz burada sadece iki kelimenin bize bakan tarafıyla açıklamaya
çalışacağız. Bizim, bir kul olarak ve bir insan olarak üzerimizde irade dışı
etkiler olduğu gibi bir de irademizle yaptığımız olaylar vardır. Bizim şu yerde,
şu zamanda, şu anne ve babadan doğmamız, simamızın, boyumuzun ve görüntümüzün
şöyle veya böyle olması Allah’ın bir takdiri olup bizim irademizin dışında
olmakla, artı veya eksi yüklü değil, günah ve sevap tarafı da yoktur. Kadere gelince
bu da bizim irademizle yaptığımız hareket ve davranışlardır ki, bunlarda Allah’ın
izin ve müsaadesi de vardır. Mesela Allah Teâlâ kulun bir şeyi yapmasını istedi,
fakat kul yapmadı ve yapmak istemedi. O iş olmaz. Fakat kul bir şeyi yapmak arzu etti,
ancak Allah izin vermedi, o şeyin olmasını istemedi ise o iş de olmaz. Yani insan için
bir şeyin olabilmesi için o konuda Allah’ın iradesi ile kişinin iradesinin
buluşması gerekir. Buna göre sanki kader bir tarafında Allah’ın diğer tarafında
da kulun bulunduğu ve birlikte ördükleri bir duvar gibidir. Miraç
yoktur ve miraç ruhani bir vizyondur, sözü kadar Kuran’a ters düşen bir şey
olamaz. Çünkü miraç olayı ayet ile sabittir. Çünkü ayette “Kulunu (yani Hz.
Muhammedi) bir gece Mescidi Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya
ayetlerimizden bazılarını göstermek için götüren (Allah her türlü eksikliklerden)
münezzehtir.”[40]
Bu ayetin aslında geçen abd: kul kelimesi Hz. Muhammed’in zatına delalet eder. Min
harfi olayın başlangıcı ila harfi de sonucunu gösterir. Bu demektir ki, Hz.
Peygamberin geceleyin bedenen Mescidi Haramdan Mescidi Aksaya kadar gittiği bu ayetin
zahiri manasıyla sabittir. Bundan sonrası ise ayette meskutün anhtir yani açıklama
yoktur. Müslümanların
dini alanı daralttıkları bir gerçektir. Eliaçık, bu konuda doğru söylüyor. Sadece
namazla ve örtünmekle tabii ki, bir yere varılamaz. Bu konuyu ben şöyle düşünüyordum.
Müslümana sor, İslam nedir de; o sana İslam, namaz, oruç, hac, zekât, kelimeyi
şehadet, içki içmemek ve açık-çıplak gezmemek diye cevap verir. İslam karşıtına
sor, İslam nedir de, o da sana İslam, el-kol kesmek, dört kadınla evlenmek, zina
edenleri recmetmek ve sarhoşları kırbaçlamak diye cevap verir. Ben de derim ki,
bunlardan al birini vur diğerine. Allah bütün Müslümanları hidayet etsin…Bugün
Müslümanların tek problemi ilim, ilim ve yine ilimdir. Müslümanların din bilgileri
ve uygulamaları ve İslam’ı bilmeleri maalesef üzülerek söylüyorum, içim yanarak
söylüyorum ki, İslam’a uygun değildir. Bireylerin, toplumların, dini cemaat, grup
ve tarikatların, velhasıl biz, diniyiz diyenlerin, dine ters düşen pek çok yönleri
bulunduğunu söylemezsem Allah beni yakar. Ama bireylere birey olarak hiçbir diyeceğim
yoktur. Ancak etrafına insanları toplayıp da onlara gerçekleri söylemeyenlere Allah’ın
sorgulaması şiddetli olacaktır. Çünkü dinde ikame kanunu yürümez; âlim olsa da
İslam’da kişilere ittiba yoktur, eski dinlerde din adamlığı ve din adamlarına
bağlanma bulunmakla beraber İslam’da din adamlığı ve bu din adamlarına bağlanma
diye kesinlikle bir şey yoktur. İslam’da sadece ve sadece Allah’a tevekkül edip bağlanma
vardır. “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a mahsustur. İşlerin tümü Allah’a
döndürülür. Öyleyse sen O’na ibadet et, O’na tevekkül et (O’na bağlan). Allah
sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.”[41]
Müslümanlar, bir düşman ve bir korku karşısında bile “hasbünallah ve ni’melvekil”
(bize Allah yeter, O, ne güzel vekildir) derler.[42]
(Ey peygamber, sen üzülme) Eğer Allah dileseydi, (onlara seçme özgürlüğü
vermeseydi) onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların üzerine muhafız-bekçi dikmedik
ve sen onlar için bir vekil-sorumlu da değilsin.”[43]
“Ey insanlar! de, size Rabbinizden hakikat (yani Kuran) gelmiştir. Buna göre kim doğru
yolu seçerse kendi lehine seçmiş olur. Kim de sapıtırsa kendi aleyhine-zararına
olur. Biliniz ki, ben size vekil-yardımcı değilim.”[44]
“Buna göre kim, zerre kadar bir iyilik işlerse onu görür, kem de zerre kadar bir
kötülük yaparsa onun cezasını çeker.”[45]
“Kim doğru yolu seçerse kendi lehine seçmiş olur. Kim de doğru yoldan saparsa kendi
aleyhine-zararına sapmış olur. Kimse kimsenin günahını yüklenmez.”[46]
KIBLE,
namaz kılarken önümüzü-yönümüzü çevirdiğimiz Kâbe tarafına verilen addır.
Kabe, Kuranda Kabe’yi, bu kutsal evi Allah’ın insanları ayakta tutan (hayat verip
yaşatan) bir amil kıldığı” buyrulmaktadır.[47]
Kabe , Allah’ın sembolik evidir, sözünü kabul etmemiz mümkün değildir. Kuranda
Kabe için “beytüllah” ifadesi yoktur ama, beyti:evim ifadesi vardır.[48]
Kabe’nin sembolik bir tarafı varsa o da sanki Kabe bir merkezdir; Dünyadaki tüm
Müslümanlar oraya döndüklerinden sanki Kabe bir dairenin merkezi gibidir ve artık
buna göre Kabe dünyanın merkezi durumundadır. Kâbe’nin Allah’ın evi olması
meselesine gelince, insanlar Allah’ın yeryüzünde halifesi olmakla, Kâbe de tüm
Müslümanların ortak evidir. Onun için Kâbe sadece Suudluların emir ve komutasında
olan bir yer olamaz. Çünkü Allah’ın evi demek, tüm Müslümanların evi demektir. Kâbe
ne tarafta bilmediğimiz zaman sorup aramaya başlar ve bulmaya çalışırız.
Bulduklarımıza dayanarak Kâbe bu tarafta diye karar veririz ve o tarafa doğru
namazımızı kılarız. Buna teknik ifade ile içtihat adı verilir. İslam’da bireyin
ve toplumun kararı olmak üzere iki türlü karar vardır. Bunun dışında üçüncü
bir karar yani İslam’da teslis: üçleme yoktur. Birey içtihatla karar verir, toplum
ise şura ile karar verir.
“Hz. Muhammed
ümmi değildir”, sözü Kurana terstir. Çünkü Araf Suresinin 158. ayetinde Hz.
Peygamberin RESUL, NEBİ ve ÜMMİ olduğu açıkça ifade edilmiştir. Onun için Hz.
Muhammed ümmi değildi, sözü yanlıştır. Ama şöyle bir açıklama getirilebilir.
Hz. Peygamber okuyup yazıyordu yani okuma ve yazma biliyordu ama Mesela
bugün dediğimiz gibi tahsilli değildi, okumuş değildi. Yani Hz. Muhammed o günkü eğitim
kurumlarından birisine gidip de ders almış değildir, denilebilir. İkra’
oku demek değildir, sözü, boş bir iddiadır. Bilimsel hiçbir tarafı yoktur. Bu
kelime tebliğ manasına da gelir, demek en doğrusudur. Okuma fiilini bu kelimeden söküp
atamayız. Çünkü tüm lügatler aynı şeyi söylerler. Hatta bu kelime toplayıp bir
araya getirmek manasına da gelir. [49]
"CENNETTE
HURİLER YOK!"
Bu ifadenin de
gerçeklerle alakası yoktur. Çünkü hur kelimesi havraae kelimesinin çoğuludur.
Rağıb el-İsfahani’nin Müfredat’ına baktığımız zaman hurun kelimesinin ahvaru
ve havraae’nin çoğulu olup gözün güzelliğinin en mükemmel şekli diye açıklama
yapıldığını görürüz. Buna göre kelime müennes olmasıyla güzel gözlü kadın
ve kadınlar anlamına gelir. Eğer hur aydınlık olsaydı, ayette geçen çadırlarda-otağlarda
tahsis edilmiş (özel) huriler vardır, ifadesi tahsis edilmiş aydınlık vardır, demek
olur ki, bu da anlamsız bir deyiş olurdu. "HZ.
İSA GELMEYECEK!.. " Bugün
Müslümanlar arasında Hz. İsa’nın gelmesi ve mehdinin gelmesi gibi inanışlar
vardır. Bunlar haberi vahid dediğimiz hadislere dayanır. Halbuki böyle haberi vahid
yoluyla gelmiş olan hadisler, inançlar için delil olamaz. Kaldı ki, bu inançlar, bize
ve bizim kültürümüze Yahudi ve Hristiyanlardan geçmiştir. Tevrat ve İncil’de asıl kurtarıcı sonra
gelecek, şeklinde Hz. Peygamberi gösterip işaret eden ifadeler vardır. Elmalılı eserinde “Hani,
Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce
gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici
(olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri
getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler.”[50]
ayetinin tefsirinde Yuhanna İncilinde Hz. Peygamberde Faraklit diye bahsedildiğini, Hz.
İsa’nın ben pedere gideceğim sonra Faraklit gelecek ben gitmezsem o gelmez dediğini
söylemektedir.[51]
Böylece
Hz. Peygamber’in geleceği meselesi, mehdi gelecek inancına dönüşüp gitmiştir. Hz.
İsa’ya gelince bize göre de Hz. İsa ölmüştür. Çünkü Kuranda “Biz senden
önce hiçbir kimseye ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen sanki onlar ebedi mi
kalacaklar?”[52]
Diğer taraftan Hz. İsa, bir insan olarak dünyada fiziki âlemde ve üç boyutlu
mekânda idi sonra Allah’a yükseldi. Yani üç boyutlu mekânın dışına çıktı.
Onun biyolojik yapısı ölmeden boyutluluğu nasıl dayanacaktır. Hz,
İsa’nın gelmesi meselesine gelince bana göre de Hz. İsa gelmeyecektir. Hz. Muhammed
Peygamberlerin hatemi yani sonudur.[53]
Netice olarak bu yazı hakkında
şunları söyleyebiliriz. Bu iddialar dayanaktan çok yoksundurlar. Bilim ve bilimsel düşünce
ve hüküm kesinlikle delile dayanmalıdır. İslam’da delilsiz konuşulamaz ve bir
mesele hakkında hüküm verilemez. Dini bir konuda bilgi ve hükümler felsefe yapıp
akıl yürütmekle elde edilmez. Delil İslam’da kitap, sünnet, icma ve kıyastır.
Bunun dışında bir delil olamaz. Hem dinde ifrat ve
tefritler de yoktur. Fen bilimlerini koyan Allah olduğu gibi, sosyal bilimleri de Allah
koymuştur. İradeli her hareket dinidir; sevabı ve günahı vardır. [1] Buhari, Kitabu'l-İlm, 11; İbn Mâce, Mukaddime,117, No, 223.Tirmizî, Kitabu'l-İlm, 9, No, 2822; Ebu Davud, Kitabu’l-İlm,1, No, 3641 [2] Nahl 16/ 43; Enbiya 21/ 7 [3] Ankebut 29/ 45 [4] Tirmizi, İman, 8; İbn Mace, Fiten, 12; Müsned V, 231, 237; Hâkim, Müstedrek, II, 76Keşf-ul Hafa, II, 31; Keşf-ul Hafa, II, 31 [5] Nur 24/ 27-28 [6]Nisa 4/ 6 [7]
Mearic
70/ 24-25 [8] Kehf 18/ 29 [9] Ra’d 13/ 11 [10] Ali İmran 3/
140 [11] Rağıb
el-İfehani, Müfredat,
s, 442 [12] Tevbe 9/ 34 [13] Serahsi, Mebsut, XII, 115 [14] Mecelle Madde: 130, s, 32 [15] Elmalılı, III, 2520 [16] Ebu Davud, Zekât, 3, No: 1563–1564; Razi, XVI, 44 [17] Müzzemmil 73/ 20. [18] Zariyat 51/ 19. [19] Mearic 70/ 24-25. [20] Tevbe 9/ 34 [21] Kasani, Bedayi, II, 5 [22] Bakara 2/ 267 [23] Bakara 2/ 195 [24] Maide 5/ 2. [25] Bkz. Kasani, Bedayi', II, 2. [26] Muhammed 47/ 38 [27] Sad 38/ 26 [28] Kehf 18/ 28 [29] Müminun 23/ 71 [30] Maide 5/ 49 [31] Ahmet Hamdi Akseki, Ebedi Risalet adlı esere yazdığı Mukaddime, s, 20 [32] Ahzab 33/ 40 [33] Bak, Tevbe 9/ 60 [34] Bakara 2/ 285; Nisa 4/ 136 [35] Bak, Tarifat, melek maddesi. [36] Bak, İslam Ans. Cin Maddesi [37] Bakara 2/ 34 [38] Ali İmran 3/ 36 [39] Mülk 67/ 2 [40] İsra 17/ 1 [41] Hud 11/ 123 [42] A. İmran 3/ 173 [43] Enam 6/ 107 [44] Yunus 11/ 108 [45] Zilzal 99/ 7-8 [46] İsra 17/ 15 [47] Maide 5/ 97 [48] Bakara 2/ 125; Hac 22/ 26 [49] Bak, Kamus (Asım Efendi Tercümesi) I, 80 [50] Saff 61/ 6 [51] Elmalılı, Hak Dini, VIII, 14 [52] Enbiya 21/ 34 [53] Ahzab 33/ 40
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |