. | KALU
BELA HAKKINDAKİ BİR SORUYA CEVAP Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
Üstadım,
Selam,
sevgi ve saygılar… Her
şeyden önce şunu söylemek isterim ki, ilahiyatçı, sosyalci, fenci, dinci, bilimci…
gibi bir tasnif yoktur. Çünkü düşünce ve teoride bulunan hükümler ve bilgiler bir
bütün olup ayrılmaz. Yani bilgi dediğimiz bir hüküm, ilahiyatçıya göre şöyle,
sosyal bilimciye göre böyle, fenciye göre ise daha bir başka olmaz. Kesin bilgi
değişmez, bizde kesin bilgi ise üzerinde icma edilmiş bilgilerdir. Biz Müslümanları böyle anlaşmaz, uzlaşmaz ve
deniz kıyısındaki yan yana duran, fakat aralarında hiçbir irtibat bulunmayan kum yığınları
gibi yapan beynimizdeki hüküm-ahkâm bölünmüşlüğüdür. Bana göre ilahiyatçı
yok, ilim adamı var, ya da insan var veya inanan insan var… Bu
soruları bana sorduğun için size gerçekten çok teşekkür ediyorum. Düşünen
ve düşünmek isteyen insanların bir araya gelip aralarında çalıştay veya tartışma
yapabilmeleri için kullandıkları terimler aynı ortak anlamı ifade ettiği gibi,
ayrıca kavaidi külliye dediğimiz ön kabuller ve hipotezde birlik olması gerekiyor.
Ayrıca mevzu, KALU BELA’da olduğu gibi, perde ötesi bir yer ile ilgili ise o zaman
yapacağımız tasnif de çok önemli olur. Yani biz insanlar, zamanla ve mekânla kayıtlı
olmakla beraber aynı zamanda uzay geometrisine değil, düzlem geometrisine tabi olduğumuz
için hadise ve olayları ilk bakışta küresel bir biçimde algılayamayız. Bence bugün bilim adamlarının sorunu bilgi
melesidir. Mesela biz Türk’üz, Türkçe konuşmak ve anlaşmaktan daha normal ne
olabilir. Ama ilim, bilim, bilgi ve bilişim
kelimeleri nelerdir. Bu kelimelerin Türkçede anlamları nedir ben tam olarak bilmiyorum.
O sebeple dil, dil olmayanınca ilim ilim olur mu?
Bence bilgi ile
bizim fıkıhtaki hüküm (çoğulu ahkam) kelimesi aynı manayadır. Ben ilim kelimesi,
ile bilim kelimesini aynı manada kullanıyorum. Bilim, duyu vasıtalarımızla, deney ve
gözlemlerle elde edildiği için birtakim özellikler taşır. Onun için bilgilerimiz
izafidir, nispidir, takribidir ve ihtimalidir. İlim izafi olması dolayısıyla
farklılıklar gösterebilir. Mesela bir kimse sobaya üstten bakarsa onu daire şeklinde
görür, yandan bakan kimse ise onu silindir şeklinde görür.
Bilim
nispidir; kişi olayları kendi varsayımları ile ve kendi imkanları nispetinde
algılayıp anlar. Mesela gözleri görmeyen bir kimse için yeşil ve kırmızı yani
renk yoktur, denilebilir. Böylece biz gerçekleri kendi organlarımızın, araç ve vasıtalarımızın
müsadesi nispetinde algılayıp bilebiliriz.
Bilim
takribidir; yani biz varlıkları parça parça veya dış görünüşleri ile anlayıp
kavrayabiliriz. Yoksa onların tümünü kavramamız mümkün değildir. Bizim
varlıklardan algıladığımız şey varlığın kendisi değil, ondan gelen dalgalardır
ve bu dalgalar da arızalıdır. O halde biz bildiklerimizi kesin bir şekilde değil,
yaklaşık olarak bilebiliriz. Bilginin bir başka
özelliği de onun ihtimali olmasıdır. Mesela bizim olmasını istediğimiz bir şeyin
olmama ihtimali de vardır. Bunu şu misal ile daha güzel açıklayabiliriz. Mesela
havada bulutlar varsa büyük bir ihtimal ile yağmur yağar, yağmurun yağma ihtimali
vardır. Fakat bu bulutların dağılıp yağmurun yağmama ihtimali de vardır. Bize göre insanın
fiziği-biyolojisi bilimsel, yani vücudunda irade dışı olarak cereyan eden olaylar
(solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım organlarının faaliyetleri gibi) bilim kanun
ve kurallarına tabidir. İnsanın organlarının faaliyetleri ise yani beyne tabi olan ve
beyin-ruh merkezli yaptıkları işler ise irade kanunlarının ürünü olup
dinseldirler. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan
bir varlıktır ve ilmen bulur ve dine yaşar. Yani insan için ilim ile din unhelvasındaki
bileşenler gibidir; bilim dinin içinde, din de bilimin içinde olup bir hayat bileşkesi
meydana getirirler. İnsan açısından ilim ile din, insan vücudundaki kalb ile beyin
gibidir. Kalb ile beynin birbirlerine ne kadar muhtaç oldukları ortadadır. Akıl-nakil,
din bilim ve beyin ile kalb birliktelikleri, bunlar hep dünyadaki ikili sistemin
göstergeleridir. Onun için şimdi Kuranda din-bilim konusunu işleyen ayetler hakkında
kısa bir tarama yapalım. Aslında bence ayette çift çift yaratılmadan bahsettiğine göre
din bilimden biri diğerinin eşidir diyebiliriz. Bugünkü tabirle de fen bilimleri ile
sosyal bilimler biri diğerinin eşi denilebilir. Siz benim yazıda soru işareti
koymuşsunuz. Bunlar aynı bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi veya karı
koca gibi, biri diğerinin eşidir. Bizim teorimizde bunun sebebi budur. Yani akıl-nakil, din-bilim, (isterseniz fen ve
sosyal bilim deyin, çünkü bize göre sosyal bilimler dindir), dünya-ahiret,
birey-tplum, fert-devlet, yöre-küre ve tabii ki, kadın erkek, bunlar biri diğerinin
eşidir. Allah Teâlâ, varlıklardan bahsederken her
şeyi çift çift yarattığını açıkladığı ayette söyle buyurmaktadır: “Biz, düşünesiniz
diye her şeyden çift çift yarattık.”[1]
Bundan sonra ilim ile din konusuna gelecek olursak yine Kuran’a baktığımız zaman
dini de ilmi de Allah’ın koyduğu görülmektedir. Bu hususta ayetlerde söyle
denilmektedir. “Allah Âdem’e bütün isimleri (yani eşyanın adlarını ve ne için
yaratıldıklarını) öğretti.”[2]
Şu halde ilmi ilk öğreten Allah’tır. “Melekler, ya Rab! Seni noksan sıfatlardan
tenzih eder, kemal sıfatlar ile tavsif ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka
bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak sensin, dediler.”[3]
Öyleyse meleklere de ilim öğretip bilgi veren Allah’tır. “Eğer sen, sana ilim
geldikten sonra onların hevalarına-arzularına-heveslerine uyarsan, iste o zaman sen
zalimlerden olursun.”[4]
“Eğer siz doğru iseniz bana bir ilim ile haber veriniz.”[5]
“Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kişiden daha zalim kim
vardır?”[6]
“Her bir ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.”[7]
“Size ilimden az bir şey verilmiştir.”[8]
İlim hakkında Kuran’da daha birçok ayet ve açıklamalar vardır.
İlimden
sonra simdi dine gelecek olursak, bu konuda da Kuran’a baktığımız zaman din
hakkında da bir takim açıklamalar getirdiğini görürüz. Din Allah’ındır ve dini
o koymuştur. Bu hususta “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır, din de devamlı
olarak onundur.”[9]
“Hiç şüphesiz Allah sizin için dini seçip koymuştur.”[10],
buyrulmaktadır. “Allah’ın yanında din İslam’dır.”[11]
“İnsanlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde
olanlar ister istemez Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmuşlardır.”[12],
denilmektedir.
İnsanlar
dine, Allah’ın emirlerine kendi iradeleriyle uydukları halde Allah, duman halinde olan
göğe ve yere itaat ederek veya zorla gelin buyurduğu zaman onlar “itaat ederek geldik”,
dediler. Su halde insanlar irade sahibi olmaları dolayısıyla itaat veya isyan
edebildikleri halde yer ve göklerde ise itaat etmek ve uymak vardır. O sebeple hayvan,
bitki ve cansız varlıklar, Allah’ın kendileri için koymuş oldukları kanun ve
kuralların dışına çıkmazlar ve çıkamazlar. İnsanlar ise dinlerine kendi istek ve
arzuları ile uyarlar. Onun için ayette “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk,
sapıklıktan ayrılmıştır. ArtIk kim tağutu (Allah’tan başka kendisine boyun
eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkâr edip Allah’a iman ederse, o, kopmayan sağlam
bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”[13],
buyrulmuştur. Misak
ayeti olarak bilinen el-Araf (7) suresinin 172. Ayetinde sanki mahşerde bazı insanlar (kâfirler)
bahane üretmesinler ve haberimiz yoktu demesinler diye C. Hak baştan onları uyarmakta
ve bu bağlamda ruhlar âleminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna onların
“Evet şahit olduk” dediklerini hatırlatmaktadır. Bu
paragrafınıza fikir ve düşünce olarak katılıyorum; doğrudur. Yalnız tercümede
yanlışlık var: Elmalılıya bakarsanız evet sen bizim rabbimizsiniz, dediler. Allah da
onlar kıyamet gününde bizim bundan haberimiz yoktu diyecekler diye onları ( evet
Rabbimizsiniz ikrarlarını) kendilerine şahit yaptı, şeklinde olması lazım. Yani
Allah, onların bu sözlerini kıyamet gününde hani böyle demiştiniz diye koz,
aleyhlerine delil olarak kullanacaktır. Usul-ü fıkıh (yani Kuranı anlama ve
mana verip hüküm çıkarma metoduna) göre insanların hepsi evet deyip Allah’ın Rab
olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat ruhların Allah’ı gördüğü iddia edilemez.
Ayette her ne kadar insanlar ikinci şahıs olsalar ve Allah onları hitap etmiş olsa da
Allah’ı insanın görmesi olmaz. Görmek Arapçada ru’yetdir, bakmak ise nazar’dır.
Hz. Musa Rabbim dedi, bana kendini göster de sana bakayım dedi[14],
Kıyame suresinde de[15]
“O gün kimi yüzler parlaktır, Rablerine bakarlar” denilmektedir. Netice olarak
Allah’ın görülmesi meselesi çok şiddetli tartışmalara vesile olmuştur. Bence görülmeyecektir.
İnş. Bunu sözlü olarak sonra tartışırız. Malum
olduğu üzere hadiste de insanların İslam fıtratı üzere doğduğu, fakat onu ailesi
sonra Yahudi ve Hıristiyan yaptığından bahsedilmektedir. Tüm insanlar kim olursa
olsun, hangi zaman ve mekânda doğarlarsa doğsunlar İslam fıtratı üzere doğarlar.
Elmalılıya bakarsanız bu fıtrattan çokça bahsetmektedir. Sayenizde ben Kalu Bela tefsirini tekrar okudum.
Zaten bu sözleşme fıtri bir sözleşmedir. Allah ben sizin Rabbiniz değil miyim diye
sorunca her ruh da evet rabbimizsin dedi. Bunu Allah’ı gördüğü için, etkilendiği
için demedi. Ruhlar âleminde dünyada olduğu gibi imtihanlar yanlışlar, yanılmalar
olmadığı ve olmayacağı için öyle dediler. (Burada
bir latife yapayım. Orada sosyal bilimler olmadığı için sapmalar da yoktu). EVET
diyen bütün ruhlardan bazıları, dünyaya geldikten sonra EVET sözüne ihanet edip bu
sözleşmeyi unuttuklarını ve dolayısıyla kıyamette ceza almaya hak ettiklerini söyleyebilir
miyiz? Bu soruya evet diyemeyeceğim. Orada sadece evet demek normal bir cevap vermektir.
Ama burada yani dünyadaki nizam ve düzene uyulmadığı için, din alanında din
yaşanmadığı, ilim alanında da ilmi kanun ve kurallara uyulmadığı için kıyamette
cezalar vardır. Yoksa kıyametteki ceza sadece verilen sözün tutulmamasından değil, dünyadaki
amellerin karşılığı olarak ahiret cezaları vardır.
Unutma, zihnen özürlü olma
meselesinde de bizim ikili sistemi uygulayacağız. İsterseniz şimdi bu ikili sistemi
bir anlatayım: Önce
Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar
âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun
ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve
imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa”
kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. Allah,
canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift,
çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları;
insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta
doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda
zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış;
toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat
ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını;
idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden
dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur. İkili
sisteme göre azimet-ruhsat var. Normal-anormal var. İslam hukukunda amelin şartı
akıldır. Batıda hukuk sebebi akıldır ve akıllı olmaktır. Hâlbuki İslam’da
hukuk sebebi insan olmak, işte bu kalu bela sözleşmesini yapmış olmaktır. Akıl ise
amelin, yani hukuku uygulamanın şartıdır. Yoksa delinin bize göre hukuku vardır,
bebeğin çocuğun hukuku vardır ama onlar hukuklarını bizzat kendileri kullanamaz.
Sebep yoksa müsebbep de yok olacağından Avrupalıya göre veya tr.deki hukukçulara
göre delinin ve bebeğin hukuku olmaması gerekir. Din
kendisine tebliğ edilmeyen kimse mesul değildir. Enam suresi 6/ 19. Ayeti tefsirini
okumanızı isterim. Ne tür özür olursa olsun özürlü olmak, yani amel etmeye bir
engel varsa kıyamette ona süal ve ceza yoktur. Mesela ayakları olmayan, topal, kötürüm
ya da dizleri arızalı cumaya gitmeye zorlanan kişi cumaya gitmeyebilir. Allah hiçbir
kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle mükellef tutmaz.[16] Bugün
din açısından asıl suçlu olan toplum, cemiyet, devlet ve kurumlardır. Biz bireyleri
suçlamaya hakkımız yoktur. Normal kişiler bile mazürdürler. Çünkü öğretmek yok,
alıştırma yok, tanıtma anlatma zaten yok, insan alışmadığı bir şeyi nasıl
yapacaktır. Hâlbuki tam aksine ayıplama var, kötüleme var, tepeleme var. İrtica
yaftası var, kahrolsun gerici mürteci yaftaları var, sokaklarda kahrolsun şeriat
naraları var. Kaldı ki, özür ve engel her zaman ve her yerde mazerettir. Onun için
İslam’da kanunu bilmemek bugünün aksine bir mazerettir. Takdir,
bir kimsenin erkek kadın, alman veya türk olmasıdır. Bunun artı veya eksi bir tarafı
yoktur. Burada sevinilecek veya yerinilecek bir şey olamaz. Değer hükmü bakımından günah
veya sevap bakımından tüm insanlar aynıdır, eşittir. Dolayısıyla Cermen ırkı ve
Türk ırkı diye bir şey yoktur ve olmaz. Biz, yapmadığımız şeylerle övünemeyiz.[17]
Bir
de kader var: Kader bir tarafında Allah diğer tarafında bizim bulunduğumuz bir duvarı
birlikte örmektir. Kader bize göre budur. Biz
istiyoruz Allah da veriyor. Onun için bizimle alakalı olan ve irademize göre olmuş
olan şeyler hep kaderdir. İşte asıl sorumluluğumuz buradadır. İman
var, küfür var; iman çağları ve medeniyetleri olur, küfür çağları ve
medeniyetleri olur. Bana göre batı medeniyeti küfür medeniyeti ve küfür çağıdır.
Mesela bugün dünyadaki insanlar Hz. Peygamberden Osmanlının gücünü kaybetmeye başladığı
1600 yıllarına kadar bu çağlar din çağları olduğu için daha çok sorumlulukları
vardır, diyebiliriz. Mümin
nizamı kabul eden onu koruyup kollayan demektir. Kâfir ise nizamı düzeni kabul etmeyen
onu tanımayan kimse demektir. Aslında iman kalpte olduğu için ve insan kalbini
kimsenin de bilemeyeceği için kimin kâfir ve kimin mümin olduğunu ancak Allah bilir.
Bazı insanların kâfir olması ne demektir. Bu bir defa çok zor bir iştir.
İnsanların kâfir olması, Allah yok demesi, Allaha şirk koşması bunlar çok kolay
şeyler değildir. Küfür çağında olduğumuz için moda olan şeyler bunlar. Onun için
insanların küfür meselesinde ne kadar samimi veya değil, anlamak bile zordur. Onun için
kâfirin kâfir olmasında tüm insanların az uz katkısı vardır. Bunları bilmek ve yüzdelerini
çıkarmak mümkün olmadığından kimin kâfir olduğunu ve cehenneme gideceğini ve
orada ne kadar ceza göreceğini ancak Allah bilir. Allah
levh-i mahfuzda kimseye kâfir ve mümin diye yazmaz. İman etmenin veya küfür etmenin
kaderle asla takdirle asla ilgisi yoktur. Allah imanı da yaratmış küfrü de yaratmıştır.
Ancak bu takımlara katılma konusu kişilerin kendi ellerindedir. Allah sadece iman
takımına üye olamaya da izin veriyor, küfür takımında olmaya da izin veriyor. Zaten
hayat imtihan değil mi? Siz öyle bir sorular sormuşsunuz ki, 2 gündür çalışıyorum hala sonuna gelemedim. Bu sorular tam olarak yazılsa en az 100 sayfa yazmam lazım. Mesela
tebliğ meselesi çok zor bir açıklama...Namaz kılmak bir tebliğdir. Mesela Kuran
anayasadır demek bir tebliğdir. Bakınız İslamda 2 savaş sebebi vardır. Birisi zulmü
önlemek, diğeri ise tebliğe mani olmak. Ama kendisine tebliğ ulaşan kimse kabul edip
etmemekte tamamen serbesttir. Herkes
kalu bela demiştir. Ama bunun kaderle ilgisi yoktur. Bunu unutmamızın sebebi ise
bilgilendirmemek, tebliğ etmemektir ve yaşayarak göstermemektir. Birey
farzı ayındır, toplum ise farzı kifayedir. İslam toplumu olmadan ve İslam devletini
kurmadan dünyaya İslam düşüncesi kültürü ve yaşayışı gelmez. Hz. Peygamber
Mekkeden Medineye sadece bunun için gitti. Farzı ayın farzı kifaye olmadan çalışmaz.
Yani ikili sistem, bisikletin ön ve arka tekerlekleri gibi... Batı
medeniyeti Allah’ı unutturmuş, insan merkezli bir dünya demiş, biz Allah merkezli
bir dünyayı anlatmadıkça ve bunun ekonomi, sosyoloji, hem dünya ve hem de ahiret bakımından
daha faydalı ve daha iyi olduğunu mantık olarak açıklayıp insanlara inandırmadıkça
hiçbir yere varamayız. Ebu Hanife gibi bir
ekol olmalıyız. Din ve bilimi öğrenip tüm dünyaya anlatmalıyız. Misyonumuz bu, görevmiz
bu, hasbünellah ve nimel vekil diyeceğiz, kolları sıvayıp çalışmaya koyulacağız,
paçaları sıvayıp yollara düşeceğiz. Durmak yok yola devam diyeceğiz. Müttekıyler
ise sonuç mutlaka bizim olacak son sözümüz Alemlerin Rabbi olan Allaha hamdolzun
olacak...Allah küreyi vadediyor...bunun şartı ise iman ve amel-i salitir. Çalışanlara
başarılar dilerim. AEO Tekrar selam sevgi ve saygılar. [1] Zariyat
51/ 49 [2] Bakara 2/ 31 [3]Bakara 2/ 32 [4] Bakara 2/ 145 [6] Enam 6/ 144 [7] Yusuf 12/ 76 [8] Yusuf 12/ 76 [9] Nahl 16/ 52 [10] Bakara 2/ 132 [11] Al-i Imran 3/ 19 [12] Al-i Imran 3/ 83 [13] Bakara 2/ 256 [14]
A’raf 7/ 142 [15]
Kıyame 75/ 23) [16] Bakara 2/ 286 [17] Ali İmran 3/ 188
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |