. | AİLE NEDİR, EVLİLİĞİN GEREKLİLİĞİ ve KORUNMASI NEDEN ÖNEMLİDİR? Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* Aile
nedir ve evlilik nedir? Evliliğin gerekliliği ve korunması neden önemlidir?
sorularını doğru bir şekilde cevap verebilmek için önce sosyal bilimlerdeki tüm
terim, tarif ve tasniflerin yıprandığını, aşındığını ve görevlerinde gerçeği
ifade edemediklerini, bunun için de bunların en kısa zamanda ve en acil bir şekilde
yenilenmesi gerektiğini bilimsel bir hakikat olarak tespit etmemiz şarttır. Çünkü
aile denilen kavram veya unsur bilinmeyince, aile veya evlilik hali ya da İngilizce
olarak family, Arapça olarak da üsre ve beyt kelimelerini sosyal bilimcilere sorsanız
bunu doğru dürüst bir şekilde tarif bile edemediklerini görürsünüz. Zira
sosyologlar, geniş aile, dar aile ve çekirdek aile diye üç çeşit aileden
bahsederler. Bir de başka bir pencereden bakarak ataerkil ve anaerkil aile tiplerinden
söz ederek, tarihte yaşananları bugüne aktarıp örnek gösterirler. Oysa tarih ve
tarihi olaylar bir daha yaşanamadığı gibi, tarih bilgileri ilim de olmadığı için
bize ne örnek olabilir ve ne de yanlış olanı bırakıp bize doğru yolu
gösterebilirler. Çünkü ilim yol gösterir; buradan gidin oradan gitmeyin, bunu yapın,
şunu yapmayın der. Bundan başka şu da bir gerçektir ki, insanlar ve bireyler,
birbirinin kopyaları değildir; toplumlar da biri diğerinin kopyası veya fotokopisi
değildir. Onun için Hz. Muhammed döneminden sonra kimse, hiçbir kimseyi ama hiçbir
kimseyi örnek almadığı, alamadığı ve alamayacağı gibi, hiçbir toplum ve devlet
de diğerini örnek alıp taklit edemez ve böyle bir uygulama yapılamaz. Zira herkesin,
her toplumun ve her bir devletin imtihan alanları ve şartları farklıdır.
Biz, bugünkü Rönesans medeniyeti, insanlara serbest sözleşme ve uygulama hak
ve salahiyetlerini ellerinden aldığı için, mesela yapı kooperatiflerinde onlara tip
sözleşme vermesi sebebiyle, apartman yapımında arsa ve arazi şartlarının çok
farklı olması nedeniyle tip projeler uygulanamayacağı gibi, aile inşasında da adı
geçen bu aile tiplerini bir proje olarak asla kabul edemeyiz. Aileyi kuracak olan
kahramanlar, yani karı ve kocalar, kendi psikolojik, sağlık, ekonomik durum ve
şartlarına göre ve sahip oldukları devlet yapılanmasına göre, büyük ve küçük
ailelerini bizzat kendileri serbest bir şekilde kurup inşa ederler. Diğer varlıklardan
çok çok farklı olması dolayısıyla insanın tüm hareket ve davranışlarında nasıl
tipoloji uygulamak mümkün değilse, toplumun ve devletin en küçük modeli olan ailede
de örnek ve tip-aile modellerini kabul etmek mümkün değildir. Hele
hele insan için çekirdek aile safsatası kadar uyduruk bir şey olamaz. Bugün eğer
böyle bir şey varsa bu, tamamen insan tanımaz, toplum bilmez ve devletten habersiz bir
medeniyetin ortaya çıkardığı zorlamalardan başka bir şey değildir. Burada tam yeri
geldiği için, hoş görünüze sığınarak söylüyorum; söylemeden de
geçemeyeceğim. Ben şu anda Polat cad. Akevler Sitesi Yeşilyurt-İzmir’deki evimde 15
gündür yapayalnız duruyorum. Çünkü değerli eşim, biricik kızımız doğum
yaptığı için Bornova’ya damadımın evine gitti. Çekirdek aile gerçekten doğal
ailenin kendisi olsaydı ben yalnız kalır mıydım? Bu konuda başka bir örnek de
şudur: Bizim fakültede Mısırlı çok değerli bir bayan arkadaşımız, Arapça
hocamız var. O geçenlerde doğum yaptı, Ömer adını verdikleri bir çocukları
dünyaya geldi. Bu durumda o, kendisine yardım etmek üzere annesini ta Mısırdan
İzmir’e getirtti. Hani karı ile kocanın birlikte oluşturdukları ve birbirine yeter
olan çekirdek aile vardı? Bu çekirdek aile denen kurum, eğer böyle bir şey varsa, bu
kendi kendine niçin yeterli değildir? Ta Mısırdan anne geliyor, düzme ve zorlama aile
olarak meydana gelen bu çekirdek aile, normal olan doğal büyük aileye dönüşüyor.
Zira çekirdeğin çimlenip kendi türünü devam ettirebilmesi için o, ısı, ışık ve
neme muhtaçtır. Eğer bu şart ve koşullar bulunmasa çekirdek de çekirdekliğini
yapamaz ve çimlenip fidan olmaz ve kendi türünü devam ettiremez. İşte bundan dolayı
çekirdek aile diyenlerin hasta bir toplumun hasta bir uzvundan bahsettikleri
görüşünde olduğumu beyan ederek sosyal bünyenin bu aile uzvunun daha da hasta
edilmemesini, tam tersine tedavi edilip iyileştirilmesini temenni ederim.
Bugün doğal aile anlayışından uzak bir şekilde ev ve daireler de sanki mecazi
bir aile kabul edilerek ona göre hukuki muameleler yapılmaktadır. Hâlbuki ailenin
kişiliği yoktur yani aile, tüzel bir kişiliğe sahip değildir. Çünkü Kuran-ı
Kerim’de ey ev, ey beyt diye sadece evin muhatap alındığı bir ayet yoktur. Fakat ev
halkı, köy halkı, şehir halkı ve Yesrib halkı diye yer ve mekânlar değil, onların
sahiplerinden ve halklarından bahsedilmektedir.[1]
Oysa bugün belediyeler, bunun tersi bir uygulama yaparak evde oturanları değil, evleri
ve daireleri nazarı itibara alarak muamele yapmaktadır. Mesela Turgut Özal rahmetlinin
başlattığı bir uygulamaya göre daire başına şu kadar elektrik ve su harcama
yetkisi olup daha fazla elektrik ve su tüketenlerden fazla ücret alınması teklif
edilmişti. Hâlbuki elektrik ve suyu duvarlar, kapılar ve pencereler kullanmaz, ev ve
dairenin içinde oturan insanlar kullanır. İslam hukukunda yalnız başlarına olduğu
zaman mala, mülke ve mekâna şahsiyet verilmez; bunların insandan ayrı olarak hukuki
kişilikleri olamaz. Onun için belediyeler belediye ise, devletler devlet ise ve bunlar,
hukuki hareket ettiklerini iddia ediyorlarsa, hukukun üstünlüğü diye bir kavram
varsa, bir kişilik aileye ayda 1 ton su verilirse ve 10 kilovat elektrik yakma hakkı
tanınırsa 10 kişilik aileye de 10 ton su ve 100 kilovat elektrik kullanma hak ve
yetkisi verilir. Bize göre doğrusu budur ve hakperest belediler ve devletler böyle
işlem yaparlar. Hatta Kemaleddin Birsen
Medeni Hukuk Dersleri adlı kitabında konuyla ilgili olarak aynen şöyle demektedir:
“Hükmi şahısların çoğunda insan toplulukları varsa da, her insan topluluğu bir
hükmi şahıs değildir. Mesela karı koca ve bir de çocuklarından ibaret olan bir
ailede üç kişiden müteşekkil bir topluluk varsa da, kadın ve erkeğin evlenmesiyle
teessüs eden bu evlilik birliği hükmi şahsiyeti haiz değildir.”[2]
Evet, ev ve aile bir kişiliğe sahip değilken bugün sanki onun hukuki bir kişiliği
varmış gibi muameleler yapılmaktadır. İşte bunun için bize göre bugün yeryüzünde
eşyanın tabiatına paralel-uygun bir hukuk anlayışı ve uygulaması bulunmamaktadır.
Buna ilaveten hukuk ve hukukun üstünlüğü bulunmadığı gibi, tam tersine
üstünlerin hukuku ve kastların, sınıfların ayrı ayrı hukukları ve kendilerine
hukukçu adı verilen kişilerin de keyfi uygulamaları vardır. Bunlar için o kadar çok
örnekler vardır ki,
mesela
bir hukuk organı olan Danıştay, üniversiteye giriş imtihanındaki kat sayı
meselesinde önce bu konuda söz sahibi YÖK derken daha sonra neden iptal kararı
veriyor? Hukuk adına bunları anlamak mümkün değildir.
Hukukun
sebebinin ne olduğunu bilmeyenler, hukuk adına neyin uygulamasını yapacaklardır?
Rönesans Medeniyetinin kurduğu düzende Allah’ın yeri var mı? Bu medeniyette
Allah-insan ve kâinat dengesi bulunuyor mu? Burada
Ali Fuat Başgil’in eserinde naklettiği Laplas ile Napolyon’un arasında geçen bir
olayı nakletmek isterim. “Bu modern maddecilik modasını çıkaranların başında
ilim sahasında olduğu kadar inkârcılıkta da meşhur olan Fransız ilim adamı Laplas
gelir. Bu zat 1796 yılında yayınladığı “Kâinat Sisteminin Açıklaması” adlı
eserinde modern astronominin temellerini atmış, fakat aynı zamanda da açıkça
Allah’ı inkâr etmiştir. Napolyon’un İçişleri Bakanlığından Senato Meclis
Başkanlığına kadar yükselen Laplas’a bir gün Napolyon, “İyi ama sizin bu
kâinat sisteminizde Allah’ın yeri nerede?” diye sorunca, Laplas, ona hayat ve
kâinatı açıklamak için: “Sayın başkanım, hiçbir suretle ispat edilememiş bir
Allah varsayımına ihtiyacım yoktur”, cevabını vermiştir.[3]
Burada da görüldüğü gibi, bu batı
medeniyetinde kâinatı Allah’tan koparıp ayırdılar. Sora da insan merkezli bir
dünya ve insan merkezli bir kâinat anlayışı, inancı, görüşü ve uygulaması
ortaya koydular. Hâlbuki Allah, halik sıfatıyla her an her şeyi durmadan
yaratmaktadır. Onun için Kuran’da “İşte o Allah, sizin Rabbinizdir. O’ndan
başka ilah yoktur. O, her şeyin halikıdır-yaratıcısıdır. Öyleyse ona kulluk
ediniz. Her şeye karşı O, vekildir.”[4],
buyrulmaktadır. Allah’ı haşa kâinattan uzaklaştırdığını zanneden bu
inkârcılar, onun yerine kendilerini koyarak bir çeşit sahtekâr ilah oldular. Onun için bu medeniyet, ne bilimi, ne dini, ne
hukuku ve ne de aileyi bilir, bunları tarif de edemez. O sebeple de sadece bu medeniyetin
ürettiği sosyal bilimlerle yetinen toplum bilimciler, her biri toplum binasının
tuğlaları olan aileyi tanıyıp tarif edemez, aileyi yaşayamaz ve onu yaşatamaz. Onun
için batı ülkelerinde aile kavramı ve aile olgusu çökmüş ve yıkılmıştır.
Çünkü dini de bilimi de koyan Allah’tır ve bunlar arasında bir çelişki
olmadığı gibi, Allah’a inanmayan, bu iki bilgi kaynağını onun koyduğunu kabul
edip birleştirmeyen kimseler, ne din adamı ve ne de bilim adamı olabilirler. Zira insan
için ilmen bulup dinen uygulama prensibi, insanın aile, toplum ve devlet hayatında
vazgeçilmez bir esastır. Bana göre bugün insanlığın hemen, hiç durmadan, ama hiç
vakit kaybetmeden, acil bir şekilde bilgiyi,
epistemolojiyi yani bilgi teorisini ve eşyaya bakış tarzını değiştirip
yenilemelidir. Çünkü bugünkü bilgi, insan, aile, toplum ve devlet bilgileri, insana
faydadan ziyade zarar veriyor. Zira buna göre elmalar armut, armutlar da elma yapıldı
ve yapılıyor. Bir toplum görevinde asıl sorumlu olan kişi, mevzuata göre kendi
görüşünü ve kendi kanaatini uygulayacağı yerde mesela “katılımcı demokrasi”
gibi safsata terimler üretilerek dışarıdan gazeller okunuyor ve görevliler maşa
yapılmak isteniyor. Onun için bilim adamı denilen kimseler, özellikle sosyal
bilimciler, var olanı tespitten ziyade, birey, toplum, aile ve devlet olarak daha
güzele, daha doğruya ve daha faydalıya yaklaşabilmek için, nasıl olmalıyız, nasıl
bir hareket ve davranışlar içerisine girmeliyiz sorularının cevaplarını arayıp
bulup ortaya koymalıdırlar.
İnsanlar,
ruhlar âleminde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmayı kabul ettiklerinde aynı
zamanda onun hukuk emanetini üzerlerine almış ve varlıkların hukukunu koruyup
kollamayı bir vazife olarak üstlenmiş bulunuyorlardı.[5]
Bilhassa canlı ve cansızların, insan, hayvan ve bitkilerin haklarını koruyup muhafaza
etmeyi bir görev olarak üzerlerine almışlardı. Buna göre artık insan, insanın
yaşamasını, onun zaruri bir ihtiyacı olan aileyi, komşuları, içinde yaşadığı
toplumu, cemiyeti ve devleti yaşatmak için çalışacaktı. Şu halde ona her şey, ama
har şey, gözünü açıp baktığında gördüğü her şey, ona verilen el, ayak, göz,
kulak ve kendisini oluşturan tüm vücut, yanlarında
birlikte yaşadığı insanlar, etrafında 40 haneyi meydana getiren komşular, hayvanlar,
bitkiler ve cansız varlıklar, bunların gerçek sahibi olan Allah tarafından onun
uhdesine tevdi edilmiş birer emanettir. Onun içindir ki, büyük müfessir, saygın
âlim merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın değerli eserinde ifade ettikleri
gibi, insan artık Allah’ın hukuk eminidir.[6] Böylece insan, bir taraftan yeryüzündeki tüm
insanların sahip oldukları, başta aile olmak üzere bütün mal ve mülklerini,
mülkiyet ve velayet hak ve vazifelerini korumaya, diğer taraftan da tüm canlıların,
hayvan ve bitkilerin, su, toprak, dağ, dere-tepe, ova deniz ve okyanusların sahip olup
uydukları düzenlerini bozmamaya söz vermiş oluyordu. Ama heyhat! İnsanların kendi
elleriyle yaptıkları işler yüzünden karalarda ve denizlerde bozukluklar, anarşi ve
fesatlar meydana gelmiştir.[7]
Mademki insan, Allah’ın hukuk emini olmuştur, gerçek sahip ve malik olan Yaratıcı, tüm
varlıkların, insan, hayvan, bitki ve cansızların haklarının korunmasını, bir
emanet olarak insana vermiştir, öyleyse ailenin korunması tüm ailelerin korunması,
insanların tüm insanların kutsal bir görevi olsa gerektir. Gazali’nin hocası
Cüveyni’ler’den Gazali’lere ve Şatıbi’lere kadar ve onlardan bugüne kadar
gelen ailenin de içlerinde bulunduğu hayatın vazgeçilmez 5 temel esası vardır.
Bunlar olmazsa olmaz prensipler ve esaslar olduğu için, bunlar bulunmadığı takdirde
zarar geleceğinden, zaruriyyat 5 zaruri unsur olarak adlandırılmışlardır. Bunlar, dini korumak, aklı korumak, canı korumak,
malı korumak ve nesli korumak gibi toplumun 5 temel esasıdır.[8]
Biz ise bunları bugün dini, ilmi, içtimai (idari, siyasi), iktisadi ve ailevi kurumlar
diye toplumda fonksiyon icra eden 5 ana unsur olarak görmekteyiz. Buna göre İslam’ın
ortaya koyduğu bir aile düzeni, sosyal düzen, siyasi düzen, ekonomik düzen ve bir
eğitim ve öğretim düzeni vardır. İslam’ın getirmiş olduğu bu sosyal ve
toplumsal düzenler aynı onun hukuk düzeninde olduğu gibi, hak ve vazife, alacak ve borç meselelerinde
olduğu gibi, tamamen bilimseldir. Yani İslam, hukukunu bilim temeline oturttuğu gibi,
toplumsal yapıyı, sosyal hayatı, aileyi, idari ve siyasi hayatı da tamamen bilimsel
bir zemine oturtmuştur. Burada bir örnek vermek gerekirse, mesela ailede tamamen
dengeli, fıtri ve bilimsel bir iş bölümü bulunup aile bireylerini tamamen sebeplere
dayanan bir dayanışma, sosyal bir dayanışma içerisine almıştır. Yani insan bedeni
nasıl çalışıyor, bu biyolojik bünye ne kadar bilimsel ise sosyal bünye ve bunun
temel taşı olan aile de öyle çalışır ve o kadar bilimseldir. Ancak şu kadar var
ki, beden irade dışı çalışırken, aile ise tamamen serbest bir irade ile kurulur ve
yine serbest bir irade ile çalışmasına devam eder.
Bütün
bu yazdıklarımızın bir neticesi olarak, ailenin, insan fıtrat ve yaratılışının
zaruri bir neticesi olduğunu söylemeliyiz. Bundan sonra da aileyi, nikâh ile birbirine
bağlanan karı kocadan başlamak üzere kan, süt ve sözleşme
ile birbirlerine karşı velayet görevi üstlenenlerin meydana getirdiği bir sosyal
dayanışma birimi diye tarif edebiliriz. Biz bu sosyal bünyenin en küçük birimi olan
aileyi, aynı zamanda İslam hukukundaki birbirine mirasçı olabilen kimseler,
gerektiğinde verasetteki derecelerine göre bir aile olarak sorumluluklarını yerine
getirirler, diyebiliriz. Buna göre hiçbir kimsesi olmayıp mirası devlete kalacak olan
bir kişinin ailesi de dolayısıyla devlet olmuş olur. Zaten huzur evlerine de sadece
mirası devlete kalan ve böylece aile görevi, velayet ve dayanışma görevi de devlete
düşen kimseler girebilir. Yani kişinin mirası kime kalacaksa işte onlar,
gerektiğinde muhtaç ve yaşlı insanlara bakıcılık görevini üstleneceklerdir.
Birey evde meydana gelir, ilk talim ve terbiye, eğitim ve öğretim evde başlar,
hatta bebek, anne karnında bir zigot iken başlar, desek daha doğru olur. Tüm bireysel
ihtiyaçlar, çoğunlukla, elden geldiği kadar evde giderilmelidir. Onun için evin bir
kutsiyeti ve kutsallığı vardır. Hatta İslam düzeninde bir evin, cami kadar
kutsallığı ve dokunulmazlığı vardır, desek aşırı gitmiş olmayız. Zira cami
toplumun evi ve toplumun merkezi olurken, ailenin barınağı ve bireyin merkezi olduğu
için ev de cami ile eşdeğerdir. Onun içindir ki, savaş hali müstesna, evlerin de
camiler gibi dokunulmazlığı bulunup tüm dünya askerleri ve polisleri toplansalar,
eğer hukuk varsa, eğer düzen varsa, birey ve bireylere saygı varsa, sahibinden izin
alınmadıkça bir eve girilemez. Çünkü Kuranı Kerim’de konumuz açısından daha
çok İslam düzeninin emniyeti ve güvenliğinin korunmasıyla ilgili olan iman
kelimesiyle ifade edilerek inananlara hitap eden Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman
edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahiplerinden izin almadan ve onlara selam
vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir.”[9] Ailenin
kişiliği olmadığı için onun bir başkanla temsil edilmesi de söz konusu olamaz.
Oysa ülkemizde ailenin başkanı kimdir; kadın mıdır, yoksa erkek midir, diye yapılan
tartışmalar sürüp gitmektedir. Ayette ise “Eğer ana ile baba aralarında danışıp
anlaşarak çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara bir günah yoktur.”[10],
buyrularak, aralarında ortak olan çocuk hakkında görüş birliği ile birlikte karar
vermeleri istenmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, kocanın alanı olan yerlerde
yapılacak şey hakkında karı kocaya uyarak onun verdiği karar doğrultusunda hareket
edecektir. Bu defa koca da karının alanı olan yerlerde ona uyup onun verdiği karar
doğrultusunda hareket ve davranışlarda bulunacaktır. Şu halde bir ailede üç türlü
karar var demektir. 1- Kocanın bileceği işlerde kadın eşine tabi olup ona uyacak. 2-
Kadının bileceği işlerde kocası eşine tabi olup ona uyacaktır. 3- Her ikisinin
ortak olduğu işlerde de birlikte karar vererek uygulama yapacaklardır. Son söz
olarak yerküresinde yaşayan tüm insanları şu anda karşımda görüyor gibi olduğum
için, gelin diyerek, birey-toplum, fert-devlet, ulus-(aileler) ve ülke dengesini yeniden
kuralım diye hitap etmek istiyorum ve herkese başarılar diliyorum. Allah’a emanet
olunuz. [1] Hud 11/ 73; Araf 7/ 98; Kehf 18/ 77; Ahzab 33/ 13 [2] Kamaleddin Birsen, Medeni Hukuk Dersleri, s, 162 [3] Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, s, 34 [4] Enam 6/ 102 [5] Ahzab 33/ 72 [6] Hak Dini Kur’an Dili, V, 3934. [7] Rum 30/ 41 [8] Şatıbi,
Muvafakat, II, 5; Ahmet Hamdi Akseki,İslâm, Matbaa-i Ebuzziya istanbul-1943, s. 289 dn.
1; İsmail Hakkı izmirli, Anglikan Kilisesine Cevap Türkiye Diyanet Vakfı Yayın [9] Nur 24/ 27 [10] Bakara 2/ 233
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |