. | ARAP
ÜLKELERİNDE CEREYAN EDEN OLAYLAR
Yerçekimi kanununu yani düşmeyi koyan Allah’tır, vücut
sıcaklığını yani bünyedeki ısıyı koyan Allah’tır, toplumdaki üretimi,
tüketimi, alış verişi ve paylaşımı, insanların toplum halinde yaşamalarını ve bütün
bunların kanun ve kurallarını koyan Allah’tır. Varlık âleminde gerek fizik ve fen
kuralları olsun, gerekse sosyal ve hukuk kanun ve kuralları olsun bunların her ikisine
de sünnetüllah adı verilir. Bu her iki kanun da din ve bilim yoluyla öğrenilir. Bu
dine ve din kanunlarına dayalı olarak irade ile meydana getirilen olaylar ile bilime ve
bilim kanun ve kurallarına dayalı olarak meydana gelen olayların her ikisi de sünnetüllahtır.
İşte biz insanoğluna bu dünyada düşen, iki bilgi kaynağı olan Allah’ın koyduğu
din ve bilim kanun ve kurallarını bulup öğrenip ona göre uygulama yapmaktan
ibarettir. Zira Elmalılı merhumun dediği gibi
"gerçekten Allah Teâlâ, âlemlerin rabbi olduğundan,
kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir."[1]
(Hak Dini I, 126). Yerçekimi
kanununun bir gereği olarak her cisim bulunduğu yerde durur. Bu demektir ki, onun
ağırlık merkezi kendi içerisinde bulunur. Eğer ağırlık merkezi, cismin dışına
çıkarsa bu taş, insan veya başka bir şey ne olursa olsun, düşer ve yuvarlanır.
Yani bulunduğu hal ve durumu bozulur. Vücut
ısısını da insan ve hayvanların bünyesine koyan Allah’tır. Bünyede tam denge
varsa ve tüm hücreler ve organlar görevlerini yerine getiriyorlarsa bu bünye sağlıklıdır,
denir. Eğer arıza varsa ve bir enfeksiyon söz konusu ise bu
bünyenin dengesi bozulur, ısısı yükselir ve vücudun ateşlendiği görülür. Cisimlerde
olduğu gibi bazen toplumlar da hareketlenir, yuvarlanır, düşer ve ateşi yükselip
hastalanır; kargaşa çıkar, ortalık karışır, sonra da ya düzelir, ya da bozulur.
Bunun için toplumdaki sosyal, siyasal ve ekonomik alanlar için konulmuş olan dengelere,
kanun ve kurallara uymak gerekir. Doğal-İlahi bir düzenin kanun ve kurallarına
uyulduğu zaman dışarıdan gelen etkiler ve kışkırtmalar zarar veremez. Bilim ve din
kurallarını bünyesinde birleştirip ona göre hareket eden birey ve toplumlara kimse
bir şey yapamaz. Çünkü Kuranda böyle olan bir görevli misyon sahibi kişinin (ve
dolayısıyla toplumların) Allah’ın koruması altında olduğu bildirilmektedir.[2] Eğer
bir toplumda halk, âlimler cahiller, teorisyenler pratisyenler, zenginler fakirler, üst
tabaka alt tabaka gibi kısımlara ayrılır ve toplumu meydana getiren bu kesim ve
kısımlar arasında uçurumlar bulunursa o toplum sağlıklı değildir, karışmaya ve
kargaşaya hazırdır ve sosyal patlamaya aday durumundadır. Mesela gelir dengesi
anormal, çok farklı ve geçim vasıtalarının dağılımındaki bozukluklar, toplumu
sarsar ve tehlikeye sokar. Kuranda geçim vasıtalarını gereği gibi kullanmayıp
bunların hukukuna riayet etmeyen toplumların helak olduğundan bahsedilmektedir. “Biz,
geçimlikleri hakkında kural dışına çıkıp taşkınlık yapmış nice şehir
halkını helak ettik.”[3]
Ayetin aslında geçen “batırat” kelimesi hakkında Rağıb şunları söylemiştir.
Bu kelime, nimeti kötüye kullanmak, hakkına riayet etmeyi ihmal etmek ve uygun olmayan
yerlerde harcamaktan kaynaklanan bir tür hastalık halidir.[4]
Bu ayetin anlamına Türkçemizdeki “biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar”
özdeyişi çok uygun düşmektedir. Böylece bir toplumda tüketim işlerinin çok
önemli bir mesele olduğu ortaya çıkmaktadır. Onun için İslam ekonomisinde üretimde
mülkiyet, tüketimde ise şüyuiyet esastır. Bu demektedir ki, gelir dağılımındaki
dengesizlikler, paylaşım ve tüketimdeki adaletsizlikler sosyal patlamalara sebep olur. Bu
esasları söyledikten sonra Arap ülkelerindeki hareketlere gelecek olursak bunların
çok doğal olduğunu söylemeliyiz. Bir defa şu tespiti yapmamız gerekir ki, İslam
ülkelerinin hiçbirisinde insana yakışır ve topluma yakışır bir
özgürlük-hürriyet yoktur. Hâlbuki insan doğarken hür olarak, özgür olarak doğar.
Fakat insanı dengeleyen yine insan olduğu için insan, insanı köle yapar. İslam hukukçuları
bin seneden beri insanda asıl olan ve esas olan özelliğin, onun hür olduğu ve hürriyetine
sahip olduğunu söylemişlerdir.[5]
Oysa Fas, Cezayir, Mısır, Libya… ve Yemen gibi ülkelerde halkın hürriyetine sahip
olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu ülkeler, sahip oldukları idari yapı yüzünden
sanki sömürge ve koloni ülkeleri gibi olmuşlardır. Yönetimde olan parti, aile ve kişiler
yüzünden sanki yabancı düşman bir ülkenin buyruğu altında gibi yaşamaktadırlar. Dini özgürlükleri, ekonomik özgürlükleri
ellerinden alınmıştır ve despot, vurucu demir yumruklarla “sulta” tarafından yönetilmektedirler.
Mesela Tunus’ta kadınlar başlarına bir örtü alma hakkından bile mahrum olup
sokağa açık-çıplak olarak çıkmaya mahkûm edilmişlerdir. Din özgürlüğü
derseniz o hiç yoktur. Zaten bu ülkelerdeki gösterilen pankartlara bakacak olursak
onlarda “freedom” (özgürlük) yazıldığını görür, dillerden de “hurriyet”
“hurriyet” kelimelerinin hep tekrar edildiğini duyarız ve duyuyoruz.
İkinci
olarak da bugün sadece Arap ülkelerinde değil, tüm dünya toplumlarında görülen,
hak, hukuk ve adalet eksikliği ve yokluğudur. Devletin asıl vazifesi hak ve hukuku gözetmek,
yani adalet dağıtmak, herkesin yaşamasını temin ederek gelir dağılımında denge
sağlamaktır. Hâlbuki çağdaş devletler, halklarına adalet uygulamakla beraber aynı
zamanda zulüm yapmaktadırlar. Onun için eğer bir vatandaş veya birçok kimseler, aç
olduğu için dilenmeye mecbur kalıyorlarsa bu devlet zalim bir devlettir. Çünkü adil
bir devlette geliri olmayan vatandaşlara bütçeden maaş bağlanır. Eğer bir ülkede
evleri olmadığı için gecelerini mezarlıklarda, parklarda veya sokaklarda geçiren
kimseler varsa o ülkede zulüm vardır. Eğer bir ülkede devlet, şu veya bu alandaki
memurlara bir sebep ve hikmete dayanmadan diğerlerinden daha çok maaş veriyorsa o
devlet, zalim bir devlettir. İmtihanı
kazanamadın diye öğrenciyi eğitim ve öğrenimden mahrum etmek, onun en doğal
hakkını elinden aldıkları için bu bir zulümdür. Malı ve parası olmadığı için
vergi mükellefi olmadığı halde bir kişiden dolaylı olarak vergi almak zulümdür.
Dini, inancı, dili, cinsiyeti, görüş ve kanaati ne olursa olsun vatandaşları
arasında ayrımcılık yapan devlet zalim bir devlettir. Giyim kuşama, kılık ve
kıyafete şekil vermek zulüm olduğu gibi, başları zor ile polis gücü ile veya
dipçikle baskı ile açtıran veya örttüren devlet, zalim bir devlettir. Zulüm,
hukukun dışına çıkmak, zalim de hukuk dışı muamele yapan kişi veya kurum
demektir. Hukuk ise başkanların, liderlerin, ağaların ve paşaların istek ve
arzuları değil, kişiliği olan bir yerleşim biriminde yaşayan insanların
yaptıkları toplum sözleşmesinden ibarettir. Toplum demek, devlet demek de onu meydana
getiren alanlardaki adalet ve dengeleri koruyan bir uzviyet demektir. Hukuk dengelerini ve
adalet dengelerini koruyamayan toplumlar ve devletler dengesizleşir, dengeleri bozulur ve
kargaşa ortaya çıkar. İşte bugün Arap ülkelerinde görülen ve olan da budur.
Zulüm ve haksızlıklar doyma haline gelirse toplumda patlamalar meydana gelir. Arap
ülkelerinde olanlara “sevre” yani ihtilal, isyan, ayaklanma ve başkaldırı
diyorlar. Hayır, bu bakış açısı yanlıştır; bu bir dolmadan dolayı taşmadır,
şişmeden dolayı patlamadır ve son derece de doğaldır ve normaldir. Zira zulüm abad
olmaz; zulüm sonsuza kadar gitmez. Arap
ülkelerinde olan olaylar, domino etkisi yapıyor diye hiçbir kimseyi şaşırtmasın. Az
önce de söylediğimiz gibi bunlar, son derece doğal ve normaldir. İnsanlar ve
toplumlar birbirinden etkilenir, üzüm üzüme baka baka kararır, derler. İnsanlar
birbirinden gelenek ve görenek alışverişinde bulunsunlar diye yerleşim alanlarında
birim birim toplum toplum olarak yaşarlar. Bize göre dengelerini kurmuş, hiçbir alanda
eksik ve aksaklık görülmeyen ve adalet dağıtan doğal bir toplum ve devlette
dışarıdan gelen hiçbir etki, halkı harekete geçiremez ve orada ülke çapında
olaylar meydana getiremez. Görülen bu domino etkisi gibi birbirini takip edene olaylar,
hem iç dinamikler ve hem de dış dinamiklerden kaynaklanmaktadır. Burada BM, AB ve ABD
nin etkisi ve katkısı tabii ki vardır ve olacaktır. Fakat bünyesi sağlam olan bir vücuda
dışarıdan gelecek mikroplar asla zarar veremez. Arap ülkelerinde iç ve dış etki ve
etkilenmeler birleşince bu olanlar olmuştur ve daha da olacaktır. Bu meydana gelen
olayların içten kaynaklanma sebepleri açıkladığımız üzere baskılar, gelir ve
adalet dağıtımındaki dengesizlikler olduğu gibi ayrıca dil, din ve kültür birliğine
de dayanmaktadır. İnsan için
dil, çok önemli bir araçtır. Çünkü dil, düşünceye, düşünce de hareket ve
davranışlara siyasi, sosyal ve ekonomik olaylara zemin teşkil eder. Zaten aynı dili
konuşanlar arasında bir bakıma kültür birliği var demektir. Aslında dil, aynı
zamanda hayatın ve düşüncenin bir aynasıdır. Hayat değiştikçe düşünce, düşünce
değiştikçe kültür, kültür değiştikçe de dil değişir. Tunus’ta siyasi düzene
karşı başlayan bu hareketin bütün Arap dünyasına yayılması, adeta bir domino
etkisi yapmasında dilin, kültürün ve yaşanan hayatın çok önemli katkısı vardır.
Yerküresinin bir tarafında meydana gelen bir hareket, sallantı ve zelzele mekân yakınlığı
dolayısıyla depremin sismik stresini komşu bölgelere de taşır. Yani domino
taşlarının birbirini etkilediği gibi komşu yerleri ve toprakları da etkiler. Aynı dili, aynı kültürü ve aynı hayatı
yaşayanlar da birbirinden etkilenirler ve birinde başlayan bir hareket diğerlerine de
yayılır. İşte Arap ülkelerinde olan da budur ve böyledir. Söylendiği
gibi Türkiye’nin de örnek olduğunu veya örnek alınacağını sanmıyorum. Zira bu
ülkeler ile ülkemiz arasında aynı dine mensup olmamıza rağmen, dilimiz farklı
olduğu için kültür farkı da vardır. Bunlar demokrasi istiyor, Tr de demokrasi ile yönetiliyor
denilecek olursa, demokrasinin kitabı olmadığı için, demokrasi ile yönetilen
ülkelerden hiçbirisinin diğerine benzemediği görülmektedir. Zaten her zaman Türkiye’nin
kendine özgü şartları vardır, denilmiyor mu? Ayrıca demokrasi denilen şeyin Arap
ülkeleri için çıkılması gereken bir basamak olduğu iddia edilse bile, hem Türkiye’nin
hem de tüm dünyanın bizim gerçek demokrasi dediğimiz, bisikletin ön ve arka
tekerleklerinde olduğu gibi, birey toplum, fert ve devlet dengelerini kurmuş gerçek
demokrasiye ihtiyacı vardır. Çünkü demokrasi yapısının restoreye ihtiyacı olduğu
da bir gerçektir. Netice
olarak birey olsun, toplum olsun, fert olsun devlet olsun, doğal bir yapıya sahiptir.
Bunların fiil ve işleri, hareket ve davranışları da doğal ve tabii olmalıdır.
Diğer varlıklar için tabiatta nasıl doğal bir hayat varsa aynı şekilde birey ve
toplum olarak yaşayan insan için de öyle doğal bir düzen ve doğal bir siyasi yapı
vardır veya öyle olması gerekir. Ancak bugün Rönesans medeniyetinin dizayn ettiği
toplum şekli ve siyasi yapı, bu doğallıktan uzaktır. Bu demokrasi binası hilalden
daha çok haça benziyor. Mesela kuvvetler ayrılığı diye bir yalan olarak
uydurdukları ve her üçünü de iktidardaki partinin tek elden yapıp yürüttüğü
yasama, yürütme ve yargı teraneleri de bir teslis ve üçlemeden ibarettir. Toplumu
yönetme işi, bilim ile fıtrata ters düşen değil, onunla uyum sağlayan hukuka
dayanırsa o toplum, doğal bir idareye sahip demektir. Her doğal hareket, ilahidir ve
her ilahi olan da zaten doğaldır. Aile gibi doğal bir uzviyet olan devleti ve toplumu
koyan Allah’tır. Sadece Arap ülkeleri değil, dünyadaki tüm ülkeler, devlet
yönetiminde doğalı yakalayabilirlerse kargaşa olmaz, halk hareketleri meydana gelmez,
yöneticiler ve idareciler milletleri tarafından devrilmezler. Onun için bugün tüm
insanlık âleminin, bu demokrasi yönetimlerinin eksik ve aksaklıklarını düzeltip
tamamlama gibi bir görevi vardır. Biz bunu söylemekle kendi görevimizi yerine getirmiş
kabul ediyoruz. [1] Hak Dini I, 126 [2] Maide 5/ 67 [3] Kasas 28/ 58 [4] Rağıb el-İsfahani, Müfredat, “batar” maddesi [5] Bürhaneddin el-Merğınani, el-Hidaye, II, 128; Kemalüddin İbn-ül Hümam, Fethulkadir, IV, 417 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |