. | YENİ BİR İLME DENGE VEYA DENGELER İLMİNE İHTİYAÇ
VAR
İnsanlık
âleminin gelip tıkandığı bu çıkmaz sokaktan, etrafı sanki dört bir duvarla
çevrilmiş olan bu kapalı alandan bir çıkış yeri mutlaka bulunmalı veya bu kapalı
ve kilitli kapıdan geçebilmek için elimizde mutlaka bir anahtar olmalıdır. Bize göre
bu Rönesans medeniyeti, ömrünü tamamlamak üzeredir, enerjisi tükenmiştir ve bu
batı dünyasının akşam yıldızı artık parlamaz olmuştur. Zira bu para ekonomisi,
krizden krize koşuyor. Çünkü para ekonomisine değil, mal ekonomisine ihtiyaç vardır.
Sosyal hayatta, aile hayatında da her gün artan bir hızla çöküşler yaşanmaktadır.
Zira bu çekirdek aile, artık normal ailenin yükünü taşıyamaz hale gelmiştir.
Siyaset demişsiniz, iktidar ile muhalefet ikileminin kıskacı altında bir nevi kişilik
zaafına uğrayan politikacı, iktidarda iken ak dediğine, koltuğu bırakınca kara
demeye başlamıştır. Zira insan psikolojisine ters düşen, bu merkezden yönetim
şeklinde merkez diyerek mahallin kendi işini, yerel faaliyetlerini merkeze,
başkalarına, yani yöreyi tanımayan ellere bırakan ve yönetimde çoğunluk diyerek,
ben % 51 güce sahibim, o nedenle % 49 u bile yok sayarım felsefesine dayanan çarpık
bir demokrasi anlayışı vardır. Oysa yerinden yönetim, yerleşim birimlerinin
işlerini kendi sahiplerine verdiği ve yaptırdığı gibi, yönetimde nispi temsil
sistemi de herkese kendi gücü oranında hakkını kendilerine teslim etmektedir. Bu var
olan daha bir sürü eksik ve aksaklıkları sayıp dökmek mümkündür, ancak buna
ihtiyaç yoktur. Çünkü bu sosyal, siyasal, iktisadi ve idari yapının çarpıklığı
iyice ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kuranı
Kerimde Allah Teâlâ’nın gökleri yükseltip mizanı-dengeyi koyduğundan
bahsedilmektedir.[1]
Şu halde kâinatta, yeryüzünde ve varlıklar âleminde bir denge vardır. Böylece
hayvan, bitki ve cansız gibi varlıklarda denge var olunca onun insan toplumlarında da
var olması kaçınılmazdır. Onun için bireyle toplum, fert ile devlet arasında bir
dengenin varlığından söz edilmelidir. İlim ile din arasında çelişki ve zıtlık
değil, tam bir uyum ve ahenk, bir mizan ve denge zaten mevcuttur. Denge
nedir diye sözlüklere baktığımız zaman konumuzla ilgili olarak şöyle bir açıklama
yapıldığını görüyoruz. Karşılıklı iki kuvvetin denkliği haline muvazene veya
mizan derler. Çeşitli uzuvlar ve unsurlar arasında bulunan uyuma da denge
denilmektedir. Buna göre insan bünyesine baktığımız zaman solunum, sindirim,
dolaşım ve boşaltım sistemleri arasında da tam bir uyum ve ahenk yani bir denge görürüz.
Diğer taraftan insan, tek cepheli, tek yönlü olan bir varlık değildir. İnsanın
dini, ilmi, ahlaki, felsefi, siyasi ve iktisadi bir takım yönleri ve alanları da
vardır.[2]
Aslında insanın ruh ve beden olmak üzere temel iki farklı yönü olup bunları din ve
bilim alanları olarak ifade ediyoruz ve bütün bunlar arasında bir denge vardır,
diyoruz. Çok
eskiden peygamberlerin yönettiği toplumlarda din, bilim, hukuk ve ahlak, teori ve
pratik, daha doğrusu insanın ve toplumun tüm alanları bir elde toplandığı için
bunlar arasında bir uyum ve ahenk vardı, toplumun unsurları arasında denge
sağlanıyordu. Fakat bu alanlar ve insanla toplumu meydana getiren bu meleke, özellik ve
kurumlar zamanla birbirinden ayrıldı. Hasan
Ali Yücel bu konuda şöyle demektedir.[3]
İlk dönemlerde din, felsefe, ilim, ekonomi ve matematik... gibi disiplinler hep bir
arada beraber bulunuyorlardı; daha henüz ayrılma meydana gelmemişti. Felsefenin
dinden, ilimlerin de felsefeden tamamen ayrılması daha sonraki asırlarda olmuştur. Felsefe uzun yüzyıllar bütün bilimleri kendi
bünyesinde tutmuş ve birleştirmiş bir halde idi. İlk filozoflar, ilk bilginler
olduğu gibi, ilk bilginler de ilk filozoflardı. Fakat sonraları ilimler yavaş yavaş
felsefeden ayrılmaya başladı. Bilimlerin felsefeden ayrılıp kendi özgürlüklerini
ilan etmeleri kendi terim, tarif ve tasniflerini ortaya koymaları hemen ve kolayca olmuş
bir şey değildir. Bu süreç asırlarca sürmüştür. Mesela matematik M.Ö. 300 lere
doğru ilk defa felsefeden ayrılarak Eukleides sayesinde bağımsızlığını kazanan
bir bilim dalı olmuştur. Gerek Hıristiyan ve gerek İslam Ortaçağı düşünce ve
fikirde teferruatla uğraşma ve sadece zihin içinde araştırmalar devri olduğu için,
bilim, felsefeye ve ilahiyata-théologie’ye bağlı kalmıştır. Ancak Rönesans devri
gelince bu dönemde deney metodu ciddi olarak kullanılmaya başlayınca, fizik, kimya ve
biyoloji gibi ilimler, Galileo (ö. 1642), Lavoisier (ö. 1794) ve Lamarck (1829), Claude
Bernard (1878) ve Darwin (1882) gibi bilginler vasıtasıyla birer birer felsefeden
ayrıldılar. Böylece
ilim, din, felsefe, ekonomi ve diğer sosyal bilimler hep teker teker birbirinden
ayrılmışlardır. Hâlbuki bunların tüm birlikteliği birey ve toplumun varlığını
meydana getiriyordu. Artık bunlardan birinin diğerine ters düşmesi veya aykırı kural
ve kanunlara sahip olması işten bile değildi. Nitekim bir taraftan bu yeni bilim
anlayışı dini yok sayarken diğer taraftan da ekonomi ile ahlak biri diğerine ters düşüyordu.
Ayrıca bu alanlar, kendilerini diğerlerinden tamamen müstakil saymaları ile uyum ve
ahengi ortadan kaldırdığı gibi, kendi alanlarında da çelişki ve kargaşalar meydana
getirmiştir. Mesela eseriyle Nobel ödülü almış bulunan Samuelson terimlerin zulmünden
bahsetmekte ve buna şöyle bir örnek vermektedir. O, İktisat adlı eserinde aynen
şöyle diyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden
Robinson’a Jones, şunları söyler: “Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik
tüketimdir”. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz,
hakiki sebep eksik yatırımdır”, diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı
bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken
bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana
geldiğini anlayacaklardır.[4]
Buna göre ilimlerin ortaya koyduğu terimler tam yerli yerine oturmadığı için kavram
kargaşasına sebep olmaktadırlar. İşte
bunun için biz, ilimlerin hem kendi alanlarındaki çelişkileri ve hem de bu alanlar
arasındaki çatışma ve uyumsuzlukları kaldıracak bir denge fikrinin ve bir denge
ilminin kurulmasını istiyoruz. Mesela ekonomide hem bir taraftan marjinal faydadan
bahsediliyor, hem de diğer taraftan vasıtalı-dolaylı yoldan vergiler alınmaktadır.
Bu çelişkiden başka bir şey değildir. Zira bir fakirin bir kilo şekerde 1 TL. vergi
ödediği yerde zenginlerin zenginliklerine göre yüz, bin veya milyon ödemesi gerekmez
mi? Farjinal fayda kuralına göre fakirin parası daha değerli değil mi? İşte bunlar
bir alandaki çelişkilerdir. Alanlar arasında
da fayda-zarar, yanlış ile doğru da birbirine karışmış haldedir. Zira Şükrü Baban,
ahlaken doğru olmayan bir şeyin ekonomik bakımından faydalı olacağını iddia ederek
İktisat Dersleri adlı serinde aynen şöyle demektedir: “İktisat hadiseleri sırf
fayda zaviyesinden mütalaa eder. Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik
edersek hukuk olur. Ahlak bakımından düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için
afyon faydalıdır. Bu anlayış, -iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır-
prensibine uyar. Fakat ahlaken bu doğru olmayabilir.”[5]
Böylece ekonomi ile ahlak arasında bir uyum ve ahengin bulunmadığı, ekonominin ahlaka
ters düştüğü açıkça görülmektedir. Hâlbuki ekonomik bir olay ve ahlaki bir
davranış gelip insanda birleşmiyor mu? Birisi yaparken diğerinin yıkması olur mu? Ekonomi
ilmini geliştirdiği için Adam Smith bu ilmin babası diye anılmaktadır. İbn Haldun
da düşünce
sisteminin merkezini ilk defa kendisinin temellendirdiği “umran ilmi”ni bulmuştur.[6]
Adam Smith ile İbn Haldun ekonomi ve sosyoloji ilimlerini koymuş değildirler. Bu
ilimler onların bulmasıyla başlamış değil, insan toplumunun var olduğu günden beri
insanların hareket ve davranışlarında zaten mevcut olup yaşanan kaide ve
kurallardır. İnsanoğlunun bir kanun ve kural koymaya gücü yoktur. Dini ve din
kurallarını, bilimi ve bilim kanun ve kurallarını ancak Allah koymuştur. İnsana düşen
gerek dine ve gerekse bilime ait olan bu kanun ve kuralları araştırıp bulmaktan
ibarettir. Mesela İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde sosyal
olayların biyolojik bir grafik izlediğini devletlerin ve toplumların doğup
geliştiğini daha sonra da yaşlanıp çöktüğünü açık açık anlatmaktadır.[7]
Zaten yeryüzünde her şey bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde cereyan eder. O nedenle
ayette “Biz onun için yeryüzünde bir iktidar hazırladık ve ona her şeyin bir
sebebini verdik. Böylece o, bir sebebe tabi oldu.”, buyrulmaktadır.[8]
Bilim ve bilim kuralları, hep birbirine bağlı bir çeşit sebep sonuç zincir halkalarının
bir bileşkesinden ibarettir. Onun için bilim demek,
kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve etkileri konusunda aklın
ölçüleri çerçevesinde, tahsil ve tecrübe-deneme ile edinilen doğru malumat ve bilgi
demektir. Bilim, hayvan, bitki ve cansız varlıkların düzenlerini sağlayan kanun ve
kurallardır. Netice
olarak konuyu özetleyecek olursak kâinat dediğimiz varlıklar âlemi, insan, hayvan,
bitki ve cansızlar olarak dört parçaya sahip bir makine gibi çalışmaktadır. Sanki
diğer varlıklar hep insanlar için çalışmaktadır. Bu üç çeşit varlık, kendileri
için konulmuş olan kural ve kanunlar çerçevesinde durmadan çalışmaktadırlar. Bu
bakımdan insanın biyolojik bünyesi de bunlara benzeyip bir robot gibi hep bilim kullarına
uyup gitmektedir. Ruh ve beden gibi iki farklı yapıya sahip olan insanoğlunun
organları yani beyne bağlı olan faaliyetleri ise kendi serbest iradesine
dayanmaktadır. Bu bakımdan acıkmak, susamak ve üşümek gibi olaylar bilimsel, yemek,
içmek ve giyinmek ise dinseldirler. Çünkü birinciler irademiz dışında meydana
gelmekte, ikinciler ise bizzat serbest iradeyle yapılan işler olmaktadır. Acıkan bir
insanın yemek yemesi, din ile bilimin uyum ve ahengini gösterir. Eğer bu kişi bir Müslüman
ise onun domuz eti yemeyip koyun eti ile karın doyurması da onun din ile bilim arasında
bir denge sağladığını gösterir. İnsanların dışındaki varlıklar, öyle
programlanmış olduklarından dolayı kendi aralarında bir birlik, uyum ve ahenge
sahiptirler. İnsan da önce din ile bilim arasında sonra da toplumda var olan dini,
ilimi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi kurum ve alanlar arasında denge
sağlarsa birliğe ulaşmış tevhide ermiş olur. Bize göre insanın mutluluğu,
kurumlar ve alanlar arasındaki dengenin kurulmasına, uyum ve ahengin bulunmasına
bağlıdır. Onun için Halik ve mahlûk dengesine, dünya ve ahret dengesine, yöre ve
küre, birey ve toplum, fert ve devlet, din ve bilim dengesine ve dengelerine ihtiyaç
vardır. Yoksa insanoğlu bu eksik ve aksaklıklar içerisinde, bir takım arıza ve çelişkiler,
çarpık ve bozukluklar ortamında mutlu olamaz. [1] Rahman 55/ 7 [2] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, İst. 1942, Kenan Basımevi, s, 5 [3] Hasan Ali Yücel, Felsefe Dersleri, M. E. Basımevi, İstanbul-1966, s, 13 [4] Paul A. Samuelson, İktisat, Menteş Kitabevi, İstanbul-1970, s, 10 [5] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 7 [6] Tahsin Görgün, İslam Ansiklopedisi, İbn Haldun Maddesi. [7] İbn Haldun, Mukaddime, II, 105-137 [8] Kehf 18/ 84-85 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |