. | BİREY VE TOPLUM OLARAK ÖLÇÜ VE ÖLÇEKLER
Her canlı var olmak
ister, yaşayıp varlığını
sürdürmek ister. İnsan da canlılar arasında bulunan ve yaşayan bir varlıktır.
Hatta birey, bir canlı olduğu gibi, toplum da aynı birey gibi bir uzviyet, birey gibi
bir organizmadır ve canlıdır. Ancak canlı varlıkların hayatlarını devam
ettirebilmeleri için uymaları gereken bir takım ölçü, kural ve kaideler vardır.
Canlı varlıklar arasında en üst düzeyde olan insan ise bulunduğu mevkie ve
derecesine uygun bir şekilde, en yüksek seviyede ölçü, kural, biçim ve şekillerle
ve kıymet hükümleriyle donatılmıştır. Onun için birey ve toplum olarak, hep
mihenge, ölçü ve ölçeklere vurduktan sonra fikir ve düşüncelere sahip oluruz ve
her türlü hareket ve davranışlarımızı mihenk süzgecinden geçirdikten sonra,
ölçü ve ölçeklere vurduktan sonra uygulamaya koyarız; eğer böyle yapmazsak insanlığımızı
tam anlamıyla yaşamıyoruz demektir. Bir tek kişi, aynı
zamanda birey ve aynı zamanda toplumdur. Çünkü toplum bulunmadan bireyin ihtiyaçları
giderilemez. Bunun içindir ki, Allah, Hz. İbrahim’e tek kişi olduğu halde Kuran-ı
Kerimde “Muhakkak ki, İbrahim bir ümmet (toplum) idi”[1], buyurmuştur.
Elmalılı, tefsirinde “ümmet” kelimesini, “demek ki, ümmet, bir millet-i hâkime
eshabından müteşekkil olan heyet-i içtimaiyledir.”[2] diye bir açıklama
yaparak bugünkü “toplum” kelimesinin anlamını dile getirmiştir. Şu halde bir
insan, hem birey ve hem de toplumdur. Paranın yazı ve tuğra olmak üzere iki tarafı
olduğu gibi, insanın da bir tarafı bireysel, diğer
tarafı da toplumsal olmak üzere iki tarafı vardır. Böylece insan, bisikletin ön ve
arka tekerleklerinde olduğu gibi, birey ve toplum ayaklarına sahiptir. Bisikletin
tekerlekleri hem ayrı, hem de birlikte ve beraberdir. Biri olmadan diğeri çalışamaz.
Onun için İslam düzeninde birey ne kadar önemli ise toplum da o kadar önemlidir.
Çünkü İslam hukuk terminolojisindeki farz-ı ayn ve farzı kifaye terimleri, biri
bireyi ifade ederken, diğeri de toplumu dile getirir. Bu demektir ki, birey ile toplum,
fert ile devlet uyum ve ahenk içinde olmalıdır. Bisikletin ön veya arka tekeri
patlaksa veya havası kalmamışsa o bisiklet yürümez olur. Bireyin ak dediğine toplum
kara diyorsa; birey insan topraktan geldi derken, toplum maymundan geldi diyorsa; fert,
vergi üretimden alınır derken, devlet tüketimden de alıyorsa; birey eğitim-öğretim
sivil toplum kuruluşlarının işidir diye inanırken, devlet, “tevhidi tedrisat”
diyerek onu tekelleştirmişse; birey, malı millet üretir, para işlerine ise devlet
bakar derken, devlet, hayır ben mala da karışırım paraya da karışırım, özel
banka da olur, tüzel banka da, özel fabrika da olur tüzel fabrika da diyorsa ve öyle
uygulanıyorsa; birey, kanunu bilenler yapar, hükümetler ise onu uygular derken, bilen
bilmeyen kişilerin kanun yapımına katılıp parmakların kaldırılmasıyla kanun
yapılıyorsa yani bütün bu söylediğimiz örneklere göre artılarla eksiler,
yanlışlarla doğrular bir araya gelip toplanıyorsa bu toplumda bir kargaşa var
demektir, ölçü ve ölçekler çalışmıyor ve değer yargıları işlemiyor demektir. Birey-toplum, fert ve
devlet uyum ve ahengini bu şekilde dile getirdikten sonra ölçü ve ölçeklere, kıymet
ve değer hükümlerine gelecek olursak, bunlar, insan hareket ve davranışlarını formüle
eden kanun ve kurallardır. Birey ve toplum diye insanın iki yönü olduğu gibi, aynı
zamanda onun yine iki bilgi kaynağı vardır. Bunları bedensel bilgiler ve beyinsel
bilgiler ya da hükümler diye ifade edebiliriz. Bedensel bilgiler, duyularla anlaşılabilen
ve irademizin dışında çalışan kanun ve kurallar olup bunlar daha çok müspet ilim
adı verilen şeylerdir. İnsan vücudundaki solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım
sistemlerinin faaliyetleri buna örnek olarak gösterilebilir. İnsanın dışında,
tabiatta var olan bütün canlı varlıklar bu bilimsel diyebileceğimiz kurallara uyup
ona göre hareket ederler. Fakat el-ayak, göz ve
kulak gibi organlarımızın faaliyetleri ise kendiliğinden olmayıp özgür irademize
dayanırlar ve beyin merkezli bir fonksiyon olarak meydana gelirler. İşte insanı diğer
varlıklardan ayıran ve onu insan kılan asıl özellik budur. Onun için büyük İslam
hukukçusu Kasani, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliğin velayet-hukuk
olduğunu söylemektedir.[3] Çünkü bu hal, yani kıymet hükümlerine sahip
olma işi, diğer hiçbir canlı varlık ve hiçbir hayvanda bulunmamaktadır. Zira
insanın bedeninin yanında onun bir de iç dünyası vardır, aklı, fikri muhakemesi ve
vicdanı vardır. Zaten onun kendisini varlıklar arasında en üstün bir varlık yapan
asıl bu ruh ve metafizik dünyasıdır. İşte onu ölçülere, ölçeklere, değerlere ve değer hükümlerine sahip kılan yönü
budur ki, onun manevi tarafını ve dini tarafını meydana getirir. Şu halde insan, hem
dini ve hem de ilmi tarafı bulunan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde
yaşayan bir varlıktır. Bu sebeple o, batılı bir düşünürün de dediği gibi, ilmen
bulup faydalanır, fakat din ile yaşar.[4]
Onun için insanı, birey ve toplumu yönetip yönlendiren idare eden ve ölçü ve
ölçeklere uyduran, dinden beslenen, enerji ve girdilerini dinden alan beyninden başka
bir şey değildir. Zira din insanı, kendi içtihadı ile, toplumu da şura ve danışma
ile ölçülü ve ölçekli davranışlara götürür. Bu anlamda hukuk, birey ve topluma
ölçü ve ölçekler sunan hukuk, din
kültürüne dayanır. Hatta hukuk, sebep ve sonuç ilişkisi bakımından bir ilim olsa
da o, batılı bir yazarın dediği gibi, dinden başka bir şey değildir. Bir alman
hukuk bilgini olan M. P. Fabreguettes, Adalet Mantığı ve Hüküm verme sanatı adlı
eserinde bu konuda aynen şöyle demektedir: “Roma hukuk bilginlerinin uzun müddet
hukuku ilahi ve insani mevzuların ilmi olarak tarif ettiklerini unutmayınız. Bu tarifin
12 Levha zamanına ait olduğunu ve bilhassa şüpheli bir kehanet gibi yalnız
yapanların anlayıp izah edebildiklerini hukukun mukaddes mahallerden neşet ettiği çağın
ürünü olduğunu bilmez değilim. Bu devirden beri büyük ölçüde laikleştiğimiz şüphesizdir.
Medeni hukuk ebedi bir surette dini hukuktan ayrılmış bulunmaktadır. Kanunun
kaynakları artık bireylerin gözünden saklı değildir. Toplu vatandaşların gözü
önünde gürültülü fırtınalı bir yerde adeta bir meydanda imiş gibi doğuyorlar.
Artık mabetteki esrar yoktur. Hatta bu yokluğun fazla bile olduğu düşünülebilir. Fakat
buna aldanmayınız. Hukuk hala bir dindir. Yine tek başına canlılık ve kudretiyle
insanların hepsinin kalbinde hâkim bulunmaktadır.”[5] Ben de bu yazarın
dediklerine aynen katılıyorum; ancak şunu ilave etmek istiyorum ki, hukuk ve sosyal
bilimler dindir veya daha doğru bir ifade ile söylersek beşeri bilimler hakkındaki hüküm
ve bilgileri hep biz dinden alıp öğreniriz. Yalnız dinin, İslam dininin sosyal yönü
ve toplumsal yönü, hukuk ve ameli hükümleri illet ve sebeplere dayanmasıyla
tamamıyla bilimseldir. Bu beşeri hükümlerin bilim kural ve kanunlarından hiçbir farkı
yoktur. Mesela sert iki cismi birbirine vurduğunuz zaman ses çıkar. Birisi sert,
diğeri yumuşak olsa ses çıkmaz. Hava soğumadıkça ve gereken kıvama gelmedikçe kar
yağmaz. İslam devletinin vergisi olan zekât da böyledir. Fazla malı ve parası olan
bunların zekâtını-vergisini verir. Fakat fazla malı ve parası olmayan bir kimse ise
vergi vermez. Güneş batmadıkça oruç bozulmaz. Vakit gelmeden namaz kılınmaz. Yani
sebep olmazsa müsebbep olmaz, netice olmaz. Zaten ilim denilen şey de böyle olup bundan
başkası değildir. İşte bu
anlattıklarımızdan dolayı biz, yanlış ile doğruyu, faydalı ile zararlıyı,
adaletle zulmü iyi ve güzel davranışla, kötü ve çirkin davranışı hep dinden öğrendiğimizi
bir kez daha itiraf etmeliyiz. Çünkü bunlar değer yargılarıdır, eski ifadesiyle
kıymet hükümleridir. Konumuz açısından ise ölçüler, ölçekler, kanun ve
kurallardır. Doğal ve ilahi olan bu ölçü ve ölçekler, kanun ve kurallar ancak
dinden öğrenilir. Bunlar tecrübe, deney ve gözlemlerle, duyular ve laboratuvar vasıtasıyla
bulunup öğrenilecek şeyler değildir. Mesela
ilk insan peygamber olmasaydı ya da Allah bugüne kadar peygamberler göndermeseydi,
insanlar nikâh nedir, aile hayatı nedir, hak ve hukuk nedir, alış-veriş nedir,
barış nedir, devlet halinde beraber yaşama nedir, eğitim ve öğretim nedir,
kesinlikle bilemezlerdi. Allah’ın peygamberler gönderip yol göstermesi, biz insanlar
için bir rahmettir, merhamettir ve Rabbimiz Teâlâ’nın bize şefkatinden başka bir
şey değildir. Tarih boyunca ilim ve din
meselesi insanları çok meşgul etmiş bir konudur. İlgili eserlere baktığımız zaman
din ile bilimi birleştiren ve bağdaştıran kimseler olduğu gibi, bu iki kaynağı
ayıran veya birisini kabul ederken diğerini kabul etmeyen şahıs ve ekoller olduğunuz
görürüz.[6]
Mesela Leucippe, Democrite ve Epicure’den Karl Merks’a kadar uzanan çizgi sadece
bilimi kabul edip dini kabul etmeyen materyalistlerdir.[7]
Diğer taraftan Dekart gibi din ile bilimi kabul eden fakat bunları ayrı ayrı,
birbirinden tamamen bağımsız, alanları ayrı ve biri diğerine karışmaz olarak gören
filozoflar da vardır.[8]
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, din ile bilimi birbirini tamamlayan iki unsur
gibi görüp "İnsan ilimden faydalanır, fakat din ile yaşar. Parça bütünün
yerini tutamaz” diyen düşünürler de vardır.[9]
Hatta geleceğin değişimlerini din ile bilimin birleşip bu bileşke ilişkilerinde gören
bir yazar şöyle demektedir: “Tarihin gelecekteki seyrinin, bugünkü neslin ilim ve
din arasındaki münasebetle hakkında vereceği karara bağlı olduğunu iddia etmek bir
mübalağa sayılmaz.” O nedenle bugün biz de sosyal değişmenin faktörlerini ve
bunların fonksiyonlarını araştırdığımız zaman onları din ile bilimin
birleştirilmesinde bulmaktayız. Din ile bilim farklı
şeyler olsa bile din de insan için, bilim de insan içindir. Din de Allah tarafından
konulmuş, bilim de Allah tarafından konulmuştur. Bunlar arasında çelişkiler olamaz.
İnsan bir taraftan teknik hayatta bilimin kanun ve kurallarını uygularken diğer
taraftan da sosyal ve siyasal hayatta, idari, iktisadi ve aile hayatında dinin
kurallarını uygular. İslam tarihinde ilk defa Gazalinin hocası Cüveyni tarafından
dile getirilip açıklanan, makasıd-üş şeria yani hukukun amaçları ifadesi daha
sonra da Gazali ve Şatıbiler tarafından da tekrar edilmiş, insan hayatında zaruri
olarak bulunması gereken şeylerdir. Bunlar, dinin korunması, canın korunması, aklın,
neslin ve malın korunması olup birey ve toplum için gerekli olan şeylerdir. [10]
Bunları bugüne aktaracak olursak toplum
düzeninin korunması başta olmak üzere ilmi, içtimai, idari-siyasi, iktisadi ve ailevi
kurumlar akla gelir. Zaten hukukun amacı, Abdülhak Kemal Yörük’ün de Hukuk
Felsefesi Dersleri adlı eserinde dediği gibi herkesin hayrına çalışarak kamunun
yararını sağlamaktır. O, şöyle diyor: Hukuk kavramı, kıymetler kategorisine girer.
Hukukta hâkim olan kanun ve kural fikridir, yoksa hadise ve olay fikri değildir. Eğer
hukukta vakıa ve olay fikri hâkim olmuş olsaydı, bütün olayları reel olmaları
itibariyle kıymet bakımından eşit gören determinizme dayanan herhangi bir pozitif
bilim sahasında bulunmuş olurduk. Hâlbuki hukuk, vücudi hükümleri değil, kıymet hükümlerini
formüle eder. Olanı değil, olması gerekeni dile getirir. Kıymet hükümleri gayeleri
içerir. Hukukun gayesi ise hayır, ortak hayır ve kamu yararıdır.[11] Netice olarak şunları söyleyebiliriz ki, insanın
birey ve toplum olarak bulup uygulayacağı ölçü ve ölçekler, değer taşıyan hüküm,
kanun ve kurallar, ancak dinden alıp öğrenilir ve uygulanır. Zira tabiata, hayvan,
bitki ve cansız varlıkların sebep olduğu olaylara iyi-kötü, yanlış-doğru, güzel
çirkin vasıfları izafe edilmez. Onlar olsa olsa ancak nötr değer taşırlar. Ancak
insanın hareket ve davranışları öyle değildir. Müslüman kişinin yapacağı işler
ise bellidir ve onlara yanlış doru, faydalı zararlı, iyi kötü diye kıymet hükümleri
ile değerlendirmek mümkündür. Çünkü İslam şunları, şunları yapın, ama
bunları, bunları yapmayın der. Şu, şu yollardan gidin; fakat bu, bu yollardan
gitmeyin der İslam. Onun için hayvanlar bilimsel, insanlar ise hem dinsel ve hem de
bilimsel kanun ve kurallara uymak durumundadırlar. Mesela ipek böceği dut yaprağı
yer, fakat meşe yaprağını yemez. Çünkü onun hayatı ona göre programlanmıştır.
İnsana gelince o da koyun, keçi, deve ve sığır gibi hayvanların etlerini yerken
domuzun etini yiyemez. Çünkü aynı boyutta olan canlılar birbirini yemezler. Zira
domuz, yeme ve içmede insana benzerliği olan et, ot ve her şeyi yiyen bir canlıdır. Bize göre bedenin
faaliyeti bilimsel, beynin faaliyeti ise dinseldir. Göz-kulak, el ve ayak gibi organların
faaliyeti beyin merkezine yani iradeye tabidir. Bedenimizin, midemizin ve iç organlarımızın
merkezi, onların faaliyetini sağlayan merkez ise kalptir. İşte bu sebepten dolayı bir
yiyecek ve içeceği ağzımıza götürüp koymak dini bir olay, ağzımız ile başlayan
sindirim olayı ise bilimsel bir faaliyettir. Bilimsel olaylar, bilimsel kanun ve
kurallarla, dinsel olaylar da dinsel kanun ve kurallarla çalışır. Onun için insan açısından
biyolojik bünyenin merkezi olan kalp, organik bünyenin ve iradenin merkezi olan beyin ve
sosyal bünyenin merkezi olan devlet çok çok önemli olup bunlar hayatın temel
direkleridir. Kalp bir an bile durmamalı, yoksa beden gider; beyin bir an bile sarhoş
olmamalı, yoksa insanın hareket ve davranışları bozulur, devlet de bir an boşta
kalıp sosyal bünyede kargaşa olmamalıdır. İşte sahabeler bunu çok iyi bildikleri
için Hz. Peygamberin na’şını toprağın altına koymadan kendilerine bir başkan seçtiler.
Yoksa onlar, bazılarının iddia ettikleri gibi, koltuk ve iktidar peşinde koştukları
için cenazeyi bırakıp halife seçimi ile meşgul olmadılar. [1] Nahl 16/ 120 [2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hak Dini Kuran Dili, I, 508 [3] Alaüddin Ebu Bekir b. Mesud el-Kasani, Kitab-ü Bedaiu’ssanai, IV, 160 [4] A. N. White, Secience And The Modern World, Cambridge, 1930, s, 224 [5][5] Adalet Mantığı ve Hüküm Verme Sanatı, Yeni Cezaevi Matbaası Ankara–1945, s. 19
[6] Abdülhak Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul Remzi Kitabevi 1944, I, 360; II, 263 [7] Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul Sönmez Neşriyat, 1962, s, 28-40 [8] Emile Boutroux, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, (tercüme: H. Katipoğlu) İstanbul, M.E. B. 1988, s, 19 [9] A. N. Whitehead, Secience And The Modern World, Cambridge, 1930, s, 224 [10] Ebu’l Meali Abdülmelik el-Cüveyni, el-Bürhan Fi Usul-il Fıkh, Nşr: Abdülazim Mahmud ed-Dîb, Dar-ul Vefa, 1999, II, 602-602 [11] Abdülhak Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul-1952, s, 77 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |