. | KURAN ve SERBEST PİYASA EKONOMİSİ
Bu
makalemizde öncelikle Kuran ve ekonomi arasında nasıl bir ilişkinin var olduğunu
anlamaya, sonra da Kuran bağlamında serbest piyasa ekonomisinin izlerini sürmeye çalışacağız.
Hemen söylemeliyiz ki, muhatabı insan olmakla beraber Kuran-ı Kerim, Allah, melek,
Peygamber, ahiret, insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklardan bahseden ve kâinatı
tanıtan ilahi bir kitaptır. Yani Kuran, var olan, varlığı duyularla anlaşılabilen
her şeyden söz ettiği gibi, duyular ötesi varlık ve olgulardan da bahseder. Bu
bakımdan Kuran’ın bir ekonomi kitabı olduğunu söyleyemeyiz ama Kuran’da ekonomi
var mı, yok mu gibi bir soru sormanın da abesle iştigal olduğu görüşündeyiz. Ekonomiye
gelince, yerli ve yabancı kaynaklarda ekonominin onlarca tarifi yapılmakla beraber biz
ekonomiyi, ilgili olduğu şeyleri bünyesinde toplayan, başkalarını ise dışarıda
bırakan bir tarif olarak, “çalışma ve yaşama ilmi” ya da “çalışma ve yaşama
düzeni” diye tanıtmak istiyoruz. Ekonomi, bugünkü medeniyet tarafından bağımsız
bir bilim dalı olarak ayrılmakla birlikte, bize göre, daha henüz onun kanun ve
kuralları tamamlanamamış olup belki eksik ve aksaklıkları daha çok olan bir alandır,
diyoruz ve bunu iddia ediyoruz. Zaten bizce Rönesans Medeniyeti eşyada başarılı
olurken, insan ve insan bilimlerinde başarısız kalmıştır. Bir örnek vermek
gerekirse, Batı medeniyeti üretim ve tüketimi alabildiğine hızlandırmıştır. Fakat
bugün ülkemizde olsun dış dünyada olsun, uygulanmakta olan vergilerin hiçbirisinin
bilimselliği, akılcılığı, mantıkî tutarlılığı, insaf ve insaniliğinin var
olduğunu söyleyebilmek mümkün gözükmemektedir. Batı medeniyetinin hümanistliğinden
söz edilebilir, bu bakımdan onun insan merkezli bir sistem olduğu da kabul edilebilir.
Fakat burada söz konusu edilen hümanizmin, ilahi ve değersel olanı dışlamaktan
ibaret bir insancılık olduğunu hemen söylemek durumundayız; çünkü onun insancıl
olduğunu söylemek gerçekten cahil olmayı gerektirir. Bu nedenle batının ekonomi
anlayışını sadece İslamî anlamda sorgulamakla yetinmememiz, aynı zamanda insanî
anlamda da sorgulamamız gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü İslam’a
sığdıramadığımız bir düşünce veya sistemi insanlığa da sığdıramayız.
Çünkü İslam, fıtrat dinidir. Bundan dolayı medeniyet ve hayat Allah merkezli olduğu
kadar da insan merkezlidir, diyebiliriz. Kaynağı itibariyle ilahî, hedef kitlesi
itibariyle insanîdir. Dolayısıyla din, insanı yönlendirmek ve hayatını düzene
koymak için gelmiştir ki, buna ekonomik hayat da dâhildir. Bu nedenle Müslümanların
yaşadıkları hayatta haramların ve helallerin önemli bir kısmının ekonomik alanla
ilgili olduğunu söyleyebiliriz. 1.
Kuran’ın Ekonomik
Prensipleri ve Kapitalist Sistemle Mukayesesi Burada konuya
girmeden önce bakış açımızın iyi anlaşılması ve bu yazının bizim
anladığımız ekonomik dünyanın yörüngesinde faydalı bir şekilde dönebilmesi
için, bazı öngörülerimizin olması gerekir. Bu bakımdan dünya veya kâinat, doğal-ilahi
bir düzene sahiptir. Sanki insan, sahibi Allah olan ve tüm kanun ve kuralları Allah
tarafından konulmuş olan bu kâinat fabrikasında bir işçi olarak çalışmaktadır.
Bu işçiye düşen, araştırmalar yaparak, fabrikanın çalışma düzenini anlamak ve
şartların öngördüğü doğrultuda çalışıp üretmektir. İnsan için bilgi edinme
vasıtası ve alanı, din ile bilim kaynaklarıdır. Bilim, duyularımıza hitap eden,
laboratuara girebilen madde ve olayların kanun ve kurallarıdır. Din ise içimize hitap
eden ve kabullerimize dayanan hareket ve davranışlarımızın kaide, kanun ve
kurallarıdır. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği, iç içe geçtiği düzlemde
yaşayan bir varlıktır. Çünkü insanın bünyesinde iradeli ve iradesiz hareket ve
davranışlar toplanmış bulunmaktadır. İnsan acıkır, terler, yorulur ve üşür;
yani onda irade dışı olaylar cereyan eder. Bunlar din değildir ve din açısından bir
sevaplığı ve günahlığı yoktur. Fakat yemek, içmek, giymek, çalışmak ve üretmek
hep irade ile yapıldıklarından dinin alanına girer ve dinin sevap günah, doğru
yanlış faydalı ve zararlı diye değerlendirmesine tabi tutulur. Çünkü dinin, bir başka
tarifi de iradeye dayanır; onun için irade ile yapılan her türlü hareket ve davranışlar
dinidir ve adeta bunlar, dinin bir toplamından ibarettir. Zira insan irade ile yapmış
olduğu her türlü hareket ve davranışlarından öbür dünyada sorguya çekilecektir.
Bu eylemler ise faydalı ve zararlı oldukları gibi, doğru ve yanlış, sevap ve
günah da olabilirler. İşte insan, ekonominin madde ve eşyaya bakan tarafını ilimden,
insana, birey ve topluma bakan tarafını da dinden öğrenerek bunları, birleştirir ve
böylece çalışma ve yaşama düzenini kurar. Din ile bilimin kuralları, Allah
tarafından konulmuş olup insana düşen görev, bunları bulup uygulamak, payına düşen
yetki ve sorumluluk çerçevesinde araştırıp geliştirmektir. Onun için birey
ve toplum olarak insanın, bu kurulu düzeni olumsuz yönde etkileyecek şekilde müdahale
etmeye, hakkı ve yetkisi yoktur. İnsanların istek ve arzuları din olmadığı gibi,
bilim de olmaz. Çünkü insan hayatı, kâinatın bir parçası, ekonomi de insan
hayatının bir parçasıdır. Zira kâinat, bir kanunlar ve kurallar toplamının
bileşkesi üzerinde yürümektedir. Hem bunlar hep birlikte birbiriyle bir şekilde
irtibatlıdırlar. Zira güneş bile insana musahhar (yani bedelsiz, ücretsiz ve karşılıksız
bir şekilde üretim yapmakla görevli) kılınmıştır. İnsan vücudu, nasıl
dengelerden ibaretse, insan hayatında da doğal-ilahi dengeler vardır. Maalesef bugünkü
medeniyet, insan hayatındaki alanların ayakta kalması ve denge kurulması için yapay sınıflar
ve suni taraflar oluşturmaya çalışmış, fakat bunlar, ekonomide fayda yerine zarar da
getirmiştir, diyebiliriz. Bu sebeple bize göre özellikle sosyal bilimlerde terim, tarif
ve tasnifler yeniden ortaya konmalı, kâinat kitabı yeniden okunmalıdır. İnsan vücudunda,
tıpkı kâinat ve ekonomik hayatta olduğu gibi üretim, tüketim, iş bölümü ve paylaşım
bulunmaktadır. Üretime tüm solunum, sindirim, kan dolaşımı ve boşaltım sistemleri
birlikte katıldıkları için tüketime de yine birlikte katılmaktadırlar. Mesela
üretilmiş bir mal olan kan, öyle bir şekilde paylaşılmaktadır ki, bünyede
kavga-dövüş olmadan, sınıf düşmanlığı yapılmadan, grev ve lokavt gibi hak alma
savaşlarına hacet kalmadan, bu sayede herkes kendi ihtiyacını en güzel bir şekilde
tatmin etmektedir. İşte Müslümanlar da ilim ve din ışığında, Kuran ve sünnet aydınlığında
bu vücut misali böyle bir ekonomik düzeni inşallah yeniden kuracaklardır. Kuranda “Allah,
alış verişi helal, faizi haram kılmıştır” (Bakara 2/ 275) buyrularak, İslam
ekonomisinin hem kapitalizm/liberalizmden hem de komünizm/sosyalizmden farklı olduğu,
ortaya konmuştur. Kapitalizmde bunların her ikisi de serbest, komünizmde her ikisi de
yasak olduğu halde, İslam kâr ve ticaretin
serbest, faizin ise yasak olduğunu bu ayetle ilan etmiş oluyor. Başka bir ayette de “Ey
iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret
dışında haksız sebeplerle yemeyin” (Nisa 4/ 29) buyrularak, serbest piyasa
ekonomisine işaret edilmiştir. Çünkü mal alım satımında taraflarda karşılıklı
“rıza” şartı aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’nin dediği gibi, gönülde
meydana gelen hoşnutluktur (İhtilaf-ul Fukaha, s. 146). Bu ise ancak arz talep
dengelerinin kendiliğinden kurulduğu, üretim ve tüketime müdahale edilmediği bir
sistemde ve piyasaya baskı yapılmayan, hele taban ve tavan fiyatlarını belirlemeyen ve
hükümetler tarafından narh konulmayan bir serbest ekonomi alanında gerçekleşebilir.
Ancak burada serbest piyasa ekonomisi derken de İslam ekonomisinin bütün alan ve
katmanlarıyla nevi şahsına münhasır, süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyiz.
İslam’da
üretimde mülkiyet esastır. Çünkü Kuran-ı Kerimde “İnsan için kendi çalışmasından
başka bir şey yoktur.” (Necm 53/ 39), buyrulmaktadır. Onun için herkes ürettiğine
sahip olacak ve sahibi olduğu malı da mesela bir tüccar, ihtikâr yapmadan, piyasa
fiyatı ile satacaktır. İnsan, emeğine de sahiptir; onun için işçilerin emeklerini
pazarlayan işçi sendikalarının İslam düzeninde yeri yoktur. Yalnız burada önemli
olan bir nokta daha vardır. Üretimi gerçekleştirenler, ürettikleri mallara sahip
olurken, tüketim ise o üretimin yapıldığı topluma aittir. Yani bu demektir ki, bir
malda, o malın üretilmesinde çalışsın veya çalışmasın herkesin hakkı
bulunmaktadır. Onun için İslam Toplumunda herkesin yaşama hakkı vardır. İşte Hz.
Peygamber, zıt gibi görünen iki hadisinde bunu ifade buyurmuştur. Hz. Peygamber, bir
taraftan devletin hukuki olarak, cebir ve zor ile alacağı hakkı ifade ederek "Gerçekten
malda zekâttan başka hak yoktur." (Ibn Mace Zekât, 3) buyururken, diğer taraftan
da bireyin kendiliğinden dini, ahlaki ve vicdani bir hak olarak vereceği bir sadakayı
kastederek de "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât
27, No: 659; Darimi, Zekât, 13) buyurmuştur. Ahmed Naim, bu iki hadisin uyumunu şöyle
sağlamıştır. Tirmizi’nin hak vardır rivayeti, sadakaya (yani Allah rızası için
fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik), İbn Mace’nin de hak
yoktur rivayeti zekâta (yani İslam devletinin aldığı vergiye) hamledilir (Ahmed Naim,
Tecrid-i Sarih, I, 314). Muhammed
Hamidullah, zekât kelimesi hakkında “ İslam kültüründe ise zekât tabiri, her yıl
devlete verilen vergi anlamında kullanılmıştır” (Modern İktisat ve İslam,
İstanbul–1963, s. 17) demek suretiyle, zekâtın İslam devletinin bir vergisi
olduğunu ifade etmiştir. “İslam ve Çağdaş Vergi Anlayışının Eleştirisi”
adlı araştırmamda da bahsettiğimiz gibi vatandaşla devlet arasındaki en önemli bağ
ve irtibat vergidir (www.enfal.de). Çağımızda
çocukların evcik oynadıkları gibi devlet yönetmek moda olduğu için, vergiler de
hükümetlerin elinde bir oyuncak enstrümana dönüşmüştür. Ne yazık ki, Rönesans
medeniyeti, devleti ve onun fonksiyonlarını tam tanıyamadığı için, devlet ticari
bir şirket mi, para ve ücretle çalışan bir kuruluş mu, yoksa doğal bir aile olarak
vatandaşlarına karşılıksız hizmet eden bir uzviyet mi bilememiştir ve
bilememektedir. Ekonomi kitaplarında verginin doğru dürüst bir tarifini ve niçin alındığının
gerekçelerini açıklayıp anlatan anlamlı cümleler bulunamamaktadır. Biz Hz.
Peygamber’in, “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve
birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman,
diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhari,
Edeb 27; Müslim, Birr 66) hadisine dayanarak, toplumun ve devletin sosyal sözleşme ile
değil, organik bir toplum olarak, devletin aile gibi doğal bir uzviyet olduğunu kabul
ediyoruz. Nasıl ki bir aile, kendi üyelerine hizmetini karşılıksız götürüyorsa,
devlet de vatandaşlarına görev ve hizmetlerini, ücretsiz ve bedelsiz olarak
verecektir. İşte buradan çıkacak netice şudur ki, devlet vatandaşlara vergi
aldığı için değil, veli olduğu için ve devlet olduğu için karşılıksız ve
bedelsiz hizmet eder prensibi ortaya çıkmaktadır. Eğer devlet ücretle çalışan
ticari bir kuruluş veya para ile çalışan bir kurum olmuş olsaydı, vergi ile hizmet
arasında bir eşitliğin bulunması gerekmez miydi? Hâlbuki böyle bir şeyin varlığı
asla düşünülemez. İslam anlayışında devlet velidir; üretime katkıda bulunduğu için
vergi alır ve o, bu vergileri toplumun hizmetinde harcar. İşte bunun için İslam
Ekonomisinde bütçenin giderler faslı, Tevbe Suresinin 60. ayetinde sekiz sınıf olarak
açıklanmıştır. İslam
ekonomisinde verginin sebebi, üretimdir ve vergi üretimden alınır. Bu, İslam hukuku
kitaplarında, fıkıh kitaplarında açıkça ifade edilmiştir. Bu demektir ki devlet,
üretime yapmış olduğu katkı karşılığı bölüşümden kendi hissesine düşen
payını vergi olarak almaktadır. Hâlbuki bugün vergi adı altında hem üretimden ve
hem de tüketimden vergi alınmaktadır. Böylece bilgi toplumu terimlerinin üretildiği
bir ortamda zıt iki şeyden aynı neticenin çıkarılması, bilime ve mantığa daha
doğrusu mantıksızlığa uygun gelmektedir! Bu anlaşılır bir şey değildir. Bu kadar
çelişki, bilgi toplumunda hem de devletler tarafından uygulanıyor, ekonomistler ise
susuyorlar. Her sistem kendi
bünyesi içerisinde çalışır, dediğimiz zaman bundan anlaşılacak şey, ekonomi
kendi alanında ahenkli olduğu gibi, toplumu meydana getiren hukuk, ahlâk ve ekonomi
gibi alanların da kendi aralarında uyum sağlamaları gerekir. Bunun içindir ki,
ekonomik olarak üretilecek malların dinen de meşru ve mubah olması ve hatta ahlaka
uygun düşmesi gerekir. Oysa Rönesans medeniyetinin veya kapitalizmin ekonomi anlayışı
ahlâk dışıdır. Bu konuda Şükrü Baban, İktisat Dersleri adlı eserinde
aynen şöyle demektedir: “İktisat, hadiseleri sırf fayda zaviyesinden mütalaa eder.
Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik edersek hukuk olur. Ahlak bakımından
düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için afyon faydalıdır. Bu anlayış,
-iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır- prensibine uyar. Fakat ahlâken
bu doğru olmayabilir.” (s. 7). Bu düşünce tarzı çok yanlıştır. Çünkü insan
bünyesindeki sistemler, birbirlerine ters düşmezler, uyum ve ahenk içinde çalışmak
zorundadırlar. İşte toplumdaki alanlar da aslında böyledir veya böyle olmalıdır.
Ekonominin evet dediğine bilim veya din hayır diyorsa, hukukun olur dediğine din veya
ekonomi olmaz diyorsa böyle bir toplumda alanlar arası uyum sorunu var demektir.
Neticede bu toplumda sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir hukuk ve sağlıklı bir
dini hayat olamaz. Zira bir organ hasta olduğu zaman bütün vücut ve bünye hasta olur.
Eğer ekonomik
hayat, dinin emir ve nehiylerine uyum sağlamazsa İslam’a göre böyle ekonomi sağlıklı
olmaz. Mesela insanlar, iş buluyor, alıp satıyor ve kazanıyor diye İslam ekonomisinde
içki Müslümanlar tarafından üretilemez. Çünkü Kuran’da “Ey iman edenler;
şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir.
Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık
ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık vazgeçtiniz
değil mi?" (el Maide, 5/90–91), buyrulmaktadır. Bundan dolayı Hz. Peygamber de içkiyi
üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın, satanın,
bundan gelir elde edenin, satın alanın, ikram edenin ve parasını yiyenin lânetlendiğini
bildirerek bu tür insanları ağır bir şekilde kınamıştır (Ebû Dâvûd, Eşribe,
2; Tirmizî, Büyû’, 58; İbn Mâce, Eşribe, 6). Ayrıca bugün
hemen hemen dünyanın çoğunda teori ve pratik olarak yürürlükte olan kapitalist
sistemin gelir dağılımında para da kiraya verilmektedir. Hâlbuki bu, kira bedeli
olan ve faiz denilen şey, hiçbir şeyin karşılığı değildir. Çünkü kâğıt
para denilen şeyin bizatihi değeri yoktur, o, bir mal gibi bir ihtiyacı giderme özelliğinden
uzaktır; ikinci olarak da para kullanılmakla yıpranmaz. Kira bedeli denilen şey ancak
yıpranmanın karşılığıdır. Kapitalist anlayışların baş göstermeye başladığı
XVI. Y.Yıla gelinceye kadar faiz, hiçbir din, hiçbir felsefe, hiçbir şahıs ve hiçbir
kurum tarafından meşru görülmemiş, yasaklanmış ve haram kılınmış olduğu halde,
ilk defa o, dünyada bir Fransız din reformcusu, kalvenizmin kurucusu Jean Calvin (1509–1564)
tarafından meşru sayılmıştır. Calvin'in faizi meşru saymasından sonra
Calvinistlerin beşiği olan Cenevre medeni kanunu, faizi yasallaştırdı. John Knox
İskoçya'da ve 8. Henry İngiltere'de faiz yasağını kaldırdılar... Calvin’den 50
yıl sonra Calvinist liderlerden Claudius Salmosius ise faizin önündeki bütün
engelleri kaldırdı. Ancak bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, bu gün dünyada faiz işletmeciliğinin
önde gelen dindarları Yahudilerdir ve Tevrat’ta onlara sınırlı bir izinden söz
edilir. Sadece Yahudi olmayanlardan faiz alınabileceği, Yahudi’den asla faiz
alınamayacağı yazılmıştır (
)
ki, bu muharref Tevrat’ın sömürgeci karakterine bir işaret kabul edilebilir. Sömürgecilerin
kendilerine reva görmediği kötülükleri başkalarına mübah sayan karakteri, buradan
kendine yozlaşma eseri de olsa dini bir temel bulabilmektedir. Faizi meşru göstermeye
çalışan batılı ekonomistler, bu konuda çok uğraş vermişlerdir. Enver İkbal
Kureşi, “Faiz Nazariyesi ve İslam” adlı doktora tezinde bunların en makulü gibi
görünen şu düşünceyi ileri sürdüklerini anlatır. Kişi, bir miktar parasını
birisine veya bankaya mesela bir yıl süreyle verdiği zaman, bu zaman zarfında o
parasını kullanma hakkından vazgeçmiş demektir. İşte bu kişi, parayı kullanma
hakkını bir yıl ona vermiş ve kendisi bu zaman boyunca kullanmadan mahrum
kalmıştır. İşte faiz, bunun karşılığıdır, demişlerdir. Makul ve mantıklı
gibi görünen bu açıklama, aslında para kullanılmakla yıpranmadığı ve
dolayısıyla değerinden bir şey kaybetmediği için bu açıklama yetersizdir. O zaman
biz de şöyle deriz, bu para öyle bir araçtır ki, kendisine bir eylem, bir risk veya
buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana getiremez. Bu parayı veren
kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi dolabına koysa, bir yıl sonra
dolabını açıp baksa parası üreyip çoğalacak mıdır? Burada parayı dolaba
koymakla, bankaya koymak arasında para sahibi kişi açısından ne fark vardır, hiçbir
fark yoktur. Öyleyse dolaptaki para bankada olduğu zaman niçin artıp çoğalsın ki?
Faizli düzenlerin bu faiz sebebiyle epilepsi hastalığına tutulmuş insanların kriz geçirdiği
gibi krize tutulacaklarını Kuran haber vermiştir. “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın
çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. (Yani kriz geçirerek ayakta dururlar.)
Bu, onların "Alış veriş de faiz gibidir." demelerindendir. Hâlbuki Allah alış
verişi helal, faizi haram kılmıştır.” (Bakara 2/ 275). Para hakkında
İslam ekonomisinde bir başka şey daha vardır. Bilindiği gibi para basma, İslam
geleneğinde devletin işidir, paranın (altın ve gümüş para olduğu için) gramı,
değeri ve değerinin korunması hep devletin denetimi ve gözetimi altında düşünülmüştür.
Böylece para hakkındaki tasarruflar, devletin uhdesinde olurken mal da adeta milletin ve
bireylerin olmaktadır. Yani malları millet kendisi hiçbir yer ve makamdan izin ve
ruhsat almadan arz ve talep, üretim- tüketim dengesi içerisinde eker, diker, üretir ve
pazarlayıp satar. Malların ne üretiminde, ne narhında, ne satımında ne de
planlamasında devlet görevli olmadığı gibi, para hakkında da bireyler ve halk görevli
değildir; devlet görevlidir. Çünkü Kuranda “namazı kılınız, zekâtı/vergiyi
veriniz ve Allah’a güzel bir şekilde borç (karz-ı Hasen) veriniz” (Müzzemmil 73/
20) buyrulmuştur. Burada “Allah’a veriniz” ifadesi, mecazi bir deyimdir. İslam
hukukunda “hukukullah” demek “amme hukuku” demektir. Şahıslara ait olmayıp kamu
yararı bulunduğu için bazı haklara bu ad verilmiştir. Bir toplumun nizam ve düzeni,
şeref ve bekası, ilerleyip yükselmesi de bu haklara bağlıdır. Bunlara, önemine
binaen böyle denilmiş ve Allah’a nispet edilmiştir (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı
İslamiyye, I, 226). Yani buradan netice olarak şu çıkıyor ki, bankacılık sisteminde
faizsiz banka esas olduğu gibi, özel banka olamaz, ancak devletin resmi bankaları
olacaktır. İslam ekonomisi, bir bakıma dengeler ekonomisi olduğundan bir
taraftan, birey-toplum fert ve devlet, alanları itibariyle birbirini dengelerken, diğer
taraftan da mal ile para da birbirini dengelemektedir; mal milletin, para ise devletindir.
Hz. Şuayb,
Medyen ve Eyke halkının peygamberi idi (Kurtubi, XIII, 135). Medyen halkı puta
tapardı. Şuayb Peygamber, onları tevhide davet etti. Onlar, ölçüleriyle, tartılarıyla,
kesik, silik ve vezni eksik (enflasyonlu ve fiyatı düşük) paralarıyla daima halkı
aldatırlardı (Tecrid, VII, 295–296). Şuayb Peygamber, halkına şöyle demişti: “Ey
kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yoktur. Ölçeği ve
tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir nimet (ve refah) içinde görüyorum ve
bir gün hepinizi kuşatacak bir azabın gelmesinden korkuyorum. Ey kavmim, ölçüde ve
tartıda adaleti yerine getirin. İnsanların eşyasını (mallarını ve paralarını)
eksiltmeyin. Bu ülkede bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin.” (Hud 11/ 84–85). Bu
ayetlere göre Şuayb Peygamber, insanların mallarını alıp satarken bilhassa adalete
riayet edilmesi, böylece terazi, metre, litre ve mühürlü ölçekler konusunda haksızlık
yapılmaması yönünde uyarmıştır. Ayrıca ve özellikle zamanımızdaki enflasyonu da
içine alacak şekilde eşyanın (yani mal ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi
konusunda da açık açık emirler vermiştir. Hûd suresinde geçen bu ayetlerin bir
benzeri Araf suresinde ve Şuara suresinde geçmiştir (Araf 7/ 85–93; Şuara 26/ 176–191).
Bu ayetlere
bakıldığı zaman Şuayb Peygamberin, bozulmuş olan bir ekonomiyi düzeltmek üzere
gönderilmiş olduğu, yaptığı tavsiyelerden ve aldığı önlemlerden anlaşılmaktadır.
Onun yaptığı en önemli şeylerden birisi de enflasyonla mücadeledir. Enflasyon, her
türlü haksızlığın ve ahlaksızlığın kaynağı olduğu için, altın ve gümüş
paraların etraflarından kırpmak suretiyle enflasyona ve tabii ki, haksızlığa
sebebiyet verdiğinden bunu yapanlara Şuayb Peygamber tarafından yasak getirilmiştir.
Zeyd b. Eslem’in rivayetine göre Medyen halkı, dirhem ve dinar gibi altın ve gümüş
paraların etrafından kesip kırparak, değeri eksik paraları halka sayı ile verirler,
halktan alırken de bu paraları tartarak alırlardı. Yine halkın sağlam paralarını
alırken sayı ile alıyor; kesilmiş, kırpılmış ve gramajı-değeri düşük paralarını
ise tartıya tabi tutuyorlardı. Bu ise insanların mal ve paralarında eksik ve
noksanlık yapmak demekti. Onların dirhem ve dinarları yani gümüş ve altın paraları
böyle yapmaları mala zayiat vermek ve dolayısıyla haksızlık etmekti. Medyen halkı
bu işe son vermedikleri için Allah, onlara azabını gönderip cezalarını verdi
(Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102; Aynî XII, 246; Tecrid, VII, 295–296).
Yani kaynakların bu ifadesini günümüz deyişine aktaracak olursak, Medyen halkının
enflasyon ve paranın değeriyle oynamaktan helak olduğunu söyleyebiliriz. İbn Abbas’tan
gelen bir rivayete göre bunlar, azgın-taşkın bir toplum idi. İnsanlara hep
haksızlık yaparlardı. Yabancı bir adam ülkelerine gelse, yol başlarına otururlar,
bu yabancı misafirin iyi-sağlam parasını elinden alırlar, senin bu dirhemlerin züyuf-kalp
diyerek, parayı kesip kırparlar, sonra da düşük fiyattan ödeme yaparlardı. Bu ise
bir haksızlıktı. Aslında onlar, sadece ölçü ve tartıda eksik ve noksan yapmaktan
değil, her türlü mali haksızlıktan menedilmiş oluyorlardı (Bkz. Alusi, Ruh-ul
Meani, VIII, 177). Kurtubi
tefsirinde ise şöyle denilmektedir: Onlar, dirhem ve dinarları kırpıp kesmekten
yasaklandılar ve bu yasağı dinlemedikleri için de helak oldular. Kendilerine haksız
menfaat sağlamak için sağlam paraların etrafından kırpıyorlardı. Sağlam paraları
sayı ile alıp verirken, kırpılmış paraları tartı muamelesine tabi tutuyor ve
tartıda eksiklik yapıyorlardı (Kurtubi, el-Cami li-Ahkâm-il Kuran, IX, s. 88).
Onlar, peygamberleri Şuayb’i dinlemedikleri gibi, üstelik alay ederek küstahça şöyle
diyorlardı: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi yahut
mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” (Hud
11/ 87). Onlar, böylece biz, mallarımızı dilediğimiz gibi kullanırız; keseriz,
atarız, yakarız, istediğimizi yaparız, demişlerdi (Taberi, Cami’ul Beyan,
XII, 102). Hâlbuki kilo ile veya hacim ölçüleriyle ya da başka ne tür ölçülerle
ölçülen bir mal olursa olsun, insanlara bütün haklarında hiçbir eksik ve noksanlık
yapılmadan ödeme yapılması gerekir (Taberi, XII, 99; XIX, 108). 2. İslam ve
Serbest Piyasa Ekonomisi Bu ayetlerde
görüldüğü gibi, insanların sahip oldukları mallar üzerinde istedikleri şekilde
davranma yetkilerinin olmadığı görülmektedir. Çünkü onlar, “mallarımızda
dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” ifadesini
kullanarak, sanki mallarında keyifleri nasıl isterse, diledikleri gibi davranma
yetkisine sahipmişler gibi alaylı bir şekilde konuşuyorlar. Buradan anlaşılıyor ki,
insanoğlu, mal üzerinde istediği her şeyi yapamaz ve mallarda diledikleri gibi
davranamazlar. Çünkü malların kendiliklerinden tabi oldukları kanun ve kuralları
yani hukukları vardır. Zira her tabii varlığın üzerinde bulunan tabiat mührü,
ilahi güç tarafından basılmıştır. Varlıklar, Yüce Allah’ın rububiyet
damgasını taşıdıkları için, onların doğasına konulan bu kanun ve kurallar, ne
onlar ve ne de insanlar tarafından aşılıp değiştirilebilir. İnsan hayatı ve tüm
canlı ve cansız varlıkların hayatı, Allah’ın iradesiyle programlanmış
durumdadır. Onun için Mevdudi, bu ayetin yorumunda “Hz. Şuayb’in kavminin sahip
olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde
iki ayrı kategoriye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir.”
demiştir (Tefhim, II, 418). Elmalılı merhum
da konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: Onlar yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü
türlü mabutlara kul olmanın kısıtlanmasını ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk
kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şuayb
onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi;
"İnsanların mallarına haksızlık etmeyin." demişti. Bu ise hürriyeti
engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti.
Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça zaten kimse hakkından
emin olamaz, mallarında dilediği gibi tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların
mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar
haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar,
haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şuayb’in
(as) uyarılarını da kendi serbestliklerine engel sayıyorlardı. Böylece bir taraftan
putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı.
Aslına bakılırsa hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara
saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete ukalâlık demek,
günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliye devri hastalıklarındandır. Bu
bakımdan günümüz insanları, Şuayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini çok
dikkatle ve ibretle incelemelidirler (Elmalılı, Hak Dini, IV, 561–562). Dini korumak,
aklı korumak, canı korumak, nesli korumak ve malı korumak gibi görevler, Cüveynî’lerden
(419–478/ 1027–1098) Gazalî’lere ve Şatıbî’lere kadar hayatın vazgeçilmez
unsurları ve zaruri prensipleri olarak görülmüştür. Bu beş prensipten biri olan
malı koruma, sadece hırsızlığın yasaklanmasından ibaret değildir. Bu, baştan sona
tamamen ekonomik alanı kapsayan bir kanun ve kurallar bütünlüğü ile malın doğal
hukukunu uygulayarak onu korumaktır. Burada bir
başka ilginç olgu da ekonomik alanın, zaruri alanların 1/ 5 i veya % 20 oranında bir
hacme sahip olmasıdır. Aynı şekilde Kuran’da zikredilen ganimetlerin taksiminde
devlete verilen nispet de yine 1/5 veya % 20 dir. “Biliniz ki, ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a, elçisine, onun yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Enfal 8/
41). Biz buradan ekonomik alanın tüm hayatın 1/5 oranında bir alana, zaman ve zemine
değer ve kıymete sahip olduğu gibi, devletin de ekonomide ancak bu kadar bir yetkiye
sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu demektir ki, İslam ekonomisi % 80 özel teşebbüsün
serbest alanı, devletin ise % 20 kadar bir resmi alanı vardır, diyebiliriz. Onun için
biz, Kuran’ın önerdiği ekonominin veya İslam ekonomisinin kendine has bir serbest
piyasa ekonomisi olduğunu, söyleyebiliriz. Burada serbest
piyasa ekonomisi derken açıklamamız gereken önemli bir husus vardır ki o da bu
ifadenin bir batı patenti ve Rönesans medeniyeti damgası taşıyan bir deyim
olmasıdır. Batının terim ve tarifleriyle, onların ürettiği düşünce ve fikirlerle
İslam düzenine ulaşamayız. Yani İslam ekonomisin serbestliği ile batının serbest
piyasa ekonomisi benzer tarafları olsa bile, mutlaka farklı tarafları da vardır.
Aslında batının serbestlik anlayışı, bireyin, devletin buyruk alanından
kurtarılması anlamını taşır. Eğer tabir caizse batı anlayışı fert ile devleti
tam yerine oturtamadığı için, onların anlayışında halk ile devletin kavgalı
olduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslam’da asla böyle bir şey düşünülemez. Çünkü
farz-ı ayın bireyin, farz-ı kifaye ise toplumun (kamunun) görevidir; bunların birisi
ferdin işlevi diğeri ise toplumun işlevidir. Ferdin de devletin de haklarını
korumakla görevli ve yetkili olan da devlettir. Hatta ABD’de bile siyasi hayatta
cumhuriyetçiler ve demokratlar ayrımı bu karşıtlığı ve çelişkiyi açıkça
gösterir ve tabii ki, bu yanlıştır. Devleti bir evin tavanına benzetirsek, bunun
tabanı da halk olur. Şimdi böyle bir evde oturanların bir kısmı evin çatısını
tutuyor ve onun taraftarı oluyor, diğer kısmı da tabanını tutuyor ve evin temeli
taraftarı oluyor. Böyle bir şey olabilir mi, tavansız veya temelsiz bir ev bulunur mu?
Onun için İslam toplumunda birey, hem fertçi hem de devletçi olmak durumundadır. Bu
olay, bir ailede yaşayan kişiye benzer. Ailenin bir üyesi, hem kendisine ve hem de
ailesine değer vermek, dikkat etmek ve düşünmek zorundadır ve bunların her ikisini
dengelemek mecburiyetindedir. Dolayısıyla biz, her ilmin, her medeniyetin ve her
sistemin kendisine mahsus terim, tarif ve tasniflerinin olduğuna inanıyoruz. Biz Müslümanlar,
henüz kendi kelime ve terimlerimizi üretir, kendi toplumumuzu kurar hale gelmediğimiz için
“İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır” türünden yüzeysel genellemeler
üretmek ve piyasadaki kelime ve terimleri kullanmak durumunda kalıyoruz. Eğer serbest
piyasa ekonomisinde özel banka açma gibi bir hak veya uygulama varsa ve bu serbestliğin
bir gereği ise İslam ekonomisinde böyle bir serbestliğin olmadığını ve İslam’da
bankaların devletin olduğunu ifade etmek zorundayız. Serbest piyasa
dediğimiz zaman burada “piyasa” kelimesinin aslı İtalyanca “piazza”
kelimesinden gelir. Bu kelime ise meydan, çarşı ve piyasa manalarına ifade eder. “Pazar”
kelimesinin aslı ise Farsça “bazar”dır ki, “alış-veriş, alış-veriş yeri,
üstü açık satış yeri” anlamlarına gelir. Türkçede her iki kelime de Fransızca
“marché”, İngilizce “market” terimlerinin yerinde kullanılmaktadır (H. Atıf
Kuyucak, İktisat Dersleri, İst. 1960, s. 197, dip not:2). Serbest piyasa ifadesi,
tamamen batı düşüncesini ve ekonomi anlayışını yansıtmaktadır. Zaten bunu öyle
anlamalı ve öyle de kabul edilmelidir. Zira klasiklerin ifade etmek istedikleri bir
serbestlik anlamında İslam’da serbest piyasa var veya yok demiş olsak, hata etmiş
oluruz. Çünkü klasik bir iktisatçı ile Müslüman bir iktisatçının dile
getirdikleri, serbest piyasa aynı şeyler demek değildir. Bu terimler
konusunda Samuelson, çok dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştur. Onun şu
değerlendirmeleri, batı medeniyetinin sosyal bilimlerde, belki özellikle ekonomideki
aczini itiraf etmesi olarak değerlendirilebilir. Zaten bize göre batı dünyası,
ekonomiyi terim, tarif ve tasniflerini tamamlayarak bir bilim haline getirememiştir.
Samuelson, özellikle sosyal bilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız
gerektiğini söyledikten sonra, “Aynı kavram için iki ayrı terim kullanmamalıyız,
farklı iki olayı da tek terimle göstermemeliyiz.” diyor ve şöyle bir örnek vererek
meseleyi anlatmaya çalışıyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf
olduğunu iddia eden Jones, Robinson’a şunları söyler: ‘Yanlış düşünüyorsun,
hakiki sebep eksik tüketimdir’. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak ‘ikiniz
de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır.’ diyebilir. Hâlbuki bunlar bir
an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi,
şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim
karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardı.” (Paul A. Samuelson, İktisat,
s. 10). Modern ekonominin
terimleri ile İslam ekonomisinin terimleri de birbirinden farklıdır. Mesela bunun en güzel
örneği “mal” kelimesinde görülmektedir. İslam hukukunda veya ekonomisinde bir
şeyin mal sayılabilmesi için, onun dinen meşru ve aynı zamanda bir ihtiyacı
giderebilecek kadar bir güce sahip olması gerekir. Buna göre Müslüman için haram kılınmış
olan şarap ve domuz eti mal sayılmadığı gibi, üç beş buğday tanesi de en küçük
bir ihtiyacı gideremediği için mal kabul edilmez (Bkz. İbn Abidin, IV, 3; M.
Mutahhari, İslami İktisadın Felsefesi, çev: Kenan çamurcu, İst. 1995, s. 33; Mecelle,
126 ve 127. maddeler). “Serbesti”
kelimesi aslında iktisat tarihinde bir ekolün adıdır. Bu ekole klasik mektep adı
verildiği gibi, serbesti mektebi de denir. Bu ekol mensupları, devletin ekonomiye müdahalesini
kabul etmezler; bireyin serbestliğini savunurlar (İbrahim Fadıl, İktisat, İst.
1928, s. 43–45). Bunlar, Merkantilistlere bir tepki olarak ortaya çıkan
Fizyokratların doğal-ilahi kanun fikrini geliştirerek, bireylerin serbest olmasıyla,
ekonomiyi “görünmeyen bir elin” yöneteceğini ileri sürmüşlerdir. Fizyokrasi
ekolüne mensup Gournay’ın bulduğu “Laissez faire, Laissez passer” (Bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler) sözü, serbesti ekolünün bir sloganı haline
gelmiştir (Feridun Ergin, Ak İktisat Ans. S. 355). Doğal olarak insanlar,
ekonomide bu serbestlik düşüncesine bir takım ekonomik merhalelerden sonra, yasaklama,
kısıtlama ve müdahalelerin zararlarını gördükten sonra ulaşabilmişlerdir. İnsanlığın
maddi ve manevi olarak yükselmesinin ancak bireyin çabası ile mümkün olabileceğine
inandığı için serbesti ekolüne aynı zamanda ferdiyetçilik de denilmiştir (İbrahim
Fadıl, İktisat, s. 45). Aslında modern ekonomi, bir toplum ekonomisi olarak
doğmuş veya başka bir ifade ile devlet ekonomisi olarak ortaya çıkmıştır. XV.
Y.Y.dan sonra orta çağdaki derebeylikler yavaş yavaş yıkılıp merkezi büyük
devletler kurulmaya başlayınca ekonomi de hemen siyasetle/devletle irtibat kurmaya
başladı. Nitekim çok geçmeden Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçı,
ilk defa siyaset ve ekonomi kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie
Politique” (yani siyasi iktisat) adında bir ekonomi kitabı yayınladı (Feridun Ergin,
İktisat, s. 1; Ak İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat,
s. 40). Bu batıda ilk dönemler o kadar toplumcu ve devletçi idi ki, hatta
ferdiyetçilik ve liberalizmin temellerini attığı söylenen Adam Smith bile meşhur
eserine “The Welt of Nations” (Milletlerin ve Devletlerin Zenginliği) adını
veriyordu (Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun Derin, M E Basımevi,
İst. 1948). Biz, “İslam
Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi” adlı eserimizde Fizyokrasi ekolünü
tanıttıktan sonra, hazırlayan şartları ve fikirleri üzerinde durup İslam hukuku açısından
bir değerlendirmesini yapmıştık. Fizyokratlar, kâinatta tabii-ilahi bir düzen
bulunduğunu, ekonominin bu tabii düzen kanunlarına bağlı olarak çalıştığını
ilk defa söyleyen iktisat düşünürleridir. Bu bakımdan fizyokratların önemli
ölçüde İslam’a uygun bir düşünce içerisinde olduklarını söylemek
mümkündür. “Çünkü İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın
kanunlarıyla birleşmiş olan bir dindir. Tabiat, Allah’ın tekvini kanunu; İslam da
teşriî kanunudur. Bundan ötürüdür ki, İslam’ın tekliflerinde akıl ile
barışmayan, tabiata aykırı olan bir hüküm yoktur.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam s.
LXX (70)).
Elmalılı da konuyla ilgili olarak şöyle demektedir. Gerçekten
Allah Teala, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir.
Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet
olunur. Mesela “Solon Kanunu”, koyucusuna nispet edildiği gibi, “akar kanunu” da
konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların
hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat
kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teala olduğundan, bunlara
Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur. Bunun için insanlığın
hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını
arayıp bulmak, keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimet hidrostatik kanununu, Newton yer
çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu
Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar
tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın
kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden
değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir (Elmalılı, Hak Dini, I, 126).
İslam
ekonomisinde üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve vergi esasları arasında bir çelişki
olmadığı gibi, ayrıca bu ekonomi ile din, ahlâk ve hukuk arasında da bir uyumsuzluk
yoktur. Diğer taraftan İslam’ın insan ve topluma önerdiği hayat biçimi ile
yerküresi ve kâinat arasında da bir çelişki veya uyumsuzluk değil, tam bir ahenk
bulunmaktadır. Yalnız başka sistemlerin kelime ve terimleri İslam anlayışını ifade
edemez. Mesela İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, denildiği zaman bu,
liberallerin, serbesti ekolü mensuplarının ve batı anlayışı çerçevesinde bir
serbestlik değildir. Batının serbestlik anlayışını biz, kural dışılık olarak görüyoruz.
Bunun böyle olduğu onların bilhassa resim, şiir ve edebiyatlarında da açıkça
görülmektedir. Hâlbuki İslam’da ve onun önerdiği ekonomik hayatta kural
dışılık yoktur. Çünkü ayette “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını
mı sanıyor?” (Kıyamet 75/ 36) buyrulmaktadır. Azimet denilen normal hayat ve
sağlıklı ortam hep kanun ve kurallar içinde olduğu gibi, ruhsat dediğimiz anormal
hayat ve hasta toplum bile hep kanun ve kurallar içerisinde çalışır. Yani varlıklar
âleminde kural dışılık yoktur; hasta kişi de ve hasta toplum da yine kurallar içersinde
hareket eder ve iyi olmaya çalışır. Tabiata, sosyal ve ekonomik hayata bu kanun ve
kuralları koyan Allah’tır. Biz de Allah’ın koyduğu bu kanun ve kuralları din ve
bilim yoluyla yani yine Allah’ın istediği metotla bulup onları ekonomik olaylara
uygularız. Onun için
İslam, sosyal olaylarda olduğu gibi ekonomik olaylarda sadece irade beyanını yeterli
bulmamış, buna ilave olarak tarafların gönülden hoşnut olup razı olmalarını şart
koşmuştur. Biz hasta-doktor, öğretmen-öğrenci, devlet-vatandaş ve karı-koca
arasındaki ilişkilere sosyal olaylar, diyoruz. Böyle hakların kullanılmasında irade
beyanının yeterli olduğunu kabul ediyoruz. Bu konuda İbn Abidin, nikâh, talak ve itak
akitleri, rıza şartı bulunmadan, ikrah (baskı ve zorlama) ile geçerlidir. Bir kimse
yalandan veya şaka ile nikâhlısını boşamış olsa, hukuken boşanmış olur, fakat
diyaneten (ahlâken) boşanmış olmaz”, demiştir (İbn Abidin, II, 421; Kâsânî, V,
176). İnsanların kendi aralarında daha çok mal, emek ve paraya dayanan muamelelerine
de ekonomik olaylar diyoruz ki, bunlarda irade beyanından (teknik ifadesi ile icap ve
kabulden) sonra bir de rıza şartı vardır. Onun için kişi, emek verip ürettiğine,
alıp sattığına ve her türlü ekonomik muamelesine razı olmuş olacaktır. Bugün işçi
denilen bireylerin, sözde onlar adına sendika ağalarının, özellikle sarı sendika
temsilcilerinin yaptıkları toplu sözleşmelere gönülden hoşnut oldukları söylenebilir
mi? İslam
ekonomisinde serbest piyasanın, kendi şartları içersinde oluşturulması için şu
esaslar getirilmiştir. 1-Haksız yere
insanların mallarını yememek ve ancak onların kendi rızaları ile arada yapılan bir
mübadele akdi ve ticaret sözleşmesi ile alış-veriş yapmak gerekir. Bu konudaki ayeti
daha önce açıklamış bulunuyoruz. 2- Faiz ve ihtikâr
(karaborsa/stokçuluk) yasağı da İslam’ın koyduğu esaslardan birisidir. Faiz,
İslam hukukçularının ifadesiyle karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır. İnsan vücudundaki
kan ne ise ekonomideki mal ve paralar o olduğu için, bunların devamlı tedavül etmesi
ve dönüp dolaşması esastır. O bakımdan fazla olarak bir yerlerde meydana gelen
yığılmalar ekonomik bünyede kanser gibi şişkinlik yapar, hastalık ve krizlere sebep
olur. Bu husustaki ayeti de daha önce yazmıştık. İhtikâr
(karaborsa/stokçuluk), fiyatların yükselmesini bekleyerek, halkın muhtaç olduğu
malı satmayıp hapsetmektir (Kamil Miras, Tecrid, VI, 448). Bu konuda hadisler de
vardır. Mesela Muaz b. Cebel, der ki: Allah Resulüne ihtikârın mahiyetini sordum. “Kişi
ucuzluğun olduğunu duyunca üzülür, pahalılığın olduğunu duyunca sevinir. İhtikâr
yapan kimse ne kötü bir insandır ki, Allah fiyatları ucuzlatırsa üzülür, pahalılaştırınca
ferah duyar”, buyurdu (Heysemi, Mecmeu’z Zevaid, IV, 101; Mansur Ali Nasıf, et-Tac,
Büyu, 2). Mamer ve Ebu Hüreyre’den rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber “Kim
Müslümanlara fiyatların yükselmesini arzu ederek ihtikâr yaparsa o, hata etmiştir.”
(Heysemi, a.g.e. IV, 101 ve Et-Tac, Büyu, 2). İhtikâr yapan kimseleri Allah’ın
cehenneme atacağı hakkında hadisler de vardır (Bkz. Heysemi, a.g.e. IV, 101). 3- Fiyat koyma
yasağı (narh): İslam ekonomisinde fiyat koymak, taban veya tavan fiyatlarını
belirleme diye bir şey yoktur. Fiyat koymak, haramdır; genel çoğunluğun görüşü
budur. Fakat Malik, bunun caiz olduğu görüşündedir. Fakat bundan maksadın, çarşıda
bir adamın ihtikâr yapmasıyla ve fiyatlarda tekel tahakkümü kurmasıyla mücadele
için devletin uygun olan bir fiyatı belirlemesi ümit edilir (Mansur Ali Nasıf, Tac,
II, 204, dip not: 4) Hz. Peygamber,
fiyatların devlet tarafından tespit edilmesini, enflasyonu önleyici bir tedbir olarak
görmemiştir (Bkz. Fazlurrahman, İslamiyet ve İktisadi Adalet meselesi, çev:
Yusuf Ziya Kavakçı s. 42). Ömer Nusuhi Bilmen; “Devletin narh koymaması, malların
fiyatlarını tayin ve tespit etmemesi esastır. Allah Teala hazretlerinin her işte bir
hikmeti vardır. Fiyatların bazen düşmesi, bazen de yükselmesi, sadece doğal
şartlarla meydana geliyorsa, bunu normal karşılamak gerekir.” demiştir (Ö.N.Bilmen,
Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VI, 125). Diğer taraftan fiyat koymak, ticari
hayatta malların gizlenmesine sebep olabilir. Malların gizlenmesi de fiyatların yükselmesi
sonucunu doğurur. Fiyatların yükselmesi de fakirlere zarar verir (Seyyid Sabık, Fıkhu’s
Sünneh, III, 105). Enes ve
Muhammed b. Abdurrahman’dan rivayet ediliyor ki, Rasulullah zamanında bir vakit
fiyatlar yükseldi. İnsanlar Hz. Peygambere gelip bizim için fiyat koy, dediler. Bunun
üzerine Rasulullah da şöyle buyurdular: “Fiyatları koyan, kıtlık ve bolluk yapan
ve rızk veren Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir
şey verebilir ve ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir
olunduğum gibi yaparım; veren ise Allah’tır. Ben, mal, can ve kan hususunda hiç
kimsenin hakkını üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum” (Ebu Yusuf, Kitab-ül
Harac, s. 91; Ebu Davud, III, 272; Tirmizi, III, 605; İbn Mace, II, 741). 4-İslam
ekonomisinde yasaklanan şeylerden birisi de müşteri kızıştırmaktır. Bu enflasyona
sebep olduğu gibi, böylece satıcı lehine ve müşteri aleyhine bir durum da ortaya çıkmış
olur. Hz. Peygamber “neceş”ten yani müşteri kızıştırmaktan nehyetmiştir
(Buhari, III, 91; İbn Mace, II, 733; Tecrid, VI, 457). Neceş, malı kendisi
satın almak istemediği halde, başkalarını teşvik için, alıcı gibi gözüküp de
malın fiyatını artırmaktır (Merğınani, el-Hidaye, III, 40; Kasani, V, 233;
İbn Kudame, el-Muğni, IV, 160; Molla Husrev, Dürer, II, 177). Fazla fiyat
vermek suretiyle müşteri kızıştırarak pahalılığa ve fiyatların yükselmesine
böylece haksız kazanca sebep olan bu tür davranışı bazıları tahrimen mekruh
saymışlar (Muhammed b. Abdurrahman ed-Dımışkî, Ramet-ül Ümmeh, II, 2), bazıları
da helal değildir, diye tavsif etmişlerdir (Bkz. İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir,
V, 240). 5- Kuran ve
sünnette kâr haddini belirleyen bir delil yoktur. Aslında kâr haddi, arz ve talebin
kesiştiği noktada teşekkül eden fiyatın içinde bulunmaktadır. Serbest piyasayı
benimsemiş olan bir sistemin fiyat tayin etmesi ve kâr yüzdesini belirlemesi
uygun olmaz. Onun için ayet ve hadislerde “Kâr şu kadar veya bu kadar olur.” diye
bir belirleme yoktur. Fakat talep arttıkça fiyatların yükselmesi de doğal olmakla
beraber bundan İslam ekonomisinde çok fazla fahiş kârların da meşru olduğu
sanılmamalıdır. Toplumun ahlâkî seviyesi, arz-talep dengesi, yer ve zaman farkı,
daha birçok faktörler kâr nispetine tesir ederler. Bu konuda kâr asıl semenin
(bedelin) ikide biri nispetindedir, diyenler olduğu gibi (Ö. N. Bilmen, Hukuku
İslamiyye, VI, 120), yine narhta 1/ 2 ve 1/3 gibi kâr nispeti verenler de olmuştur
(Bkz. Celal, Yeniçeri, Yıllık, s. 212). Ebu Hanife, murabaha alış-verişinde kâr,
sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal üzerinden tekrar kâr sağlamayı
caiz görmemektedir. Hadislerde kâr
haddinin belirlenmesi bulunmamakla beraber bu konuda bize bir fikir verecek örnekler de
yok değildir. Mesela Hz. Peygamber, Hakim b. Hizam’a kendisine bir kurbanlık alması için
1 dinar verdi. Hakim, bu 1 dinar ile bir koyun satın alıp sonra bu koyunu 2 dinara
sattı. Sonra dönüp bu 2 dinarın birisi ile bir kurbanlık daha satın aldı, diğer
dinarı da aldığı koyunla birlikte getirip Hz. Peygamber’e verdi. Hz. Peygamber de bu
1 dinar parayı tasadduk etti ve Hakim’e ticaretinde hayırlı ve bereketli olması için
dua etti (Ebu Davud, III, 256; No: 3386). Aynı olay yine Hz. Peygamber ile Urve el-Barikî
arasında tekrar etmiştir (Bkz. Ebu Davud, III, 256; No: 3384). Bu her iki hadiste de
sermayesi ve maliyeti 1 dinar olan bir malın, 2 dinara satıldığını, yani yüzde
yüz, başka bir ifade ile sermaye kadar kâr yapıldığını görüyoruz. Sermaye ile kâr
münasebetini belirten başka bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber, tazmin ve tekeffül
edilmeyen bir malın kârı helal olmaz, buyurmuşlardır (Ebu Davud, III, 283, No: 3503;
İbn Mace, II, 737, No: 2187; İmam Şafii, el-Ümm, III, 70; Serahsi, Mebsut,
XIV, 36). Buradaki tazmin ve tekeffül edilmeyen kârdan maksat, kâr-zarar dengesi
olmayan, yani riziko taşımayan bir kâr olsa gerektir. Serahsi bunu bir
misalle şöyle açıklamaktadır: Bir kimse mesela 100 liraya bir mal kiralasa, o mala hiçbir
masraf ve ilave yapmadan bir arkadaşına veya başka bir kimseye 120 liraya kiraya verse
işte bu 20 lira tazmin ve tekeffül edilmeyen, yani riziko taşımayan bir sermayenin kârıdır
(Serahsi, XV, 130–131; Krş. Kâsânî, Bedayi’, IV, 206; İbn-ül Hümam, Feth-ul
Kadir, V, 215, 265; Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 203 ve devamı). Riziko taşıyan
sermaye olduğuna göre, nimet ve külfet dengesini de nazar-ı itibara alarak,
yukarıdaki hadisler ışığında ve Ebu Hanife’nin içtihadından da faydalanarak biz,
İslam ekonomisinde en çok sermaye kadar kâr almaya izin verilmiştir, demek istiyoruz.
Fakat bundan amacımız, İslam ekonomisinde bir kâr haddinin ve sınırın var olduğunu
söylemek değildir. Yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi, kâr, değişken fonksiyonlu bir olaydır. Zaman, zemin ve
şartlara göre bazen düşük bazen de yüksek olabilir. Ancak bizim kanaatimiz odur ki,
normal şartlar altında ticari bir malın sermayesinden daha fazla elde edilen kârın,
bu fazla kısmı yani yüzün üzerindeki kâr, rizikosuz bir kâr olup meşru olmasa
gerektir. 6- İslam
ekonomisinde pazara çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber, ticaret mallarının
pazaryerine gelmeden yollarda satılmaması konusunda şöyle buyurmuştur: “Satılmak
üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda karşılamayınız…”
İslam hukukçuları, Hz. Peygamber’in ticaret mallarını yolda karşılamayı niçin
yasakladığının sebeplerini araştırmışlar, mal sahibi, çarşı ehli ve bölge
halkı açısından açıklamalarda bulunmuşlardır. Mal sahibi, henüz
pazaryerine gelmediği için, fiyatlar hakkında bir bilgisi olmadığından, ucuza
satmış ve böylece zarar görmüş olabilir. Bu sebeple pazaryerine geldiği zaman
fiyatların yüksek olduğunu görüp aldandığını anlarsa malını geriye alıp
cayabilir. Karşılamaya gücü yetmeyen çarşı halkı için de malları ikinci elden
alacaklarından, kendilerine pahalıya mal olur ve bu sebeple de zarar görürler. Malları
yolda karşılayıp alanlar döndükleri zaman ucuza almış oldukları bu malları
diledikleri yüksek bir fiyattan satış yaparlar ve böylece bölge halkına da zarar
vermiş olurlar. Çünkü müstahsil, malları pazaryerine kendileri getirselerdi, mal el
değiştirmemiş ve dolayısıyla fiyatlar yükselmemiş olacaktı (İmam Malik, Muvatta,
IV, 307; Şafii, el-Ümm, III, 93; Kâsânî, V, 232; Merğınanî, IIı, 40; İbn
Teymiye, el-Hisbe, s. 11; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hikemiyye, s.
283; İbn Hümam, V, 239; M. Hüsrev, II, 177; İbn Nüceym, VI, 108; Şah Veliyyüllah, Huccetullahi’l
Baliğa, II, 110; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 119). 7- Serbest
piyasaya düşüncesine katkı sağlayacak başka bir hadis daha bulunmaktadır. Hz.
Peygamber, “Hiçbir şehirli, hiçbir bedevi namına malını satmasın”
buyurmuşlardır (Buhari, III, 94; Müslim, V, 17; Ebu Davud, III, 269). Şu halde
şehirliler (yerliler), bedeviler (köylüler) ve yabancılar adına onların mallarını
satmamalıdır. İbn Abbas’a bu hadisin manası sorulduğu zaman, “Onlar için simsar
olmayın.” şeklinde bir açıklama getirmiştir. Biz burada Şafii’ye
dayanarak şöyle bir açıklama getirmek istiyoruz: Yabancılar, piyasa hakkında bir
bilgileri olmadan mallarını pazara getirirler. Bölge halkının da bu mallara ihtiyacı
vardır. Fakat onlar yabancı olduklarından dolayı yer bulma, malları taşıma ve buna
benzer birtakım sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. Halk ihtiyacı olduğu için bu
malları satın almak ister. Bunlar da adı geçen sebepler yüzünden hemen satmak
isterler. Bu suretle mallar, piyasa fiyatı da öğrenildikten sonra, tam bir arz-talep
dengesi içerisinde en uygun bir fiyat ve kârla satılmış olur. Böylece hem satıcı,
hem de alıcı kazanmış olur. Bu malları
kendilerinin değil de şehirlilerin ve yerlilerin onlar adına sattığını düşünecek
olursak, yerli simsarlar bu malları onlardan ucuz bir fiyatla alıp piyasa fiyatlarının
yükselmesini bekleyerek, çok kârla satmak isterler. Böylece onların rızklarına mani
oldukları gibi, hem mal sahiplerine zarar vermiş, hem de malları saklayıp pahalı
satmakla bölge halkına zarar vermiş olurlar. Bu durumda her iki taraf da zarar
edeceğinden, böyle bir alışverişi Hz. Peygamber yasaklamış bulunmaktadır (Şafii, el-Ümm,
III, 92; İbn Kudame, IV, 162; İbn Kayyim, s. 308). 8- Fiyatların
serbest bir şekilde oluşmasını önleyeceği için Hz. Peygamberin yasakladığı
alış-veriş türlerinden birisi de fiyat üzerine fiyat koymak ve pazarlık üzerine
pazarlık yapmaktır. Bu konuda Resulü Ekrem “Sizden biriniz, diğer birinin
alış-verişi üzerine alış verişe girişmesin. Kardeşi bir malı satın almak üzere
iken diğer bir kimse o malı almaya kalkışmasın.” buyurmuştur (Buhari, III, 90; Müslim,
V, 12; Ebu Davud, III, 269). Bu hadise göre
hangi sebeple olursa olsun, kesinleşmiş bir alış-veriş sözleşmesini bozdurmak
haramdır. Satıcıyı kışkırtıp satılmış bir malı daha fazla bir fiyat vermek
suretiyle ayartıp kendisi almak, yani satıcıya; “Alış-verişi feshet, ben sana
ondan daha fazla kâr vereceğim.” demek haramdır (Merğınani, III, 90; Molla Hüsrev,
II, 177; İbn Kudame, IV, 161; el-Aynî, Umdet-ül Kari, XI, 257; İbn Hümam, V,
239; İbn Nüceym; el-Bahr, VI, 107; eş-Şevkani, V, 189). 9- Malların
teslim alınmadan satışı, piyasa fiyatının dışında başka bir fiyatın doğmasına
sebep olacağı için yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim
bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu teslim alıp kabzetmeden satmasın.” (İbn Mace,
II, 749; No: 2226). Bu konuda İbn Ömer’den açıklamalar rivayet edilmiştir.
Peygamberimiz zamanında halk, kervan sahibi tacirlerden malı teslim almadan kabzetmeden
zahire alırlardı. Sonra Rasulullah, bu tacirlere memur gönderdi. Mallarını zahire
pazarına nakledip getirinceye kadar malı oldukları yerde satmalarını yasakladı. Yine
İbn Ömer, “Peygamberimiz, iştira edilen hububatı ölçüp teslim edinceye kadar onun
kabızdan önce satılmasını yasakladı.” dedi (Buhari, III, 89; Müslim, V, 23; No:
38; Nesai, VII, 287; Tecrid, VI, 437, No: 986). İbn Ömer şöyle devam etti: “Ben
Peygamberimiz zamanında götürü pazarlıkla erzak satın alan ve kabız etmeden
başkasına satmak isteyen öyle ihtikârcılar, stokçular gördüm ki, onlar bu malları
yükleyip nakledinceye kadar dövülürler ve kabız etmeden önce satmaktan men
olunurlardı.” (Tecrid, VI, 446, No: 991). Bu hadislere, zahire tüccarının
zahire pazarına gelmeden evvel malını satması, fiyatların yersiz yükselmesine sebep
olur ve böylece başkasının haksız olarak zarar görmesine sebebiyet verir endişesiyle
yasaklanmıştır gibi bir açıklama getirilmiştir (Bkz. Tecrid, VI, 437, No:
986). “Mücazefe”
yani tartı ve ölçüye vurmaksızın göz kararı ile veya başka bir deyişle götürü
pazarlıkla mal almak meşru ve helal görülmüştür. Ancak bu suretle alınan malı
kabız ve nakil etmeden başka bir müşteriye satma işi yasaklanmıştır. Çünkü bu
ihtikâra sebebiyet veren bir alış-veriş biçimidir. Satın alınan bir malı teslim
almadan satış yolu açık bulunursa, bir ambarda depo edilmiş bir mal, yerinden
kalkmadan elden ele dilden dile dolaşa, dolaşa sebepsiz olarak fiyatları yükseltir.
Buna engel olmak için hadiste satın alınan hububatın kabzı lazım geldiğine İbn
Ömer tarafından işaret edilmiştir: “Mücazefe suretiyle alınan malın sahipleri bu
mallarını hayvanlara yükleyip pazara götürünceye kadar sıra dayağına çekilirler.”
denilmektedir ki, bu malın bulunduğu yerden kaldırılıp nakledilmesi, şeriatın
fiyatların yükselmesine mani olmak üzere hedef edindiği kabız ve tesellümdür ve
burada hadisin sevk konusundaki biricik amacı budur (Tecrid, VI, 447, 448). 10- Çaresiz
kalan kişinin alış verişi de yine serbest piyasaya uygun bir fiyat olmayacağı ve
mecburiyet karşısında yapılmış bir satım veya alım sözleşmesi olacağı için
yasaklanmıştır. “Bey-i muztar” denilen bu alış-verişin haram olduğu kaynaklarda
bulunmaktadır. Hz. Ali’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çaresiz kalan
kişinin alış-verişini yasakladığı bildirilmektedir (Ebu Davud, Hattabi Şerhi, III,
676). Satıcı
malını, muztar kimseye sattığı zaman, fiyatı yükseltmeden, başkalarına sattığı
fiyat üzerinden vermelidir; yoksa alış veriş fasit olur (İbn Ağabeydin, IV, 110).
İhtiyacı olan malı, ancak bir kişinin yanında bulabilen kimse başkalarının
aldığı fiyattan alır. Hele böyle bir alış-veriş insanların yiyecek ve giyecek
maddeleri gibi zaruri, günlük ihtiyaçlarından olursa, satıcı böyle malları bilinen
normal fiyatıyla satmak mecburiyetindedir. Bu şekilde davranması kendisine dini bir görev
(vacip) olur (İbn Teymiye, Fetava, XXIX, 361). Sonuç: Özetle söylemek gerekirse
İslam ekonomisi, İslam dininin temel prensipleriyle ve Allah’ın koyduğu doğal
yasalarla kayıtlı ama o prensipler dışında insanları irade, akıl ve vicdanlarıyla
baş başa bırakan kendine has bir serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendirilebilir.
Bu yönüyle sistem, bireysel mülkiyeti yok sayan katı devletçi sosyalist ekonomiden
ayrıldığı gibi, toplumun ortak kurumu olan devleti ekonominin genel işleyişini
kontrol etmek ve kimseye haksızlık etmeyen bir dağıtıcı adalet geliştirmekle
yetkili ve sorumlu görmesi bakımından liberal ekonomiden de önemli ölçüde ayrılır.
İslam, bu bakımdan insanın bireysel hürriyetini yok saymadığı gibi, aynı zamanda
sınırsız bir özgürlükle başıboşluğa terk etmeyen prensipli, ölçülü, dengeli
ve kuşatıcı bir sistemdir. Tespit ettiği bir prensibi abartarak bütün prensiplerin
yerine geçiren ama onun dışında kalan bütün evrensel alanı o dar kalıbın içerisine
sığdırmaya çalışan beşeri ideolojiler gibi bölücü ve abartıcı değildir. Fıtrî,
tabiî, olgusal gerçekliği ne yok sayar ne de abartır. Kategorik olarak aralarında
farklılık görse de ekonomik değerleri ahlaktan, ahlaki değerleri dinden, dini
değerleri insani/toplumsal değerlerden, beşeri değerleri tabi/doğal değerlerden bütünüyle
ayrı ele almaz. Varlıkların irtibatlı, birbirini tamamlayıcı, birleştirici ve bütünleştirici
olarak tasarımlandığını görür. Onun için eşyayı ölçüsüzce ve sorumsuzca
tüketilecek değersiz bir materyal yığını olarak görmez. Bu sisteme göre insanın
kendi canı da dâhil bütün varlık alanı insana bir emanettir. Dolayısıyla insan,
ehliyet, liyakat, hakkaniyet ve adalet gibi en temel ilahi donanım ve insani birikimler
çerçevesinde yetkili kılınmıştır. İnsanın özgürlük alanını başkalarının
özgürlük alanıyla sınırlamaya itirazı yoktur. Ancak özgürlük alanını
sınırlayan “başkası” ifadesini ne insandan ibaret görür, ne de soyluluk anlayışıyla
sınırlarını çizdiği kendi ayrıcalıklı toplumundan ayırır. Bu nedenle yükümlülüklerin
bir kısmını hukuki kabul ederek yaptırımını kamu erkine havale etmiş, bir
kısmını ise ahlaki kabul ederek yaptırımını topluma-bireylere, onların
alkışlamalarına veya yuhalamalarına ve tabii ki, ilahi
adalete bırakmıştır. Çünkü İslam’ı vazeden Allah, muharref dinlerin ve beşeri
ideolojilerin sayıkladığı gibi dünyada vurdumduymaz bir seyirci, ahirette faal ve acımasız
bir tanrı değildir. Rahmeti ve gazabı gökleri ve yeri kuşattığı gibi O, dünyanın
ve ahiretin de faal hükümranıdır. Gökleri ve yeri rızıkla doldurduğu gibi,
hakkaniyetle de doldurmuştur. Bunun bir sonucu olarak insandan da hakkaniyet ve adaleti gözetmesini
istemektedir. Daha açık bir ifadeyle faal ve kuşatıcı plan (kader) dâhilinde,
özgür irade ve girişimci bir ruhla donattığı insandan bilinçli (müttaki) ve
sorumlu (mesuiyetli) davranış beklemekte, dolayısıyla hesabı verilebilir bir ekonomik
faaliyet öngörmektedir. Bunun için İslam düzeninde ancak hesabı verilebilir bir
serbest piyasa ekonomisinin varlığından söz edilebilir. Toplumu ferdin, devleti
toplumun tanrısı haline getiren bir ideolojiyi İslam’la bağdaştırmak asla mümkün
olmadığı gibi, dünyayı üç beş tröste çiftlik, bütün insanlığı da üç beş
aç gözlü sermayedarın kölesi yapacak bir sistemi İslam’a uygun göstermek de
mümkün değildir. Eğer serbest piyasa ekonomisi ya da liberal ekonomi bu ikincisine
deniyorsa bu sistemi sadece bugünkü ılıman söylemiyle değerlendirmek yanıltıcı
olabilir. Söz konusu sistem tarihi geçmişiyle birlikte değerlendirildiği takdirde
şairin dediği gibi kalbindeki kara leke gömleğinin üzerine kadar çıkabilir.
Çünkü Liberal ekonominin cari olduğu söylenen ülkelere bakıldığında hemen
hepsinin dünden bugüne sömürgeci, vahşi kapitalist ülkeler olduğu, devlet ve güçlü
ordular eliyle dünyayı sömürerek tekel haline gelmiş bir avuç azınlık
yarattığı, fakat aynı azınlığın kendilerine bu imkânları sağlayan devletleri
artık yük görmeye başladıkları ya da devletten daha geniş bir yetki alanını ele
geçirmek istedikleri görülecektir. Bu ülkelerin ele geçirdikleri güç ve imkânın gözlerimizi
kamaştırması bizi onlara özendiriyor ve o sistemin İslam’a uygun olduğunu söylettiriyorsa
bu durum, Firavun ve Karun’un gücüne özenmekten çok farklı bir durum değildir.
Liberalizmle sosyalizm arasında tercih yapmanın İslami olduğunu söylemek, aslında
Firavun’un mu yoksa Karun’un mu tek başına ekonomiye ve topluma egemen olması
gerektiğini, daha ironik bir ifadeyle hangisinin daha (sözüm ona) İslamî olacağını
tartışmak kadar abes bir durumdur. Bunlardan birinin çok kötü olması diğerinin iyi
olması anlamına gelmeyeceği gibi, Müslümanlar bu iki seçenekten birini seçmek ve
İslam’a benzetmek zorunda da değildirler. Kendi sistemlerini kurmak ve geliştirmek
onların en doğal hakkı ve de bizce zorunlu görevleridir. Bu nedenle bu tür
öykünmeler, aslında Müslüman bilim adamlarını kendi özgün ve orijinal
sistemlerini kurup geliştirmek gibi asıl önemli fonksiyonlarını icra etmekten
alıkoymaktadır. Dile getirdiğimiz bu düşüncelerden
başka dünyaların veya başka medeniyet havzalarının geliştirdiği farklı tecrübe
birikimlerinden istifade etmeyi yadsıdığımız anlaşılmamalıdır. Elbette ki
insanlığın ortak mirasından faydalanmak, tabi, insani ve dolayısıyla İslami bir
tutumdur. Ancak böylesi bir tutum, kendi inanç, ahlak, kültür ve medeniyet telakkimize
yabancı bir sistemi olduğu gibi kabullenip üzerine ‘İslami’ etiketi
yapıştırmaktan çok farklı bir tavır alma şeklidir. Dolayısıyla diyebiliriz ki, bu
tür öykünmeler, hemen her alanda olduğu gibi kendimize has bir ekonomik sistemi
geliştiremeyişimizin ve bu eksikliğin doğurduğu boşluğun tabi bir sonucu olarak da
değerlendirilebilir. Örneğin Kuran’da çok önemli ekonomik prensiplerin varlığı
bir hakikattir. Ancak Kur’an bir ekonomi kitabı değildir ve Kuran’da kullanıma
hazır bir ekonomi paketlerinin varlığından söz edemeyiz. Tıpkı Kuran’ın bir hukuk kaynağı olmasıyla
bir kanunname metni olarak algılanması arasındaki fark kadar önemli bir farktır bu
ayrım. Bu nedenle Kuran’ın sunduğu imkân ve prensipleri ele alıp insanlığın
geliştirdiği ekonomik tecrübeyle mezcederek İslam inanç ve değer dünyasına özgü
bir sistem veya sistemler geliştirmek, İslam toplumlarının kifai, Müslüman bilim
adamlarının ayni şekilde sosyal ve toplumsal görevleridir. Dolayısıyla en temel
sorun, böyle bir sistemi ya olmayan yerden bekleme ya da bize ait olmayan yerden kopya
etme hazırcılığı olunca en temel çözüm de kendi sistemimizi kurmak olacaktır.
Bunu yapmaya başladığımızda her şeyin çok farklı olduğunu görme bahtiyarlığına
erebiliriz. *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |