. | YENİ BİR OLUŞUMA
İHTİYAÇ VARDIR
Gece olur gündüz olur,
günler yenilenir; yaz olur kış olur, mevsimler yenilenir; nesiller gelir gider insanlar
yenilenir; dinler ve ilimler tekâmül eder, hayat yenilenir. Hücre yenilenir, deri
yenilenir, vücut ve organizma yenilenir. İşte bu değişen ve yenilenen dünyada sosyal
bünye, ekonomik bünye ve siyasal bünye de değişip yenilenir. İşte bugün insanlık
âlemi, yeni bir değişim, yeniden bir yapılanma ve yeni bir oluşumun eşiğindedir.
Zira tüm dünyayı etkisi altında tutan Rönesans medeniyeti, ömrünü tamamlamak
üzeredir. Zira bu yapısal durum, bu liberal ve kapitalist anlayış, insanları mutlu
edememiştir. Bu anlayış bireyle toplumu karıştırmış, buna göre uygun bir iş bölümü
yapamamıştır; bireyin işine toplum, toplumun işine de bireyler karışıyor ve
karışmıştır. İnsan bünyesinde el-ayak ve göz-kulak arasında bir iş bölümü yok
mu? El ayağın işine karışıyor mu? Göz işitmeye, kulak da görmeye çalışıyor
mu? Böyle bir şey olabilir mi? Batıda Rönesans’la başlayan
yenilenme ve değişim anlayışı bireyden topluma ve fertten devlete her şeyi
değiştirmiştir. Macit Gökberk’in ifadesiyle Rönesans, hiçbir zaman klasik ilk çağ
düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi değildir; o, görüş ve tutumu büsbütün yeni
olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da getirmiştir…
Yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet anlayışı da
getirmiştir.[1] Paul Hazard’ın deyişiyle Batı düşüncesindeki bu büyük değişmede
felsefenin ve dinin yerini ilmin alacağına, ilmin insan zihnindeki bütün sorulara
cevap vereceğine inanılmıştır. Bu konuda o kadar uçlar meydana gelmiştir ki, ilim
her şeydir diyenlere karşı, ilim iflas etmiştir diyenler bile ortaya çıkmıştır.[2] Rönesans medeniyeti dediğimiz
bu batı medeniyeti böylece bireyi, toplumu, cemiyeti, ekonomiyi… ve devlet yapısını
baştan sona altüst etmiştir; bütün dengeleri bozmuştur. Onun için bu dengelerin
yeni bir oluşumla yeniden kurulmasına gerçekten çok büyük bir ihtiyaç vardır;
hatta zaruret ve mecburiyet vardır. Bütün canlılar,
canlılık faaliyetlerini sürdürebilmek için besin maddelerini kullanmak zorundadır.
Dışarıdan alınan besin maddeleri, canlılık faaliyetleri için gerekli enerji
üretiminde (ATP) kullanılır veya yapı taşlarına parçalanarak tekrar canlının
yapısına uygun şekilde sentezlenirler. Sentezlenen bu yeni maddeler hücrenin yıpranan
kısımlarının tamirinde veya yeni hücrelerin yapımında kullanılır. İnsanlar da hücrelerden
oluşan bir canlıdır, toplumlar da bireylerden meydana gelen bir canlıdır. Onlar
hayatlarını sürdürebilmeleri için çalışmak, hareket etmek, üretmek, yemek, içmek
ve ihtiyaçlarını gidermek durumundadırlar. Şu halde insanların insanlara ve onlarla
irtibat kurmaya, toplumların da toplumlara ve devletlere ve onlarla irtibat kurmaya
ihtiyaçları vardır. Neyi, nerede, nasıl, ne zaman ve ne kadar yapacağız meselesi
insanların kafalarını her zaman meşgul etmiştir. Çünkü insanlar, toplumlar ve
devletler fotokopi değildir. Her kişilik ayrı bir dünyanın elemanı olup aynı
zamanda o, farklı davranışların pozisyonuna sahiptir. Onun için bilginin çok, hem de
çok büyük bir önemi vardır. Zira bireye, topluma ve devlete düşen adalet ve hukuka
uygun davranmaktır. Uygun ve faydalı davranışlar ise ancak bilgi sayesinde gerçekleşip
meydana gelir. Onun için dünden bugüne insanlık hep bir arayış içersinde olmuş, gözünü
daha iyiye, daha güzele ve daha çok mutlu olmaya dikmiştir. O sebeple Eflatun’un
Cumhuriyet adlı kitabından Farabi’nin Medinet-ül Fadıla adlı eserine kadar ve hatta
Sir Thomas More’a ve onun Utopia adlı kitabına kadar din ve bilim adamları hep iyi
bir toplum nasıl olmalı, kutlu ve mutlu topluma nasıl ulaşabiliriz ve bu toplumun
vasıfları nelerdir hep bunu araştırıp bulmaya çalışmışlardır. Yeni bir oluşuma ihtiyaç
vardır derken maalesef ülkemizde ilk akla gelen şey hemen siyasi bir oluşumdur.
Çünkü bu memlekette her alan, politikanın sınırları içersine girmeyen, girmemesi
lazım gelen alanlar bile siyasileşmiş ve politikleşmiştir. Bu konuyu uzun uzun açıklamaya
gerek yoktur. Zira açık oturumlarda ve tartışmalarda bile zaman zaman dile getirilen Türkiye’nin
özel şartları vardır, ifadesi bunu ayan-beyan ortaya koymaktadır. Herkesin ve her
ülkenin özellikleri ve özel şartları olmaz mı? Hayır, Türkiye başkadır ve
burası Türkiye’dir. Böyle bir düşünceyi asla kabul etmiyoruz. Mesela başörtüsünün
idareyle, siyasetle ve politika ile ne alakası var? İşte biz bunun için diyoruz ki,
Türkiye’de yenileşmeye, değişime ve yeni bir oluşuma ihtiyaç vardır. Bu değişim zaruretini görenler,
bu çağın ve bu Rönesans medeniyetinin arızalarını ve yanlışlarını, zaman ve mekândaki
doğala olan zıtlık ve tersliklerini görürler. Bu medeniyeti kuranlar, varlık
âlemini onu var edeni dikkate almadan anlamaya ve anlatmaya çalıştılar. Onun için
ilk yapılacak şey, zihinlerdeki bu yanlışlığı kaldırmak için Halik ve mahlûk
dengesini kurmaktır. Onun için bugün bilimsel düşüncenin ve insanlığa yol gösteren
meşale olarak nitelenen ilmin, inançsız olduğunu söyleyebilirim. Zira Allah’ın
iradesinden başka bir şey olmayan bu fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin kanun ve
kurallarını Allah’ı nazar-ı itibara almadan bulup uygulamak mümkün değildir. Bu
uygulamaların asıl yanlışlığı buradan kaynaklanmaktadır. Allah’ın koyduğu
değerleri kaybedenler, insanlığın huzuruna demokrasi, insan hakları, serbest piyasa
ekonomisi ve kadın-erkek eşitliği gibi konuları bizim değerlerimiz diye çıktılar.
İnsanın koyduğu bir şey, aynı düzlemde olan bir insan için değer olur mu? Bunlar
gerçekten insanlığın değerleri değil, batının değerleridir. Bu deyim ve
terimlerin faydasını inkâr etmek bizim işimiz değildir. Fakat bunların eklenecek,
ilave edilecek, ayıklanacak, yontulacak ve kullanılır hale getirilecek çok açık,
eksik ve fazlalıkları vardır. Aslında değerler dine dayanır, ilahi kitaplara
dayanır, neticede Allah’a dayanır. Çünkü dini de bilimi de koyan Allah’tır.
İnsan bilime ne kadar muhtaç ise dine de en az o kadar muhtaçtır. Çünkü insan, din
ile bilimin bir bileşkesi olan varlıktır. Onun için insan teoriği ve pratiğinde
din-bilim dengesi yeniden kurulmalıdır. Her zaman sosyal bilimlerin
terim, tarif ve tasniflerinin eskidiğini hep söyleyip duruyoruz. Genel anlamda dünya ve
kâinat, insan açısından iki kaynağa, iki bilgi kaynağına sahiptir. Birisi bilim,
diğeri ise dindir; biri akıl, diğeri ise nakildir; birisi duyular diğeri de
sezgilerdir. İnsan ise bunların bir bileşkesidir. Eğer bilim, fen bilimleri ise,
sosyal bilimler de dindir. Öyleyse insan, irade ile işlediği her hareketini dinde
aramalıdır. İnsan ilmen bulduğu bir şeyi dinen uygulamalıdır. O yüzden A’dan Z’ye
tüm okullarda din ve bilim okutulup öğretilmelidir. Çünkü yeme ve içmede vekâlet
olmadığı gibi, farz-ı ayında, dinde temsil olmaz, başkası adına din yaşanmaz. O
sebeple geleceğin dünyasında yenileşmiş, değişmiş ve yeniden yapılanıp oluşmuş
toplum hayatında din adamları, dini okullar, din ve diyanet teşkilatı olmayacaktır.
Çünkü din her haliyle her yerde kendi yerini alacaktır. Zira İslam’da rahiplik ve
ruhbanlık yoktur. Bize göre din-devlet,
din-dünya diye bir tasnif yoktur. Onun için yeni oluşumda dünya-ahiret, birey-toplum,
fert ve devlet tasnifleri yapılacaktır. Bireysel alan ile kamusal alan birbirinden
tamamen ayrılacaktır. Bireye düşeni birey, topluma düşeni de toplum yerine
getirecektir. O sebeple devlet talim ve terbiyeden, eğitim ve öğretimden elini
çekecek, o sadece kontrol görevini yapacaktır. Çok merkezli olan insanın meydana
getirdiği toplumda dini, ilmi, ahlaki ve hukuki alanlar sadece kendi kanun ve
kurallarıyla çalışacaklardır. Bu alanlar, insan vücudunda işbölümüne sahip
organlar gibi diğerine karışmayacak ve her kurum, biri diğerini tamamlarcasına kendi
işine bakacaktır. Yeni oluşum, zamanı
gelince yenidünyayı yeniden kuracaktır. Dünyanın sonu değildir ve hiçbir canlı
kendisine zarar verecek şeye yaklaşmaz. Onun için tüm insanlık Müslümanların
öncülüğünde kurulacak bu yeni oluşumu ve yenidünyayı beklemektedir. Yoksa bu
kirlenmenin, krizlerin, streslerin, zulümlerin, amaçsız menfaat savaşlarının ve bu
şovların neticesinde insanlık daha da kötüye gitmiş olur ki, buna mahal yoktur. Ben
şahsen ümit varım ve iyimserim. Onun için de bu yazımı büyük üstat Elmalılının
şu sözleri ile bitirmek istiyorum. (Bu ayette)[3] buyrulduğu üzere İslam'ın da
gecesi gündüzü olacak, o da bu inkılâp âleminde gâh gecelerin ağuşu sükûnunda
dinlenecek ve gâh gündüzlerin pertevi ikbalinde gözlerini açarak, Hak Teâlâ'nın
huzur-u izzetinde en yüksek hayatı yaşamak için uyanacaktır. Bu ayetin işaretine
nazaran İslam'ın istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil parlaktır. Ara
sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Macit Gökberk, Felsefe
Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul–2002, s. 161, [2] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki
Büyük Değişme, çev: Erol Güngör, s, 332 [3] Nemil 27/ 86 [4] Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, V, 3713 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |