. | İSLAM
AÇISINDAN DİN ve BİLİM [1]
Önce
Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar
âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun
ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve
imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa”
kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. Allah,
canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift,
çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları;
insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta
doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda
zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış;
toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat
ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını;
idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden
dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur.
Allah
Teâlâ, varlıklardan bahsederken her şeyi çift çift yarattığını açıkladığı
ayette söyle buyurmaktadır: “Biz, düşünesiniz diye her şeyden çift çift yarattık.”
[2]
Bundan sonra ilim ile din konusuna gelecek olursak yine Kuran’a baktığımız zaman
dini de ilmi de Allah’ın koyduğu görülmektedir. Bu hususta ayetlerde söyle
denilmektedir. “Allah Âdem’e bütün isimleri (yani eşyanın adlarını ve ne için
yaratıldıklarını) öğretti.” [3]
Şu halde ilmi ilk öğreten Allah’tır. “Melekler, ya Rab! Seni noksan sıfatlardan
tenzih eder, kemal sıfatlar ile tavsif ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka
bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hakim olan ancak sensin, dediler.” [4]
Öyleyse meleklere de ilim öğretip bilgi veren Allah’tır. “Eğer sen, sana ilim
geldikten sonra onların hevalarına-arzularına-heveslerine uyarsan, iste o zaman sen
zalimlerden olursun.” [5]
“Eğer siz doğru iseniz bana bir ilim ile haber veriniz.” [6]
“Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kişiden daha zalim kim
vardır?” [7]
“Her bir ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.” [8]
“Size ilimden az bir şey verilmiştir.” [9]
İlim hakkında Kuran’da daha birçok ayet ve açıklamalar vardır. Biz ancak bunları
aldık.
İlimden
sonra simdi dine gelecek olursak, bu konuda da Kuran’a baktığımız zaman din
hakkında da bir takim açıklamalar getirdiğini görürüz. Din Allah’ındır ve dini
o koymuştur. Bu hususta “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır, din de devamlı
olarak onundur.” [10]
“Hiç şüphesiz Allah sizin için dini seçip koymuştur.” [11],
buyrulmaktadır. “Allah’ın yanında din İslam’dır.” [12]
“İnsanlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde
olanlar ister istemez Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmuşlardır.” [13],
denilmektedir.
İnsanlar
dine, Allah’ın emirlerine kendi iradeleriyle uydukları halde Allah, duman halinde olan
göğe ve yere itaat ederek veya zorla gelin buyurduğu zaman onlar “itaat ederek geldik”,
dediler. Su halde insanlar irade sahibi olmaları dolayısıyla itaat veya isyan
edebildikleri halde yer ve göklerde ise itaat etmek ve uymak vardır. O sebeple hayvan,
bitki ve cansız varlıklar, Allah’ın kendileri için koymuş oldukları kanun ve
kuralların dışına çıkmazlar ve çıkamazlar. İnsanlar ise dinlerine kendi istek ve
arzuları ile uyarlar. Onun için ayette “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk,
sapıklıktan ayrılmıştır. Artik kim tağutu (Allah’tan başka kendisine boyun
eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkâr edip Allah’a iman ederse, o, kopmayan sağlam
bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” [14],
buyrulmuştur.
Hz.
Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün dinler haktir ve İslam’dır; o sebeple
Kuran’da “Din Allah katında İslam’dır”, buyrulmaktadır. [15]
Ancak kim
olursa olsun, yanlıştan döner, tahrif edilmiş dinini bırakır ve tövbe eder, namaz kılar
ve zekât verirse onlar, bizim din kardeşlerimizdirler. [16]
İslam
dini son din olması dolayısıyla dinlerin en tekâmül etmiş bir seklidir. Ayette bu
konuda söyle buyrulmuştur. “Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinize
nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’ı beğenip seçtim.[17]
Böylece
insan için bir dini alan ve bir de bilimsel alan olmak üzere iki ortam ve şartlar
bulunduğu anlaşılmaktadır. Bundan başka varlığı bilinen iki âlem daha vardır ki,
bunlar gayb ve şehadet âlemi, yani insan için görünen ve görünmeyen, bilinen ve
bilinmeyen âlem olarak niteleyebileceğimiz iki alandan ibarettir. Simdi din ve bilim
üzerinde biraz durup sonra ledünni ilmin aleni olan gayb âleminden ve şehadet
âleminden bahsedelim.
Din
ile bilim tüm insanlığa kurallar getiren ve kanunlar sunan iki kurumdur. Onun için hem
din, hem de bilim insanlığın ortak malıdır, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade
etmiş oluruz. Yani din ile bilim evrenseldir, küreseldir.
Bölgesel olan ve yöresel olan ise bunların anlaşılmaları, yorumları
ve uygulamaya konulmalarıdır. Din
olsun bilim olsun, zaman ve zemine göre yorum farklılıkları gösterebilir. İşte
teknoloji, bilimin uygulamasi, diyanet de dinin uygulaması olduğuna göre, yeryüzünde
teknolojik ve diyanet açısından gördüğümüz farklılıklar bu yorum farkından,
değişik ortam ve değişik şartların bulunmasından
ve bu sartların yönlendirip zorlamalarından kaynaklanmaktadır. Bu
bakımdan din ile bilim, sanki yeryüzünün bir ucundan diğer ucuna akan bir nehire
benzer. Zira nehirler ve ırmaklar, her ne kadar burada akan su olsa da görüntü olarak
yer yer farklılıklar gösterir; bazı yerde daralır bazı yerde genişler, kimi yerde
derin, kimi yerde ise sığ olurlar.
Zaten din ile bilim, insan hayatını fonksiyonel olarak
birlikte meydana getirirler; insan hayatı din ile bilimin bir bileşimidir. Yani insan
hayatında din kadar bilim, bilim kadar da din vardır. Çünkü hayat, din ile bilimin
bir bileşkesinden ibarettir. O yüzden insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan gecen
düzlemde yasayan bir varlıktır, diye tarif edilmelidir. Hem bu hayat, fizikteki
karışıma değil, kimyadaki bileşime benzediğinden bu bileşim, ölçü ve miktarlara
uygun olmazsa, yabancı madde ve katkılar bulunur ya da bazı aşrılıklar olursa bünyede
doku uyuşmazlığı meydana gelir ve organizma bundan zarar görür. Bugün her yerde ve
her ülkede görmüş ve görmekte olduğumuz iç ve dış kavga ve kargaşaların,
atışma ve çatışmaların sebebi bizce budur. İnsanlardaki stres, sıkıntı ve ruhi
bunalımların, ailedeki çözülme, bozulma ve boşanmaların, ekonomi ve siyasetteki
kriz ve buhranların sebebi budur. Çünkü insanlık, bir taraftan her ne kadar bilim açısından
teknolojik bir birlik ve bütünlüğe ulaşmış
ise de diğer taraftan din açısından kültürel bir birlik ve beraberliğe, ortak
noktalara, icma ve ittifaklara ulaşamamşstır. Tam aksine zıtlıklar, çelişkiler,
uzlaşması mümkün olmayan farklılıklar ve çatışmalar vardır. Halbuki toplum
hayatında bireylerin birlikte yaşarken aralarında uyup uyguladkları ortak nokların,
ortak hareket ve davranışların bulunması gerekir. İcma ve ittifaklar sadece düşünce,
bilim ve fikirde değil, insanlarin hareket ve davranışlarında da olmalıdır.
Bu iki
kuruma, din ile bilime başka bir açıdan baktığımız zaman bunların merdiven
basamakları gibi birbirine dayandığını, aralarında bir boşluk ve atlama
olmadığını, yani sonraki bilgilerin de önceki bilgilere dayandığını, daha sonra
gelen dinlerin de daha önce gelen dinlerin gelişmiş bir şekli olduğunu görürüz.
Bilimde tekerleğin icadından otomobile ve uçağa kadar her şeyin ve her aracın
bulunmasında geçmiş bütün zamanların ve her çağın kendine göre bir katkısı
vardır. Onun için geçmişteki bilim kuralları olmasaydı sanayi devrimi olmazdı ve
bugünkü batı medeniyeti doğmazdı, diyebiliriz. O sebeple bugünkü bilim ve
teknolojinin patenti sadece batılılara ait bir şey değildir, kimse bu benimdir de
diyemez ve bugünkü bilimi kendi mülkiyeti altına alıp sahiplenemez. Bilim ne doğu ve
ne de batınındır; bilim tüm insanlığın ortak bir malı olup ondan herkesin
faydalanma hakkı vardır. Bilim saklanmaz, bir mal gibi para ile de alınıp satılmaz.
Dünden
bugüne gelmiş olan dinler de yöreden küreye, bölgesellikten küreselliğe doğru bir
gelişme göstermişlerdir. Mesela İslam kendinden önce gelmiş olan dinlerin tekamül
etmiş bir şeklidir. Önceki dinler yöresel iken İslam kürseldir, önceki dinler
bölgesel iken İslam evrenseldir. Önceki dinler bireylere, peygamberlere, havarilere ve
din adamlarina dayanırken İslam Hz. Peygamber ile geldikten sonra ve onun dar-i bekaya göçmesinden
sonra bireylere değil, ruhbanlık kalktığı için tüm topluma dayanır hale gelmiş,
dini temsil eden kurum ve otorite kaldırılmış ve herkes bütün toplum bu dine mensup
olan tüm bireyler kadın erkek demeden dini temsil eder hale gelmistir. Bu sebeple ayette
„Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve nimetimi size tamamladım“
buyrulmuştur. [18]
Ayrica Hz. Pegamber de tüm insanlığa gelmiş evrensel bir peygamberdir. Bütün
Peygamberler şu veya bu kavme şu veya bu millete geldikleri halde Hz Muhammed tüm
insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Allah bu konuda ona şöyle emir
vermektedir: „Ey insanlar, de, ben Allah’ın sizin hepinize birden gönderdiği bir elçisiyim.“
[19]
Bu
açıklamalardan sonra bilimi şöyle tarif edebiliriz. Bilim deney, gözlem, tecrübe ve
laboratuar metotlarını kullanarak bize varlıklar hakkında bilgi veren bir kurumdur.
Biz dünyanın güneş etrafinda döndüğünü bilimden öğreniyoruz. Yerküresinin
kendi ekseni etrafinda bir defa dönmesiyle gece gündüz meydana gelir. Dünya güneş
etrafinda dönerken ekseninin 23 derece eğik olması sebebiyle de mevsimler meydana
gelir. Su, havanın soğuk ve sıcak olması dolayısıyla katı, sıvı ve gaz hallerinde
bulunur. Çimlenme ısı ışık ve nem sayesinde olur. İşte bütün bunları biz bilim
yardımıyla öğreniyoruz.
Bilim,
duyu vasıtalarımızla, deney ve gözlemlerle elde edildiği için birtakim özellikler
taşır. Onun için bilgilerimiz izafidir, nispidir, takribidir ve ihtimalidir. İlim
izafi olması dolayısıyla farklılıklar gösterebilir. Mesela bir kimse sobaya üstten
bakarsa onu daire şeklinde görür, yandan bakan kimse ise onu silindir şeklinde görür.
Bilim
nispidir; kişi olayları kendi varsayımları ile ve kendi imkanları nispetinde
algılayıp anlar. Mesela gözleri görmeyen bir kimse için yeşil ve kırmızı yani
renk yoktur, denilebilir. Böylece biz gerçekleri kendi organlarımızın, araç ve vasıtalarımızın
müsadesi nispetinde algılayıp bilebiliriz.
Bilim
takribidir; yani biz varlıkları parça parça veya dış görünüşleri ile anlayıp
kavrayabiliriz. Yoksa onların tümünü kavramamız mümkün değildir. Bizim
varlıklardan algıladığımız şey varlığın kendisi değil, ondan gelen dalgalardır
ve bu dalgalar da arızalıdır. O halde biz bildiklerimizi kesin bir şekilde değil,
yaklaşık olarak bilebiliriz.
Bilginin
bir başka özelliği de onun ihtimali olmasıdır. Mesela bizim olmasını istediğimiz
bir şeyin olmama ihtimali de vardır. Bunu şu misal ile daha güzel açıklayabiliriz.
Mesela havada bulutlar varsa büyük bir ihtimal ile yağmur yağar, yağmurun yağma
ihtimali vardır. Fakat bu bulutların dağılıp yağmurun yağmama ihtimali de vardır.
İşte bütün
bu saydığımız özelliklerden ve verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor ki, ilim ya da
bilim bize yalnız başına istediğimiz oranda bir fayda sağlayamamaktadır. Bu sebeple
biz, bilimin insan açısından bakıldığı zaman dine muhtaç olduğunu iddia ediyoruz.
Cünkü aslinda bilim de din de insan içindir. Zira bunların her ikisi de fonksiyonel
olarak birleşip bütünleştiği zaman istenilen yerine gelmiş ve gerçek fayda sağlanmış
olur. Yoksa bilim ile din hep insanlar için olmasaydı, bitkiler fotosentezi anlarlar ve
su da neden katı ,sıvı ve gaz halinde bulunduğunu anlardı. Halbuki böyle bir şey
yoktur. Ne bitkilerin aklı ve sorumluluğu vardır, ne de suyun.
İslam
anlayışında bir de gayb ve şehadet alemi, madde ve ruh alemi, bilinen ve bilinmeyen
alem diyebileceğimiz iki alem vardir.
Kuran-i
Kerim’de “sana ruhtan soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az
bir şey verilmiştir.” buyrulmaktadır.[20]
Aslında burada ruhun duyular aleminin dışında olduğu, o sebeple ruhun künhüne
erilemeyeceği ifade edilirken ilimden az bir şey verildiği buyrulmakla bilgilerimizin cüzi
olduğuna, külli bir bilgiye sahip olmadığımız dile getirilmektedir.
Kehf suresinde
Hz. Musa ile Salih kişi veya Hızır denilen zatin -bizce bir melek olan bu kişinin,
arasında gecen olaylar söyle açıklanmaktadır: Musa ona: "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve
hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi.
(Hızır) dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.
"İçyüzünü-künhünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?" Musa: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine
karşı gelmeyeceğim" dedi. (Hızır) dedi ki: "O halde bana
tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru
sorma!"
Bunun
üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır)
gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: "Geminin içindekileri boğmak için mi deldin?
Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." (Hızır:) "Sen benimle
asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi. Musa dedi ki:
"Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük
çıkarma."
Yine gittiler.
Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: "Kısas
olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın"
dedi. Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin
demedim mi sana?" (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir
şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son
mazerete ulaştın.
Bunun üzerine
yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy
halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir
duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı
bir ücret alırdın" dedi. Hızır dedi ki: "İşte bu,
seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü
haber vereceğim."
"Gemi,
denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların
ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."
"Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve
inkâra sürüklemesinden korktuk." "İstedik ki Rabbleri onun
yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini
versin." "Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi.
Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için
Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet
olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım.
İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur.“[21]
İste bu
ayetlerde bildirildiği üzere Hızır denilen kişinin yaptıkları isler bilim dışı
olaylardır. Bunlar insan havsalasının almayacağı, duyular ötesinde olan farklı bir
boyut ve farklı bir dünyanın isleri olup bir Peygamber olan Hz Musa bile bunları bilip
anlamaktan uzaktır. Bir peygamberin ilmi buna yetmediğine göre hiçbir insanin ledünni
ilme sahip olduğunu bildirmesi ve perde ötesinden konuşması, haber vermesi, gayb
âlemi ile irtibatta olduğunu söylemesi olamaz. Olsa bile hiçbir değer taşımaz ve
bunların hiçbir değeri yoktur. Çünkü bir peygamberin ulaşamadığı manevi alana hiçbir
veli uzanamaz. Zira mekânla muttasıf olan insanın mekânın dışına ve fizik ötesine
uzanması mümkün değildir.
İlim
kelimesinin Türkçedeki karşılığı bilimdir. İlim, alamet ve âlem kökünden gelen
bir kelimedir. Onun için ilim, varlığın, olayların hareket ve davranışların kural
ve kanunlarına işaret edip bildirir.
Dine gelince,
din kelimesi de “deyn” kökünden gelen bir kelimedir. Deyn ise Arapçada borç ve
borçlanma demektir. İste terim olarak din, insanların Allah’a karsi vazifelerini,
insanlara, hayvanlara ve bitkilere karsi vazifelerini ve bu hususta uyacakları kanun ve
kuralları bildiren bir kurumdur. Seyyid Şerif Cürcani Tarifat adli eserinde Molla
Husrev de Mirat adli Usul-ü fıkıh kitabında dini söyle tarif ediyorlar. Din, akil
sahibi insanları kendi özgür iradeleri ile bizzat hayırlı ve faydalı olan şeylere götüren
Allah tarafından konulmuş olan kanun ve kurallardır.
Bu tariften anlaşıldığına
göre dinin ilimden farklı olarak insanin kendi iradesiyle işleyip meydana getirdiği
olaylar olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanın iradesiyle yaptığı her hareket dinidir
ve öbür dünyada bundan sorumludur. Burada bir örnek vermek gerekirse hem bilimsel ve
hem de dinsel olaylara şöyle bir açıklama getirebiliriz. Mesela insan yemek yemediği
zaman acıkır, hava soğuk olduğu zaman üşür, su içmediği zaman susar ve insanin
midesi, kalbi ve böbrekleri çalışır. Bunlar hep irade dışı oldukları için
bilimsel olaylardır. Yani acıkmak, üşümek ve susamak, iç organlarımızın
faaliyetleri hep ilmidir. Bunlarda sevap veya günah anlayışı olamaz. Fakat yemek, içmek,
giymek, konuşmak, dinlemek, çalışmak, seçmek, seçilmek, bir kamu görevi yapmak, alıp
satmak, evlenmek. .. hep dinidir; yani insanin iradesiyle yapmış olduğu tüm hareket ve
davranışlar dini olaylardır. Bunlarda sevap günah, haram ve helal, serbest ve yasak
hükümleri cereyan eder. Mesela namazı terk etmek günahtır, zekât yani vergi vermemek
yasaktır. Adam öldürmek hem haram ve hem de yasaktır.
Yukarıda
ilim için saydığımız izafi, nispi, takribi ve ihtimali vasıflarının bazıları
dini hükümler için de geçerli olabilir. Mesela herkes kendi gücü nispetinde amel
eder. Çünkü ayette belirtildiği üzere Allah, herkese ancak gücü nispetinde bir
sorumluluk yükler.[22]
İlmin
bilgi vasıtaları duyular, deney, gözlem ve laboratuar gibi araçlar iken dinin bilgi
vasıtaları ise yani deliller, Kitap Sünnet, İcma ve Kıyastır. Bu dini hükümler,
delil dediğimiz kaynaklardan acık ve kapalı olarak elde edilirler. Bu bakımdan 8 çeşit
bilgi türü ortaya çıkmaktadır. Bunlar en açığından en kapalısına doğru söyle
sıralanırlar. Muhkem, müfesser, nas, zahir, hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih.
Bunların her birinin ayrı ayrı hükümleri vardır. Sokrat’ın ortaya koyduğu dedüksiyon-tümden
gelim metodunda sadece kesin bilgiler ise yararken Ebu Hanife’nin bilgi teorisinde yani
fıkıh kıyasında yani endüksiyon-tüme varım metodunda ise zayıf-zanni bilgiler dahi
yürürlüğe konulmuştur. Böylece Ebu Hanife’nin epistemoloji anlayışında 8 çeşit
bilgi ve hüküm olduğu anlaşılmaktadır.
Netice
olarak sunu söyleyebiliriz ki, bilim ile din bize bilgi sunan iki kaynaktır. Bu her iki
alanın usul ve metotları birbirinden farklı olmakla beraber bunlar birbirinden
faydalanabilirler. Fen bilimleri bilim alanında yerini alırken, sosyal bilimler ise
İslam açısından dini alana mensupturlar. Çünkü aileyi, toplumu ve devleti koyan
Allah’tır.
Bunlara
başka bir açıdan bakarsak fen bilimlerinde terim tarif ve tasniflerin zamanla pek
aşınmadığını ve değişmediğini söyleyebiliriz. Fakat sosyal bilimlerdeki terim,
tarif ve tasniflerin bugün eskimiş ve fonksiyonunu yitirmiş olduklarını ve hatta
zararlı olmaya başladıklarını bile söyleyebiliriz. Onun için biz tüm Müslümanları
bunları yenileme hususunda çalışmaya davet ediyoruz. Artık bugün bireyin, ailenin,
toplumun, ferdin ve devletin yeniden tarif edilmesi gerekiyor. Çünkü çekirdek aile
anlayışı aileyi temelinden sarsmış ve onu yıkılmaya ve çökmeye sürüklemiş ve sürüklemektedir.
Beni
dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. [1]
Bu metin Almanya Duisburg Universitesinde 9 Temmuz 2010 tarihinde, Cuma günü,
Saat:19.00-21.00 saatleri arasinda konferans olarak verilmistir. [2]
Zariyat 51/ 49 [3]
Bakara 2/ 31 [4]
Bakara 2/ 32 [5]
Bakara 2/ 145 [6]
Enam 6/ 143 [7]
Enam 6/ 144 [8]
Yusuf 12/ 76 [9]
Yusuf 12/ 76 [10]
Nahl 16/ 52 [11]
Bakara 2/ 132 [12]
Al-i Imran 3/ 19 [13]
Al-i Imran 3/ 83 [14]
Bakara 2/ 256 [15]
Al-i Imran 3/ 19 [16]
Tevbe 9/ 11 [17]
Maide 5/ 3 [18] Maide 5/ 3 [19]
Araf 7/ 158 [20]
Isra 17/ 85 [21]
Kehf 18/ 65-82 [22]
Bakara 2/ 286 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |