. | İSLAM’DA
EKONOMİK SİSTEM İslam’ın
ekonomik sistemi veya İslam’da ekonomik sistem dediğimiz zaman bu ifademiz
bazılarına yabancı gelebilir. Ancak yeri geldikçe İslam’ın kaynaklarına dayanarak
ispat edeceğimiz gibi, İslam’ın da kendisine mahsus, sui jenerist bir sistemi
bulunduğu hususu Müslüman olmayan yazarlar tarafından bile ileri sürülmekte; yalnız
bireyci ve yalnız toplumcu olan sistemlerin yanında hem bireyci ve hem de toplumcu yönü
bulunan İslam ekonomisinin esaslarının araştırılmasının insanlık âlemi için
faydalı olacağı düşünülmektedir.[1]Çağımızın
iktisat profesörlerinden olan Namık Zeki Aral da İslam’ın temel kitabı olan
Kuran-ı Kerim’i tetkik etmiş, onun üretim, tüketim, mübadele, tedavül hakkındaki
görüşlerini araştırmış, tabiat, emek, sermaye, alış-veriş, vasiyet, miras,
inkısam, para, faiz ve kredi hakkındaki emir, nehiy ve tavsiyelerini tespit etmiştir.[2] Bugünkü
ekonomik sistemlerin ya bireyci-individüalist ya da toplumcu-sosyalist olduklarını söyleyebiliriz.
Yani bunlar, bu özellikleri ile eksik ve aksaktırlar. Hâlbuki İslam, birey ile
toplumu, fert ile devleti birleştirmiştir ve bunları bir arada dengede tutmaktadır.
Onun için bireye olan emirlere terim olarak farz-ı ayn denilir, topluma verilmiş olan
emirlere de farz-ı kifaye adı verilir.[3]
Diğer taraftan Kuran-ı Kerim’de de “Rahman (olan Allah), Kuranı öğretti, insanı
yarattı, ona beyanı-konuşmayı öğretti… semayı kaldırdı ve dengeyi koydu.”,
buyrulmaktadır.[4]
Bunun için biz, ekonomik, sosyal ve siyasal hayatta yani tüm birey ve toplum hayatlarında
doğal dengelerin bulunduğuna inanıyoruz. Mesela insanın kendi içi ile dışı dengede
olmalı, kişinin düşüncesi ile yaptığı şey bir olmalıdır. Niyeti başka, hareket
ve davranışları başka bir insan ve toplum olmaz ve olmamalıdır. İçinde, kalbinde
ve gönlünde Allah olan insanlar, merkezinde Allah bulunan iç içe girmiş daireler gibi
birbiri ile uyumlu, ahenkli olur ve aynı merkeze bağlı bir düzlem oluştururlar. Onun
için bu, insan merkezli bir dünya anlayışının tersine, Allah merkezli bir kâinat
anlayışının bir ifadesidir. Zira dini koyan Allah olduğu gibi, bilimi koyan da Allah’tır.
Bu sebepten dolayı din ile bilim arasında zıtlık, karşıtlık veya çelişki değil,
birliktelik, uyum ve ahenk vardır. Onun için biz, ruh ve bedene sahip olan insanı, din
ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan varlıktır, diye tarif
ediyoruz. Böylece görüldüğü gibi beden bilim düzlemini meydana getirirken ruh
da din düzenini oluşturur. Kâinat
ise bir tarafta insan ve hayvan, diğer tarafta ise bitki ve cansız varlıklar olmak
üzere aynı dört parçalı bir makine gibi durmadan çalışmaktadır. Solunum,
sindirim, boşaltım ve dolaşım sistemlerine sahip olan bedenimiz de aynı kâinat gibi
bütün parçaları ile birlikte çalışmaktadır. Kuranda bu mesele, insan ile yerler ve
gökler arasında irtibat kurularak yani sanki bunlar birbirine benzetilerek, beden kâinata,
kâinat da bedene benzetilerek, bu konularda düşünülmesi istenmektedir. Ayette[5]
“Onlar (yani insanlar,) kendi nefisleri hakkında düşünmüyorlar mı? Allah
gökleri ve yeri ve bu ikisinin arasındaki şeyleri ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre
ile yarattı.”, buyrulmaktadır. Aslında bu ayette bize göre insanın kendi bedenine
bakarak yerler ve gökler hakkında, kâinata bakarak da insan vücudu hakkında düşünerek
analoji yoluyla bilgi edinmesine dikkat çekilmektedir. Kâinat,
Allah’ın koyduğu dengeler ile çalıştığı gibi, tüm insan ve toplum hayatı ve
toplumun bir parçası olan ekonomik hayat da doğal dengeler ile çalışır. Maalesef
ekonomik sistemler bu dengeleri, bu doğal dengeleri bulup kuramadıkları için toplumda
yapay sınıflar ve zıt taraflar üretmişlerdir. Hâlbuki ekonomide üretim-tüketim,
tasarruf-yatırım, ithalat ve ihracat dengelerinin yanında mal-para, imar-nüfus (iaşe)
dengeleri kurulmadan, dini, ahlaki, hukuki ve iktisadi alanda dengeler kurulmadan ve bu
alanlar arasında uyum ve ahenk bulunmadan ekonomik çark tam dönmez, sirkülasyon devam
etmez ve iktisadi hayat krizlerden kurtulamaz. Zaten bugün sosyal, siyasal ve ekonomik
hayatta görülen krizler kanaatimizce bu doğal dengelerin kurulamamasından
kaynaklanmaktadır. Çünkü ekonomik hayatın temellerinin atılmaya başlandığı 16. Yüz
Yılın ortalarında iktisadi bir doktrin-ekol olarak ilk defa sahneye çıkan
merkantilizm mektebi bu dengelerden daha çok ifrat ve tefritler üzerine kurulmuştur,
diyebiliriz. Merkantilistler,
ilk defa olarak iktisat siyasetini devletlerin gelişme imkânları bakımından ele alan
fikir ve idare adamlarıdır. Merkantilizm, paraya dayanır; bu inanca göre altın ve gümüş
devleti zenginleştirir. Bu ekol devletçi olduğundan bütün paralar, madenler devletin
elinde toplanmalıdır. Altın ve gümüş tek servet kaynağıdır, gibi aşırı bir görüş
ortaya koymuşlardır.[6]
Bu aşırılıkları yüzünden bunlara bir tepki gelmesi gerekiyordu. Böylece
kendilerine Fizyokratlar adı verilen ekol merkantilistlere karşı çıkmış ve ekonomik
hayatın doğal- ilahi bir yapıya sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her türlü suni
ve yapay davranışlar ve dıştan müdahaleler ve muameleler ona fayda yerine zarar
verir. Bu konuda fizyokratların kabul ettiği ikinci temel ana fikir şöyledir: Dünyada
doğal bir düzen vardır. Bu doğal düzenin kurucusu, dünyayı yaratan kuvvettir.
Tanrının kurduğu düzen, insanların düşünebilecekleri sun’i-yapay sistemlerden
daha iyi ve daha faydalıdır.[7] Geçmiş
zamanda felsefe dinden ayrıldı, eski Yunanda da ilimler felsefeden ayrılmaya başladı.
Rönesans Medeniyetinde Avrupa’da yeniden uyanış, bilim ve teknolojinin gelişmesi
sonucu ekonomi müstakil bir bilim dalı haline gelerek yeni bir boyut kazanmaya
başladı. Artık ekonomi ev ve çiftlik idaresi anlamına gelmiyor, mal mülk yönetimi
ve hayata dair tüm ihtiyaçların tatmini manasına geliyordu ve bireyden daha çok
topluma ve devlete doğru bir kayma gösteriyordu. Bu sebeple modern ekonominin bir toplum
ekonomisi olarak, bir taraf ekonomisi olarak doğduğunu veya başka bir ifade ile bir
devlet ekonomisi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. XV. Y.Y.dan sonra orta çağdaki
derebeylikler yavaş, yavaş yıkılıp merkezi büyük devletler kurulmaya başlayınca
ekonomi de hemen siyasetle-devletle irtibat kurmaya başladı. Nitekim çok geçmeden
Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçısı, ilk defa siyaset ve ekonomi
kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie Politique” yani siyasi iktisat
adında bir ekonomi kitabı yayınladı.[8]
Bu batıda ilk dönemler o kadar toplumcu ve devletçi idi ki, hatta ferdiyetçilik ve
liberalizmin temellerini attığı söylenen Adam Smith bile meşhur eserine “The Welt
of Nations” (Milletlerin ( ve Devletlerin) Zenginliği) adını veriyordu.[9]
Yani aslında böylece bu ekonomi, kendi teorisinin dengelerini kuramamış olduğundan
dolayısıyla onun eksik ve aksak olarak doğduğunu söyleyebiliriz. İşin
gerçeğini dile getirmek gerekirse dinin yerine bilimi ikame etmek isteyen batı
filozoflarının ellerinde ölçüp biçecek bir aletleri olmadığı için beşeri
olayların sınırlarını çizememişler, nirengi noktalarını tayin edememişlerdir.
Buna vergilerde esas dayanak mali gücün varlığı mı, yoksa devlet hizmetlerinden
faydalanma mı olduğu hakkında bir türlü karar veremeyip ileri sürdükleri çift yol,
iktidar ve istifade teorileri güzel bir örnek teşkil eder.[10]
Biz hemen söyleyelim ki, İslam ekonomisinde verginin sebebi kişilerin mali imkâna
sahip olmalarıdır. İslâm devletinde normal şartlar altında zekât vergi olduğu
gibi, vergi de zekâttır. Çünkü Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Hz. Ali dönemlerinde devlet, zekâtın dışında başka bir vergi almamıştır. İslâm
hukukçuları ayet ve hadislere dayanarak zekâtın sebebinin mal olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü ayette “Onların mallarından bir sadaka (vergi) al.” buyrulmuştur.[11]
Serahsi’nin bu ayete dayanarak zekâtın sebebinin mal olduğu hakkındaki görüşünü
ifade etmiştir.[12]
Zekâtın sebebinin mal olduğu hakkında hadisler de vardır. Kaynaklarda belirtildiğine
göre Hz. Muhammed (s.a.v), namaz ile zekâtın arasını açanlarla savaşacağını
bildirdikten sonra “Çünkü zekât mali bir haktır.”[13],
buyurmuştur. Hz. Peygamber devletin hukuki olarak, cebir ve zor ile alacağı şeri-kazai
hakkı ifade ederek “Gerçekten malda zekâttan başka bir hak yoktur.”[14],
buyurur. Bireyin kendiliğinden dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari bir hak olarak vereceği
bir sadakayı kastederek de “Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır.”
buyurmuştur.[15] Molla
Husrev Mirat adlı eserinde zekâtın sebebinin nisap olduğunu, nema yani üreyen mal
olma özelliğinin ise şart olduğunu ifade ettikten sonra şöyle diyor: Aslında nema
batini-gizli bir şeydir. Bu sebeple biz nema şartı yerine yıl şartını getirdik.
Çünkü malların ve hayvanların üremeleri ve çoğalmaları mevsimler sayesinde gerçekleşir.
Hatta mevsimler değiştikçe mallara olan talep de değişir. Böylece yıl, zekât-vergi
için şart olmuş olur. Çünkü yılın yenilenmesi nemanın yenilenmesi, nemanın
yenilenmesi ise gerçek sebep olan malın yenilenmesi demektir. Böylece yıl yenilendikçe
vergi verme işi de yenilenmekte, sebep tekerrür ettikçe hüküm de tekerrür
etmektedir.[16]
Böylece mal zekâtın vücub sebebi olduktan sonra, nisap, yıl ve nema da edasının
şartı olmaktadır. İslam
ekonomik sistemi ile diğer bireyci ve toplumcu sistemlerin temel benzerlik veya
farklılıklarını ortaya koyduğumuz zaman İslam’ın da bir ekonomik sistemi olup
olmadığı meydana çıkar. Bu benzerlik ve farklılığı Kuranı Kerimdeki şu ayet
çok açık ve net bir şekilde belirtmektedir. Allah alış veriş yapmayı yani ticaret
ve karı helal, faiz alıp vermeyi ise haram kılmıştır.[17]
O halde İslam ekonomik düzeninde faiz yasak, ticaret ise serbesttir. Diğer iki ekonomik
sisteme baktığımız zaman kapitalizmde hem ticaret ve hem de faizin yasak olduğunu görüyoruz.
Sosyalizm ve komünizmde ise ticaretin de ve faizin de yasak edildiğini görüyoruz.
Böylece İslam ekonomisinin ticaret serbestliğinde bireyci sistemle, faiz yasağında
ise toplumcu sistemle bir benzerlik ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Ekonomik
teorilerin veya sistemlerin tam olarak ortaya konulabilmesi için bunların bütünü
demek olan toplum nazariyelerinin ifade edilmiş olması gerekir. O nedenle batı dünyasında
ekonomik sistem teorileri ile toplum teorileri birbirine yakın çağ ve zamanlarda ortaya
atılmıştır diyebiliriz. Fakat bu toplum teorileri, ruh beden, din ve bilim bileşkesi
olan insanı ele aldığı için dini boyutu yok veya çok çok az olduğundan eksik ve
aksak olarak doğmuş olduklarını söyleyebiliriz. Mesela burada toplumsal mukavele ya
da sosyal sözleşmeyi ele alalım. Elmalılı’nın
ifadesiyle Allah ile kul arasında geçen fıtri bir sözleşmeyi dile getiren ayette “Allah
ben sizin rabbiniz değil miyim? dediği vakit “Pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz”,
dediler.”, buyrulmaktadır.[18]
“İşte Âdem’in ilk evladından itibaren herkes Rabbinin verdiği ve emrettiği insan
fıtratını, O’nun verdiği vücuda şühudu alıp kabul etmekle Rabbi ile kendisi
arasında böyle bir icap ve kabulün sonucu olan bir fıtri akit (doğal bir sözleşme)
altına girmiş ve kendi varlığında Rabbine şahitliği ve O’na kulluğu taahhüt
etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtri misak, insanın dindarlığının bir başlangıç
noktasıdır. Bu nokta dindarlığın olduğu kadar, hukukun, ahlakın, sosyal hayatın ve
medeniyetin de başlangıç noktasıdır ve çekirdeğidir.”[19]
Elmalılı tam buradan bir dip not çıkarak şunları söylemiştir. İnsan doğuştan,
yaratılıştan medenidir diyenler bunu bir anlamda eksik olarak ifade ve itiraf etmiş
olurlar. İçtimai mukavele (sosyal sözleşme) ve sosyal ruh teorileri bundan
alınmıştır.[20]
Böylece Yazır’a göre toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü
Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau bu nazariyesini eksik olarak ifade ve itiraf
etmiştir. Bu
konuda Tevrat ve İncil’e Eski Ahid ve Yeni Ahit denildiği için bütün ilahi kitapların
aslında Allah ile yapılan sözleşme metinleri olduklarını söyleyebiliriz. Hatta bu
filozofların ve iktisatçıların sosyal alanda ilahi metinlere bakmadan, sadece bilim
metoduna dayanarak gözlemlerle teori ve kanun üretmeleri onların çokça yanılmalarına
sebep olmuştur, diyebiliriz. Mesela Tunç Kanunu dedikleri şeyin bunun çok güzel
bir yanılgı örneği olduğunu dile getirmek isteriz. Çünkü sözde kanun olan bu ücretler
daima asgari geçim seviyesinde olacaktır[21]
ifadesi kadar saçma bir şey olamaz. Diğer
taraftan İslam’ın önerdiği bir toplumda yapı, mukavele ile değil, doğal olan bir
bileşim ve organik bir bileşim gibi kendisini göstermektedir. Bu sebeple bizim hem dini
ve hem de bilimsel inancımıza göre insan hayatı, ister birey isterse toplum olsun,
ister bir bucak veya isterse bir il ya da devlet olsun toplumsal yapı organik bir
bileşimden ibarettir, diyebiliriz. Evet, biz hayatın bir organik yani kimyadaki
bir bileşim gibi organik olduğuna kaniiyiz. Çünkü toplumda bu bileşimi meydana
getiren elamanlar birbirinden ve kendilerinin doğru ve yanlış davranışlarından, günah
ve sevap kazanmalarından etkilenirler. Onun için Hz. Peygamber "Bütün müminleri
sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi görürsün. O vücudun bir
organı hastalanınca, vücudun diğer kısımları, uykusuz kalarak ve ateşlenerek,
birbirlerini hasta organın elemini paylaşmaya çağırırlar" buyurmuşlardır.[22]
Yine Hz. Peygamber başka bir hadislerinde "(İslam toplumunda) müminin mümine bağlılığı,
taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir." buyurmuştur.[23] Bu
hadislerden anlaşıldığına göre toplumun doğal-ilahi bir uzviyet olduğu ve aynı
zamanda bir organizma düzeninde bulunduğu anlaşılmaktadır. Yoksa az önce söylediğimiz
gibi toplumu oluşturma konusunda Hobbes, Locke ve Rousseau’ların ürettiği sosyal sözleşme
teorileri Elmalılı’nın da dediği gibi eksik aksak sunumlardan ibarettir,
diyebiliriz. Ekonominin
kendi alanında dengeleri kurduğu gibi, diğer alanlarla da aralarında bir denge
bulunması gerekir. Hatta bugün sadece kendi kendine kapalı bir ekonomi içinde yaşayan
bir devlet veya toplum değil, artık tüm dünya ile irtibatta olan bir devlet ve toplum
gerekiyor. Onun için de bölge ile evren, yöre ile küre arasında denge kurmak gerekir.
Bu durum devletlerarası ve toplumlar arası münasebetlerde zaruri bir ihtiyaç gibidir.
Bu yöresel ile küresel, yöresel ile evrensel olmak yani hem küresel ve hem de yöresel
olmak fizikteki statik ve dinamik dengeleri hatıra getirebilir. Bu münasebetleri de
fizikteki statik ve dinamik (istikrarlı ve istikrarsız) dengelerle açıklayabiliriz.
İstikrarlı denge hareket edebilen bir cismin dengesidir. Bize göre insan toplumları
bir canlı gibi hareket etmektedir. Burada önemli olan, hem dengede olmak ve hem de
hareket halinde olmaktır. Mesela bir tas içine top gibi küçük bir cisim koyun ve tası
hafif sallayın içindeki top durduğu yerden sağa sola ya da aşağı ve yukarı
hareketlenir. Tasın sallanması durduğunda top yeniden dengeye gelerek durur. İşte
buna dinamik veya istikrarlı denge hali denir. Toplumda meydana gelen arıza ve krizler
dışarıdan müdahaleye gerek kalmaksızın yeniden denge haline gelir. İslam'ın
önerdiği toplum, işte böyle istikrarlı ve dinamik bir toplumdur. Bize göre
Fizyokratların doğal düzen diye ifade ettikleri kâinattaki düzen de aynen bu ilahi
düzenden başka bir şey değildir.[24]
Bu doğal-ilahi düzeni Müslümanlar, din ile bilimi birleştirerek, içtihat ve icma
ederek, kıyas ve konsensüs yaparak bulurlar. İstikrarsız
denge ise tası ters çevirip bu topu tasın tepesine koymak suretiyle anlaşılır. Bu
durumda tasın küçük bir hareketi ve sallanması halinde top yerinde duramayıp düşer
ve yuvarlanarak tasın dışında bir yerde durur. Bugünkü sistem ve düzen anlayışları
ve uygulamaları da müdahaleci ve yapay olduğu için durağandır, statiktir ve tabii
ki, istikrarsızdır. Ya da doğal olmayıp yapay olduğu için müdahalecidir ve istikrar
da ancak dışarıdan yapılan bir müdahale ile sağlanabilir. İşte toplumdaki
kargaşa, ihtilal ve isyanlar bunun için olur. Bugün
ekonomiye müdahale en çok para vasıtasıyla yapılmaktadır. Teknolojinin ilerlemesiyle
altın ve gümüş paralar yerini madeni paralara bırakmış, bir zaman sonra kâğıt
paranın icat edilmesiyle de madeni para ekonomideki fonksiyonunu büyük çapta kaybetmiş
ve tedavülde banknot eden kâğıt paralar dolaşmaya başlamıştır. Karşılıksız
para basma eskiye göre çok daha kolay olduğu için hükümetler istedikleri zaman
istediği kadar para basarak ihtiyaçlarını karşılamışlar ve ekonomiye de böylece
müdahale etmişlerdir. Neticede bir ölçü aleti ve ölçek olan para, bu ölçeklik
vasfını kaybettiği ve kendi değerini bile yerinde tutamayıp enflasyona sebep
olmasıyla kıymetinde eksilmeler olmuştur. Kendi değerini kaybeden düşük değerli
bir ölçü aleti, malların değerini ölçmede kullanılabilir mi? İşte böyle değeri
düşük paralar hem ekonomik ve hem de siyasi krizlere sebep olur. Mesela bir yazar
tarihte “İstanbul’da çıkan isyanların kâffesi para meselesindendi.”, derken bu
gerçeğe işaret etmiş oluyordu.[25]
Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in birinci defa tahttan düşmesini Buçuk Tepe Vakası ile
askerlere mağşuş para (değeri düşük para) dağıtılmasıyla bu olayı para
meselesine yani enflasyona bağlayanlar vardır.[26]
Hâlbuki
zamanımızda bir de döviz problemi vardır. Döviz fiyatları yükselir, merkez bankasına
emir verilir; haydi durma hemen müdahale et, piyasaya ya döviz sür veya döviz çek
denilir. Müdahale her tarafta vardır. Mesela bir kısım insanlar meydanda toplanmış
miting yapıyorlar, içişleri bakanı emir alır asayişi koru denir o da emir verir,
haydi polis durma mitingi kontrol altına al, kanun dışı hareket eden bu asilerin
üzerine ya su sık veya biber gazı denir. Fakat doğal düzen bu değil, böyle doğal düzen
olmaz. Çalışan kazanır, eden bulur, suç işleyen de cezasını mutlaka görür. Doğal-ilahi
düzen müdahale edilmeden kendi kendine fıtrata uygun bir şekilde çalışır. Zira
Kuranda böyle bir hayatın oyun ve eğlenceden ibaret olduğu dile getirilmektedir.[27]
Çünkü kendilerini ebedi sanıp Allah'a mülaki olmayı yalanlayanlar düşünce ve
uygulama itibariyle rantabl bir sisteme ve düzene sahip olmadıkları için zarar
edeceklerdir.[28]
Eğer
İslam, bir hukuk düzeni getirmiş ise onun ekonomik bir sistemi de getirmiş olduğunu
kabul edebiliriz. İslam dininin bir hukuku olduğu hususunda Müslüman ve gayri
Müslimler bile şahitlik yapmaktadır. Zira 1938 yılında Lahey’de toplanan Uluslar
arası Hukuk Konferansı’nda, bu toplantıya katılan Müslim ve gayr-i Müslim üyeler,
İslam hukukunun mukayeseli hukuk kaynaklarından biri olduğu, canlı ve gelişmeye
elverişli olup başlı başına, müstekıl ve orijinal bir hukuk olduğu ve hiçbir
hukuktan alınmadığı hususunda oy birliği ile karar vermişlerdir.[29]
Buna göre İslam’ın bir hukuku varsa onun bir ekonomisi ve bir iktisat teorisi ve
sistemi de vardır diyoruz. Yalnız İslam’ın iktisat teorisi Kur,an ve sünnet başta
olmak üzere tefsir, hadis ve fıkıh gibi kaynaklarda, kitabül haraclar, ahkam-üs
sultaniyeler ve kitabül emvaller gibi eserlerde dağınık ve parça parça bulunmaktadır.
Dün İslam âlimleri nasıl İslam hukukunu bu delillere dayanarak ortaya koydularsa, bugün
de Müslümanların saydığımız bu delil ve eserlere dayanarak İslam ekonomik
sistemini tedvin etme gibi çok büyük ve büyük olduğu kadar da kutsal bir görevleri
vardır. Aslında
Kuran-ı Kerimde İslam ekonomisinin esasları ve iskeleti belirlenmiştir. Çünkü
ekonominin ilim olarak felsefeden ayrılıp müstekıl hale geldiği günden beri ürettiği
kelime ve terimlerin birçoğu lafız ve mana olarak ayetlerde geçmektedir. Mesela Kur’an-ı
Kerimde emek[30],
ücret [31]
(İcare: hizmet ve kira akdi), faiz[32]
(Ribâ), alış veriş (bey’)[33],
mal[34],
para[35]
karz (kredi)[36], sermaye[37], ihtiyaç[38],
fayda[39], zarar[40],
kazanma (kâr etme)[41],
eşyanın (malların ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi[42],
zekât (vergi) ve zekâtın dağılım yerleri[43],
ticaret[44],
ziraat[45],
aldatma[46], gasp ve hırsızlık [47]
gibi daha birçok konularda ayetler vardır. Bu ayetlerde ekonomik anlamlar ya açık bir
kural ve kaide olarak ya da işaretlerle birçok hükümler getirilmiştir. Böylece
ekonominin temelini teşkil eden üretim, tüketim, mübadele ve diğer konularda sistemin
genel prensipleri tespit edilmiş bulunmaktadır. Tabi bu ayetleri anlamak için Kur’an-ı
Kerim’in dilini, ilmî bir şekilde bilmeye yani klasik Arapçayı bilmeye ihtiyaç vardır.
İslam’ın
önerdiği toplumda zaruri olarak bulunan biri ekonomi olmak üzere dört tane kurum olduğunu
söyleyebiliriz. Bu kurumlar din, bilim, ekonomi ve siyasettir. Aileyi de bunlara ilave
edecek olursanız beş merkezli bir toplum ortaya çıkacaktır. Bazıları
da para ekonomiyi ve fabrikayı, kalem bilimi ve üniversiteyi, kılıç yönetimi ve
askeriyeyi, koltuk da yönetimi ve meclisi temsil ediyorsa, bu para, kalem, kılıç ve
koltuk arasında tam bir birlik, ahenk ve tam bir iş bölümü olması lazım, diyorlar. Bugün
ise yapay sınıflar ve yapay düşman partiler icat edilerek, denge kurulmak
istenmektedir. Hâlbuki böyle bir statik zeminde kurulan dengeler, küçük bir
rüzgârla bozulmakta ve daha büyük kasırgalara sebep olmaktadır. Oysa tabiatta
değişim, her zaman vardır ve bu dinamik ortamda ve doğal düzlem sayesinde küçük
dalgalar değil, büyük ve çok büyük fırtınalar bile çok kolay bir şekilde
atlatılabilir. Çünkü eşyanın tabiatını çok iyi tanıyıp kavrayarak yepyeni bir
toplum inşa edildiği zaman ruh-beden ve ulus-ülke ayaklarına dayanan bir toplumda
birey açısından his, fikir, irade ve ünsiyet dinamiklerinin, toplum açısından da
din, bilim, iktisat ve siyaset düşünce ve uygulamaları birer kurum olarak birlikte
çalışmaktadırlar. İnsan, ruh ve bedenden meydana gelir. Onun ruhi yapısı manevi yönü,
bedeni yapısı ise maddi yönünü oluşturur. İnsanların “his ve inanma”, “düşünce”,
“irade” ve “ünsiyet” yetenekleri vardır. İnsan önce hisseder ve bu hisleri ile
sonra düşünmeye başlar. Düşüncelerini oluşturup bir araya getirerek, bir karara
varır ve kendi iradesini kullanır. İradesini kullanırken de diğer insanları, yani içinde
yaşadığı toplumu hesaba katar. Böylece psikolojide insanların dört yeteneğinden de
bahsedilir. İnsanın
bedenini toplumda ülke, ruhunu ise ulus karşılar. İnsanın yetenekleri toplumda sosyal
kurumları oluşturur ve bu kurumlar hep birlikte toplumsal yapıyı meydana getirirler.
Sosyolojide bu kurumlar bugün “din”, “ilim”, “iktisat” ve “siyaset”
kurumları olarak isimlenmekte ve bunlar, araştırma ve incelemelere konu olmaktadır.[48] İslam
hukukçuları malı, emeği ve parayı birbirinden farklı kabul ederek bunları ayrı
ayrı bölümlerde incelemişlerdir. Yani bunların her birini aynı kanun ve kurallara
tabi tutmamışlardır. Hâlbuki çağımız ekonomilerinde mal ile emek aynı kanuna
mesela arz talep kanununa tabi tutularak bunlar az olduğu zaman pahalı, çok olduğu
zaman ise ucuz muamelesi görüyorlar. Kapitalist iktisatçılar “emek arzından”
bahsetmekte ve “on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların liberal iktisadi görüşlerine
göre emeğin fiyatı da diğer mallar gibi piyasadaki arz-talep kanununa göre teşekkül
edecektir,” demektedirler.[49]
Bu emeğin mal gibi kabul edilmesi, insanı eşya seviyesine indirmekten başka bir şey
değildir. Hâlbuki insan maliktir ve sahiptir, süjedir; mal ve eşya ise malik ve sahip
olunan şeydir yani objedir. Onun için İslam ekonomik sisteminde fakirler (yani iş gücü
olmayanlar) bütçeden kendilerine düşen payı aldıklarından[50]
onların emeklerinin mal gibi pazarlanmalarına ihtiyaç kalmayacaktır. İslam
ekonomik sistemi böylece bir taraftan devletin resmi kuruluşları ile bütçelerle, diğer
taraftan da Hz. Peygamber’in“Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır.”[51]
buyruğu üzere, bireyin kendiliğinden dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari bir hak olarak
vereceği mali yardımlar sayesinde insanlar istemedikleri halde çalışma mecburiyetinde
kalmayacaklar ve hatta işçinin emeğini sendika adı altında bir mal gibi pazarlık
yapılması şeklindeki pozisyonlar İslam ekonomik sisteminde bulunmayacak olan
durumlardır. İslam
hukukunda ve ekonomik sisteminde mal, emek ve paranın kanun ve kuralları ayrı
ayrıdır. Bunlar birbirinden farklı oldukları için, mal, büyu (alış-veriş
bahsinde); emek icare (hizmet akdi ve kira sözleşmesinde), para da sarf (para
değişimi-kambiyo) bahsinde ele alınıp açıklanır ve bunların ayrı hükümleri vardır.
Zaten ifade ettiğimiz gibi bu mal, emek ve para ayrı ayrı kanun ve kurallara tabi
olurlar. Mesela para bozdurma veya döviz alıp satma muamelelerinde İslam sisteminde
peşin olma şartı vardır. Fakat bu şart karzda, ödünç vermede aranmaz. Buna göre
öyle bazı muameleler vardır ki, birisinde meşru ve mubah olan bir şey diğerinde
gayri meşru, yasak ve haram olabilir.
İslam’ın
ekonomik bir sistem getirmiş olduğu hususunda başka bir örnek daha vermek istiyorum.
İster inansın ister inanmasın, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, ateist ya da müşrik
kim olursa olsun her halde hiçbir kimse İslam’da namaz ibadeti olduğunu ve Kuran’ın
namaz kurumunu getirdiğini inkâr edemez. Hemen söyleyelim ki, Kuranı Kerim’de
namazı dile getiren bütün kelimelerin sayısı yediyi geçmez. Bunlar ise salât[52], ikame[53],
rükû[54],
secde[55],
kıraat[56],
kıble[57]
ve tevliye[58]
kelimeleridir. Hâlbuki yukarıda da bahsettiğimiz gibi Kuranda ekonomi ile doğrudan
ilgili olan ücret, kira, kar, mal, para, emek, hizmet, sermaye, kredi, ihtiyaç, fayda,
zarar, kazanıp elde etme, alış-veriş, vergi-zekât, bütçe (sadaka), ticaret, ziraat,
aldatma, gasp ve hırsızlık gibi kelimeler bulunmaktadır. Oysa imam, kavm, karye,
mısır, belde, toprak gibi ve daha pek çok sayabileceğimiz dolaylı olarak ekonomi ile
ilgi olan yüzlerce kelime vardır. Bu bakış açısına göre İslam ve Kuran’da namaz
varsa yine İslam ve Kuranda ekonomik sitsem de vardır diyoruz. İslam
ekonomik sisteminin diğer sistemlerden farklı olarak ticaret serbest, faiz ise yasak
eksenine oturduğunu söylemiştik. Şimdi ise meseleye daha farklı bir açıdan üretim,
tüketim ve vergi esasları açısından bakarak incelemeye çalışalım. Ekonomi için
üretim işinin ne kadar önemli bir şey olduğunu uzun uzun açıklamaya gerek yoktur.
Ekonomik alanın yarısının üretim yani iş hayatı ve çalışma düzeni olduğunu söyleyebiliriz.
Zaten biz, parçacı bir yaklaşımla ele aldıkları için iktisatçıların ekonomi
tariflerini eksik bulduğumuzdan şöyle bir tarif getirmek istiyoruz. Ekonomi, çalışma
ve yaşama esaslarını anlatan bir ilim ya da çalışma ve yaşama düzenidir, diyoruz.
İslam,
kadının da erkeğin de çalışmasına izin vermiş bir dindir. İlgili ayette “ Erkeklere kendi çalışıp
kazandıklarından bir pay var; kadınlara da kendi çalışıp kazandıklarından bir pay
vardır.”, buyrulmaktadır.[59]
Aynı zamanda bu ayetten herkesin çalışıp ürettiği şeye sahip olacağı
anlaşılmaktadır. Şu halde üretimde mülkiyet esastır. Bu konuda aynı kuralı
getiren ve elemeğine, çalışmaya daha çok önem veren başka bir ayet daha vardır.
Orada “İnsan için çalışmasından-elemeğinden başka bir şey yoktur.”,
buyrulmaktadır.[60]
Netice olarak insanın mülkiyetine giren şey ancak onun ürettiği malından ve alın
teri hizmetinden ibarettir. Onun için üretimde mülkiyet esastır diyerek insan ürettiğinin
sahibi olur neticesine varıyoruz. Tüketim
meselesine gelince, bu konuda da İslam’ın çok farklı bir yöntem uygulayarak
insanlar arasında adeta tüketim ortaklığını getirmiş olduğunu görüyor ve İslam
ekonomik sisteminde tüketimde, şüyuiyet yani ortaklık vardır. Bu demektir ki, İslam’da
herkesin, asli ihtiyaçlarının tatmin edilmesi anlamında tüketme ve yaşama hakkı
vardır. Çünkü ayetlerde “Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak
vardır”[61]
Onların mallarında ihtiyaç sahiplerinden isteyen ve istemeyen için bir hak vardır.” [62],
“Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, sebzeleri,
zeytinleri, narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde oluşturan O'dur. Her birinin
meyvesinden, olgunlaştığı zaman yiyin ve hasat gününde onun hakkını da verin.”,
buyrulmaktadır.[63]
Buna göre yapılan üretimden ve meydana gelen üründen toplumun hakkı olduğu ve bu
konuda ortaklık bulunduğu anlaşılmaktadır. Diğer
taraftan İslam ekonomisinde yine hiçbir düzende eşi ve benzeri bulunmayan bir vergi
sistemi uygulanmaktadır. Burada özet olarak söyleyecek olursak, İslam düzeninde
verginin sebebi üretimdir, tüketimden vergi alınmaz. Üretim denilen şey de hem birey
ve hem de toplum açısından üretim olması gerekir. Toplum açısından bir üretim
meydan gelmiş sayılamayacağı için İslam’da miras ve intikal vergi ve alım satım
vergisi yoktur. Ayrıca vasıtalı vergiler de yoktur. İslam’daki vergiler maktu
olmayıp yüzde üzerinden alınır. Yerine göre 1 / 5, 1 / 10, 1 / 20 ve 1 / 40 oranında
vergiler vardır. Normal şartlar altında bu nispetler indirilemez ve çıkarılamaz. Bu vergi konusunda da İslam ekonomisinde zekât
sistemi uygulandığını söylemeliyiz. Vergi konusunda ve diğer iktisadi konularda daha
fazla bilgi almak isteyenler bizim www.enfal.de
sitesindeki ilgili yazılarımıza bakabilirler. Bu son
kısımda yaptığımız açıklamaların neticesi olarak şöyle bir sonuca varmak
mümkündür. İslam ekonomik sistemi üretimde mülkiyet, tüketimde şüyuiyet, ortaklık
ve vergide ise zekât esaslarının uygulandığı bir sistemdir. Son söz
olarak İslam ekonomik sisteminin her ne kadar bazı yönleri ile şu veya bu rejimlere
benzese de bu benzerliğin tıpa tıp olmadığını o sebeple de İslam düzeninin her
konuda ve her alanda nevi şahsına münhasır süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyiz.
Yani İslam’da üretim, tüketim, mübadele, tedavül alanlarında, ithalat ve ihracat,
tasarruf ile yatırım alanlarında, mülkiyet, vergi ve ekonominin diğer tüm alanlarında
esaslar getirilmiştir. Fakat bu esasların hepsi de diğer sitemlerden çok farkı olup
İslam düzeninin bünyesi ile uyum sağlar, bir doku uyumazlığı meydan gelmez. Zira
her sistem kendi bünyesi içersinde geçerlidir. [1]
1 Jacque Austray, L’İslam Face au Developpment Economique, s,
20 (Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 31) [2]
Namık Zeki Aral, Sebilür Reşat, c. 12, sayı: 287, s, 190–191 [3]
Farz-ı Ayn ve Farz-ı kifaye terimleri için bak, Seyyid Şerif Cürcanî, Terimler
Sözlüğü, s. 171 [4]
Rahman 55/ 1–4, 7 [5]
Rum 30/ 8 [6]
Ali Özgüven, Ak İktisat Ans. S. 645 [7]
Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s. 323 [8]
Feridun Ergin, İktisat, s. 1; Ak İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat, s. 4 [9]
Bkz. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun Derin, Milli Eğitim Basımevi,
İst. 1948 [10]
Bkz. Memduh Yaşa, Ak iktisat Ansiklopedisi, İstanbul–1973, s. 418, 446. [11]
Tevbe 9/ 103 [12]
Serahsi, Mebsut, II, 149 [13]
Buhari, Itisam, 2, 28; Zekât,; Müslim, iman, 1;Ebu Davud, Zekât, 1; Tirmizi, Zekât 27,
No: 659; Darimi, Zekât, 13. [14]
İbn Mace Zekât, 3. [15]
Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13. [16]
Molla Hüsrev, Miratü’l-Usul, Amire Matbaası, İstanbul- 1890/1307, s. 298. [18]
A’raf 7/ 172 [19]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, 168 [20]
Elmalılı Hak Dini IV, 168 dip not, 1 [21]
Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 933–934 [22]
Buhari, Edeb, 27. [23]
Buhari, Edeb, 36 [24]
Bak, Feridun Ergin Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 231 [25]
Ahmet Refik, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, 1 Kânunusani, 143, No: 84, s, 8 [26]
Türk Tarih Encümeni Mecmuası, No: 141, Mart 1926, s, 82 [27]
Enam 6/ 32 [28]
Enam 6/ 31 ayetine bak. [29]
Bkz. Muhammed Yusuf Musa, Fıkh-ı İslam Tarihi, Çev: Ahmet Meylani, Bayrak Yayımcılık-Matbaacılık,
İst.–1983, s. 14; Krş. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı
Fıkhıyye Kamusu, I, 325–326; Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s. 5;
Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 37 [30]Necm
53/ 40;Leyl 92/4, İnsan 76/ 22, Enbiya 21/ 94. [31]
Talak 65/ 6; Necm 53/ 39; Bakara 2/ 286. [32]
Bakara 2/ 275–287; Ali Imran 3/ 130; Nisa 4/ 161. [33]
Bakara 2/ 275; Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 229), Faiz (Bakara 2/ 275, 276, 279; Ali Imran 3/
130; Nisa 4/ 161. [34]
Bakara 2/ 188; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 103 [35]
Bkz. Varık: Kehf 18/ 19; Para (dirhem) (çoğulu derahim) Yusuf 12/ 20; Para (dinar (çoğulu
denanir) Ali İmran 3/ 75. [36]
Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20. [37]
Bakara 2/ 279. [38]
Mümin 40/ 80 [39]
Bakara 2/ 164; Mümin 40/ 80 [40]
Nisa 4/ 12. [41]
Bakara 2/ 16. [42]
Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; [43]
Bakara 2/ 43; 83; Müminun 23/ 4; Tevbe 9/ 60 [44]
Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 24; Nur 24/ 37. [45]
Yusuf 12/ 47; Vakıa 56/ 64 [46]
Şuara 26/ 181–183; İsra 17/ 35; Mutaffifin 83/ 1–3), İsraf (A’raf 7/ 31. [47]
Mümtehıne 60/ 12. [48]
Bak. S. Akdemir, Sosyal Denge, s. 38–39). [49]
Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 269 [50]
Tevbe 9/ 60 [51]
Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13. [52]
Bakara 2/ 3; Maide 5/ 55; Enfal 8/ 3 [53]
Tevbe 9/ 71; Nemil 27/ 3; Lokman 31/ 4 [54]
Bakara 2/ 43; Hac 22/ 77; Mürselat 77/ 48 [55]
Fussılet 41/ 37; Hac 22/ 77 [56]
Müzzemmil, 73/ 20 [57]
Bakara 2/ 142, 144, 145 [58]
Bakara 2/ 144, 150 [59]
Nisa 4/ 32 [60]
Necm 53/ 39 [61]
Zariyat 51/ 19 [62]
Mearic 70/ 24–25 [63]
Enam 6/ 141
|
. |