. | Sosyal demokrasi ve
günümüz Toktamış Ateş Türkiye'mizde; dünyanın
pek çok ülkesinde olduğu gibi toplumsal yaşamla ilgili kavramlar birbirine girmiştir.
Demokrasinin de
herkesin kabul ettiği bir tanımı yoktur; liberalizmin de herkesin kabul ettiği bir
tanımı yoktur. Sosyal demokrasinin de herkesin kabul ettiği bir tanımı yoktur. (Hele
jakobenizmin tanımı öylesine farklılıklar gösterir ki; insan ne düşüneceğini
bilemez. Bunu geçenlerde yazmıştım.) CHP içindeki
önemli değişimden sonra (nasıl bir değişim olduğunu daha sonra anlayacağız)
sosyal demokrasinin ortaya çıkışı ve günümüzdeki durumuyla ilgili bir şeyler
yazmam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa serde hocalık var. Zaten bugün yazacaklarımın
önemli bir bölümünü; şimdilerde piyasada pek bulunamayan "Demokrasi"
başlıklı kitabımdan alıyorum Tarihsel sürece
bir göz atarsak; 1848'i ve 1848'de Avrupa'nın dört bir yanında patlak veren işçi
ayaklanmalarını izleyen yıllarda; bir yandan liberal partiler güçlenirken ve gelişirken;
öte yandan da endüstri işçileri hem sayıca hem de toplum içindeki oranları olarak büyük
bir artış içindeydiler. Eski tarım toplumları endüstri toplumlarına dönüşmekteydiler. İşte bu
koşullar içinde; sosyal demokrasi de güçlenmeye başladı. Zira emek örgütlenmesi de
başlamıştı. Ancak burada; kavramla ilgili bazı açıklamalar yapmamız gerekir. Gerçekten
o günlerde sosyalizmle sosyal demokrasi arasında bir ayrım yapma olanağı yoktu.
Kapitalist toplumun kurum ve inançlarını işçi sınıfının yararına değiştirmek
isteyen tüm görüşler; sosyal demokrasi olarak isimlendirilebiliyordu. İster "işçi
ligi", ister "işçi cemiyeti",
ister "emekçi
partisi" olarak isimlendirilsin (ve altını çizerek yazıyorum)
Jakobenizmin demokrasi teorisini geliştirmeye çabalayan tüm görüşler; sosyal
demokrat idi. (Yukarıda; Jakobenizmin altını çizdim. Zira bizde Jakobenizmi bir "zulüm"
olarak görme alışkanlığından bir türlü kurtulamayan arkadaşlar var...) Ünlü siyaset
bilimci Massimo Salvadori'nin bundan yarım yüzyıl önce (Liberal Democracy London
1958); değindiği önemli bir konu vardır. Gerçekten Salvadori'nin değindiği üzere;
20. yüzyılın başında liberallerle sosyal demokratlar arasında çok ciddi yaklaşım
farkları vardı. Ancak 1950'lerde bu fark azalmıştır. Ve Salvadori "Belki birkaç kuşak
sonra git gide kaybolacaktır. Liberaller git gide sosyal bir nitelik kazanırken; sosyal
demokratlar mülkiyet ve ekonominin devlet tekelinde olması gerektiği konusundaki düşüncelerini
önemli ölçüde yumuşatmışlardır" demekteydi. Sosyalizmle
sosyal demokrasi arasındaki ayrım; her türlü isim karışıklıkları bir yana 20. yüzyıl
başlarında kristalleşme yoluna gitmişti. Zira hem "1. Enternasyonal'de
(1864–1876)" ve hem de "2. Enternasyonal'de
(1889- 1914)" ve bunlara bağlı olarak yapılan tüm kongrelerde;
sol düşüncenin farklı tüm anlayışları temsil edilmiş fakat bir karar birliğine
varılamamıştır. (Daha sonra Sovyetler Birliği 3. Enternasyonali toplayacak ve "sosyalist
devrim" tezini benimseyecektir.) İşte bu dönemde
3. Enternasyonal'e bağlı olmayan partiler; "sosyalist"
ya da "sosyal
demokrat" partilerdi. Fakat iki savaş arasındaki baskı döneminde;
bunların uluslararası bir örgütü yoktu. Böyle bir
örgütlenme konusundaki ilk adım 1947'de; Anvers'te atılmıştır. "Sosyalist Konferans
Hazırlama Komitesi"nin (COMİSCO) çabalarıyla sosyal demokrat
partiler "Sosyalist
Enternasyonali Konseyi" adında bir örgütle toplanmışlar ve 1951
Frankfurt Kongresi'nde yayınladıkları bir bildiri ile temel görüşlerini
belirlemişlerdir. Tabii bugün bunlardan ne kadarının geçerli olduğu çok tartışma
götürür... Frankfurt
bildirisine göre sosyal demokrasi ya da demokratik sosyalizm; kapitalizmin karşısındadır.
Sınıf mücadelesini kabul eder ancak bunun ihtilal yoluyla olmasına karşıdır. Her türüyle
totaliterliği ve dikta rejimlerini reddeder. Sosyalizmi komünizme götürecek bir araç
olarak değil başlı başına bir "amaç"
olarak görür. Sosyalist
enternasyonal marksisttir. Fakat tek sosyalizmin Marksizm olduğunu reddeder. "Refah devleti"
anlayışını da sosyal demokrasinin amaçları arasında görür. Frankfurt
bildirisinde esaslarını gördüğümüz sosyal demokrasi; ilk kez 1848 Fransız
Anayasası'nda gördüğümüz "sosyal devlet"
anlayışının hedefleriyle örtüşür. Yani devletin tek görevi "var olan"
özgürlükleri korumak değil; var olması gereken özgürlüklerin gelişmesinin mümkün
olabileceği ortamı hazırlamak ve bu özgürlüklerin gelişmesini engelleyen unsurları
saf dışı etmektir. Cumhuriyet Halk
Partisi de "Sosyal
Demokrat Enternasyonal”in üyeleri arasındadır. Frankfurt
bildirisinin yayınlanmasın üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmiştir. Temel
ilkelerde bir değişiklik olmasa bile; gündelik yaşam pratiğinde çok şey
değişmiştir. Düşünün ki günümüzde 10–15 yılda sağlanan teknolojik
değişmeler; 19. yüzyılda, 100 yılda sağlanamamaktaydı. 20. yüzyılda ise bu
değişimler için en az 40–50 yıl gerekiyordu. Bugün
endüstrinin de yapısı değişmiştir; işçi sınıfının da profili çok farklıdır.
Bugün sosyal demokrasi; "kadın hakları",
"çevre
koruması" vb. konulara; emekçi sınıfların durumu kadar zaman
harcamaktadır. Bizde yapılması
gereken de budur... “TERİMLERİN ZULMÜ” Yorumlayan : Osman Eskicioğlu Her
ilmin, her dinin ve her medeniyetin terim, tarif ve tasnifleri bulunur. Dinler, ilimler ve
medeniyetler farklı olduğu gibi onların bir tür dili demek olan terimleri de farklıdırlar.
Bize göre genel anlamda dünyadaki terimler iki kısma ayrılır. İnsan, hayvan, bitki
ve cansız varlıklara ve onların fonksiyonlarına ait olan bu isim ve terimler, robotun
kanunları ve iradenin kanunları olmak üzere iki kısma ayrılabilirler. Onun için
kelimeler ya sabit bir olayı, ya da değişken bir olayı dile getirirler. O sebeple biz
olayları bize açıklamaya çalışan isim, kelime ve terimleri fen bilimleri ve sosyal
bilimler olmak üzere iki alanda kümelenmiş işaretler olarak görüyoruz. Yalnız
iradenin kanunu dediğimiz sosyal bilimler yine bize göre tamamıyla iradeye dayandığı
ve duyulara hitap etmediği hatta iç dünyamıza hitap edip değerler dünyamızı
meydana getirdikleri için dinidir ve dinden ibarettir. Bir örnek vermek gerekirse mesela
aile alanına ait olan “nikâh” kelimesi ile ziraat alanına ait olan patates ismi
bunlardandır. Manava gidip 3 kilo patates veya beş kilo soğan alabilirsiniz. Fakat bir
satıcıya gidip de bana 1 kilo nikâh ver diyemezsiniz. Hiçbir satıcı 5 tane, 10 tane
veya 5 kilo ya da 10 kilo aile vermez, veremez. Yüz ton milyon ton toplum, cemiyet ve
devlet olmaz. Şu halde insan açısından tüm olaylar ve yapılan şeyler ya ilmidir
veya dinidir denilebilir. İlim ile din insan için olduğu gibi ve bunlar birbirini
tamamlayan iki unsur olduğu gibi, fonksiyonel olduğu gibi aynı zamanda tüm olaylara
bir üst kurum olarak kuşatırlar. Mesela karnımız acıkır, bu bir bilimsel olaydır,
kalbimiz çalışır, bu bilimseldir; susarız yani su canımız ister bu da bilimseldir.
Çünkü bunlar irade dışı cereyan eden olaylardır. Fakat yemek yemek irade ile
olmasıyla dini bir harekettir. Yemek, içmek, giymek, çalışmak, evlenmek… hep dini
olaylardır. Aile kurmak dinidir, bir toplum kurmak ve devlet kurmak dinidir, dini bir
olaydır. İnsanın bedeni, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar ise ilmi kanunlara
tabidirler. İnsan iradesi ve ruhu ise dini kanun ve kurallarla çalışır. İşte bu yüzden
biz insanı din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlık
diye tarif ediyoruz. Batı demek ilim demektir. Batı dünyası
ilme uydu ve tabiatı araştırdı. Tabiat ise gözle görülüp elle tutulan varlıklar
âlemidir. İlmin vasıtaları da deney, gözlem, duyular ve laboratuardır. Onun için Rönesans medeniyetinin tamamen bilime
dayalı bir medeniyet olduğunu söyleyebiliriz. Dinlerinden yeteri kadar fayda göremeyen
bu bilginler bu eksikliklerini hayvanlardan istifade ederek gidermeye çalıştılar.
İnsan davranışlarını hayvanlarda aradılar ve insanı, hayvana benzetmeye çalıştılar.
Bundan dolayı bir çeşit toplum hayatı yaşayan arılar ve karıncalar onlara
öncülük etmişlerdir. Hâlbuki insan toplumu, arılar ve karıncalar toplumlarından
çok daha üstün, çok daha farklı ve çok daha yukarılarda olan bir toplumdur. İşte
onun için bugün insanlık âlemi bu Rönesans medeniyeti ile bu hayvanlara benzetilmenin
sıkıntılarını çekmektedir. O yüzden bu medeniyetin ortaya koyduğu toplumla,
devletle ve cemiyetle ilgili terimler insanlara zulmetmektedir. Bunu ben demiyorum.
Onlardan biri olan ve hem bu zulmü dile getirerek yazdığı ve hatta Nobel ödülü
kazandığı iktisat adı taşıyan kitabın yazarı Paul
A. Samuelson
diyor. Bakın
bu Samuelson, kendilerinin ürettiği terimlerin yetersizliği karşısında kafaların
karışması sebebiyle “Terimlerin Zulmü” zulmettiğini şöyle açıklıyor: Özellikle
sosyal ilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız lazımdır.
Yaşadığımız dünyada zaten bol miktarda mudil münasebetler mevcuttur, böylece a)
aynı kavram için iki ayrı terim kullanmakla, b) birbirinden tamamen farklı iki
hadiseyi bir tek terim ile göstermek suretiyle dünyamızı daha karışık bir hale
sokmaktan kaçınmalıyız.
Depresyonun meydana gelmesine sebep olan amilin aşırı tasarruf olduğunu
iddia eden Robinson’a, Jones şu şekilde mukabelede bulunabilir: “Yalan söylüyorsun,
hakiki sebep eksik istihlaktir.” Bu konuşmaları dinleyen Schwartz da işe
karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır.” diyebilir.
Bu tartışma böylece devam edip gidebilir, hâlbuki bir an için tartışmayı bırakıp
kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç
iddianın da aynı olduğunu, farkın terim karışıklığından meydana geldiğini
anlarlardı.
Öte yandan bazı terimlere karşı tarafsız
olmadığımız için anlaşmazlıklara sebebiyet verebiliriz, mesela hükümetin gelişmeyi
hızlandırmak için yaptığı programları bir kimse, “makul bir planlama” şeklinde
ifade eder, bu müdahaleye taraftar olmayan diğer bir kimse ise aynı hadiseyi “totaliter
bürokratik bir müdahale” şeklinde tavsif edebilir. Hiç kimse birinci ifadeye itiraz
edemez, ikincisine ise kimse taraftar olamaz, hâlbuki iki ifade de aynı kavrama tekabül
etmektedir. Böylece ilmi tartışmalarda, imkân ölçüsünde bu türlü hislere dayanan
terminolojiyi kullanmaktan kaçınmalıyız.”[1]
Bundan
sonra “Sosyal demokrasi” terimine veya isim tamlamasına gelecek olursak bu sosyal
alanda başarısız olan Batı veya Rönesans medeniyetinin aciz, zavallı kelimelerinden
biridir, diyoruz. Bu ifadeler, gözle görülecek işlerde gözü olmadığı için
elleriyle görmeye çalışan bir ama kişinin iş yapmasına benzer. Samuelson’un
ekonomik alandaki aşırı tasarruf, eksik istihlak ve eksik yatırım kelimelerinin insanların
kafalarını karıştırdığı gibi, siyasi alanda türetilmiş olan terimler de aynı
bunlara benzer. Mesela sosyal siyaset, sosyal demokrasi ve sosyal adalet gibi tamlamalar
da böyledir, kafaları karıştırmaktadır. Zaten bugün sosyal bilimcilerin kafaları
hep karışıktır. Siyaset, demokrasi ve
adalet zaten sosyal değil mi? Siyaset ve demokrasi zaten toplumsal, toplumla ilgili ve
sosyal hayat ile ilgi değil mi? Adalet denilen şeyin yani zaten tüm toplumu kucaklaması
gereken şeyin tekrar sosyal kelimesi ile nitelenmesine neden ihtiyaç vardır. Hayır,
hayır mesele öyle değil, toplumu, cemiyeti ve devleti hayvanlara bakarak, arı ve
karıncaları örnek olarak kuranlar, dar gelen toplumun elbisesi yırtıldıkça dikmek,
toplumun havuzu patladıkça kapamak için bu kelimeleri türettiler. Batılılar
toplumu, devleti ve cemiyeti de tecrübî ilimlerde olduğu gibi deneye ve denemeye tabi
tuttular. İlk önceleri hastaları, arızaları, engellileri, fakirleri ve diğer
sınıfları düşünmeden kurallar koyan, sermaye ile emeği bir tutmayıp işçiyi ezen
bu zihniyet, toplum her tarafından patlak verdikçe oraları sosyal yamalığı ile
örtmeye çalıştılar. Sanki sosyal kelimesi tedavüle alınmakla arızalar giderilecek,
dere tepe düz olacaktır. Nerde, bunlar ham hayallerden ibarettir. Çünkü eğer bu
yapıda bir bozukluk varsa ki, bize göre kesinlikle vardır, % 110 vardır. Öyleyse bu
binayı yeniden inşa etmekte fayda vardır. Her zaman söylediğimiz gibi birey ile
toplum fert ile devlet dengesi, işte bu dengelerin kurulması lazımdır. Sosyal
demokrasi, kapitalizmin
yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlikleri demokratik sistem içinde kabul edilebilir
düzeye indirmeyi amaçlayan siyasi bir ideolojiden başka bir şey değildir. Siz bunu
yapacağınıza önce sermaye ile emeği aynı seviyeye indirin. Eğer bunlar üretim vasıtaları
ise ve bular üretimde aynı fonksiyonu yapıyorlarsa sermaye ile emek birbirinden neden
farklı olsun ki! Sermaye, ürünün çok, hem de pek çok tarafını neden alıyor? Niçin
sermaye emeğe tercih ediliyor. Durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak! Sadece
bu düzen eskidi desek, bu ifade eksik olur. Çünkü bu liberalist, kapitalist, şu veya
bu düzenler, hem eksik-aksak ve arızalı doğmuşlardır, hem de eskimişlerdir. Biz, bu
sosyal bilimlerdeki terim, tarif ve tasniflerin de eskimiş olduğuna kaniyiz.
İstediğiniz kadar sosyal demokrasi, sosyal politika veya sosyal siyaset deyin fayda yok,
bu yamalıklar fayda vermiyor. Hala toplumda işçi işveren çatışmaları var, hala
daha cemiyette açlar, sefiller ve muhtaçlar vardır. Onun için bırakınız solu,
sağı ve sosyalizmi, din ile bilime geliniz, ruh ile beden dengesine geliniz. Tüm
insanların ve hatta tüm canlıların huzur ve mutluluğunu istiyorsanız dengeleri
yeniden kurunuz, sosyal bilimlerdeki terim, tarif ve tasnifleri yenileyiniz. Netice
olarak biz terimlerin zulmü de demiyoruz. Bu insanın insana, insanın kendi kendine zulmü
diyoruz. Sosyali bırakın, gerçek demokrasiye geliniz, adalete geliniz, gerçek
politikaya geliniz diyoruz. [1]Paul A. Samuelson İktisat, İstanbul–1970, s. 10
|
. |