. | Adalet
zaafı... Her düzeyden
mahkemelerimizle ilgili tartışmalardan ve verilen kararlardan ötürü inanın çok
üzüntü ve hatta korku duyuyorum. "Bu
mahkeme bizden"; "bu mahkeme bizden değil"; "şu hâkim olursa karar
lehimize çıkar"; "bu hâkim olursa karar aleyhimize çıkar" vb. gibisinden
ifadeler duydukça karalar bağlıyorum. Çok genç yaşlarımdan
beri duyduğumuz bir "olay"
vardır. Olay diyorum ama doğrusunu isterseniz net olarak da anımsamıyorum.
Anımsadığım kadarıyla; Almanya'nın kırsal kesiminde küçük bir beldede yaşayan
bir çiftçi; yerel yöneticiyle takışınca ve bu yöneticinin haksızlık yaptığını
düşününce; yayan olarak Berlin'e doğru yola çıkar. Günlerce süren
bir yolculuktan sonra; yorgun argın Berlin'e yaklaşır. Rastlantı bu ya;
aynı saatlerde imparator Wilhelm de bölgede atla geziyormuş. Yaya bir köylünün
imparatora yaklaştığını gören korumaları hemen adamın çevresini sararlar. İmparator; "Bırakın
yaklaşsın" der. Ve adama; nereden gelip nereye gittiğini sorar. Köylü
de olayı anlatır ve yerel yöneticinin haksızlık yaptığı hakkındaki iddiasını
yineler. İmparator; "Peki ama Berlin'deki
yöneticiler de senin yerel yöneticin gibi karar vermezler mi? Neye güvenip bunca yolu
yayan geldin?" Olayı net
hatırlamıyorum ama köylünün yanıtını net bir biçimde anımsıyorum. Zira çok
ünlüdür: "Siz
merak etmeyin" der. "Berlin'de hâkimler
var..." Alman
köylüsünün bu yanıtı hepimizin özlemesi gereken bir yanıttır. "Berlin'de
hâkimler var..." Keşke bizler de;
haksızlıklara uğradığımız ya da haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz
zamanlarda; "Ankara'da
hâkimler var..." diyebilsek. Ama
diyemiyoruz... Çok yıpratıcı
ve insanı umutsuzluğa sevk eden bir duygu bu. Fakat bunu; salt
siyasal konular ve siyasal içerikli davalar açısından düşündüğümü zannetmeyin.
Bu güvensizlik her türlü anlaşmazlıklarda söz konusu. Ve korkarım bu güvensizlik
konusundaki zirve noktası bundan birkaç yıl önce; bir Yargıtay başkanının adli
yılı açma konuşmasında; yargıçlarımızın "cüzdanları ile
vicdanları arasında sıkışmış olduklarını" dile getirmesiyle
başlamıştı. O yargıç şimdi
nerededir ve ne yapmaktadır bilemiyorum. Eğer aramızdan ayrılmışsa Allah rahmet
eylesin. Fakat bana kalırsa bu söyledikleri başlı başına suç oluşturur ve adama "arkadaş sen ne demek
istedin" diye sorulması gerekirdi... Geçenlerde bir
yazımda; "hukukçu
olmadığımı" da özellikle vurgulamakla birlikte bir mahkeme
heyetindeki hâkimlerin "çoğunlukla"
karar verebilmelerini eleştirmiş ve üç kişilik bir mahkeme heyetinde aynı yönde oy
kullanan iki hâkimin üçüncü meslektaşlarını ikna edememelerini anlayamadığımı
dile getirmiştim. Kimi hukukçu
arkadaşlarım yargıçların farklı yorumlar yapabilmelerinin adaletin temel
ilkelerinden biri olduğunu iddia ettiler. Fakat doğrusunu isterseniz ikna olmadım. Bazen de farklı
mahkemeler birbirinden çok farklı kararlar alabiliyorlar. Doğrusu bunlara benim "hukukçu olmayan aklım"
hiçbir biçimde ermiyor. Örneğin; son günlerde
çok tartışılan ve eleştirilen bir daha doğrusu iki karar var. Bir bez pankart
taşıyan iki kişiden biri bir mahkemeden beraat kararı alırken; bezin öbür tarafını
tutan kişi 6 küsur yıl ceza yemiş... Böyle adalet,
böyle karar, böyle maskaralık olur mu?.. Hiç kuşku yok
ki; mahkemelerden biri yanlış karar vermiş. Hangisinin yanlış karar verdiğine yüksek
yargı karar verecek. Ama yüksek yargı konusunda da tartışmalar var. Yanlış ve yalan
olmasını bütün içtenliğimle temenni etmeme karşın; bir karar "şu daireye düşerse
böyle karar çıkar"; "bir başka daireye düşerse farklı bir karar çıkar"
vb. gibisinden; ipe sapa gelmez dedikodular duyuyoruz. Günahı dile
getirenlerin boynuna... Geçtiğimiz
hafta sonunda; "Balyoz davası"
olarak isimlendirilen davada gözaltında tutulan zanlılardan büyük bir kısmının
salıverilmesi çok tartışıldı. Bu konuda asla "taraf"
olmak istemiyorum ve taraf değilim. Belki gözaltına alınmalarının kararı haksız ve
acele bir karardı; belki salıverilmeleri haksız ve acele bir karar oldu. Bunu zaman içinde
göreceğiz. Fakat gazeteci bir arkadaşın bir süre önce; "eğer şu kişi nöbetçi
olursa çok sayıda salıverme olacak" diye konuşması ve söylediklerinin
kelimesi kelimesine çıkması; doğrusu kuşku uyandırıyor. Umalım bu
yargılama süreci kısa sürede noktalanır da; bu türden dedikodu ve kuşkular sona
erer. Yanlış bir biçimde;
"Ergenekon
davası" olarak isimlendirilen ve Silivri'de süren davayla ilgili
olarak hemen hiçbir şey yazmadım. Yazmamın doğru olmadığını düşünüyorum. Ama
herkes aklına gelen her şeyi yazıp konuştuğuna göre uzun zamandır kafamı meşgul
eden bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum. Acaba herkes salıverilirken "Mustafa Balbay"
ve "Tuncay
Özkan"ın hâlâ içeride olması nasıl açıklanabilir? Adalet
Nedir, Zulüm Nedir Bilinmelidir Yorumlayan: Osman Eskicioğlu Hüseyin
Cahit Oğuzoğlu Roma Hukuku adlı eserinde şu olayı anlatır.[1]
İmparator
Caracalla, kardeşi Geta'yı öldürterek, tek başına hükümran olmak istiyordu. Bu
hareketine, meşru bir şekil vermesini Papinyanus’tan talep etmişti. Bu büyük
hukukçu, böyle haksız bir hareketin hukuken meşru gösterilmesine imkân olmadığını
bildirerek, imparatorun bu talebini reddetti. Fakat bunu hayatiyle ödeyen Papinyanus, bir
hukukçunun nasıl bir harekete sahip olması lazım geldiğini, kendisinden sonra, bu
meslekte çalışanların hepsine böylece anlatmış ve öğretmiş oldu, diyor. Papinyanus
bu davranışıyla adalet yapmış, Caracalla ise zulüm etmiştir. Adalet
ve muadelet denklik demektir. Yük hayvanlarının iki tarafına asılan yüklerden her
birine, diğerine denk geldiği için bu ad verilmiştir. Ölçülen, tartılan ve sayı
ile sayılabilen şeylerde yapılan adalet, gözle görülür ve duyularla anlaşılabilir.
Yani buralarda doğru ölçüp biçme vardır; ölçeğe uygun hareket etme vardır. Bir
de gönül gözümüzle, kalp gözümüzle ve basiretimizle gördüğümüz ölçüp
biçtiğimiz adalet vardır ki, işte bu da hâkimlerin uyması ve uygulaması gereken
adalet, hüküm verirken doğru ve gerçeğe uygun hareket etmesidir. Böyle bu adalet
kavramının karşılaştırma esası bulunan yerlerde kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Mesela bir litre sütün litreye tıpatıp uygunluğu adalettir. Bir
metre bezin tam bir metre olması adalettir. Bir kilo diye verilen şekerin tam bir kilo
olması adalettir; bundan az veya çok olması ise adalet değil zulümdür. Hiçbir sebep
yok iken tamamen haksız yere bir kişiyi öldüren katilin öldürülmesi de bir
adalettir. Dersine çalışmış, böylece soruları doğru bir şekilde cevap vermiş bir
öğrencinin imtihanı kazanmış olması bir adalet, kazandırılmaması ise zulümdür. Kış
mevsimi bitip bahar ve yaz geldiği zaman hava, su ve toprak ısındığında ağaçların
çiçek açıp meyve vermesi, doğanın plan ve projesine uygun olmasıyla bir adalettir.
Bir inşaat mühendisinin apartmanı plan ve projesine uygun bir biçimde yapması bir
adalettir. Bütün bu örneklerden sonra şöyle bir neticeye varmak mümkün olur. Tüm
varlıkların doğal-ilahi projeye uygun hareket ve davranışlarda bulunması bir
adalettir. Bu plan ve projeye ters düşmesi ise zulümdür. Zaten onun için “Gökler
ve yerler adaletle ayakta dururlar”, denilmiştir. Adalet,
herkesin hakkına riayet etme, hakkını verme, zulüm ve eziyet etmeyip herkes hakkında
doğru hüküm vererek hakkı yerine getirme demektir, düzenli ve dengeli davranma
demektir. Şu halde kim olursa olsun, işi ve görevi ne olursa olsun bir kimsenin davranışı,
o hareket ve davranışın yerine ve çevresine uygun ise bu bir adalettir. Zulüm ise bir
şeyi kendi yerinden başka bir yerde kullanmaktır. Mesela nefes borusu nefes almak için,
ciğerleri oksijen alıp karbon vermek için konulmuş bir kanal olduğu halde bu aracı
sığara dumanı alıp vermek için kullanmak bir zulümdür. Zulüm
aslında aydınlığın zıddı karanlık anlamında olup adaletin zıddı olan şeydir.
Zulüm, bir şeyi asıl yerinden başka bir yere koymaktır. Yerinde yapılmayan bir
hareket zulüm olduğu gibi, eksik veya fazla yapılan, vaktinden veya yerinden
saptırılan eylemler de zulümdür. Mesela sözlüklerin verdiği bilgiye göre bir adama
hakkını vermemek veya eksik ve noksan vermek zulümdür, malını gasp etmek zulümdür.
Araplar mevkii olmayan bir mahalde yer kazmayı zulüm ile ifade ederler. Yani çukur kazılmayacak
yerde çukur kazmak o yere zulümdür. Yoğurt olacak sütü bir adama verip içirmek
zulümdür. Bir erkek eşeğin gebe olan dişi eşeğe aşması zulümdür. Bir derenin taşıp
su ulaşmayan yerlere su basması zulümdür.
İnsan
vücudunun parçaları olan organların ayrı ayrı yerleri ve ayrı ayrı işlevleri
olduğu gibi toplum bünyesinde olan bireylerin de çalışmalarında kendine mahsusu
hareket ve davranışları vardır. Göz parçasının yerine kulak veya burun parçasını
takamazsınız. Bu bir zulüm olur. Onun için gözü görmede, dili tatmada, burnu
koklamada eli de tutmada kullanmak adalettir. Eğer kulağı koklamada kullanırsanız zulüm
yapmış olursunuz. İşte bu sebeple haklıyı haksız çıkaran, haksızı da haklı
yapan hâkimler adalet değil, zulüm yapmış olurlar. Bir
ilimde veya haber vermede doğru ile yanlış ne ise insan hayatında da adalet ile zulüm
odur. Ekonominin fayda ve zarar ilkesi hukuk alanında adalet ve zulme dönüşür. İnsan
ve toplum hayatı kimyadaki gibi bir bileşim olması dolayısıyla bireylerin doğru ve
yanlış davranışları, idarecilerin adalet ve zulüm yapmaları hele hele hâkimlerin
vermiş olduğu kararlar toplumun tümünü ilgilendirir. Çünkü toplum organik bir yapıya
sahiptir. Yerine getirilen bir adalet veya yapılan bir zulüm domino taşlarının
birbirini etkilediği gibi toplumdaki bireyleri etkiler. Mesela uygun adımla yürüyüş
yapan bir bölüğün ortasında uyum sağlayamayan bir asker, nasıl insanın gözüne
çarpar ve bir diken gibi batarsa zulüm yapan bir kimse de aynen böyle insan vücuduna
ve toplumdaki her bireye çarpar ve bir diken gibi batar. Adalet
meselesi bir bakana, hâkim ve savcılara emanet edilemeyecek kadar önemli, önemli olduğu
kadar da ağır bir iştir. Onun için bu yükü toplumu meydana getiren bireylerin tümü
hep birlikte taşırlar. O sebeple bizim görüşümüze göre toplumdaki herkes
birbirinin velisi olması dolayısıyla aynı zamanda bir savcı durumundadır. İşte bu
doğal yapı sebebiyledir ki, bugünkü ortamda çalışıp görev yapan hâkim ve savcıların
bu yükün altında kaldıklarını söyleyebiliriz. “Belinde hâkimler var” "Ankara'da
da hâkimler olsun" demek bir şey ifade etmez. Çünkü Ankara’daki
hâkimler "cüzdanları
ile vicdanları arasında sıkışmış olduklarını" söylüyorlar. İşte
bu sebeple adaleti adalet yapan yapıdır. Yapıda uyum ve ahenk varsa adalet de vardır.
Eğer toplum yapısında uyum ve ahenk yoksa adalet değil, zulüm vardır. Din ile hukuk
kavgalı ise orada iç ile dış da kavgalıdır. İç ile dışın, birey ile toplumun,
beden ile ruhun, din ile bilimin uyum ve ahenkli olmadığı bir yerde adalet aramak
beyhudedir. Orada hemen hemen tüm alanlarda zulüm kol geziyor, demektir. Bataklığı
kurutmadıkça sinekleri öldürmek veya sineklerden şikâyet etmek bir fayda sağlamaz.
Onun için bizim tavsiyemiz, önce adalet ile zulmü bir öğrenin ondan sonra bu yapısal
durumu bir gözden geçirin şeklinde olacaktır. [1]
H.Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 37-38
|
. |