. |
Toktamış
Ateş - Bugün "Sivil
darbe" kavramını kullanarak; "fincancı katırlarını" ürkütme gibi
bir niyetim yok. Biraz
aşağıda elbette sivil darbeden de söz edeceğim ama asıl amacım siyasal yaşamdaki "sivil
anlayışın" etkisi ve bu etkinin sınırları. Zira "sivil darbe",
"sivil
devrim", "sivil anayasa"
gibi kavramlar çok kullanılmaya başlandı. Bugün; öncelikle "sivil devrim"
üzerinde durmak istiyorum. Zira toplumsal bilimlerde ve toplumsal olaylardaki tüm
kavramlar gibi; Osmanlıca'da Inkılap olarak dillendirilen ve Türkçesi "devrim"
olan kavram konusunda çok farklı anlayışlar vardır. Bu
farklılığın kökeninde "ihtilal"
ve "inkılâp"
sözcüklerinin karıştırılması yatmaktadır. İhtilal sözcüğünün Türkçemizdeki
karşılığı "devrim"
değil; "ayaklanma"dır.
Yani inkılâp karşılığı devrim; ihtilal karşılığı ayaklanmadır. Fakat bu
kavramlar maalesef karıştırılmaktadır. Gene
yaygın bir anlayışa göre; her devrim yani eski deyimle her İnkılap; bir ihtilalle
yani bir ayaklanma sonucu gerçekleşir. Şimdi bambaşka tellerden çalan eski bir
gazeteci ve siyasetçi; gençliğimizde ağzından köpükler saçarak "üç şey kansız
olmaz" derdi. "Bunlar devrim, zifaf
ve bonfiledir..." Biz
o zamanın üniversite öğrencileri bu gazeteciye bayılır; her toplantı sonrasında
omuzlarımıza alarak gezdirirdik. Nasıl da aldanmışız... 1977'den
beri değişik üniversitelerde vermekte olduğum "Türk Devrim
Tarihi" derslerimde devrimi şöyle tanımlarım: "Devrim yani eski
deyişle inkılâp; bir toplumda ekonomik ve siyasal yaşamın daha geniş bir tabana
hızla yayılmasıdır." Şimdi
benzer kavramları vb. ele alarak (zaten ağır bir yazıda) kafaları karıştırmak
niyetinde değilim. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki her devrim mutlaka bir ihtilal
yani ayaklanma sonrasında olmaz. Bazen
bir seçim sonrasında; sandıktan çıkan bir iktidar toplumun kaderini ve iktidarın
yapısını hızla değiştirebilir. Bunun en tipik örneği 14 Mayıs 1950'de; Demokrat
Parti'nin memleketimizde iktidara gelmesidir. Gerçekten
1950 Milletvekili Genel Seçimleri'nde sandıktan DP'nin çıkması; bence tam anlayışla
sivil bir devrimdir. Zira yaklaşık otuz yıl süren ve "kurucu bir
iktidar" olarak "bürokratik
karakterli" CHP iktidarı; tam anlamıyla "halkçı"
bir iktidara yerini bırakacaktır. Tabii DP'nin halkçı karakterlerinin ne kadar sürdüğü
de ayrı bir tartışma konusudur... Ancak
bu halkçı karakter zamanla törpülense bile; DP gerçek bir halk hareketidir ve
Türkiye'nin yakın tarihinde bir "ilk"
olduğu gibi; benzer koşulları olan ülkeler açısından da çok tipik bir örnektir. 20.
Yüzyıl'ın totaliter yönetimlerinin önemli bir bölümü; bir ihtilal ya da askeri
darbe sonucunda değil "sandıktan"
çıkmışlardır. Bu nedenle; "sivil darbe"
kavramını dile getiren arkadaşlarımız pek haksız sayılmazlar. Bunun en tipik iki
örneği; Almanya'da Naziler'in (NSDAP-Milliyetçi Sosyalist Alman İşçi Partisi) ve
İtalya'da faşistlerin iktidara gelmesidir. Gerçekten;
Adolf Hitler 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'nın savaşı yitirmediği inancı ve
Yahudi iş çevrelerinin sözde zorla mağlup ilan etmelerinden dolayı duyduğu "kırgınlığı"
ile Münih'te siyasal yaşama katılınca; önce bir "askeri darbe"nin
hayaline kapılmıştı. Fakat ünlü Münih Birahane Darbesi girişimi sonrasında hapse
atılacak ve hapiste; "Kavgam-Mein
Kampf" başlıklı kitabını yazacaktır. Almanya'nın
ekonomik durumu berbattır. Her ne kadar savaşı izleyen dönemdeki inanılmaz enflasyon
kontrol altına alınmışsa da müthiş bir işsizlik vardı. Alman sosyal demokratları
(SPD- Sozialdemokratische Partei Deutschland) ve Kominist Parti (Komunisttische Partei)
aralarında anlaşamıyorlardı. Ve birkaç seçim sonrasında; Hitler Almanya
Parlamentosu'nda en büyük parti konumuna geldi ve Cumhurbaşkanı Hindenburg hükümet
kurma görevini Hitler'e verdi. Hitler başbakan olunca; anayasada yer bulan "olağanüstü
hal" yasasını (Notstand Gesetz) kabul ettirerek; diktatör
yetkilerini kazandı ve tek tek diğer partileri kapatarak baskıcı rejimini kurdu. Buraya
kadar baktığımızda; "sivil"
bir şeyler görüyoruz. Ama bunun ardında Hitler'in "tosuncuklarının"
(!) katkısını gözden kaçırmamamız gerekir. Sokaklarda adam dövmekten
milletvekillerini tehdit etmeye ve kaçırmaya kadar; karşı grupların toplantılarını
basmaktan bıçaklamaya kadar her türlü baskıyı yaşama geçiren on binlerce silahlı
militanın yaptıklarını görmezden gelirsek; Nazizmi sivil bir iktidar olarak
görebiliriz. Aynı
biçimde on binlerce "kara
gömleklinin" baskıları ve zorbalıkları olmasa acaba "kral"
Mussolini'ye başbakanlığı verir miydi? Hiç
sanmıyorum. Evet;
bazı sivil görünümlü iktidar yolları vardır ve bunların sonucu totaliter
iktidarlar kurulmuştur ama; bu sözde sivil süreç içinde "silahlandırılmış"
ve "bilenmiş"
birtakım tosuncukların önemli katkıları vardır. Hatta işin içinde; böyle silahlı,
örgütlü ve askeri düzen meraklısı genç militanlar olmasa; ne Hitler ne de Mussolini
asla iktidara uzanamazlardı. Sivil
anayasa tartışmaları; gündemimizi belki bunlardan da çok işgal ediyor. Ancak o
konudaki değerlendirmelerimi ileride bir başka yazımda yapmak istiyorum.
ASKER-SİVİL
NORMAL ve ANORMAL Yorum:
Osman Eskicioğlu Toktamış
Ateş, "Sivil darbe" kavramını kullanarak; "fincancı
katırlarını" ürkütme gibi bir niyetim yok diyor. Diğer taraftan da "sivil
devrim",
"sivil
anayasa" ihtilal"
ve "inkılâp"
sözcüklerini kullanıp düşüncelerini söylüyor, bunları karşılaştırarak
fikirlerini dile getiriyor ve “ayaklanma” kelimesini de kullanarak, ihtilal sözcüğünün
Türkçemizdeki karşılığının "devrim"
değil, "ayaklanma"
olduğunu
ifade ediyor. Her
yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır derler. Az önce de dediğimiz gibi, her kesin ve her milletin kendine özgü bir bakış
açısı ve ifade tarzı vardır. İnsanların karakter yapıları, birçok duygu ve eğilimlerin
bir bileşkesi olduğu gibi, toplumların ruh dünyaları, huyları, seciye ve tabiatları
da birçok şeyin birleşmesinden meydana gelir. Onun için de birey ve toplumların
hareket ve davranışları hep farklı farklıdır. Mesela Fransa gibi kimi ülkeler
devrim yapar, ihtilal yapar. 1789 tarihinde Fransa’da gerçekleştirilen meşhur
Fransız ihtilalinin tüm dünyayı sarsan bir devrim olduğu ve çok kan döküldüğü
herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İngiltere
gibi kimi ülkeler de devrim yapmaz, evrim yapar. Devrim ihtilal demek olup mevcut düzeni
zor kullanarak değiştirmek manasına gelir. İnkılâp da değiştirme demek olup eski
olduğu farz edileni yıkıp yerine yeni olduğu kabul edileni koymak anlamına gelir.
Evrim ise yavaş yavaş ve tedricen meydana gelen bir değişme ve tekâmül etme
demektir. Buna evolüsyon da denir ki, değişim, dönüşüm ve gelişme demektir. İnsan
bünyesinin çocukluktan, gençliğe, gençlikten olgunluğa doğru değişip gelişmesi
işte böyle bir evrimdir. Sivil
anlayış başlığını taşıyan bir yazıda çok şeyler söylenebilir. Aslında bu
kelime Latince kökenli olup kentli, yerleşik düzene geçmiş anlamına gelen “civis”
kelimesinden gelir. Türkçeye “medeni” olarak tercüme edilebilir. Zaten medeni
kelimesi şehirli anlamına gelir. Üstelik civilizaton da medeniyet demektir. Sivil
kelimesinin başka bir anlamı ise askeri olmayan demektir. Verilmiş olan bir emir önce
uygulanır, eğer itiraz edilecekse ondan sonra itiraz edilir. Ama bu durum askeri alanda
değil, sivil alanda yapılır. Yani askeri alanda itiraza mahal yoktur, üstlere tam
itaat ve teslimiyet gerekir. Yani sivil kelimesi böylece üniformasız anlamına da
gelir. İslam
hukukunda birbirini tamamlayan teknik iki kelime, azimet ve ruhsat kelimeleri vardır.
Bunları Türkçeye normal ve anormal, sağlık ve hastalık durumları diye çevirmek
mümkündür. İnsan hayatında asıl olan, sağlıklı olmak ve normal olarak
yaşamaktır. Ama insan ve toplum hayatında hastalık ve buna benzeyen anormallikler de
vardır ve bunlar hep beraber bir arada da bulunabilirler. Mesela bir adamın durumu her yönden
iyi olmakla beraber sağlığı bozuk olabilir. Ya da diğer tüm alanları iyi olduğu
halde ekonomisi bozuk olup paraya bir ihtiyacı olabilir. Toplumlar da böyledir. Her
zaman tüm yönleriyle normal ve sağlıklı olan bir birey olmadığı gibi toplum da
olmaz. Daha
önceki yazılarımda da söylediğim gibi bilhassa hayvanlar mesela bir hayvan türü başka
bir hayvan türü ile dengelendiği ve aralarında bir mücadele ve savaş olduğu halde
insanın karşısında başka bir tür canlı yoktur; yine insan vardır. İnsanın dostu
da insandır, düşmanı da insandır. Yani insan, yine insanla mücadele edip savaşan
canlı bir varlıktır. Netice olarak bir savaş vardır ve savaş her zaman var olacak,
hatta kıyamete kadar da devam edecektir. Ancak
asıl olan savaş değil, barıştır. Asıl olan hastalık değil, sağlıktır. Asıl
olan anormal hayat değil, normal hayattır. O nedenle tepki kanunları, tepki yasaları
ve tepki anayasalarının, kullandığımız ilaç ve haplarda olduğu gibi, hep yan
tesirleri vardır ve bu yan tesirler de topluma zarar verir. Onun için sivil anayasa
demek asker bakışından ve savaş atmosferinden uzak, kavga ruhu taşımayan, vur, kır,
öldür ve düşünme emirlerini vermeyen bir anayasadır. Sivil anayasa demek barışı,
dostluk ve kardeşliği esas alan, hukuk dışılık demek olan savaştan uzak duran bir
anayasadır. Şimdi burada bu dediklerime çok güzel bir örnek aklıma geldi. D.E.
Üniversitesi kurulduğu zaman askerler, biz öğretim üyelerini üniversite salonunda
toplayıp brifing verdiler yani bilgilendirdiler. Ve dediler ki, şunu biliniz ki, bizim
devlet olarak iç düşmanlarımız ve dış düşmanlarımız vardır. Dış düşmanlarımız
şunlardır: İran düşmandır, Irak düşmandır, Yunanistan düşmandır, Bulgaristan düşmandır
ve Rusya-Sovyetler Birliği düşmandır. İç düşmanlarımız ise, Nurcular düşmanımızdır,
Süleymancılar düşmanımızdır, tarikatçılar düşmanımızdır ve cemaatler düşmanımızdır.
Bunları konuşan bu eksi yüklü kafadan ve bu menfi bakış açısından ve sözlerinden
çok rahatsız olmuştum ve hele şu iç düşman ifadesini hiç mi, hiç içime
sindirememiştim. Bugün ise Allah’a şükür Türkiye, içte ve dışta sıfır düşman
politikasına doğru yavaş yavaş ilerlemektedir. İnşallah ülkemiz normalleşmeye
doğru gidiyor ve gidecektir. Hayat
mücadele değil, barıştır. Asıl olan barıştır. Onun için devlet milletle barışmalıdır,
millet de devletle barışmalıdır. İsyan, ihtilal, inkılâp ve ayaklanma gibi eksi
hareketler ve menfi davranışların bizim geçmiş kültürümüzde yeri yoktur. Bir bedene ancak onun tabi olup
uyduğu kanun ve kurallarına göre bir müdahalede bulunabilirsiniz. Yoksa kaş yapayım
derken göz çıkarır, hastayı iyi edeyim derken onun hayatına bile son verebilirsiniz.
Mesela insanlarda ayrı ayrı kan grupları vardır. 0Rh pozitif, 0Rh negatif ve bundan
başka çeşitli kan grupları vardır. Bir hastaya, değişik
gruptaki bir insanın kanı verildiği
zaman yabancı kanın alyuvarlarındaki antijenler, hastanın kanındaki akyuvarlar
üzerinde bulanan antikorlarla bağlanarak alyuvarların zarının yapısını bozar. Bu
olay hücrenin (yani alyuvarların) parçalanmasına sebep olur. Hemoliz yani
alyuvarların büyük boyutlarda yıkımı sonucu dokulara oksijen taşınamaz. Hasta
oksijensizlik ve şoktan ölür. İşte
sosyal bünyede de durum böyledir. Sosyal bünyedeki iş bölümleri son derece doğal
olduğu gibi aynı zamanda aralarında son derece uyum ve ahenk vardır. Ben şahsen bu Rönesans
medeniyetinin ortaya koyduğu sosyal bünyede bir uyum ve ahenk göremiyorum. Sadece yanlış
bir yöntemle uygulanan bir meslek dayanışması vardır. Onun da fayda kadar zarar
getirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü bir meslek mensupları, ister doğru ister
yanlış, ister haklı ister haksız olsun kendi üyelerini ve arkadaşlarını savunup
destekliyorlar. Bunu biraz açalım istiyorum. İnsan
çok yönlü ve çok merkezli bir varlıktır. İnsanın bu yönleri, yanları ve
merkezleri arasında bir çelişki, tenakuz ve zıtlık yoktur ve olmaz. İşte toplum da
böyle olmalıdır. Çünkü toplum tek hücreli bir hayvan değildir, amip değildir. Birçok
hücrelerin, çeşitli memur, meslek, esnaf ve sanat gruplarının meydana getirdiği bir
bileşkedir. Başka bir ifade ile kafamızı pencereden dışarıya çıkarıp şöyle bir
bakacak olursak evlerin yanında cami, okul, kışla, fabrika, banka ve meclis gibi
kurumları görürüz. İşte bugünkü bu Rönesans medeniyetinde bu kurumlar arasında
uyum ve ahenk yoktur. Onun için değer ölçüsü olarak sadece parayı bilen ve her
şeyi madde açısından değerlendiren bu medeniyetin toplum projesi başarılı
değildir. Zira toplumda doğal-ilahi bir iş ve iş bölümü olmadığından sınıflar
arasında uyum ve ahenk yerine zıtlık ve çelişkiler vardır. Biri diğerine ters düşerek
onu yıkamaya çalışıyor. Mesela camideki imam hutbede Allah insanı topraktan
yaratmıştır derken, mektepteki öğretmen insan maymundan türemiştir, diye açıklama
yapıyor. Din, faiz haramdır, zararlıdır derken ekonomi ilmi faydalıdır diyerek
iktisadi hayatın merkezine faizli bankayı oturtuyor. Din bir taraftan nikâh dışı
ilişkiler zararlıdır, haramdır ve yasaktır diyor, diğer taraftan bu adı medeniyet
olan yapı, buna izin veriyor, ruhsat veriyor. Doğal-ilahi hukuk eşyada asıl olan
mubahlıktır diyor, bu Rönesans hukuku ise eşyada asıl olan mubahlık değil,
yasaklıktır diyor. O kadar ki, hiçbir işçi ve hiçbir memur kendi yaptığı işten
başka bir şeyle asla meşgul olamaz. O sebeple hemen hemen her meslek diğerine yat ve
yabancı, her bir esnaf da diğerine uzak ve dışlayıcıdır. Kısacası bu kültürde
doku uyuşmazlığı vardır. Asker kafası ile sivil kafası toslaşır. Esnaf görüşü
ile memur görüşü vuruşuyor. Emek sahibi işçi ile sermaye sahibi patron durmadan
savaşıyor ve çarpışıyor. Evet, bu toplum projesinde bir doku uyuşmazlığı
vardır. Bu toplum bilim eskimiştir. Onun terim, tarif ve tasnifleri yenilenmelidir. Din
bilim çelişkisi olmayan, Cuma vaktinde mesaisi bulunmayan, birey-toplum, fert ve devlet
arasında fayda paylaşımı olan, tüm meslek ve sanatların, toplumu meydana getiren tüm
kurumların uyum ve ahenk ile yolunda yürüyen bir dünya, yeni bir yapıya ve yepyeni
bir dünyaya ihtiyaç vardır. Ben şahsen herkesi ama herkesi düşünmeye ve bu
yenidünyayı birlikte yeniden kurmaya çağırıyorum. Çalışan kazanır, arayan bulur.
|
. |